Eski Ürdün Başbakanı Mudar Bedran'ın anıları: Saddam’ı herhangi bir çılgınlık yapmaması konusunda uyardık, Kuveyt’i işgal edeceğini bilmiyorduk

George Bush Kral Hüseyin’e; ‘’Ne Saddam ne de bir başka birinin petrolü kontrol etmesine izine vermeyiz, çünkü petrol Batılı nesillerin geleceğidir’’ dedi.

Eski Ürdün Başbakanı Mudar Bedran'ın anıları: Saddam’ı herhangi bir çılgınlık yapmaması konusunda uyardık, Kuveyt’i işgal edeceğini bilmiyorduk
TT

Eski Ürdün Başbakanı Mudar Bedran'ın anıları: Saddam’ı herhangi bir çılgınlık yapmaması konusunda uyardık, Kuveyt’i işgal edeceğini bilmiyorduk

Eski Ürdün Başbakanı Mudar Bedran'ın anıları: Saddam’ı herhangi bir çılgınlık yapmaması konusunda uyardık, Kuveyt’i işgal edeceğini bilmiyorduk

Şarku’l Avsat olarak, bugünden başlayarak, eski Ürdün Başbakanı Mudar Bedran'ın anılarını üç bölüm olmak üzere ilk defa yayınlıyoruz.  Bedran’ın kaleme aldığı anılar, ‘Karar’ adı altında önümüzdeki eylül ayında yayınlanacak. Ayın 17’sinde, Amman’daki Abdulhamid Şuman Kültür Merkezi’nde kitabın tanıtımı gerçekleştirilecek.
Bedran anılarında, geçen yüzyılın son çeyreğinde Ürdün’ün geçirdiği önemli aşamalara dair bilinmeyenleri ilk kez ifade etmektedir. Bedran 1960’lı yıllarda Ürdün İstihbarat Teşkilatını kurmuş ve uzun yıllar bu teşkilata başkanlık yapmıştı. Krallık Divan Başkanlığı görevini de icra eden eski Başbakan Mudar Bedran’ın, Kral Hüseyin’e yakın olduğu ve Ürdün devletinin kararlarında etkili olduğu biliniyor. Bu bölümde;  Ürdün'ün, Saddam’ın Kuveyt'e askeri harekâtını engellemek için çabasını, sonrasında Irak’ın Kuveyt’ten çekilmesi için sergilediği yoğun diplomasi ele alınacak. Ayrıca Kral Hüseyin ve ABD Başkanı George Bush arasında bu süreçteki temaslara dair aktarımlar okuyucunun dikkatine sunulacak.
Dönemin Ürdün Başbakanı Mudar Bedran Körfez Savaşı arefesini şöyle anlatıyor:
1990 yılının Mayıs ayının 2’sinde, Bağdat'ta gerçekleşen Arap Birliği Zirvesi oldukça gergin geçti. Basına kapalı liderler toplantısında Irak Başkanı Saddam Hüseyin, Kuveyt ve Birleşik Arap Emirliklerine hitaben tartışmalara yol açacak bir konuşma yaptı. Zirvede Irak-Kuveyt ihtilafının daha da derinleştiğini müşahede ettim.
Saddam Hüseyin zirvenin ardından Irak halkına hitaben yaptığı konuşmada, İran harbiyle meşgul olunduğu süreçte, Kuveyt’in ülke sınırlarında ortak bölgede sondaj yaptığını (Remliye bölgesi) söyledi. Bu ifadeler karşısında şaşırdım, iki ülke arasında büyük bir krizin patlak vereceğini öngördüm. O zamanlar Irak yönetimi ile yakın ilişkilerimiz vardı, Iraklılara krizin daha da büyümemesi için yoğun ve mükerrer telkinlerde bulunduk. Bazıları, o zamanki yakın ilişkilerimizden yola çıkarak, Irak’ın Kuveyt’i işgal edeceğini bildiğimizi iddia ettiler, ancak bu gerçek değil, ‘Kuveyt işgali’ kesinlikle bilgimiz dâhilinde değildi. Evet, bunu sezebiliyorduk, bu yönde göstergeler mevcuttu, Kral Hüseyin’in de bu yönde çekinceleri vardı, birden fazla defa Saddam Hüseyin’i bir çılgınlık yapmaması için uyardık. Güç gösterisi olabileceğini düşünüyorduk, ancak Saddam’ın Kuveyt’i işgal etme niyeti olduğunu bilmiyorduk. Eski Irak Başbakanı Abdülkerim Kasım’ın Kuveyt’in Irak toprağı olduğu yönünde görüşleri vardı, Saddam Hüseyin’in bu bağlamda siyasi baskı kurarak taleplerini elde etme yolunu seçeceğini öngörüyorduk. Nitekim geçmişte Abdülkerim Kasım Kuveyt’i işgal etmekle tehdit etmiş, Arap Ligi bu tehditler karşısında bölgeye asker konuşlandırmıştı.
Saddam Hüseyin’i çok iyi tanıdığımı düşünüyorum, tanıdığım Saddam’ın asla ödün vermeyeceği bazı ilkeleri ve hassas noktaları vardı diyebilirim. Saddam’ın kişiliğini derinlemesine inceledim, tanışmamızdan itibaren Irak’ta kaldığım üç ay içinde, toplantılarda sessiz bir şekilde şahsiyetini, konuşma tarzını ve düşünme biçimini incelemeye çalıştım. Onur, şeref ve gurur söz konusu olduğunda soğukkanlılığını yitiriyor ve hamasi bir şekilde konuşuyordu. Kuveyt işgalinden önce Saddam Hüseyin, Başbakan Sadun Hamadi’yi resmi görüşme için Kuveyt’e göndermişti, Hamadi’yi Kuveyt Kralı iki gün beklettikten sonra kabul etti. Bu hareket bence bardağı taşıran son damla olmuştu. Bu süreçteki Irak ziyaretimizde kardeşler arasını bulmak için ciddi mesai harcadık, ancak görünen o ki; artık çok geçti ve iş işten geçmişti.
Kuveyt'in işgalinden günler önce, Arap başkentlerinde yoğun ikili ziyaretler ve toplantılar yapılmaktaydı. 29-30 Temmuz 1990'da, iki önemli görüşme gerçekleşti. İlki; Suudi Arabistan'da Kuveyt Veliaht Prensi Saad el-Abdullah el-Sabah ve Irak Başkan Yardımcısı İzzet İbrahim el-Duri arasındaydı. Saddam’ın yardımcısına verdiği talimat netti: "Kuveyt Irak’ın taleplerini kabul ederse ne ala, eğer kabul etmezse görüşmeleri yarıda kesin ve derhal geri dönün.’’ İkinci görüşme ise; Bağdat’ta Kral Hüseyin ve Saddam Hüseyin arasındaydı. O gün görüşmeye katılamadım, çünkü Mısır Başbakanı Atıf Sıdki Amman’a resmi ziyaret gerçekleştirecekti. Sıdki ülkeden ayrıldığında hemen Bağdat’a uçtum, akşam 10 gibi ulaştığımda, akşam yemeği sona ermişti, Kral Hüseyin’le görüştüm, Irak ve Kuveyt arasındaki durumun kritik olduğunu aktardı. Ertesi gün dönüş yoluna geçmeden Saddam Hüseyin’le görüşmek istedim, nitekim görüştüğümüzde herhangi bir askeri harekat düzenlemesinin meseleyi daha da karmaşık hale getireceği’ yönündeki görüşlerimi ifade ettim. Havaalanına giderken  Irak Başbakanı Yardımcısı Taha Yasin Ramazan’a, ‘’Saddam’ı daha önce hiç bu kadar öfkeli görmemiştim, herhangi bir çılgınlık yapmaması için onu ikna etmelisiniz, aksi durumda hepimizin çıkarları zedelenir’’ dedim.
Kuveyt işgali sürecindeki bir ziyaretimde Saddam bana şöyle söyledi: ‘’Ebu Nadiye’nin (Taha Yasin’i kast ediyor) beni yönlendirmesini mi istiyorsun, Devrim Meclisi’nde ben onu yönlendiriyorum.’’ Daha sonra bu süreçte Irak devlet mekanizmasından Irak’ın işgaline karşı olumsuz bir tutum takınan tek kişinin Tarık Aziz olduğunu öğrendim.
İşgale günler kala yaptığımız Bağdat ziyaretinin ardından Kuveyt’e geçtik. Kral Hüseyin ve Kuveyt Emiri Şeyh Cabir el-Ahmed es-Sabah havaalanında ikili bir görüşme gerçekleştirdi. Görüşmeye katılmadım, içeride neler konuşuldu bilmiyorum. Dışarıda Kuveyt Dışişleri Bakanı Şeyh Sabah el-Ahmed es-Sabah’la birlikte toplantının bitmesini bekliyorduk. Şeyh Sabah’a sordum: ‘’Iraklılar Kuveyt’in müşterek bir havzadan petrol çıkardığını iddia ediyor bu doğru mu? ‘’Evet bu doğru’’ dedi, ancak biz bu konuyla ilgili her türlü çözüm yolunun konuşulmasına hazırız, biz o bölgeden günlük 1700 varil petrol çıkardık, Saddam günlük 2 bin varilden fazla petrol çıkardığımızı iddia ediyor.’’ İşte o zaman anladım, İran savaşıyla meşgul olurken böyle bir şeyin olması Saddam Hüseyin’i çileden çıkarmış olmalıydı.  
Ürdün’e döndükten sonra Millet Meclisi’nin acil bir oturumla toplanmasını talep ettim. Basına kapalı toplantıda; ‘’Irak Kuveyt’i işgal ederse buna şaşırmam’’ dedim. Bu toplantı Çarşamba akşamı yapılmıştı, ertesi gün 2 Ağustos 1990’da Saddam Kuveyt’e girdi ve dört gün içinde tüm ülkeyi baştan sona kadar ele geçirdi.
Irak Kuveyt'i işgal ettikten sonra da, Saddam'a geri çekilmesi yönünde baskı yapmaya devam ettik. Hatta bu işi abarttığımızı bile söyleyebilirim, Saddam’ı Amerika Birleşik Devletleri ve müttefiklerinin Irak’a karşı askeri müdahale edebilecekleri yönünde de kesin bir şekilde uyardık.
Bir toplantıda Saddam Hüseyin'i zor durumda bıraktığımı hatırlıyorum, Kuveyt’ten geri çekilmesi gerektiğini ifade ederek, zaten ilk başlarda Kuveyt’i işgal etme niyetinde olmadığını söyledim. Sözlerim hoşuna gitmemişti ama yine de doğru olduklarını kabul etti. Kuveyt sınırına giden tugay komutan, bölgede herhangi bir askeri varlık olmadığını, başkente devam edip etmemesi gerektiğini Saddam’a sormuş, Saddam’da devam et demişti. Yani tam olarak işgal böyle gerçekleşmişti. Bu büyük felakete yol açan sebeplerden birinin, tugay komutanının patavatsızlığının olması oldukça ironik olsa gerek. Komutanın yapması gereken sınır bölgesine konuşlanması yönündeki talimatları gerçekleştirmekti, Saddam’a böylesi bir soruyla dönüş yapması, adamı daha da kışkırtmış olmalı.

Ürdün’ün krizi sonlandırma çabaları
Saddam'ın Kuveyt'ten çekilmesi için baskı yapmayı sürdüren Kral Hüseyin, Mısır Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek ve Suudi Arabistan Kralı Fahd bin Abdülaziz'den, Cidde'de Irak’ın da katılacağı bir mini zirve düzenlenmesi karşılığında Saddam'a, Kuveyt'ten çekilmesi yönünde baskı yapma konusundaki arabuluculuğunu kabul ettirme sözü verdi. Kral Hüseyin, ertesi gün Bağdat'a uçtu ve Irak yönetiminin Kuveyt'ten hızlı bir şekilde çekilme kararı alması durumunda bir mini zirve toplantısı yapılacağını ve meselenin çözüme kavuşturulacağını bildirdi. Iraklılar Kral Hüseyin’e Cidde’deki mini zirveye katılacaklarını söyledi. Saddam Hüseyin, meseleyi Baas Liderliği ile görüşeceğini, yardımcısı İzzet İbrahim’in Kral Hüseyin’i arayarak ‘çekilme kararını’ bildireceğini belirtti.
Amman’a vardığımızda Iraklıların Kuveyt’ten çekilme hususunda yumuşadıklarını düşünüyorduk. Kral Hüseyin CNN’e konuyla ilgili iyimser bir açıklama yaptı. Mısır ve Suudi Arabistan da Cidde’deki mini zirveye iştirak edeceklerini duyurdu. Saddam Hüseyin Bağdat’ı terk etmeden önce Kral Hüseyin’e; ‘’Ebu Abdullah eğer Arap Birliği’nden Irak’ı kınama kararı çıkarsa herkes kendi yoluna gider’’ demişti. 
Arabuluculuğun tehlikeye düşmemesini isteyen Kral Hüseyin, Hüsnü Mübarek’i aramış, Arap Birliği zirvesinin ertelenmesini talep etmiş, Hüsnü Mübarek de bu talebi kabul etmişti. Ancak saatler 23’ü gösterdiğinde Arap Birliği Zirvesi’nden yapılan açıklamada Irak Kuveyt işgali nedeniyle kınanmıştı. İşte o zaman, meselenin diplomatik arabuluculuğumuzu aşan bir tarafının olduğunu kavradık. Arap Birliği Dışişleri Bakanlarının ön oturumlarını gerçekleştirdiği zirvede Ürdün’ü Mervan Kasım temsil ediyordu. Kasım karar açıklanmadan önce, üye ülkelerin bir kısmının Irak’ı sert bir dille kınama eğilimi sergilediğini aktardı. Nedve Sarayında idik, bunu duyan Kral Hüseyin ‘’Allahuekber, aracılığa bir imkan bırakmadılar’’ dedi. Dışişleri Bakanı Kasım’ın Ürdün’ün ‘kınamaya dair’ çekince koyması talimatını verdi. 5 Ağustos’ta Kahire’de liderler düzeyinde zirve yapıldı, zirve gergin başlamıştı çünkü Mısırlılar, Kuveyt’e yakın Batın bölgesine askeri birlikler göndermişti. Dolayısıyla Irak karşıtı tutumları açıktı, zirvede Araplar ortak karar alamadı, alınan kararlar sadece bazı ülkelerin görüşünü yansıtıyordu.
Ürdün olarak bu süreçte de, Saddam’ın Kuveyt’ten çıkması için diyalog çabalarını desteklemeyi sürdürdük. Kahire’deki zirvede, Arap Birliği’nin Kuveyt raporu sunacak bir komite oluşturmasını talep ettik. Böylelikle Kuveyt’in haklarının yanı sıra Irak’ın çekincelerini de yansıtan bir rapor oluşturulmasını umuyorduk. Aynı zamanda arabuluculuk için zaman kazanmış olacaktık. Hasılı kelam; Ürdün, Irak’ın Kuveyt işgalini Arapların kendi aralarında savaşsız bir şekilde çözmesi için elinden geleni yaptı. Hatta son çare olarak Ürdün ve Cezayir ordusunun, Suudi Arabistan’ın gözetiminde Suud-Irak sınır hattına konuşlandırılmasını teklif ettik. Saddam Hüseyin’in herhangi bir Arap ordusuna saldırmayacağını, ancak yabancı bir güce karşı aynı toleransı sergilemeyeceğini biliyorduk. Ancak önerilerimiz Körfez ülkeleri tarafından kabul görmedi. Zira o zamanlar Körfez ülkeleri, Kuveyt’in, Ürdün, Yemen ve Filistin’in desteğiyle işgal edildiğini düşünüyordular. Kral Hüseyin’in de işgalden haberdar olduğunu iddia ediyordular. Tüm bu yanlış bilgiler sonucunda, Körfez ülkeleri Ürdün’e yapılan mali desteği kesme kararı aldı. Kral Hüseyin 1990 yılının sonlarında başbakanlıktaki bir toplantıda şöyle söylemişti: “Son iki yıldır, Körfez ülkeleri ve Suudi Arabistan yönetiminde, kendilerine yönelik bir komplo olduğu yönünde bir anlayış oluşmuş, Irak, Ürdün ve Yemen’e karşı bir önyargı söz konusu, bu sebeple bu ülkelere yapılacak olan yardım sözlerini ve yükümlülüklerini yerine getirmiyorlar’’
Allah Kral Hüseyin’e rahmet eylesin, Irak’ı yeni bir umudun doğacağı ülke olarak görüyordu. Irak’ın güçlü kalmasını ve bu krizi büyük bir felaket yaşamaksızın atlatmasını diliyordu. Irak’ın Kuveyt’ten çekilmesine paralel olarak, İsrail’in de Batı Şeria’dan ve Kudüs’ten çekilmesini istiyordu. ABD ve İngiltere’nin aksi yöndeki eğilimlerine rağmen, İsrail-Filistin sorunun çözümü için bu talebinde ısrarcı oldu. 12 Ağustos’taki Arap Birliği Zirvesi’nde de bu görüşünü açık bir şekilde dillendirdi.

Askeri harekâtı önleme çabaları
ABD ile ilişkilerdeki gerilime rağmen, Kral Hüseyin, Irak’a yönelik düzenlenecek askeri harekatı önlemek için yoğun diplomatik çaba sergiledi. Bu bağlamda Washington’a bir ziyaret gerçekleştirdik ve ABD Başkanı George Bush ile görüştük. Hatırladığım kadarıyla Bush Kral Hüseyin’e şunu söyledi: ‘’Ne Saddam’ın ne de bir başkasının petrolü kontrol etmesine izin vermeyeceğiz, çünkü petrol Amerika ve Batı’daki nesillerin geleceğidir. Saddam dünya rezervlerinin yüzde yirmisini ele geçirmek istiyor, bu bizim için ulusal güvenliğimizi ilgilendiren bir meseledir, Saddam’a izin vermeyeceğiz.’’
Kral Hüseyin ise, Irak-Kuveyt arasındaki sorunun mahiyetini açıkladı, savaş olmaksızın Arapların kendi arasında meseleyi çözmesinin hala mümkün olduğunu söyledi. Suudi Arabistan’ın kaygılarının, sınırına konuşlandırılacak Arap güçleriyle giderilebileceğini, Irak’a yönelik düşmanca yaklaşımın, bu ülke yönetimini daha da kışkırtacağını ifade etti.
Merhum Kral Hüseyin’in diplomatik girişimleri Washington’la sınırlı kalmadı, aynı konu çerçevesinde Kuzey Afrika ve Avrupa ülkelerine de bir dizi ziyaret gerçekleştirdik. Ülkelerin farklı tutumları söz konusuydu. Örneğin Libya, Irak’ın Kuveyt’e müdahalesinin bölgeye dış müdahalelerinin önünü açtığı için tepkiliydi. Britanya ise savaşı ateşli bir şekilde destekliyor ve Saddam Hüseyin’i devirmek istiyordu. İngilizlerden anladığımız kadarıyla, Saddam rejimi devrildikten sonra Irak’ın ya da Kuveyt’in kim tarafından yönetilmesi gerektiği konusuyla ilgili değillerdi. Tek önemsedikleri şey Saddam’ın devrilmesiydi. Margaret Thatcher’le de görüşmüştük, Thatcher’in yaklaşımı, sanki Hindistan’daki bir sömürge söz konusuymuş gibiydi, tam bir despot mantığına sahip olduğunu anımsıyorum. Fransızlara gelecek olursak, Fransa Cumhurbaşkanı François Mitterand, Saddam’ın tutumundan rahatsız olduğunu ancak siyasi çözümden yana olduğunu söylemişti. Almanya da askeri çözüm taraftarı değildi, bazı Alman yetkililer, Thatcher’in George Bush’un saldırgan politikasının ateşli destekçisi olduğunu ima ettiler. O yolculuğumuzda randevular çakıştığı için Moskova’ya gidemedik. Batı turunun ardından Bağdat’a yöneldik, Irak yönetimini gelişmelerden haberdar etmemiz gerekiyordu. Tarık Aziz’le görüştüm, Irak’ın Kuveyt’ten çekilmesi konusunda iyimser değildi. Neyse ki en üst düzey yetkili değildi ve belki de hala yapılabilecek bir şeyler vardı. Üst düzey bir askeri yetkili, General Haldun Sultan ve beraberindeki Iraklı yetkililere; Irak esnek davranırsa BMGK’da desteklenebilecek bazı düşünceler var, Irak’ın Kuveyt’ten çekilmesi durumunda ABD Körfez’den çekilebilir, George Bush’un bize, Irak’ın Kuveyt’ten çekilmesi durumunda bir şeyler düşünülebileceğini söylediğini aktardım. Kral Hüseyin, Saddam Hüseyin’le görüştü, iki lider de son derece açık sözlüydü, Saddam Hüseyin, 12 Ağustos’ta dillendirdiği, Kuveyt’ten çekilmesinin, Filistin meselesiyle doğrudan ilişkili olduğu tezini dillendirdi. Saddam ‘’Bu saatten sonra hiçbir şey olmamış gibi çekilirsek bu zaaf olarak addedilir, bu tutumuz değişmeyecektir, Kuveyt Irak’ın bir şehridir, mesele kapanmıştır’’ dedi.
Öte yandan Ürdün Dışişleri Bakanı Mervan Kasım Körfez ülkelerini ziyaret ediyordu, ancak Körfez ülkelerinin bize yaklaşımı son derece menfiydi. Katar mektubumuza yanıt vermedi, dolayısıyla ziyaret etmedik. Umman’da Sultan Kabus bizi iyi karşıladı, ABD’lilerle görüş ayrılıkları mevcuttu. Birleşik Arap Emirlikleri’nde ise öfke hakimdi, bana ‘’Kral Hüseyin böyle mi yapıyor, o kadar da destekledik kendisini’’ dediler, Kral Hüseyin’in kendilerine olumsuz yaklaştığı yönünde bir intiba edinmiştiler.
Ürdün açısından bakarsak, Körfez ülkelerinin tutumu bize sağlanan yardımların kesilecek olması yönündeydi. Olağanüstü bir toplantı gerçekleştirdik ve Libya’dan mali destek talep ettik. Kaddafi bize, Saddam Hüseyin’in Kuveyt Merkez Bankası’nda ele geçirdiği meblağdan Ürdün’e yardım sağlayıp sağlamadığını sordu. Bizde Amerikalıların, Irak ordusunun Merkez Bankası’ndaki kasaları açamadığını bildirdiklerini, dolayısıyla böyle bir şey yaşanmadığını söyledik.
Bağdat bombalanmadan birkaç gün önce Şam’a gittim ve Hafız Esed ile altı saatlik bir görüşme gerçekleştirdim. Ona yaşanan savaşın bizi ilgilendirmediğini, Suriye-Irak ilişkilerinin son yıllarda iyileşme gösterdiğini, Ürdün’ün bu durumu desteklediğini ve Körfez Savaşında taraf olmaması gerektiğini söyledim. Suriye ordusu Irak karşıtı olarak Hafr Batın bölgesinde konuşlanmışken, İsrail’in saldırmayacağından nasıl emin olabildiklerini sordum?
Esed bana, ‘’İsrail’in Ürdün’e saldırması demek, Suriye’ye saldırması anlamına gelir. Ordumuz direk müdahil olacaktır, öylesi bir durumda Ürdün’ü yalnız bırakacak değiliz’’ dedi.
Saddam’la barışması için ikna etmeye çalıştım, Esed; ‘’Kral Hüseyin Cufra’da beni Saddam Hüseyin’le 14 saat boyunca görüşmeye zorladı, toplantı Saddam’ın gururu yüzünden başarısız oldu, en sonunda o yersiz gururu onu öldürecek’’ diye yanıtladı.
Suriye ziyaretimin sebeplerinden biri de; Irak’tan petrol akışı kesilmesi durumunda, Suriye’nin petrol sağlamasıyla ilgiliydi. Hafız Esed bu talebimi olumlu karşıladı. Bir süre Suriye’den Ürdün’e petrol aktarımı yapıldı.
Savaştan iki ay önce son kez, Kral Hüseyin’den Saddam Hüseyin’e bir mesaj taşıdım, Saddam Hüseyin’le iki saat süren bir görüşme gerçekleştirdik. Gorbaçov’un temsilcisinin ve Fransa’nın savaşı önleme çabası olduğunu, Irak’ın da tavrını esnetmesi gerektiğini söyledim. Saddam tutumunun sabit olduğunu, herhangi bir savaşı başlatmayacağını ancak kendilerine saldırılması durumunda kimsenin savaşın hızlı bir şekilde sona ereceğini düşünmemesi gerektiğini söyledi.

Ürdün eski Başbakanı Mudar Bedran'ın anıları (2): Barışçıl çözüm çabalarının yetersiz kalması ve Körfez Savaşı’nın başlaması



Washington: Sudan'daki durum ‘çok karmaşık’, ancak barışı sağlamaya ‘kararlıyız’

Sudan'ın batısındaki el-Faşir'de Hızlı Destek Kuvvetleri'ne (HDK) atfedilen suçları protesto etmek için Omdurman’da düzenlenen gösterilere katılan bölge sakinleri (AFP)
Sudan'ın batısındaki el-Faşir'de Hızlı Destek Kuvvetleri'ne (HDK) atfedilen suçları protesto etmek için Omdurman’da düzenlenen gösterilere katılan bölge sakinleri (AFP)
TT

Washington: Sudan'daki durum ‘çok karmaşık’, ancak barışı sağlamaya ‘kararlıyız’

Sudan'ın batısındaki el-Faşir'de Hızlı Destek Kuvvetleri'ne (HDK) atfedilen suçları protesto etmek için Omdurman’da düzenlenen gösterilere katılan bölge sakinleri (AFP)
Sudan'ın batısındaki el-Faşir'de Hızlı Destek Kuvvetleri'ne (HDK) atfedilen suçları protesto etmek için Omdurman’da düzenlenen gösterilere katılan bölge sakinleri (AFP)

Beyaz Saray Sözcüsü Karoline Leavitt, Washington'un Sudan'daki çatışmayı sona erdirmek için diğer ülkelerle iş birliği yaptığını doğruladı. Bu açıklama, geçen hafta paramiliter Hızlı Destek Kuvvetleri'nin (HDK) bir şehri ele geçirirken toplu katliamlar yaptığına dair haberlerin ardından geldi.

Leavitt dün düzenlenen basın toplantısında, “ABD, Sudan'daki korkunç çatışmaya barışçıl bir çözüm bulmak için aktif olarak çaba sarf ediyor. Arap ortaklarımızla düzenli temas halindeyiz ve bu çatışmanın barışçıl bir şekilde sona ermesini istiyoruz... Ancak gerçek şu ki, sahadaki durum oldukça karmaşık” ifadelerini kullandı.

Diğer yandan Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) savcıları pazartesi günü, Sudan'ın el-Faşir kentinde toplu katliam ve tecavüz iddialarına ilişkin kanıt topladıklarını açıkladı.

Mücadeleye devam

Şarku’l Avsat’ın AFP’den aktardığına göre, Sudan Savunma Bakanı Hasan Kabrun dün, Güvenlik ve Savunma Konseyi'nin ABD'nin ateşkes önerisini görüşmesinin ardından ordunun HDK ile mücadelesine devam edeceğini bildirdi.

Kabrun, devlet televizyonunda yayınlanan konuşmasında, “Barışın sağlanması için gösterdiği çabalar ve önerilerinden dolayı Trump yönetimine teşekkür ederiz... Sudan halkının savaş hazırlıkları devam ediyor” şeklinde konuştu.

Hartum'da yapılan konsey toplantısının ardından Kabrun, “Savaş hazırlıklarımız meşru bir ulusal haktır” ifadesini kullandı.

ABD'nin ateşkes önerisiyle ilgili ayrıntılar ise açıklanmadı.

Son iki yılda on binlerce kişinin hayatını kaybetmesine ve milyonlarca kişinin yerinden edilmesine neden olan savaş, son günlerde Sudan'ın yeni bölgelerine yayıldı ve insani felaketin daha da kötüleşeceğine dair endişeleri artırdı.

Son aylarda Afrika ve Ortadoğu'daki diğer çatışmalarda arabuluculuk yapan Donald Trump liderliğindeki ABD yönetimi, Sudan'da ateşkes sağlanması için çaba gösteriyor.

Ordu yanlısı yetkililer, çatışma sona erdikten sonra kendilerini ve HDK’yi siyasi geçiş sürecinin dışında bırakacak bir ateşkes önerisini daha önce reddetmişti.

Son görüşmeler, sahada gerginliğin artmasının ardından geldi. HDK, batıdaki Darfur'da ordunun son kalesi olan el-Faşir'i ele geçirdikten sonra görünüşe göre Kordofan bölgesinde bir saldırı başlatmaya hazırlanıyor.

ABD Başkanı Donald Trump’ın Arap ve Afrika İşlerinden Sorumlu Başdanışmanı Massad Boulos, pazar günü Kahire'de Mısır Dışişleri Bakanı Bedr Abdulati ile, pazartesi günü ise Arap Birliği ile görüşmelerde bulundu.

Görüşmeler sırasında Abdulati, ‘ülke genelinde ateşkesin sağlanmasının ve kapsamlı bir siyasi sürecin başlatılmasının önünü açacak insani bir ateşkese ulaşmak için çabaların birleştirilmesinin önemini’ vurguladı.

Arap Birliği Genel Sekreteri Ahmed Ebu Gayt ile bir araya gelen Boulos, ona ‘Sudan'da savaşı durdurmak, yardımları hızlı bir şekilde ulaştırmak ve ülkede iç siyasi süreci başlatmak için son dönemde yapılan çabalar hakkında ayrıntılı bir açıklama’ yaptı.


İsrail'in korkunç hapishanesi... Dirilerin mezarlığından kurtulanların tanıklıkları

TT

İsrail'in korkunç hapishanesi... Dirilerin mezarlığından kurtulanların tanıklıkları

İsrail'in korkunç hapishanesi... Dirilerin mezarlığından kurtulanların tanıklıkları

Filistinli gazeteci Şadi Ebu Sido, İsrail Sde Teiman Gözaltı Merkezi’nde yaşanan zulümler hakkında çok şey duymuş ve okumuş olmasına rağmen, 2024 yılının nisan ayında bir gece vakti gördüklerini hayal bile edemezdi. O gece, İsrail askerlerinin, polis köpeklerini Filistinli mahkûmların üzerine saldıkları ve yaşananları gülerek kayda aldıkları bir vahşete tanık oldu.

Necef (Negev) Çölü’nde bulunan İsrail askeri gözaltı merkezinde tutulan ve Ekim 2025'te esir takası anlaşmasıyla serbest bırakılan Ebu Sido, Şarku’l Avsat'a, Mart 2024'te Gazze şehrindeki Şifa Tıp Kompleksi'nde olanları belgeleme görevini yaparken gözaltına alındığını söyledi.

Ebu Sido, “Gözaltına alındığımda askerler bana tüm giysilerimi çıkarmamı emretti. Sonra ellerimi arkamda bağlayıp kaburgalarımdan birini kırana kadar dövdüler. Ardından 10 saatten fazla bir süre yağmurda ve soğukta çıplak bırakıldım” ifadelerini kullandı.

Ancak Ebu Sido, ‘dirilerin mezarlığı’ olarak adlandırdığı hapishanede işkenceye maruz kalan tek kişi değildi. Sde Teiman'dan serbest bırakılan iki mahkûmun Şarku’l Avsat'a yaptığı açıklamalar, dayak, elektrik şoku, uyku, yemek ve tıbbi tedaviden mahrum bırakma ve ‘acımasız tecavüzler’ gibi korkunç olayları ortaya koydu.

Sistematik işkence

Sde Teiman, eski Askeri Başsavcı Yifat Tomer-Yerushalmi'nin tutuklanmasının ardından mercek altına alındı. İsrail makamları, Tomer-Yerushalmi'yi, gözaltı merkezlerinde İsrail askerlerinin Filistinli bir mahkûma tecavüz ettiğini gösteren bir videoyu sızdırmakla suçluyor. Başbakan Binyamin Netanyahu, bu sızıntının İsrail'in kuruluşundan bu yana ‘halkla ilişkiler açısından en büyük zarara’ yol açmış olabileceğini söyledi.

sdfr
2023 kışında İsrail'in güneyindeki Sde Teiman Gözaltı Merkezi’nde tutulan Filistinliler (AP)

Gazze Şeridi'nde savaşın patlak vermesiyle İsrail, çeşitli bahanelerle yüzlerce kişiyi gözaltına almaya başladı; onları gizli hapishanelerine attı, haklarını ellerinden aldı, herhangi bir yasal işlemden mahrum bıraktı ve avukatlara ve insan hakları örgütlerine erişimlerini engelledi. B'Tselem ve diğerleri de dahil olmak üzere İsrailli ve uluslararası insan hakları örgütleri, Sde Teiman Gözaltı Merkezi’nde ‘sistematik işkence’ ve ‘insanlık dışı muamele’ ile ilgili benzer şikayetleri belgeledi.

‘Disko’... İşkence görenlerin sesleriyle işkence

Soğukta uzun saatler bekledikten sonra Ebu Sido, askeri bir kamyonla Sde Teiman hapishanesine nakledildi. Burada, askerlerin ‘karşılama kıtası’ olarak adlandırdığı ve onun şu şekilde tarif ettiği yeni bir işkence yolculuğu başladı: “Koridorda duran yaklaşık 30 asker, tutuklular hapishaneye girmeden önce onları dövüyordu. Bazı tutuklular kan içinde kalıyordu, bazıları ise şiddetli dayak nedeniyle dişlerini veya gözlerini kaybetti.” Ebu Sido, yaklaşık 70 gün suçlamasız olarak gözaltında tutulduktan sonra soruşturma için başka bir yere nakledildi. Sorgu odasına girmeden önce çıplak soyunmaya ve ayrıntılı bir aramaya maruz kalmaya zorlandı, ardından ‘disko’ adı verilen bir yere götürüldü.

xcdf
Sde Teiman Gözaltı Merkezi’nin konumunu gösteren harita (Şarku’l Avsat)

Ebu Sido, devasa hoparlörlerin bulunduğu odada gördüklerini şöyle anlattı: “Diskoda mahkumlar saatlerce uyanık tutuluyor. Tek duyduğunuz gürültü, yüksek sesli müzik ve işkence gören diğer mahkumların çığlıkları.” Ebu Sido daha sonra başka bir işkence odasına nakledildi ve burada gardiyanlar onu ellerinden tavana asarak yorgun ve çıplak vücuduna yumruk attılar.

Barakaya dönüş: Aşağılama partileri

Sorgulamanın ardından Ebu Sido, ‘baraka’ denilen kalabalık gözaltı koğuşlarına geri götürüldü. Bu koğuşlar, soğuktan veya sıcaktan koruma sağlamayan metal yapılar olup, çölün ortasında zorlu koşullarda yaşayan yüzlerce mahkûmu barındırıyor.

Ebu Sido buradaki süreci şu ifadelerle anlattı: “Her barakada yaklaşık 140 ila 160 mahkûm vardı, hepsi kelepçeli ve gözleri bağlıydı. 30 ila 40 askerden oluşan ekipler köpeklerle birlikte gelip bize yüzüstü yatmamızı emrediyorlardı. Köpeklerin sırtımızda yürümelerine, üzerimize işemelerine, bizi tırmalamalarına ve başlarıyla vurmalarına izin veriyorlardı.”

Ebu Sido, 2024 yılının nisan ayında bir gece vakti yaşanan olayı ‘tam bir insanlık dramı’ olarak tanımladı: “Mahkumlardan biri kriz geçirerek ‘Çocuklarımın yanına gitmek istiyorum’ diye bağırmaya başladı. Gözaltı merkezi yetkilileri, bastırma ekibini ve köpekleri ‘barakalara’ gönderdi. Sonra onu dışarı çıkardılar, soyduktan sonra köpeklerin ona tarif edilemez şeyler yapmasına izin verdiler.”

O zor anları hatırlayan Ebu Sido şu ifadeleri kullandı: “Gözlerimizdeki bağın kenarından yaşananları izliyorduk. Askerlerin, mahkûmun çığlıklarına eşlik eden sesler eşliğinde gülüp, yaşananları telefonlarıyla kayda aldıklarını gördük. Biz de çığlık atmaya başladık. Sıranın bize geleceğinden korkuyorduk.”

sdrt
Bir süre Sde Teiman Gözaltı Merkezi’nde tutulan eski Filistinli mahkûm Şadi Ebu Sido, Gazze'de çocuklarıyla birlikte (Şarku’l Avsat)

Ebu Sido, Sde Teiman Gözaltı Merkezi’ni ‘diriler için bir mezarlık’ olarak tanımlayarak şöyle dedi: “Korkudan aklımızı kaçırıyorduk. Geceyi gündüzden ayırt edemiyorduk ve bizi döven veya aşağılayanlar dışında hiçbir insan yüzü görmüyorduk. Bu işkenceden kurtulmak için orada ölmeyi dilerdim.”

Genç adam, mahkumların dünyadan tamamen izole bir şekilde yaşadıklarını ve 24 saatlik süre içinde tuvalet ihtiyaçlarını gidermek için sadece iki dakika süre verildiğini söyledi.

Ebu Ful... Ayağı kesilmiş halde gözaltına alındı ve kör olarak serbest bırakıldı

Bir başka korkunç hikâye ise Gazze'nin kuzeyinde yaşayan Mahmud Ebu Ful tarafından anlatıldı. Ebu Ful, bacağı kesildikten sonra tedavi gördüğü Kemal Advan Hastanesi’nde gözaltına alındı ve esaret altında yaşadığı çileli günler sonunda görme yetisini kaybetti. 2023 yılının aralık ayı sonlarında, genç Gazzeli askerler hastaneye baskın düzenlediğinde oradaydı. Ebu Ful o günü şu ifadelerle anlattı: “Beni kelepçelediler ve gözlerimi bağladılar, sonra acımasızca dövmeye başladılar. Yaralıydım ve protez bacağım vardı, sadece koltuk değneği ile yürüyebiliyordum, ama onu benden aldılar ve ellerimi arkadan bağladılar.”

Saatlerce süren dayak ve hakaretlerin ardından Ebu Ful, Sde Teiman hapishanesine nakledildi ve burada aylarca kaldı. Genç adam gözaltında geçirdiği ilk günleri şöyle hatırlıyor: “Yedi gün boyunca ellerim arkamda bağlıydı. Her hücrede yaklaşık 140 mahkûm vardı, yemek çok azdı ve dayak ve hakaretler hiç bitmedi.”

Bir gün Ebu Ful yaklaşık iki saat boyunca işkence gördü ve kafasına vurularak bayılana kadar dövüldü.

Şarku’l Avsat’a konuşan genç adam görme yetisini kaybettiği günü şu ifadelerle anlattı: “Uyandığımda görme yetimi tamamen kaybetmiş olduğumu fark ettim. Etrafımdaki gençlere hiçbir şey göremediğimi söyledim. Korkudan titriyordum ve ağlamaya başladım.”

Ebu Ful, kendisini esir alanlara tıbbi tedavi için yalvardığını, ancak sonuç alamadığını belirtti: “İlaç istedim, ama bana bağırıp alay ettiler. Karanlıkta tek başıma acı çekiyordum.” Görme yetisini kaybettikten sonra Ebu Ful, sadece işitme duyusuyla esaret hayatını yaşadı: “Mahkumların işkence gördüğünü, çığlık attığını, yardım için ağladığını ve askerler tarafından küfredildiğini duyabiliyordum.”

Ebu Ful aylarca gözaltında tutulduktan sonra son mahkûm takası anlaşmasına dahil edildi. Serbest bırakıldıktan sonra hissettiklerini şu ifadelerle dile getirdi: “Gazze'ye hiçbir şey göremeden döndüm ve ailemin artık hayatta olmadığını düşündüm... Kalabalığın içinde, annemin sesini duyduğumda onların etrafımda olduğunu fark ettim... Halen onların arasında olduğum için Allah'a şükrediyorum. Sadece bir kez olsun annemin yüzünü görmek istedim.”

zsdf
Bir süre Sde Teiman Gözaltı Merkezi’nde tutulan eski Filistinli mahkûm Mahmud Ebu Ful, Gazze'deki bir çadırda anne ve babasının arasında oturuyor. (Şarku’l Avsat)

Filistin Tutuklular ve Eski Mahkumlar İşleri Komisyonu’na göre, yıl ortası itibarıyla İsrail hapishanelerinde 10 binden fazla mahkûm bulunuyordu. Bunların arasında İsrail'in ‘yasadışı savaşçı’ olarak sınıflandırdığı bin 800'den fazla Gazzeli tutuklu da bulunuyordu. Resmi Filistin rakamlarına göre, 7 Ekim 2023'ten bu yana İsrail gözaltı merkezlerinde 80'den fazla mahkûm hayatını kaybetti ve bunların yarısından fazlası Gazze Şeridi'ndendi.

Filistin Tutuklular ve Eski Mahkumlar İşleri Komisyonu Sözcüsü Şarku’l Avsat'a verdiği demeçte, “İşgal güçleri, iki yıl boyunca işgal hapishanelerindeki erkek ve kadın mahkumlara karşı bir dizi suç işledi” dedi.

Sözcü, İsrail makamlarının ‘gözaltı merkezlerinde başka bir tür soykırım uyguladığını, özellikle Gazze Şeridi'nden gelen mahkumlara Sde Teiman Gözaltı Merkezi’nde polis köpekleri de dahil olmak üzere çeşitli araçlar kullanılarak sistematik işkence ve tecavüz uygulandığını’ bildirdi.

İnsan hakları raporlarına göre, İsrail hapishanelerinde ve kamplarında, özellikle Sde Teiman'da bulunan Filistinli mahkumlar işkenceye ve açlığa maruz kalıyor ve bu durum birçok mahkûmun hayatına mal oluyor. Sde Teiman'da tutulmuş veya halen tutulmakta olan mahkumların sayısına ilişkin kesin bir tahmin bulunmuyor.


Arap Maşrık bölgesi: Taraflı diplomasi ve işlevsiz bir bölgesel düzenden çıkarılacak dersler

Fotoğraf: Majalla/AFP
Fotoğraf: Majalla/AFP
TT

Arap Maşrık bölgesi: Taraflı diplomasi ve işlevsiz bir bölgesel düzenden çıkarılacak dersler

Fotoğraf: Majalla/AFP
Fotoğraf: Majalla/AFP

Elie el-Kuseyfi

Bölge halkının diğer, daha az konuşkan halklara kıyasla daha konuşkan olduğu yönündeki yaygın algıyı kabul edersek, ABD Özel Temsilcisi Thomas Barrack neredeyse unutulmuş Lübnan kökenlerinden gelen bu özelliği kesinlikle korumuş. Sadece birkaç ay, hatta birkaç hafta içinde, en fazla açıklama yapan, klasik diplomatik dile göre hem beklendik hem de beklenmedik detaylı sonuçlar ve çıkarımlar sunan Arap ve yabancı yetkililerden biri haline geldi. Siyaset veya diplomasi dünyasından değil iş ve emlak dünyasından geldiği düşünüldüğünde, bu pek de şaşırtıcı değil. Ancak nihayetinde bu, yalnızca ABD'de değil, küresel olarak da siyasi ve diplomatik davranışlar üzerindeki etkisini zaman içinde gözlemlemenin ilginç olacağı Başkan Donald Trump'ın tarzını yansıtıyor.

Thomas Barrack, sanki almak istediği iki intikam varmış gibi uzun uzun konuşuyor. Bunlardan ilki Amerikan düzeninin ve derin devletin ürünü olan Barack Obama'nın mirasından, diğeri ise bölgedeki Avrupa sömürgeciliğinin mirasından intikam. Ne var ki Barrack, bu sömürgecilik olmasaydı (ki ona göre bu sömürgecilik, kabile kamplarına bayraklar asıp onları devletlere dönüştürmekle sınırlı) İsrail'in var olmayabileceğini unutmuş gibi yapıyor. Dahası, Barrack'ın -birincisi, Trump yönetiminin rejim değişikliği istemediği, ikincisi, İsrail'in Sykes-Picot Anlaşması'nı tanımadığı- şeklindeki iki fikri birleştirmesi, Trump Washingtonu'nun artık rejimleri değiştirmekle ilgilenmediği ama özellikle de İsrail tarafından yapılırsa, sınır değişikliklerine göz yumduğu anlamına geliyor. Bu durum, bölgeyi, devletler arasındaki uluslararası sınırlarla sınırlı kalmayıp, kimlik temelli ve coğrafi çatışmalara dayalı bir fay hattı üzerine kurulu bu devletlerin iç dinamiklerini de kapsayan yeni endişelere sürüklüyor.

Sınır müzakereleri, bölge devletlerinin, özellikle de Arap devletlerinin, ulusal güvenlik zorunlulukları açısından İran hegemonyasının yerini İsrail hegemonyasının almasını kabul etmeleri mümkün olmadığı sürece, yalnızca bir Suriye veya Lübnan meselesi değildir

Barrack'ın açıklamalarının genel teorik çerçevesi budur. Fakat pratik açıdan, özellikle de Suriye ve Lübnan'ın İsrail ile sınır anlaşmaları yapmalarının “zorunluluğu” konusunda önerdikleri, temel bir konuyu göz ardı ediyor. O da Tel Aviv'in bu sınırları tanımamasının, sakinlerinden ve silahlı varlıklardan (sadece milislerden değil, aynı zamanda meşru güçlerden de) arındırılmış tampon bölgeler oluşturma çabasının, müzakerelerin temel dayanaklarını dinamitlediğidir. Tel Aviv’in müzakereleri, zayıflayan İran hegemonyasının halefi olarak İsrail'in bölgesel hegemonya kurma girişimleri çerçevesinde mevcut durumu kabul etmekle eşdeğer kıldığı da görmezden geliniyor.

dcfg
Lübnan Cumhurbaşkanı Joseph Avn, ABD'nin Türkiye Büyükelçisi ve Suriye Özel Temsilcisi Tom Barrack, Lübnan Baabda’daki Cumhurbaşkanlığı Sarayı'nda, 21 Temmuz (AP)

Bu nedenle, sınır müzakereleri, bölge devletlerinin, özellikle de Arap devletlerinin, ulusal güvenlik zorunlulukları açısından İran hegemonyasının yerini İsrail hegemonyasının almasını kabul etmeleri mümkün olmadığı sürece, yalnızca bir Suriye veya Lübnan meselesi değildir. Hem de bu devletlerin Hizbullah'ın Lübnan içindeki nüfuzuna ilişkin tutumları geri dönülmez bir şekilde olumsuz olsa bile. Bu bağlamda, Şam'ın dört müzakere turuna katılmasına rağmen, işgal altındaki Golan Tepeleri meselesi bir yana, güney Suriye'deki sınır bölgesi konusunda bir güvenlik anlaşmasına varamamış olması da anlamlıdır. Bu arada İsrail, Suriye topraklarına yönelik saldırılarını sürdürüyor ve bunların sonuncusu geçtiğimiz günlerde gerçekleşti. Reuters, İsrail ordusunun Şam'a yalnızca 25 kilometre uzaklıkta olduğunu bildirdi.

Bu, Barrack'ın Manama konferansındaki açıklamaları ve hakkında aktarılanların kanıtladığı gibi, yeni Suriye hükümetini ve Cumhurbaşkanı Ahmed eş-Şara'yı öven ancak Lübnanlı yetkilileri kınayan Washington'un, Tel Aviv'e Suriye egemenliğini ve benzer şekilde Lübnan egemenliğini ihlal etmesi sebebiyle neredeyse hiç baskı yapmadığı anlamına geliyor. İki ülke arasındaki tek fark Lübnan'da Hizbullah ile yaşanan çatışma. Dolayısıyla Trump yönetiminin Gazze'de İsrail'e uyguladığı baskının Lübnan ve Suriye'yi kapsamadığı, Washington’un Tel Aviv'e bu ülkelerde, kısıtlama olmaksızın ya da zayıf ve değişken kısıtlamalarla, serbestçe hareket etme olanağı tanıdığı göz önüne alındığında, bölgedeki Amerikan politikası iki dinamiğe göre işliyor demektir. Bu durum, İsrailli yerleşimcilerin İsrail ordusunun gözetimi veya koruması altında Filistinlileri taciz etmeye devam ettiği Batı Şeria için de geçerli.

Lübnan ile ilgili arabuluculuk konusunda, özellikle ABD'nin yeni bir yaklaşım benimsemesi gerekiyor. Bunu da Lübnan tek başına ortaya çıkaramayacağından, Lübnan ile Suriye süreçlerinin birbirine bağlanması kaçınılmaz hale geliyor

Burada Washington'un Suriye ve Lübnan ile ilgili arabuluculuğunun taraflı olduğunu kastediyoruz. Ama Trump yönetimi, Barrack'ın kendisinden naklettiği meşhur “çabayı sonuçlarla karıştırmayın” sözünden hareketle, bunu pek de umursamıyor gibi görünüyor. Peki, bu çabalar “zorla barış” kisvesi altında bir oldubitti dayatma girişimine dönüşürse kendisinden ne gibi sonuçlar beklenebilir? Nitekim İsrail'in oluşturmaya çalıştığı güvenli bölgeler fikri, Suriye veya Lübnan topraklarından çekilmesinin ön koşulu olarak varmak istediği sınır anlaşmalarıyla çelişiyor. Bu durum, bizzat Thomas Barrack'ın teşvikiyle İsrail ile adım adım mantığıyla müzakereler yürütmeye çalışan Lübnan için müzakerelerin gidişatını belirsiz kılıyor. Zira Tel Aviv'den gelen mesaj, Lübnan tarafının ilk adımını Lübnan hükümetinin değil, İsrail'in belirleyeceği yönündeydi.

Dolayısıyla, Lübnan ile ilgili arabuluculuk konusunda, özellikle ABD’nin yeni bir yaklaşım benimsemesi gerekiyor. Bunu da Lübnan tek başına ortaya çıkaramayacağından, Lübnan ve Suriye süreçlerinin birbirine bağlanması kaçınılmaz hale geliyor. Ama bu Barrack'ın düşündüğü gibi, Beyrut'un hâlâ önünde uzun bir yol olan Şam’ı takip etmesi değil, bölgesel düzenin mantığının İran hegemonyasının İsrail hegemonyasıyla yer değiştirmesine izin vermesinin mümkün olmadığı temelinde olmalıdır. Bunun anlamı, İsrail'in Güney Lübnan ve Güney Suriye'deki davranışlarının, yalnızca İsrail çıkarlarına göre değil, yeni değişimlerle şekillenmesi gereken bölgesel düzene aykırı olduğudur.

sxdfr
ABD Başkanı Donald Trump ve İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, 29 Eylül 2025, Beyaz Saray (AFP)

Bu, Arap ve bölgesel tarafların Hizbullah'ın silahı meselesini yeni bir yaklaşım ile ele almasını ve bundan önce de Hizbullah'ın kendi silahı meselesini yeni bir yaklaşımla ele almasını gerektiriyor. Gazze ateşkes anlaşmasının sağladığı ivmeden güç alan Kahire'nin, Lübnan'da “Arap yüzlü” bir girişim başlatma kapasitesine sahip olduğu göz önüne alındığında, Mısır İstihbarat Şefi’nin geçen hafta Beyrut'a yaptığı ziyaret, bu yönde bir işaret verdi. Bu fikir, esas olarak bölgedeki gelişmelerin iki farklı ivmede, yani Lübnan'da gerginliği tırmandırırken, bir dereceye kadar Suriye ve Gazze'de gerginliği azaltma ile birlikte ilerleyemeyeceği varsayımına dayanıyor.

Ancak tüm bunlar temel engellerle karşılaşıyor. Hizbullah, katı yapılarından kurtulup Lübnan iç siyasetine ve Arap çevresine yönelik daha esnek politikalar benimseme konusunda isteksiz ve buna muktedir değil. Üstelik artan baskılar altındaki İran, bölgesel nüfuzundan olabildiğince vazgeçmek istemediğinin açık bir göstergesi olarak, en önemli bölgesel kalelerinden biri olan Hizbullah'a sıkı sıkı tutunuyor. Bu da nüfuzunu yeniden genişletme ve kabiliyetlerini geliştirme fikrinden vazgeçmediği anlamına gelebilir. Bunun anlamı ise İsrail ile İran arasında, Amerikan müdahalesiyle yeni bir savaş olasılığının oldukça gerçek, hatta belki de muhtemel olduğudur. Nitekim son iki gün içinde Irak Savunma Bakanı'nın, Amerikalı mevkidaşının kendisine ilettiğini söylediği mesajın içeriği dikkat çekiciydi. Mesajda, İran'a sadık Iraklı grupların bölgedeki olası bir Amerikan askeri harekatına müdahale etmemesinin kendi menfaatlerine olduğu belirtiliyordu. Bu mesaj, Irak'tan çok İran'a yönelikti.

ABD'nin Güvenlik Konseyi'ne sunduğu Gazze'deki uluslararası güç ile ilgili özel bir karar alınmasını öngören karar tasarısının içeriği, barışı korumaktan ziyade dayatma konseptine daha yakın

İkinci engel ise bölge ülkeleri İsrail'in artan hegemonyasına karşı koymak için aralarındaki farklılıkları, rekabetleri ve anlaşmazlıkları aşabilecek kapasitedeymiş gibi, tam teşekküllü bir bölgesel veya Arap sisteminden bahsetmenin imkansız olmasıdır. Son olarak Mısır gibi birçok önemli Arap devletinin İran ile yakınlaşmasına rağmen, bu yakınlaşma henüz bölgedeki nüfuzun yeni kurallara göre yönetilmesi konusunda bir anlaşmaya varma noktasına varmadı. Bu kurallardan ilki de İran'ın “milis imparatorluğundan” vazgeçmesidir. Dolayısıyla en fazla, değişen koşullarla birlikte Hizbullah'ın Arap sorununu çözmek için bir çerçeve üretebilecek, Hizbullah ile Mısır arasında yavaş bir diyalog gibi karşılıklı manevralar beklenebilir. Bu çerçeve, Lübnan'ın taleplerinin Trump yönetiminin Gazze ateşkes anlaşmasıyla ilgili bölgesel talepler listesine dahil edilmesine; başka bir deyişle, bu anlaşmanın Lübnan'ı ve İsrail'in güneyine yönelik saldırılarını sürdürdüğü Suriye'yi de kapsayacak şekilde genişletilmesine yardımcı olabilir.

sdfr
Suriye Devlet Başkanı Ahmed Şara ve ABD'nin Suriye Özel Temsilcisi Thomas Barrack, 29 Mayıs 2025, Şam (AFP)

Bu siyasi yaklaşıma paralel olarak, İsrail'in güvenlik yaklaşımı da her zaman mevctken, Hizbullah ateşkes anlaşmasına bağlı kalmakta ve İsrail saldırılarına yanıt vermekten kaçınmaktadır. Lübnan ve Gazze arasında, İsrail'in Lübnan'da Hizbullah'ın silahsızlandırılmamasının Gazze'de Hamas'ın silahsızlandırılmasını engelleyeceği teorisinin aksine yeni bir bağlantı varsa, bu durumda ABD'nin Güvenlik Konseyi'ne sunduğu Gazze'deki uluslararası güçle ilgili özel bir karar alınmasını öngören karar tasarısının içeriği, barışı korumaktan ziyade dayatma konseptine daha yakındır. Bu da ilk olarak Ürdün Kralı İkinci Abdullah’ın geçen hafta BBC'ye verdiği röportajda gündeme getirdiği bir konudur. Kral bahsi geçen röportajda, ülkesinin bu güce katılımını misyonunun barışı korumak şeklinde belirlenmesine bağlamıştı. Şarku’l Avsat’ın al Majalla’dan aktardığı analize göre bu, Türkiye'nin pazartesi günü uluslararası güç konusunu görüşmek üzere düzenlediği toplantıya katılmayan ve böylece bu gücün sahip olduğu BM örtüsünün herhangi bir bölgesel örtü ile değiştirilmesine karşı olduğunu gösteren Mısır'ın tutumuyla neredeyse aynı.

Ancak, karar tasarısının orijinal haliyle onaylanmasının, paralel olarak yeni bir Lübnan senaryosu yaratacağını da belirtmek önemlidir. Özellikle de İsrail'in Lübnan'a hava, kara ve belki de deniz yoluyla yeni ve büyük çaplı bir saldırı başlatması, daha sonra, Gazze anlaşmasına benzer bir ateşkes anlaşmasına varılması temelinde, Gazze deneyiminin Beyrut'ta tekrarlanabileceği göz önüne alındığında. Bu anlaşma, Hizbullah'ı silahsızlandırmakla görevli uluslararası bir gücün Lübnan'a konuşlandırılmasını da içerebilir. Zira Thomas Barrack da Lübnan ordusunun bu görevi yerine getirmesinin imkânsız olduğunu kabul etti. Peki, hangi ülkeler bu görevi yerine getirmek için asker göndermeye istekli olur ve İran rejimi değişmeden olduğu gibi kaldığı sürece bu beklenebilir mi?

Savaş ile diplomasi -hem de ne diplomasi- arasında iki yıldır süren çılgın yarışta diğer senaryolar arasındaki bir Lübnan senaryosu da budur.

*Bu analiz Şarku’l Avsat tarfından Londra merkezli al Majalla dergisinden çevrilmiştir.