100’üncü yılında Büyük Lübnan’dan geriye ne kaldı?

Ekim Devrimi ve Beyrut patlaması, Lübnan halkının çoğunda bir boşluk yarattı (Reuters)
Ekim Devrimi ve Beyrut patlaması, Lübnan halkının çoğunda bir boşluk yarattı (Reuters)
TT

100’üncü yılında Büyük Lübnan’dan geriye ne kaldı?

Ekim Devrimi ve Beyrut patlaması, Lübnan halkının çoğunda bir boşluk yarattı (Reuters)
Ekim Devrimi ve Beyrut patlaması, Lübnan halkının çoğunda bir boşluk yarattı (Reuters)

Velid Faris
Fransa’nın sömürgeleri olan Suriye ve Lübnan’da 1 Eylül 1920’de ilan edilen “Büyük Lübnan”ın kuruluşunu ilan etmesinin üzerinde 100 yıl geçti. O gün Fransa’nın doğu cephesi komutanı Henry Gouraud, bir yanına Maruni Patriği diğer yanına Müftüyü alarak Büyük Lübnan devletinin kuruluşunu ilan etmişti.
Bir çok tarihçi ve siyasetçi Lübnan’a bir Fransız ürünü olarak bakar, sanki o tarihten önce Lübnan yoktu ve sanki Lübnan bugün sadece bir asırlık bir geçmişe sahipmiş gibi. Üstelik 1943’te dini ve mezhepsel dengeye göre kurulan bu sistemi sanki Lübnan’ın varoluşsal yönetim biçimiymiş gibi bize sunmaya çalışıyorlar.
Bu bakış açısı elbette tarihsel ve siyasi olarak doğru bir yaklaşım değil. Lübnan, Mısır ve Mezopotamya kadar eskidir. Lübnan’a ve yönetimine uyum sağlayacak tek bir formülün olduğu düşünmek bu sebeple tamamen yanlıştır. Bu makalede ülkenin “Büyük Lübnan”dan önceki tarihini özetleyecek ardından halihazırdaki durumu ve gelecekte muhtemel seçenekleri aktaracağım. Aslında Lübnan’ın bu varlık sorunu çevre ülkelerde de değişik biçimlerde de olsa karşımıza çıkmaktadır. Yemen’den Irak’a, Sudan’dan İran’a ve Türkiye’ye  kadar geniş bir coğrafyada benzer sorunlar görülmektedir.
Sosyal, dini ve mezhepsel çeşitlikler barındıran Lübnan, tarihten bu yana türlü  zorlu dönemeçlerden geçerken, ağır sınavlar verdi ve vermeye de devam ediyor.

Lübnan’ın ‘Büyük Lübnan’ öncesi tarihi
Tarihi olaylar değişmez olsa da o olaylar ile ilgili yapılan okumalar farklı olabilir. Büyük Lübnan’ın ilanı sırasında Lübnanlıların kendi içinde fikir ayrılıkları vardı ve buna rağmen 100 yıl önce biçilen bu sistem, bu güne kadar varlığını devam ettirebildi. Altın yıllar, barış yılları, savaş yılları, felaket yılları derken sona gelindi.
Lübnan’ın tarihi Antik Mısır, Asur, Keldani, Sümer, Pers, Antik Yunan medeniyetlerine kadar uzanır. Fenikeliler bu bölgede Cebel-i Lübnan bölgesine kadar uzanan bir uygarlık kurdular. Lübnan’ın dönemsel tarihini kronolojik olarak şöyle sıralayabiliriz:
*Hz. Ömer döneminde İslami fetih devri (635)
*Tolunoğulları (875)
*Fatımiler (969)
*Haçlılar 1124’te bütün sahil şehirlerini ele geçirdiler. Böylece bugünkü Lübnan toprakları Ba‘lebek ve iç bölgeler dışında Haçlı yönetimi altına girmiş oldu. Haçlılar döneminde Lübnan üç idarî bölüme ayrıldı. Beyrut’un kuzeyinden Trablus’a kadar olan bölge Trablus Kontluğu (1099-1291), Beyrut, Sayda ve Sûr Kudüs Krallığı’na (1109-1289) bağlıydı. Lübnan’ın iç kesimleri ise müslümanların hâkimiyeti altında bulunuyordu.
*Eyyübiler (1291)
*Osmanlı hakimiyeti altında yerel Arap yönetimler dönemi (1516)
*Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı devletinin zayıflamasıyla Fransa ve İngiltere’nin Ortadoğu’daki ülkeleri paylaşma hususunda anlaşması, Sykes Picot Anlaşması (1916) ve  Balfour Deklerasyonu (1917), Hicaz - İngiliz Anlaşması ve tüm bu gelişmelerin sonucu bir çok yeni devlet kuruldu bölgede. Bunlardan biri de 1920’de ilan edilen Büyük Lübnan devletidir.
7. yüzyıldan bu yana Lübnan sürekli demografik değişimler geçirmiştir. Hristiyanların ve özellikle Marunilerin genişlemesi, Dürzilerin dağlarda, Müslümanlar ise  sahiller ve iç kısımlarda genişlemesi söz konusu oldu. Ülkenin merkezinde yer alan dağlık bölgesi Cebel-i Lübnan’da nüfuz kurma çabaları çeşitli sorunların patlak vermesine sebep oldu. Ülke, halen kuzey sınırlarını teşkil eden kuzey Suriye’ye kadarki bölgeye ulaşıncaya kadar genişledi. Sonraki dönemlerde de genişleme ve daralmalar yaşandı. Bütün bunlar olurken  Osmanlılar geldi ve Memlüklüleri bölgeden çıkarttı. Böylece üç asır boyunca Cebel-i Lübnan’ı Dürzilerin yönettiği ve ama Maruni varlığına da sahip bir emirliğe, otonom bir bölgeye dönüştü. 1840 ve 1860 yıllarında yaşanan iki iç savaşın ardından bölgesel güçler, Osmanlı egemenliğinden bağımsız bir Cebel-i Lübnan sancağının kurulmasına karar verdi. Böylece yeni çağda ilk defa uluslararası bir kabulle tanınan bir Lübnan kuruldu ancak bu bahsi geçen Lübnan’ın Beyrut’u Trablus’u ve Bekaa Vadisi yoktu.
Birinci Dünya Savaşı sırasında ‘Küçük Lübnan’ bir Osmanlı kuşatmasına maruz kaldı. Bu da halkın üçte birinin aç kalmasına diğer üçte birinin ölümüne ve geri kalanın da göç etmesine sebep oldu. 1. Dünya Savaşını İtilaf Devletlerinin kazanması ve Osmanlı devletinin yenilmesi sonrası Fransa, Cebel-i Lübnan’a ya kendi sınırlarıyla bağımsızlık ya da sınırlarına Beyrut, güney sahili ve Bekaa’yı da katarak bağımsızlık gibi iki seçenek sundu. Lübnanlılar ise sınırlarını genişletmeyi seçti ve 1 Eylül 1920’de “Büyük Lübnan Devleti” doğmuş oldu.

Fransız Sömürgeciliği
1926’da Lübnanlı siyasiler Fransızların anayasasına benzer bir anayasa üzerinde anlaştılar ancak bu anayasa mezhepsel bir anayasaydı ve bugüne kadar yaşanan mezhepsel çekişme ve anlaşmaların müsebbibi oldu. Laikliği esas almayan bu anayasa federal bir yapı da sunmuyordu. Bu haliyle anayasa dış müdahalelere kapıları ardına kadar açmış oldu. Buna rağmen Lübnanlıların yıllar boyu Fransız kültürü ve kurumsal idare deneyimlerinden istifade ettiğini de belirtmek gerekir.

1943’de İlan Edilen Bağımsızlık
Fransız sömürgeciliği altında yaşayan Müslüman ve Hristiyan burjuvazi, ulus devletin bağımsızlığını talep etmeye başladılar. Buna binaen iki temele oturtulan ulusal bir anayasa yapıldı:
Birincisi federal olmayan, dinsel/mezhepsel kimliklere göre dağılım denklemine, ikincisi ise ekseriyeti Müslümanlardan oluşan Arap Milliyetçiliği yanlıları ile çoğunluğu Hristiyanlardan oluşan Lübnan Milliyetçiliği arasında ortak bir konsensüs inşa eden bir milliyetçilik tanımına dayanmaktadır. 
Aslında bu iki temel, ülkeyi Cebel-i Lübnan sınırlarından çıkarıp Büyük Lübnan’ı oluşturmak için gerekli olan iki temeldi. 1920’deki burjuvazi de bu sebeple, anayasal bir federasyon yerine iki tarafı da memnun etmek için “Arap yüzlü bir Lübnan” sloganını ürettiler.

Yasalar Cumhuriyeti Lübnan
1943 ile 1975 yılları arasında Lübnanlılar, Körfez’den yararlanarak ve  (1948 hariç) Arap - İsrail Savaşlarına katılmayarak  ekonomik, sosyal ve ticari bir refah dönemi yaşadı.  Uluslararası açıdan ise dış politikada dostane ilişkiler kurdular. O dönemde Lübnan, “Doğunun İsviçresi” olarak görülüyordu. Ülkenin bu refah ortamında zengin bir sınıf ve bundan faydalanan bir burjuvazi oluştu. Ancak eski mezhepsel eğilimler belirgin olmasa da küllerin altında sinsi sinsi varlığını devam ettirdi.
Bağımsızlıktan bu yana ülke bir dizi olayla sarsıldı; Arap Birliği üyeliğinden Filistin savaşına ve ardından mülteci akını ve ülkenin 1958’de bir iç savaşa girmesiyle hasır altı edilmiş olan kimlik anlaşmazlığının tehlike çanlarını çalması…
Lübnan’ın uluslararası ilişkileri ülkede taraflar arasında bir tartışma konusuna dönüştü. Batıyla ilişkileri güçlü tutma çabasındaki Cumhurbaşkanı Kamil Şamun, Sovyet yanlısı solcu gruplarla büyük anlaşmazlıklar yaşadı.
Daha sonra ülke askeri yönetim benzeri ancak parlamenter bir yönü de olan bir iktidar dönemine girdi.
General Cumhurbaşkanı Fuad Şihab, ülkeye 15 yıl sürecek ekonomik ve sosyal istikrar getirdi. Bu sayede Büyük Lübnan bir süre kalkınma yaşadı. Beyrut, Moskova ile ittifak kurmayan Arap ülkeleri ile hareket ediyordu. Ancak yine de dönemin Lübnan yönetimi, büyük gerginliklerden, anlaşmazlıklardan ve dolayısıyla savaştan kaçınıyordu. Ürdün’den çıkarılan Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) Lübnan’a yerleşince Lübnan’ın güney sınırında İsrail  ile bir çok kez çatışmalar yaşandı. Bir süre sonra Hristiyan sağcı gruplar, FKÖ ile anlaşmazlıklar yaşamaya başlayınca o dönemin partileri kendi aralarında FKÖ’ye destek verenler ve vermeyenler olarak ikiye ayrıldılar. Sağcılar FKÖ karşı, solcu ve milliyetçi partiler ise FKÖ’nün yanında durdular.
1970’lerde ise her ne kadar Cumhurbaşkanı Süleyman Franciye şiddetlenen anlaşmazlıkların önüne geçmeye çalışsa da 1975’te uzun bir iç savaş başladı.

Lübnan’ın Uzun İç Savaşı
Büyük Lübnan bölündü; FKÖ’nün hakim olduğu bölgelerde, örgüte milliyetçi ve solcu milisler de katılarak milli hareket şemsiyesi altında birleşirken, Lübnan Cephesi ve Lübnan Kuvvetleri adı altında birleşen sağcı gruplar ise kendi bölgelerinin hakimiyetini ele geçirdiler. 1976 yılının yaz aylarında dönemin Suriye Cumhurbaşkanı Hafız Esed’e bağlı kuvvetler Lübnan’a girerek Filistinli gruplarla çatıştı. Suriye’nin Lübnan’a girme sebebi her ne kadar Filistinli grupları püskürtmek olsa da bu, daha sonra Hristiyanlarla yapılacak uzun süreli çatışmaların fitilini ateşledi. 
Suriye ve İsrail, Lübnan’ın büyük bir kısmına işgal etti ve durum 1990 yılına kadar devam etti. Bir süre sonra Arap ülkeleri Lübnan için devreye girerek taraflar arasında bir barışın tesis edilmesi için görüşmeler yapılmasını sağladılar.

Taif Anlaşması
Lübnanlı tarafların katılımı ile 1989 yılında Suudi Arabistan’da Taif Anlaşması imzalandı. Ancak Esed Güçleri, kanlı süren savaşların ardından Hristiyan bölgelerin tamamını işgal etmiş ve Müslümanların yaşadığı  bölgelerde ise Hizbullah’ın da yardımıyla kontrolü eline almıştı. Adeta Beyrut’un tamamı Esed güçlerinin kontrolündeydi. Böylece Lübnan’ın yüzde 90’ı İran ekseninin eline geçmiş oldu.

Taif sonrası Lübnan’da Suriye işgali
15 yıl süren kanlı bir iç savaşın ardından Lübnan 1990-2005 yılları arasında on beş yıl daha sürecek bir Suriye işgali dönemine girdi. Bu da Esed’in güvenlik uzantısı Hizbullah’ın yayılıp gelişmesiyle sonuçlandı. Hizbullah ise dışarıda İsrail ile sınırlı bir takım savaşlara girse de daha çok içeride Esed’e muhalif gruplara karşı baskıcı bir politika izleme yolunu tercih etti. Nitekim 2000 yılının Mart ayında İsrail, Lübnan’ın güneyinden çekildi.

2005 Sedir Devrimi
2000 yılı ile birlikte muhalefet ve sivil toplum ve Lübnan diasporası Suriye işgaline karşı harekete geçti. Avrupa ve ABD’de yaşan Lübnan diasporası uluslararası düzeyde 1559 nolu kararı çıkartmayı başardı. Bu karara göre Esed güçlerinin Lübnan’dan çekilmesi gerekmekteydi. Ancak  Esed destekli Hizbullah ekseninin bu karara yanıtı ülkenin Başbakanı Refik Hariri’ye suikast düzenlemek oldu. Ancak bu olay tüm muhalefeti bir araya getirip büyük sokak protestolarının başlamasına sebep oldu. Bu protestolara karşılık Hizbullah yanlısı göstericiler Esed’e teşekkür pankartları taşıyarak karşı güç oluşturmaya çalıştı. Sedir Devrimi olarak adlandırılan Esed karşıtı gösterilerin gittikçe büyümesi ve 1 milyona yakın insanın sokaklara dökülmesi, uluslararası alanda da Suriye’ye yönelik adımlar atılmasına sebep oldu.
Bu sırada Fransa ve ABD araya girip Suriye’den Lübnan topraklarının tamamından çıkmasını istedi. Bu gelişmelerden sonra aynı yılın Nisan ayında Esed güçleri Lübnan’ı terk etmek zorunda kaldı. Ancak silahını bırakmayı reddeden Hizbullah, Lübnan’ı suikastlar ve çatışmalarla İran etkisinde tutmaya devam etti.

2008 Hizbullah Darbesi
2008 yılının Mayıs ayında Hizbullah, Sünni çoğunluğa sahip batı Beyrut’u istila edip Cebel-i Lübnan’daki Dürzi köylere saldırılar düzenleyerek etki alanını genişletmeye çalıştı. Hizbullah, siyasi alanda da gücünü göstermeye başlayarak Fuad Sinyora Hükümetinin düşmesine sebep oldu. Hizbullah’ın egemenliğinde yeni bir hükümet kuruldu. Bu hükümet, Obama Yönetiminin Lübnan meselesine ilgisiz kalma politikasının da etkisiyle Sedir Devriminin yarattığı atmosferi yok etti.

Hizbullah’ın güçlenmesi
2011 yılından itibaren Hizbullah, Lübnan’ı İran’ın bölge ülkelerine yayılma politikasının üssü haline getirdi. Lübnan’dan Suriye’ye, Irak’tan Yemen’e yayılan bir eksen oluştu. Hizbullah bölge ile de yetinmeyerek Venezuela’ya ve dünyanın değişik yerlerine kadar etki alanı oluşturdu. 1920’de Fransa’nın yardımıyla kurulan bu küçük ülke, Hizbullah’ın dünyanın çeşitli yerlerinde yaptığı mali ve askeri operasyonlarının yürütüldüğü merkez üssü haline geldi. Böylece ülke barındırdığı etnisite ve mezhep çeşitliliğiyle uluslararası anlaşmazlıkların merkezlerinden biri oldu.

2019 Ekim Protestoları
17 Ekim 2019’da başlayan kitlesel halk protestoları ve Beyrut Limanı’nda yaşanan yıkıcı patlama, Lübnan halkının liderlerine ve yönetimlerine karşı büyük bir güven kaybına sebep oldu. Bir kesim, tüm kurumların ve devlet organlarının silahlı milislerden temizlenip baştan inşasını isteyip alanda mezhepsel tarafsızlığın gerekliliğine vurgu yaparken, ülkedeki diğer bir kesim  ise sosyalist bir düzen talep ediyor. Bunlara ek olarak bazıları Liberal laik bir düzen isterken bazıları da devlette mezhepsel güç ayrılığını savunuyor. Ancak Lübnanlıların büyük çoğunluğu Lübnan’ı silahlı milislerden tamamen temizlenmesini ve İran bağlantısından koparılması konusunda hemfikir görünüyor. Ayrıca gittikçe artan bir çoğunluk, Hizbullah’ın adeta can damarı gibi yapıştığı Büyük Lübnan fikrinden gittikçe uzaklaşıyor. Bir çok sosyal medya hesabında 1920’de kurulan Büyük Lübnan’ın ülkedeki Hizbullah’ın varlığıyla çöktüğünü ifade eden  ergen tweetler okuyoruz. Bu hesaplar Hizbullah bölgelerinden uzak bir Küçük Lübnan’ın kurulması çağrısında bulunuyor. Bu çağrıda dikkat çeken şey ise kurmayı hedefledikleri Küçük Lübnan’da Müslüman, Hıristiyan ve Hizbullah’a mensup olmayan Şiilere de yer olduğunu belirtmeleridir. Bu fikrin sahipleri, ortak yaşam alanı kurmayı hedeflediklerini söylüyorlar.  
Bir başka deyişle Lübnanlıların çoğunluğu İran ve uzantılarından uzak bir şekilde ve barış içinde yaşayacakları daha küçük bir Lübnan istiyor.
Tam olarak Faşizmden, terörden, şiddetten ve ölüm ikliminden uzak yaşamak istiyorlar. Bir Batı Almanya’da yaşamayı ve Hizbullah’ın temsil ettiği Doğu Almanya’nın Stalinizminden uzakta yaşamayı tercih ediyorlar. Hayallerinde ise bir gün Sovyetler Birliği’nin yıkılması gibi İran rejiminin yıkıldığını görmek var.
Çünkü ancak Hizbullah gücünü kaybettikten sonra çoğulcu, federal, demokratik ve barışçıl bir düzene geçilebileceğine inanıyorlar. Böylece bir 100 yıl belki de daha kısa zamanda ‘Küçük Lübnan’ın sadeliğinde ve ‘Büyük Lübnan’ın vizyonu çeşitliliği ve gücüde bir ülke ile dünyaya açılabilirler.

*Şarku’l Avsat tarafından Independent Arabia’dan tercüme edilmiştir



Son seçimler bize Irak hakkında ne öğretti?

Mevcut Başbakan Muhammed Şiya es-Sudani'nin destekçileri, Bağdat'ta ön seçim sonuçlarının açıklanmasının ardından ellerindeki bayrakları sallayarak kutlama yapıyorlar, 12 Kasım 2025 (AFP)
Mevcut Başbakan Muhammed Şiya es-Sudani'nin destekçileri, Bağdat'ta ön seçim sonuçlarının açıklanmasının ardından ellerindeki bayrakları sallayarak kutlama yapıyorlar, 12 Kasım 2025 (AFP)
TT

Son seçimler bize Irak hakkında ne öğretti?

Mevcut Başbakan Muhammed Şiya es-Sudani'nin destekçileri, Bağdat'ta ön seçim sonuçlarının açıklanmasının ardından ellerindeki bayrakları sallayarak kutlama yapıyorlar, 12 Kasım 2025 (AFP)
Mevcut Başbakan Muhammed Şiya es-Sudani'nin destekçileri, Bağdat'ta ön seçim sonuçlarının açıklanmasının ardından ellerindeki bayrakları sallayarak kutlama yapıyorlar, 12 Kasım 2025 (AFP)

Akil Abbas

Irak seçimlerinin sonucu önceki genel seçimlerin çoğundan farklı olarak, bu kez açık ve net bir kazanan ortaya çıkardığı için dikkat çekici ve belirleyiciydi. Seçimlerin kazananı çeşitli seçim listeleriyle “Koordinasyon Çerçevesi”ydi. Seçimleri yönetmekten sorumlu Bağımsız Yüksek Seçim Komisyonu tarafından açıklanan sonuçlara göre Başbakan Muhammed Şiya es-Sudani'nin başkanlığını yaptığı liste de dahil olmak üzere, Koordinasyon Çerçevesi’nin çeşitli seçim listeleri 180'den fazla sandalye kazandı.

Çerçeve’nin güçlü seçim performansının işaretlerinden biri, 46 sandalye kazanan Sudani’nin “Yeniden İnşa ve Kalkınma Koalisyonu” listesinin, Koordinasyon Çerçevesi ile rekabet etme fikrinden vazgeçerek hızla bu yapıya entegre olmasıydı. Bu durum bilhassa Koalisyon’un, desteklediği ve aday gösterdiği başbakanların seçimlere katılmak için siyasi ittifaklar kurmalarını engelleyen bir taahhütte bulunmalarını şart koşan Çerçeve’nin isteklerine karşı kurulmuş olduğu göz önüne alındığında oldukça önemliydi. Çerçeve’nin bu şartının arkasında, başbakanların kendi siyasi güçlerini oluşturmalarını ve Şii oylarının çok sayıda rakip arasında dağılmasını önlemek yatıyor.

Bu halk desteği değil sadece bir seçim zaferidir

Ancak, bu seçim zaferini bazı Koordinasyon Çerçevesi gruplarının pazarlamaya çalıştığı yapay bağlamda değil, doğru ve dolaysız bağlamında anlamak önemlidir. Bu zafer, çeşitli taraflı yasal, teknik ve mali faktörlerin amacına ulaşmasıyla gerçekleşti. İyi yönetim performansıyla veya toplumun olumlu sonuçlarını hissettiği ve bunun sonucunda Koordinasyon Çerçevesi'ni seçimlerde ödüllendirdiği yönetişimdeki net bir iyileşmeyle ilgisi yoktu.

2023'te Koordinasyon Çerçevesi iktidarda olanlar başta olmak üzere, cömertçe harcama yapabilecek mali imkanlara sahip büyük partilerin çıkarlarına hizmet eden, daha küçük ve mali açıdan dezavantajlı partileri ise dışlayan adaletsiz bir seçim yasasını meclisten geçirdi.

Buna ilave olarak birçok gözlemcinin belirttiği gibi, bu etkili partiler tarafından seçim merkezlerinin önünde bile yaygın olarak oy satın alınması söz konusuydu. Oy satın almak yasa dışı olsa da Irak seçimlerinde yaygın ve bilinen bir olgu, ancak bu son seçimde benzeri görülmemiş seviyelere ulaştı. Ayrıca bu etkili partiler, ülke çapında başarılı kampanyalar yürütebilecek devasa, pahalı ve deneyimli kampanya aygıtlarına da sahip.

Oy satın almak yasa dışı olsa da Irak seçimlerinde yaygın ve bilinen bir olgu, ancak bu son seçimde benzeri görülmemiş seviyelere ulaştı

Irak'ta “Sivil Güçler” olarak adlandırılan muhalif güçler, bu avantajların hiçbirine sahip değil; bu da onları neredeyse her seçimde yapısal olarak zayıf bir konumda bırakıyor. Bu güçler, tek çatı altında birleşme ve sınırlı seçim etkisine sahip, sınırlı bir elit kitleye hitap eden mevcut muhalif söylem yerine, sıradan Iraklıların dikkatini çekecek net bir muhalif seçim söylemi oluşturmakta sürekli yetersiz kaldığı için daha da zayıflıyor.

Sivil Güçler ayrıca bu seçimlere yönelik boykottan da zarar gördü. Zira seçimleri boykot edenler genellikle iktidarın dizginlerini elinde tutan muktedir partilerden memnun değiller ve bu nedenle mantıksal olarak, oy kullansalar muhalefet partilerine oy verme olasılıkları daha yüksek olurdu. Yüksek Seçim Komisyonu ise uluslararası standartlara aykırı ve hatalı bir formül kullanarak seçimlere katılım oranını (yüzde 56) şişirmeye devam ediyor. Seçim Komisyonu, oy kullanma oranlarını, oy kullanma hakkına sahip Iraklıların toplam sayısı yerine, kayıtlı seçmenlerin sayısına göre fiilen oy kullanan seçmenleri sayarak hesaplıyor.

Seçim sonrası hesaplar

Koordinasyon Çerçevesi’nin halihazırda yaşadığı ve iktidardaki tekeline herhangi bir rakibin olmadığı anlamına gelen zafer coşkusunun ötesinde, en zorlu meydan okumalar hükümetin kurulmasının ardından yakında başlayacak. Yeni hükümetin, Koordinasyon Çerçevesi’nin kontrolü altındaki yeni meclis tarafından, alışıldık ve “tek sepet” anlaşması olarak bilinen kota anlaşması yoluyla hızla onaylanması bekleniyor. Yani üç başkanlık (meclis, hükümet ve cumhurbaşkanlığı) için adayların aynı anda kabul edileceği ve onaylanacağı tahmin ediliyor. Bu süreç ayrıca Şii, Sünni ve Kürt siyasi grupları arasında, üç başkanlık pozisyonu için adayları ve diğer yüksek mevkilerin kota sistemine göre nasıl dağıtılacağını belirleyecek “büyük bir siyasi anlaşma” yapılmasını da içeriyor. Buna ek olarak, söz konusu gruplar arasındaki siyasi anlaşmaya dayanarak kurulacak hükümetin programı da belirlenecek (bu, hükümet kurulduktan sonra nadiren uyulan, ancak bu grupların seçmenlerine ihtiyaçlarının dikkate alındığı konusunda güvence vermek için halkla ilişkiler açısından faydalı bir anlaşmadır).

Çoğunluğu elde ettiği seçim zaferiyle, Çerçeve, gelecekte kendisine bir zorluk oluşturmayacak veya kendisinden bağımsız hareket edemeyecek, tamamen kontrolü altında, ona boyun eğmiş zayıf bir başbakan geleneğini yerleştirme yolunda ilerliyor (bu bağlamda, Ekim 2020 protestolarının devirdiği eski Başbakan Adil Abdulmehdi, Çerçeve’nin aradığı ideal model sayılıyor, ancak Sudani'de bu aradığını bulamadı). Çerçeve, Sudani'nin görev süresini ister yeni ve daha sıkı koşullar altında uzatmaya karar versin, ister yeni bir başbakan seçsin ki bu şu anda daha muhtemel görünüyor, yeni hükümet ve onu destekleyen Çerçeve, nasıl çözüleceği ciddi bir şekilde tartışılmamış gibi görünen zor bir sorunla yüzleşecek: İran ile müttefik silahlı fraksiyonların dağıtılması ve İslam Cumhuriyeti'nin Irak'taki baskın etkisine son verilmesi gerektiği konusundaki ABD’nin aleni ve tekrarlanan ısrarı.

ABD Başkanı Donald Trump, Şarm el-Şeyh'teki Gazze zirvesi sırasında Irak Başbakanı Muhammed Şiya Sudani'yi kabul etti, 13 Ekim 2025 (Mecelle) ABD Başkanı Donald Trump, Şarm el-Şeyh'teki Gazze zirvesi sırasında Irak Başbakanı Muhammed Şiya Sudani'yi kabul etti, 13 Ekim 2025 (Mecelle)

Yeni hükümet, nasıl çözüleceği ciddi bir şekilde tartışılmamış gibi görünen zor bir sorunla yüzleşecek: İran ile müttefik silahlı fraksiyonların dağıtılması gerektiği konusundaki ABD’nin aleni ve tekrarlanan ısrarı

Önümüzdeki günlerde ABD Başkanı’nın Irak Özel Temsilcisi Mark Savaya Bağdat'ı ziyaret edecek. Başkan Donald Trump ile görüşmesinin ardından yaptığı ayrıntılı paylaşımdan da açıkça görüldüğü gibi, fraksiyonların dağıtılması konusunu gündeme getirecek. Savaya paylaşımında, Irak'ın silahın devletin elinde toplanması konusunda bir yol ayrımında olduğunu, Irak devletinin ekonomik refah beklentileri de dahil olmak üzere gelecekteki başarısının veya başarısızlığının, milis grupları silahsızlandırma gücüne bağlı olacağını belirtti. Irak'taki en önemli İran yanlısı silahlı örgüt olan Nuceba Hareketi'nin liderinin bu açıklamaya yönelik öfkeli tepkisi özellikle dikkat çekiciydi. Genel Sekreteri Şeyh Ekrem el-Kabi, Irak hükümetinin Savaya'nın “açık müdahalesi” olarak nitelendirdiği bu açıklamalarını reddetmemesi halinde, “İslami Direniş'in onu susturacağını ve efendilerine geri göndereceğini” açıkladı.

Washington ile muğlak ilişki

Savaya'nın ülkeye yapacağı beklenen ziyaretin önemi, ABD Dışişleri Bakanı Marco Rubio ile Sudani arasında ekim ayında, Irak genel seçimlerinden yaklaşık 20 gün önce yapılan telefon görüşmesinin ardından yayınlanan Amerikan bildirisinde belirtildiği gibi, “İran destekli milislerin silahsızlandırılmasının gerekliliği” ile ilgili Amerikan pozisyonundaki önemli bir boşluğu doldurması olasılığında gizli. Şarku'l Avsat'ın al Majalla'dan aktardığı analize göre bu boşluk, Irak'ın bu milisleri dağıtma yönündeki ABD talebine uymaması durumunda ortaya çıkacak sonuçların ne olacağının bilinmemesinden kaynaklanıyor. Eğer varsa bu sonuçların ne olacağının açıklanması bir fark yaratacak ve Irak'ın resmi tutumunu ve Amerikan talebine nasıl yanıt vereceğini önemli ölçüde etkileyecektir.

Trump yönetimindeki ABD, şu ana kadar Irak'taki İran nüfuzuna son verme gerekliliği konusunda net ve kararlı (ve önceki yönetimlerin aksine açık) bir dil kullanmakla yetiniyor. Bu nüfuzun temel direği olarak silahlı fraksiyonların dağıtılmasının gerekliliğini vurguluyor. Ancak, bu doğrudan Amerikan talepleri, netliklerine rağmen Irak'ın uymayı reddetmesi halinde ortaya çıkacak sonuçlar konusunda büyük ölçüde muğlak oldukları için kararlı görünmüyorlar.

Bağdat'ın doğusundaki el-Muhendisin bölgesinde Irak genel seçimlerinde sandıkların kapanmasının ardından oyların sayıldığı bir seçim merkezi, 11 Kasım 2025 (AFP)Bağdat'ın doğusundaki el-Muhendisin bölgesinde Irak genel seçimlerinde sandıkların kapanmasının ardından oyların sayıldığı bir seçim merkezi, 11 Kasım 2025 (AFP)

Bu doğrudan Amerikan talepleri netliklerine rağmen, Irak'ın uymayı reddetmesi halinde ortaya çıkacak sonuçlar konusunda büyük ölçüde muğlak oldukları için kararlı görünmüyorlar

Bu muğlaklık, Irak’ın olası bir reddiyle başa çıkmak konusunda gerçek bir Amerikan planının olmamasından ve ABD'nin ekonomik ve mali baskı uygulamak gibi daha ileri gitmeden siyasi ve medyatik baskısıyla yetinmesinden kaynaklanıyor olabilir. Bu senaryo, Koordinasyon Çerçevesi ve ona bağlı silahlı fraksiyonlar için olduğu kadar, bu çatışmayı büyük bir bekleyişle takip eden İran için de en iyi seçenek olarak kabul ediliyor.

Önümüzdeki yeni Irak hükümetinin kurulmasına kadarki dönemde, belirsiz ABD-Irak ilişkilerinin geleceği, çatışmaya doğru mu ilerleyeceği yoksa mevcut muğlak durumunda mı kalacağı yönünde daha da netleşecektir. Bu durum, özellikle Trump yönetiminin bu ilişkinin geleceğini olumlu veya olumsuz yönde belirleyecek somut adımlar atmadan, siyasi açıklamalar, açık uçlu talepler ve aleni suçlamaların ötesinde Irak için hiçbir planı olmadığı ortaya çıkarsa geçerlidir. Koordinasyon Çerçevesi, iki taraf arasındaki ilişkinin olduğu gibi, yani muğlak, birçok olasılığa açık ve çözümsüz kalmasını istiyor, çünkü bu, İslam Cumhuriyeti ile özel ve haksız ittifakını sürdürmesine olanak tanırken, aynı zamanda Amerikan kayıtsızlığından da faydalanmasını sağlıyor.

*Bu analiz Şarku’l Avsat tarafından Londra merkezli al Majalla dergisinden çevrilmiştir.


Umman ve Lübnan, İsrail'in saldırılarını kınadı ve gerilimin artmasını önlemeye yönelik uluslararası çabaları destekledi

Umman Sultanı Heysem bin Tarık ve Lübnan Cumhurbaşkanı Joseph Avn bugün Maskat'taki el-Alam Sarayı'nda özel bir görüşme gerçekleştirdi. (ONA)
Umman Sultanı Heysem bin Tarık ve Lübnan Cumhurbaşkanı Joseph Avn bugün Maskat'taki el-Alam Sarayı'nda özel bir görüşme gerçekleştirdi. (ONA)
TT

Umman ve Lübnan, İsrail'in saldırılarını kınadı ve gerilimin artmasını önlemeye yönelik uluslararası çabaları destekledi

Umman Sultanı Heysem bin Tarık ve Lübnan Cumhurbaşkanı Joseph Avn bugün Maskat'taki el-Alam Sarayı'nda özel bir görüşme gerçekleştirdi. (ONA)
Umman Sultanı Heysem bin Tarık ve Lübnan Cumhurbaşkanı Joseph Avn bugün Maskat'taki el-Alam Sarayı'nda özel bir görüşme gerçekleştirdi. (ONA)

Umman ve Lübnan, bugün yayımladıkları ortak bildiride, İsrail’in Lübnan topraklarına yönelik süregelen saldırılarından ve Arap topraklarının işgalinden derin kaygı duyduklarını belirtti. Bildiride, bu adımların 1701 sayılı kararın ve uluslararası meşruiyete ilişkin kararların açık ihlali olduğu vurgulandı.

Taraflar ayrıca, 4 Haziran 1967 sınırları üzerinde başkenti Doğu Kudüs olan bağımsız Filistin devletinin kurulmasını öngören Arap tutumunun değişmezliğini yineledi. Bildiride, Arap dayanışmasının güçlendirilmesinin, devletlerin egemenliğine saygının ve iyi komşuluk ilkeleri ile uluslararası hukukun öneminin altı çizildi.

Ortak bildiri, Lübnan Cumhurbaşkanı Joseph Avn’ın Umman’a gerçekleştirdiği ziyaretin sonunda yayımlandı. Avn, ziyareti sırasında Umman Sultanı Heysem bin Tarık ile iki oturumdan oluşan görüşmeler yaptı.

Bildiride, Avn’ın ziyaretinin ‘Umman ile Lübnan arasındaki köklü kardeşlik ilişkilerinden’ kaynaklandığı ve ikili iş birliğini güçlendirme iradesini yansıttığı ifade edildi.

Sultan Heysem bin Tarık ile Cumhurbaşkanı Avn’ın gerçekleştirdiği resmi görüşmede, iki ülke arasındaki ilişkiler ele alındı; taraflar siyasi, ekonomik, yatırım, bankacılık, turizm, ulaşım ve lojistik hizmetler gibi alanlarda iş birliğini genişletme kararlılıklarını dile getirdi.

İki ülke, ikili iş birliğini güçlendirecek yeni anlaşmalar ve mutabakat zaptlarının imzalanması için çalışma yürütme konusunda mutabık kaldı. Ayrıca ticari, kültürel ve bilimsel değişimi destekleme; özel sektörün ortaklık ve kalkınma fırsatlarından daha geniş biçimde yararlanmasının teşvik edilmesi kararlaştırıldı.

Bölgesel gelişmeler

Bölgesel gelişmelere ilişkin bölümde, iki taraf İsrail’in Lübnan topraklarına yönelik devam eden saldırıları ile Arap topraklarının işgalinden duydukları derin kaygıyı dile getirdi. Bu adımların, 1701 sayılı kararın ve uluslararası meşruiyetin açık ihlali olduğu vurgulandı. Taraflar, saldırıların derhal durdurulması ve işgal altındaki tüm Lübnan ve Arap topraklarından tam çekilme çağrısında bulundu. Ayrıca gerilimin önlenmesi, istikrarın sağlanması, yerinden edilenlerin dönüşünün kolaylaştırılması ve yeniden imar çabalarına destek verilmesi gerektiği ifade edildi.

Umman tarafı, Lübnan’ın egemenliğine, bağımsızlığına ve toprak bütünlüğüne tam destek verdiğini yinelerken, devlet kurumlarının -başta Lübnan ordusu ve meşru güvenlik güçleri olmak üzere- güçlendirilmesinin ve Lübnan liderliğinin yürüttüğü ekonomik, mali ve idari reformların desteklenmesinin önemini vurguladı.

Umman Sultanı Heysem bin Tarık ile Lübnan Cumhurbaşkanı Joseph Avn, bu sabah Maskat’taki el-Alam Sarayı'nda özel bir oturum gerçekleştirdi.

Şarku’l Avsat’ın Umman resmi haber ajansı ONA’dan aktardığına göre, görüşmede iki ülkeyi ilgilendiren çeşitli konularda görüş alışverişinde bulunuldu. Ayrıca, iki ülke ve iki halkın yararına olacak iş birliği ve ortaklık fırsatlarının güçlendirilmesinin önemine dikkat çekildi; kültürel, ekonomik ve kalkınma alanları da dahil olmak üzere çeşitli sektörlerde bağların daha da sağlamlaştırılması gerektiği belirtildi.


Tunuslu muhalif Şeyma İsa, hapishanede başladığı açlık grevinin dokuzuncu gününde

Siyasi aktivist Şeyma İsa (AFP)
Siyasi aktivist Şeyma İsa (AFP)
TT

Tunuslu muhalif Şeyma İsa, hapishanede başladığı açlık grevinin dokuzuncu gününde

Siyasi aktivist Şeyma İsa (AFP)
Siyasi aktivist Şeyma İsa (AFP)

Tunus ana muhalefet partisi Ulusal Kurtuluş Cephesi (NSFT) üyesi ve siyasi aktivist Şeyma İsa, tutukluluk koşullarını protesto etmek için başladığı açlık grevinde dokuzuncu gününe girdi.

1 Aralık'ta muhalefet tarafından düzenlenen yürüyüşe katılan İsa, devlet güvenliğine karşı komplo kurmak suçundan Temyiz Mahkemesi tarafından verilen bir kararla sivil polisler tarafından gözaltına alındı. Muhalif aktivist, hapishaneye girer girmez açlık grevine başladı.

Şeyma İsa (45), 2023 yılının şubat ayında yakalanmış, gözaltında tutulmuştu ve aynı yılın temmuz ayında serbest bırakılmıştı. Birinci Derece Mahkemesi tarafından 18 yıl hapis cezasına çarptırılan İsa’nın cezası temyiz sonucunda 20 yıla çıkarılmıştı.

İsa'nın yanı sıra aynı davayla bağlantılı olarak NSFT lideri, tanınmış siyasetçi Ahmed Necib eş-Şabi (82) de tutuklandı ve 12 yıl hapis cezasına çarptırdı. Muhalif Avukat Ayaşi Hammami (66) de terör suçlamasıyla beş yıl hapis cezasına çarptırıldı.

İnsan Hakları İzleme Örgütü (HRW) Ortadoğu ve Kuzey Afrika Bölümü Müdür Yardımcısı Bessam Havaci, “Tunus muhalefetinin önemli simalarının tutuklanması, Cumhurbaşkanı Kays Said'in tek başına iktidarına alternatif olan her şeyi ortadan kaldırma planının son adımıdır. Bu tutuklamalarla Tunuslu yetkililer, siyasi muhalefetin çoğunu etkili bir şekilde hapse atmayı başardı” değerlendirmesinde bulundu.

Tunus muhalefeti ve NSFT, 25 Temmuz 2021'de olağanüstü hal (OHAL) ilan edip ardından yeni bir siyasi sistem kurarak geniş yetkilerle iktidarını sürdüren Cumhurbaşkanı Kays Said'in yönetimine karşı çıkıyor ve demokrasinin yeniden tesis edilmesini talep ediyor. Şarku’l Avsat’ın aldığı bilgiye göre buna karşın yetkililer tutuklananları hükümeti devirmeye ve devlet kurumlarını yıkmaya teşebbüs etmekle suçluyor. Muhalefet ise mevcut rejimi tutuklulara karşı siyasi suçlamalar uydurmak ve yargıyı emirlerine boyun eğdirmekle suçluyor.