Güney Afrika Devlet Başkanı Ramaphosa Şarku’l Avsat’a konuştu: Gelişmiş dünyayı geçmişin sıkıntılarını ele almaya çağırıyoruz

"Suudi Arabistan, salgının, gelişmekte olan ülkeler üzerindeki olumsuz etkisini önlemek amacıyla uluslararası iş birliğinde önemli bir rol oynuyor"

Güney Afrika Cumhuriyeti Devlet Başkanı Cyril Ramaphosa (Reuters)
Güney Afrika Cumhuriyeti Devlet Başkanı Cyril Ramaphosa (Reuters)
TT

Güney Afrika Devlet Başkanı Ramaphosa Şarku’l Avsat’a konuştu: Gelişmiş dünyayı geçmişin sıkıntılarını ele almaya çağırıyoruz

Güney Afrika Cumhuriyeti Devlet Başkanı Cyril Ramaphosa (Reuters)
Güney Afrika Cumhuriyeti Devlet Başkanı Cyril Ramaphosa (Reuters)

Güney Afrika Cumhuriyeti Devlet Başkanı Cyril Ramaphosa ile yapılan röportaj büyük önem taşır. Zira kendisi birçok bölgesel ve uluslararası etkinlikte ya liderlik yapar ya da önemli bir rol oynar. Bununla birlikte G20'deki tek Afrika ülkesi olan Güney Afrika Cumhuriyeti’nin Devlet Başkanı olarak, yeni tip koronavirüs (Kovid-19) salgını nedeniyle çekilen sıkıntıların katlandığı Afrika kıtasındaki çalkantılı bir dönemde Afrika Birliği'nin (AfB) başkanlığını yapmaktadır.
Güney Afrika Cumhuriyeti Devlet Başkanı Ramaphosa, bu koşulların ‘gelişmiş ülkelerde yoksulluğu ve kıtanın azgelişmişliğini körükleyen geçmişin sıkıntılarını ele almanın’ önemini bir kez daha ortaya koyduğunu düşünüyor. Ramaphosa, bu düşüncesini, 21-22 Kasım tarihlerinde Suudi Arabistan’ın dönem başkanlığında gerçekleştirilecek olan G20 Zirvesi’ne katılan liderler önünde ‘meşru ve acil talep’ olarak dile getirmeyi planlıyor.
Ramaphosa, Şarku’l Avsat’a verdiği röportajda, “İklim değişikliğinden orantısız bir şekilde etkilenmiş olanlar, enerji geçişlerinin yükünü taşıyamayacaklarından ötürü iklim değişikliğine ilişkin Paris İklim Değişikliği Anlaşması’nın adil ve sürdürülebilir bir şekilde uygulanmasını sağlayacak araçların (finansman, teknoloji transferi ve kapasite geliştirme) temin edilmesi için acil olarak dış desteğe ihtiyaç duyuyorlar. Yeni teknolojiler ve endüstrilerle ilerlerken adil bir geçiş sağlanmalı ki kimse geride kalmasın” ifadelerini kullandı.
Ramaphosa’ya göre Afrika ülkeleri arasında ticaretin sağlanmasının yanı sıra su ve enerji kaynakları dahil olmak üzere bölgedeki değerli maden zincirlerini, kamu ve özel sektörün rollerinin dengeli bir şekilde dağıtılarak teşvik edilmesi için bölgesel altyapıyı güçlendirmek amacıyla ‘G20 ile AfB arasında bir uyum’ sağlanmalı.  Kâr transferini ‘ülke içi kaynak seferberliği açısından Afrika kıtası için bir kalkınma sorunu’ olarak gören Ramaphosa, bu önemli konunun G20'de öncelikli olmaya devam etmesi gerektiğini vurguladı.
Dünyanın en büyük petrol ihracatçısı olan Suudi Arabistan'ın küresel ham petrol arz ve talep dengesinin sağlanmasında stratejik bir rol oynadığına dikkati çeken Ramaphosa, Suudi Arabistan’ın salgın sonrası herhangi bir toparlanma senaryosunda uluslararası enerji güvenliğinin sağlanmasında daha önemli bir role sahip olacağına işaret etti.
İşte Güney Afrika Cumhuriyeti Devlet Başkanı Cyril Ramaphosa ile yapılan röportajın tamamı:

G20 Zirvesi Suudi Arabistan'ın dönem başkanlığında önümüzdeki Cumartesi ve Pazar günleri yapılacak. Zirvenin karşı karşıya olduğu en önemli sorunlar ve zorluklar nelerdir?
Uluslararası ekonomik iş birliği için önde gelen küresel bir forum olan G20'nin değeri, küresel liderlik rolüne ve kriz zamanlarında gelişmiş ve gelişmekte olan ekonomileri bir araya getirme becerisine dayanmaktadır. G20’nin dünyanın en acil sorunlarına çözüm bulmadaki tarihi rolü doğrultusunda tıpkı 2008 yılındaki küresel mali krizin ardından olduğu gibi. Dünya’nın gözü, daha iyi bir iyileşme sağlamak amacıyla Kovid-19 salgınının insanların ve ekonominin üzerindeki olumsuz etkisiyle başa çıkmaya yönelik uluslararası çabalara liderlik etmesi ve bu çabaları koordine etmesi bakımından Riyad'daki G20 Liderler Zirvesi'nde olacak.
Zirvenin, G20'nin kararlı bir şekilde hareket etme ve kriz sonrası için bir plan yapma becerisini göstererek halklarımıza umut ve güven vermesi gerekmektedir. Bunu yaparken de başta sağlık sistemi ve küresel ekonomi üzerindeki olumsuz etkileri olmak üzere Kovid-19 salgınıyla mücadelenin ele alınması amacıyla G20'nin acil eylemlerle orta ve uzun vadeli sorunlara odaklanması zorunludur.
 Ayrıca, güçlü, sürdürülebilir, dengeli ve kapsamlı bir toparlanma için sağlam temeller atmaya ve daha iyi bir gelecek şekillenmesine yardımcı olmaya yönelik alınacak tedbirlerle G20’nin orta ve uzun vadede toparlanmaya liderlik etmesi sağlanmalıdır.
G20, salgından kaynaklanan acil sorunun üstesinden gelmenin yanı sıra uluslararası toplumun ‘geride kimseyi bırakmama’ vaadini yerine getirmesini sağlamada da önemli bir rol oynuyor. Bu nedenle Birleşmiş Milletler (BM) Genel Sekreteri’nin, 2030 Sürdürülebilir Kalkınma Gündemi ve Paris İklim Değişikliği Anlaşması’nın ileriye dönük yola işaret ettiği iddiasına katılıyorum. 17 sürdürülebilir kalkınma amaçları, özellikle salgının ortaya çıkardığı ve artırdığı başarısızlıkları ele alıyor.
Bununla birlikte iklim değişikliği, uluslararası ticaret ve yatırım, evrensel sağlık sigortası, gelişmekte olan ülkeler ve Afrika'da borç servisi sürdürülebilirliği, adil enerji geçişleri ve kadınların güçlendirilmesi gibi dünyanın karşı karşıya olduğu önemli konularda daha fazla ilerleme sağlayacak olan zirveyi dört gözle bekliyoruz.

Sizce Suudi Arabistan’ın, bölgesel ve küresel ekonomilerdeki rolün boyutu nedir? Zirvenin sürdürülebilir kalkınma programlarını güçlendirmek için Suudi Arabistan yönetimi tarafından yönetilen reformlar ne kadar önemli?
G20 ülkelerinin ekonomileri gibi, Suudi Arabistan ekonomisi de Kovid-19 salgından etkilendi. Fakat Suudi Arabistan, dünyanın en büyük petrol ihracatçısı olarak bölgesel ve küresel bir lider olmaya devam ediyor. Küresel ham petrol için arz ve talep arasında bir denge sağlamada stratejik bir rol oynuyor. Suudi Arabistan, salgın sonrası herhangi bir kurtarma senaryosunda, uluslararası enerji güvenliğinin sağlanması konusunda daha önemli bir role sahip olacaktır.
Güney Afrika Cumhuriyeti, sürdürülebilir kalkınmayı G20 Zirvesi’nin gündeminin en üstü sırasında tutmaya devam ediyor. 2010 yılından bu yana G20 Kalkınma Çalışma Grubu’nun (KÇG) daimi eş başkanıyız. G20'nin Afrika ile ortaklığını güçlendirdik. BM birçok defa başta gelişmekte olan ülkeler olmak üzere birçok ülkenin, 2030'a kadar Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları’nı uygulama konusunda ‘yoldan çıkmış durumda’ oldukları uyarısında bulundu. Bu bağlamda, diğer konuların yanı sıra, eşitsizliği azaltma, evrensel sağlık sigortasını hayata geçirme, antibiyotik direnci sorununu ele alma ve daha fazla cinsiyet eşitliği, yetkilendirme ve dijital uçurumun kapatılması için çabalarımızı iki katına çıkarmamız gerekiyor.

AfB’nin mevcut başkanı olarak G20 Zirvesi’ne üyeliğiniz dışında neler sunuyorsunuz?
Afrika ülkeleri arasında ticaretin sağlanmasının yanı sıra su ve enerji kaynakları dahil olmak üzere bölgedeki değerli maden zincirlerini, kamu ve özel sektörün rollerinin dengeli bir şekilde dağıtılarak teşvik edilmesi için bölgesel altyapıyı güçlendirmek için G20 ve AfB arasında uyum olması gerektiğini vurguladık. Suudi Arabistan G20 dönem başkanlığı, başta Afrika olmak üzere gelişmekte olan ülkelerde Kovid-19 salgınına müdahale ve kurtarma planları için G20’de acil durum desteğinin geliştirilmesine öncülük etti. Bunların zirvede de benimsenmesini sabırsızlıkla bekliyoruz.
Güney Afrika Cumhuriyeti, yerli kaynakların kullanılması ve bu önemli konunun G20'de bir öncelik olmaya devam etmesini sağlamak açısından Afrika için bir kalkınma sorunu olan kâr transferinin yanı sıra yasadışı para akışlarına dikkat çekmeyi sürdürecek.

Başkan Donald Trump liderliğindeki mevcut ABD yönetimi ile Joe Biden liderliğindeki muhtemel yönetim arasında bir kıyas yapıldığında sizce G20 Zirvesi sırasında iklim meselesinin daha iyi bir şekilde ele alınabilir mi?
G20 Zirvesi, inisiyatife bağlı kalmalı ve iklim değişikliği konusunda iddialı bir mesaj göndermelidir. Bu bizim için büyük bir öncelik. Çünkü Afrika kıtası iklim değişikliğinden orantısız bir şekilde etkileniyor ve en az emisyon katkısına sahip ülkeler Afrika kıtasında yer almaktadır.
Afrika kıtası ülkeleri Paris İklim Değişikliği Anlaşması’nın adil ve sürdürülebilir bir şekilde uygulanmasını sağlayacak araçların (finansman, teknoloji transferi ve kapasite geliştirme) temin edilmesi için acil olarak dış desteğe ihtiyaç duyuyorlar. Yoksulluğu, eşitsizliği ve azgelişmişliği körükleyen geçmiş ve güncel sıkıntıların ele alınması gerekiyor. Bunları, (dengesizlikleri) ele alınması, Paris İklim Değişikliği Anlaşması’nın adil ve sürdürülebilir bir şekilde uygulanmasına katkıda bulunacaktır.
Enerji geçişiyle birlikte, uygun fiyatlı, güvenilir ve sürdürülebilir enerjiye erişim, yoksulluğu azaltmak ve kapsayıcı ekonomik büyümeyi teşvik etmek için çok önemlidir. Hem sürdürülebilir enerji geçişleri hem de enerji erişimi, Sürdürülebilir Kalkınma Amaçlarına ulaşmak için kritik bir öneme sahip olacaktır.
‘Adil enerji geçişleri’ yaklaşımının gelişmekte olan ülkeler için kritik olduğuna inanıyoruz. Bu nedenle, küresel çaptaki müzakereler ve enerji müdahalelerinin dengeli ve eşitlikçi bir sistemde ilerlemesi ve daha temiz enerji sistemlerine götürebilecek çeşitli yolların olduğunun kabul edilmesi gerekiyor. İklim değişikliğinden orantısız şekilde etkilenenlerin enerji geçişlerinin yükünü taşıyamayacaklarından ötürü bizim açımızdan bu oldukça önemli bir konudur. Yeni teknolojiler ve endüstrilerle ilerlerken adil bir geçiş sağlanmalı ki kimse geride kalmasın.

Terör eylemlerinin artmasını ve bazı ülkelerin, diğer ülkelerdeki hedeflerine ulaşmak için nükleer silah edinme yarışını nasıl görüyorsunuz?
Güney Afrika Cumhuriyeti, her zaman, bazı ülkeler nükleer silaha sahip oldukları sürece, başkalarının da nükleer silah edinmeye çalışacaklarını ifade etmiştir. Teröristlerin nükleer silahlar veya nükleer silah mesabesindeki malzemeler edinme olasılığından kaynaklanan ek riskler, yalnızca nükleer silahsızlanmanın hızlandırılması gerektiğini ortaya koymaktadır.
Güney Afrika Cumhuriyeti’nin yerli nükleer silah gücünü gönüllü olarak yok eden tek ülke olduğu göz önüne alındığında, bu silahlardan arınmış bir dünya için çabalamamız şaşırtıcı bir durum değildir. Bu bağlamda, nükleer enerjinin barışçıl kullanımının devredilemez bir hak olduğunu da teyit eden Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşması’nı (NPT) nükleer silahsızlanma ve nükleer silahların yayılmasını önleme sisteminin temeli olarak görmeye devam ediyoruz. Ancak, NPT’nin 6’ncı Maddesi kapsamındaki nükleer silahsızlanma yükümlülüklerinin yerine getirilmemesinden dolayı, anlaşmada her şeyin yolunda olmadığı endişesi taşıyoruz.

Sahadaki mevcut gelişmeler çerçevesinde Ortadoğu'da barışı güçlendirmek için farklı bir vizyonla anlaşmalar yapmaya yönelik bir hareketlilik var. Sizce bu anlaşmalar Filistinlilere nasıl bir güven verilebilir?
Güney Afrika Cumhuriyeti, daima Filistin halkının yanındadır ve kendi kaderlerini tayin hakkına sahip olduklarını bir kez daha vurgulamaktadır.
Daha önce Filistin sorununun barışçıl bir şekilde ve müzakere yoluyla çözülmesi çağrısında bulunduk. Uluslararası arenada bağımsız bir Filistin devletinin kurulmasına yönelik çabaları desteklemeye devam ediyoruz. Tüm ilgili BM kararlarına, uluslararası hukuka ve uluslararası kabul görmüş ilkelere uygun olarak, uluslararası kabul görmüş 4 Haziran 1967 sınırları içinde İsrail ile barış içinde yan yana yaşayan ve başkenti Doğu Kudüs olan bağımsız bir Filistin devletini destekliyoruz.
Libya'daki son durum, müzakerelerdeki son gelişmelere rağmen halen kırılgan olmaya devam ediyor. Şimdiye kadar yaşanan gelişmeleri nasıl görüyorsunuz?
Özellikle Sirte ve çevresinde son haftalarda devam eden çatışmalar ve askeri gerginlikler bizim için büyük bir endişe kaynağı. Bu yüzden, Libya’daki mevcut durum bizi derinden endişelendiriyor. Dış aktörlerin devam eden müdahalesi, Libya'nın toprak bütünlüğüne ve egemenliğine karşı bir tehdit oluşturmaya devam ediyor.
Bu nedenle, tüm tarafları çatışmaları derhal sona erdirmeye ve kalıcı ateşkes çağrılarına yanıt vermeye davet ediyoruz. Bu çağrılara yanıt verilmesinin, Libyalıların yönettiği siyasi bir sürece giden yolun önünü açmak için kapsamlı bir diyalog ortamı yaratacağına inanıyoruz.
Seçimlerin yapılması önerisine gelince, Mart 2021 gibi erken bir tarihte seçimlerin yapılacağının duyurulmasını memnuiyetle karşılıyoruz. AfB Barış ve Güvenlik Konseyi ve Libya ile ilgili yüksek komite ve ona bağlı irtibat grubu aracılığıyla barış sürecini desteklemeye devam ediyoruz. Ayrıca AfB Libya Özel Temsilcisi de Libya’daki önemli ortaklarla temaslarına devam ediyor. Bölgedeki ve uluslararası arenadaki aktörlerin, 2510 sayılı BM Güvenlik Konseyi (BMGK) kararıyla onayladığı, Libya konulu Berlin Konferansı’nın çıktılarına uygun çabalarını da memnuniyetle karşılıyoruz.
Libya’da petrol üretiminin ve ihracatın tam kapasitede yeniden başlatılması çağrılarını destekledik. Böylece ülkenin son derece ihtiyaç duyduğu gelirlerin elde edilmesiyle ekonomik ve mali durum tüm Libyalıların yararına olacak şekilde iyileştirecek. Libya’da insan hakları ihlallerinin ele alınmasına yönelik uluslararası bir araştırma misyonunun kurulması önerisini destekliyoruz. Barış sürecinin Libya halkı tarafından yönetilmesi ve desteklenmesi gerektiğine inancımız ise tamdır.

Yemen krizine nasıl bakıyorsunuz?
Güney Afrika Cumhuriyeti’nin, Yemen’deki insani durumla ilgili duyduğu derin endişeler devam ediyor. Tam çatışan tarafları, Yemen halkını korumak için uluslararası insan hakları ve uluslararası insani hukukla ilgili yükümlülüklerini yerine getirmeye çağırıyoruz.  Yemen halkını gerçekten korumanın tek yolu, tüm Yemenliler için güçlü bir ekonomik ve politik gelecek sağlayan kapsamlı bir siyasi çözüm bulmaktır. Bu siyasi çözüm yine Yemenlilerin öncülüğünde olmalı. BM Genel Sekreteri'nin Libya Özel Temsilcisi’nin Yemen’de çözüme yönelik çabalarını desteklemeye devam edeceğiz.

Sizce İran bölgede ve Ortadoğu'da ne ölçüde istikrarsızlığa neden oluyor? Nükleer programı ne kadar tehlikeli?
Güney Afrika Cumhuriyeti, 2015 yılında imzalanan Kapsamlı Ortak Eylem Planı’nı (KOEP) tüm tarafların çıkarlarına hizmet eden tarihi bir anlaşma ve diplomatik bir başarı olarak memnuniyetle karşıladı. Ancak, ABD'nin 2018'de KOEP’ten çekilmesiyle gergilim arttı. İran'ın Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA) ile hem KOEP hem de UAEA ile yaptığı koruma önlemleri anlaşması çerçevesinde devam eden iş birliğinin, nükleer programının barışçıl doğası konusunda uluslararası topluma güven aşılamanın yolu olmaya devam ettiğine inanıyoruz.
BM Dünya Gıda Programı (WFP), Kovid-19 salgının Afrika’daki artışı ve milyonlarca mültecinin Avrupa'ya doğru ilerleyişi konusunda uyardı. Bunun hakkında ne düşünüyorsunuz?
Kovid-19 salgını, uluslararası toplumun sırasıyla açlığı ve yoksulluğu ortadan kaldırmaya yönelik birinci ve ikinci sürdürülebilir kalkınma hedeflerine ulaşamama riskiyle karşı karşıya olduğu bir dönemde patlak verdi. Sonuç olarak virüs, mevcut sosyo-ekonomik sorunları ve insani hayat koşullarının zorlukları arttırdıkça, benim ülkem ve Afrika kıtası da dahil olmak üzere tüm dünyada hali hazırda savunmasız olanların durumlarını daha da kötüleştirdi.
Özellikle Afrika, uzun süredir gıda güvensizliği, yetersiz beslenme ve açlık gibi zorlukların yanı sıra ekonomi, göç, ithalat ve ihracat üzerindeki kısıtlamalarla daha da ağırlaşan sorunlarla karşı karşıyadır. Kıtanın genelinde görülen bu sorunların yanı sıra Kovid-19 salgını da kendine özgü zorluklarıyla durumu daha da güçleştiriyor. Gıda güvenliği Afrika için her zaman bir öncelik olmuştur. Bu yüzden AfB ve kıta, sürdürülebilir geçim kaynakları sağlamanın yollarını araştırmaya devam ediyor.
Ancak salgın sırasında gıda güvensizliği, Afrika'ya özgü bir durum olmaktan çıktı ve birçok ülke gıda güvensizliği ve ciddi ekonomik etkilerle karşılaştı. Sonuç olarak, mülteciler ve onlara ev sahipliği yapan ülkeler, bulundukları yere bakılmaksızın benzer güvensizliklerle ve istikrarsızlıklarla karşı karşıya kalacaklar.
Güney Afrika Cumhuriyeti, kimsenin geride kalmaması için mültecilerin korunmasında uluslararası iş birliğini ve yükün paylaşılması gerektiğini savunmaya devam ediyor. Milyonların Avrupa'ya taşınacağından emin olmadığımı ve kıtanın kendi içinde çok fazla göç dalgası yaşandığını söyleyebilirim. Araştırmalar, kıta içinde kıta dışındakinden daha fazla göç olduğunu ortaya koymuştur. G20 ülkeleri olarak, mültecilerin korunmasına katkıda bulunmaya ve uluslararası insan hakları ve koruma hukuku çerçevesinde gıda güvenliğini sağlamaya yönelik rolümüzü üstlenmemiz büyük önem taşıyor.

Suudi Arabistan ile Güney Afrika Cumhuriyeti arasındaki ilişkilere ilişkin değerlendirmeniz nedir? Aralarındaki en önemli iş birliği alanları nelerdir?
İki ülke, 1994 yılında diplomatik ilişkilerin resmileştirilmesinin ardından, Temmuz 2018'deki resmi ziyaretimden sonra stratejik düzeyde güçlü ikili ilişkilerini sürdürüyor.
İş birliğimiz geleneksel olarak güçlü ekonomik bağlara dayanmaktadır. Bu aramızdaki iş birliğinin güçlü bir yönüdür. Bu nedenle Ortak Ekonomik Komite (JEC) ortaklığımız, en enerjik ikili mekanizma olmuştur. Suudi Arabistan’ın Güney Afrika'daki, özellikle enerji sektöründeki kapsamlı yatırımlarını memnuniyetle karşılıyoruz.
İş birliğimiz tarihsel olarak enerji alanına dayanmaktadır. Ancak son zamanlarda madencilik sektöründe heyecan verici gelişmeler yaşanarak yeni bir iş birliği alanı haline geldi. Güney Afrika, madencilik sektörünü geliştirme alanındaki uzmanlığını Suudi Arabistan’a sunmaktadır. Aynı şekilde ulaşım, tarım, turizm ve sağlık alanlarında da iki ülke arasında iş birliği vardır.
Güney Afrika Cumhuriyeti, Suudi Arabistan'ın bölgesel ve uluslararası barış, güvenlik ve istikrar konusunda oynadığı stratejik rolün yanı sıra İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT), Körfez Ülkeleri İşbirliği Konseyi (KİK)ve İslam Kalkınma Bankası'ndaki (İKB) etkili rolünün farkındadır.
Şuan G20'nin dönem başkanlığını yapan Suudi Arabistan, Kovid-19 salgınının gelişmekte olan ülkeler üzerindeki olumsuz etkisini önlemek amacıyla çok taraflı iş birliğini teşvik etmede önemli bir rol oynamaktadır. İki ülke ayrıca, en az gelişmiş ülkelerin gerekli yardımı almasını sağlamak için bu konuda yakın bir iş birliği içinde çalışmaktadır.
Güçlenerek devam eden siyasi iş birliği seviyesi ve bölgemizde oynadığımız önemli rol göz önüne alındığında, Suudi Arabistan ile ilişkimizin sağlam bir temele dayandığına, ikili ve çok taraflı düzeylerde iş birliğinin artırılmasına imkan verdiğine inanıyoruz. Bunun, bölgesel iş birliklerini güçlendirmesi ve bölgenin istikrarını ve gelecekte kalkınmaya elverişli bir ortam sağlaması umuluyor.



Küreselleşme neden ABD’nin yükselişiyle ilişkilendirildi? Peki, düşüşüyle birlikte sona erer mi?

Berlin Duvarı'nın yıkılması ve Sovyetler Birliği cumhuriyetlerinin dağılmasının başlamasıyla dönemin ABD Başkanı George H. W. Bush ‘yeni dünya düzeni’ ifadesini ilk kez kullandı (Pixels)
Berlin Duvarı'nın yıkılması ve Sovyetler Birliği cumhuriyetlerinin dağılmasının başlamasıyla dönemin ABD Başkanı George H. W. Bush ‘yeni dünya düzeni’ ifadesini ilk kez kullandı (Pixels)
TT

Küreselleşme neden ABD’nin yükselişiyle ilişkilendirildi? Peki, düşüşüyle birlikte sona erer mi?

Berlin Duvarı'nın yıkılması ve Sovyetler Birliği cumhuriyetlerinin dağılmasının başlamasıyla dönemin ABD Başkanı George H. W. Bush ‘yeni dünya düzeni’ ifadesini ilk kez kullandı (Pixels)
Berlin Duvarı'nın yıkılması ve Sovyetler Birliği cumhuriyetlerinin dağılmasının başlamasıyla dönemin ABD Başkanı George H. W. Bush ‘yeni dünya düzeni’ ifadesini ilk kez kullandı (Pixels)

Independent Arabia

Otuz yıldır, entelektüel ve kültürel söylemlerde küreselleşme veya bazılarının deyimiyle ‘gezegenselcilik’ ile ilgili yeni terimler ortaya çıktı. Bu hareketin ön saflarında, çalışmalarının niteliği nedeniyle tanınmış olanlar ve anonim kalanlar olmak üzere, bu yeni hümanist yaklaşımı ortaya koyan etkili sesler yer aldı.

Dünya, ünlü Amerikalı yazar Thomas Friedman'ı, uluslararası ilişkiler ve ticarette yeni bir çağın habercisi olan ‘Küreselleşmenin Geleceği: Lexus ve Zeytin Ağacı’ adlı kitabıyla tanıdı.

Ancak, duyulmayan muhalif sesler de vardı. Bu kişiler arasında olan Immanuel Wallerstein, dünyayı çekirdek, çevre ve yarı çevre ülkeleri olarak ayıran ve ekonomik küreselleşmenin dinamiklerini anlamaya yardımcı olan ‘dünya sistemi’ teorisinin geliştiricisiydi.

Küreselleşme çalışmaları alanında önde gelen Alman sosyolog Ulrich Beck, küreselleşme bağlamında ‘risk toplumu’ kavramlarına odaklanmasıyla tanınır.

Ronald Robinson ise küreselleşme ve evrensel kültürün sosyal teorisine katkıda bulunan bir tarihçiydi.

Mesele şu ki, biz burada isimleri sıralamak için değil, bu yazının özünde yatan ana sorunun cevabını aramak için bulunuyoruz: Küreselleşmenin bir geleceği var mı? Özellikle Sovyetler Birliği'nin dağılması ve ABD’nin dünya kaynaklarını ve kontrolünü otoriter bir şekilde domine ettiği, yeni tek kutuplu dünya düzeni olarak adlandırılan düzenin ortaya çıkmasıyla 1990'larda başlayan süreci tamamlama şansı hala var mı?

Bu sorular, küreselleşmenin modern bir fenomen olarak sona eriyor olabileceği ya da en azından yön değiştirip farklı bir isim altında yeni bir döneme yol açmak üzere olduğu konusunda hemfikir olan okumalar çerçevesinde gündeme getirildi.

Her halükârda tartıştığımız bu olgunun 21. yüzyılın ilk çeyreğinde, özellikle de dünya çapında fikir ve ticaret akışında heyecan verici bir rol oynadığını kesin olarak söyleyebiliriz. Bu olgunun dünyayı her zamankinden daha fazla birbirine bağladığını, engelleri ortadan kaldırdığını ve duvarları yıktığını söylemek abartı olmaz.

Öte yandan, dünya özellikle 1960'larda Kanadalı sosyolog Marshall McLuhan'ın ‘küresel köy’ tanımının ötesine geçip akıllı telefonların temsil ettiği bir ‘dünya kutusu’ haline geldikten sonra, benzeri görülmemiş türde tehditler ortaya çıktı.

Ancak, bugün dünyada birçok küreselleşme eğilimi nedeniyle büyük bir endişe hakim. Bunların başında, küresel savaşları tetikleme tehdidi oluşturan silahlı çatışmaların geri dönüşü, eşit kalkınma fırsatlarından yoksun bir gezegen ve ekolojik ve çevresel felaketlerin darbeleri altında inleyen bir dünya geliyor.

Öyleyse kafası karışık insanlık bundan sonra nereye gidebilir? Küreselleşmiş dünya fikri önümüzdeki on yıllar boyunca geçerli olacak mı, yoksa onun ölüm ilanını yazmanın zamanı geldi mi? Elbette, bunu yargılayacak konumda değiliz, ancak en azından felsefi açıdan sorular, cevaplardan daha önemli olmaya devam ediyor. Peki, nereden başlayacağız?

Küreselleşme eski mi, yoksa yeni bir fikir mi? Belki de buradan başlayıp küreselleşme fikrini incelemeliyiz: Bu fikir modern mi, yoksa eski bir insan yapısı mı?

Kısacası, insanlık gelişmiş medeniyetler boyunca birçok bağlantı ve ayrılık biçimi tanıdı. Ancak dünyayı tek bir bütün haline getirecek tek bir sistem fikri, 1940'ların başına kadar hiç duyulmamıştı. 1940 yılında Cumhuriyetçilerin ABD başkan adayı Wendell Willkie'nin ‘tek dünya’ fikrine Amerikalılar hayran kalmıştı.

O dönemde Wendell Willkie, küreselleşmenin eşanlamlısı olan ‘tek dünya’ sloganını ortaya attı ve milliyetçiliğin beslediği ırkçılık ve emperyalist sömürünün olmadığı bir dünya çağrısında bulundu.

Profesör Samuel Zipp, ‘Bir İdealist: Wendell Wilkie'nin Savaş Döneminde Tek Dünya Kurma Arayışı’ (The Idealist: Wendell Willkie’s Wartime Quest to Build One World) adlı kitabında “Tek dünya bize yeter. İnternetin olmadığı günlerde, bu ifadenin, insanlık ve duygusal birlik arzusu gösteren idealist bir ifade olarak nasıl karşılanacağını tahmin etmek zor değil” yazıyor:

Wilkie'nin vizyonu o dönemde naif bulunmuş olsa da bize küreselleşmenin ilk dönemlerindeki görüş hakkında bir fikir veriyor. Burada ‘Bu çağrı o dönemde meyve verebilir miydi?’ sorusu ortaya çıkıyor.

cdfrg
Küreselleşmiş bir dünya fikri önümüzdeki on yıllar boyunca geçerli olacak mı, yoksa artık onun ölüm ilanını yazmanın zamanı geldi mi? (Unsplash)

Bilinen cevap, İkinci Dünya Savaşı'nın ardından dünyanın bir kez daha yaklaşık kırk yıl sürecek ve ‘Soğuk Savaş’ olarak bilinen başka bir küresel savaşla karşı karşıya kaldığıdır. O dönemde dünya, Atlantik ve Varşova olmak üzere iki kampa bölünmüştü ve bu da birleşik, küreselleşmiş bir dünya fikrini geçmişte kalan bir şey haline getirmişti.

Willkie, ‘tek dünya’ ifadesini kullanan ilk isim değildi; ondan önce de yazarlar ve düşünürler, buharlı gemiler, telgraflar, telefonlar, uçaklar, borsalar ve radyonun mesafeleri kısaltıp zamanı hızlandırarak uzak yerler ve kültürler arasındaki iletişimi artırdığına dair açıklamalarda bulunmuştu.

Willkie'nin bu haykırışı, modern küreselleşmenin yolunun ABD’de başladığını, ancak entelektüel öncülerin ABD’de olmadığını mı ima ediyor?

1990'lardaki küreselleşme ve farklı bir gezegen

Özetle 1945 yılındaki İkinci Dünya Savaşı'nın sona ermesinden 9 Kasım 1989'da Berlin Duvarı'nın yıkılmasına kadar geçen yaklaşık kırk yıl, Doğu ile Batı arasındaki ideolojik çatışmalar ve Varşova Paktı ile NATO arasındaki gizli Soğuk Savaş’la damgalandı ve bu da dünya çapında iki kampın oluşmasına neden oldu. Söz konusu dönem, Doğu ile Batı arasındaki ideolojik çatışmalar ve Varşova Paktı ile NATO arasında gizli bir Soğuk Savaş’la damgalandı ve dünya iki kampa bölündü. Bazı ülkelerin attığı küçük adımlar, o dönemde geçerli olan ‘bizimle değilseniz, bize karşısınız’ formülü nedeniyle, tarafsızlık durumunun oluşmasını sağlayamadı.

O zamanlar küreselleşme kavramı henüz ortaya çıkmamıştı ve bazıları McLuhan'ın vizyonunu sorguluyor, bunun özellikle radyo, televizyon ve yazılı medya aracılığıyla bilgi iletişimi kavramıyla sınırlı olduğuna inanıyordu.

Her ne kadar bütün bunlar, Doğu Avrupa halklarında devrim yaratmada bilinçli ve açık bir rol oynayarak onları Sovyet Demir Perdesine karşı ayaklanmaya itmiş olsa da tek bir küreselleşmiş dünya fikrini yaratacak kadar etkili olamadı.

Berlin Duvarı'nın yıkılması ve Sovyet cumhuriyetlerinin dağılmasının başlaması, tek kutuplu bir güçle sonuçlanan yeni bir kozmik başlangıcı işaret etti. O gün, ABD Başkanı George H. W. Bush ‘yeni dünya düzeni’ veya Amerikan tek kutupluluğu terimini ortaya attı.

O dönemde birçok sosyolog, ABD’ye bağımlılık çağının başladığına ve Washington’daki düşünürler ve planlamacılar ile altı kıtadaki partilerin öncülüğünde küreselleşme çağının ölüm ilanı yazılmaya başlandığına inanıyordu.

Küresel ekonominin yüzünü ve insan toplumlarının koşullarını değiştiren dinamik bir hareketin bundan 35 yıl önce başladığına şüphe yok. Değerli fırsatlar yaratan bu eğilimler, birçok ülke ve bölgede hızlı ekonomik büyümeyi kolaylaştırarak, küresel gayri safi yurtiçi hasılanın (GSYİH) 2000 yılında yaklaşık 5 trilyon ABD dolarından 2016 yılında 75 trilyon ABD dolarına ve 2024 yılında 111 trilyon ABD dolarına yükselmesine katkıda bulunmuştu.

Ancak bugün, üretim ve işgücü piyasalarındaki değişimler, teknolojideki hızlı ilerlemeler ve küresel iklim değişikliği aracılığıyla radikal değişiklikler ortaya çıktı. Bu durum, dünya meselelerini izleyenlerin, özellikle ciddi endişe yaratan dördüncü bir eğilim çerçevesinde küreselleşmenin geleceğini haklı olarak sorgulamasına neden oluyor. Bu eğilim, ulusların sağlığı ve popülizmin geri dönüşüyle ilgilidir ve İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra faşizm ve Nazizmin çöküşünden bu yana Batı Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri'nde yerleşik olan liberal ve demokratik yolları tehdit ediyor.

Küreselleşmenin peşinde koşmak, sürdürülebilir kalkınma için bir umuttu ve küresel ekonomik büyümenin güçlü bir motoru olarak hizmet etti. Küreselleşme, otuz beş yılı aşkın bir süredir gelişmekte olan ülkelerdeki birçok insanın yaşam koşullarının iyileştirilmesinde önemli ve hatta öncü bir rol oynadı. Ancak bugün, 21’inci yüzyılın üçüncü on yılının ortasında, siyasi ve ekonomik bir tepki var gibi görünüyor. Bu tepki Washington'da başladı ve özellikle de korumacılığın geri dönüşü, gümrük vergilerinin açıklanması ve kaba kuvvet mantığının hakim olmasıyla birlikte serbest ticaret dünyasına inanan diğer ülkelerde de yankı buldu. Bu, insanlığın nihayet tanıdığı küreselleşmeye vurulmuş büyük bir darbe mi?

Küreselleşme: Son mu, yeni bir dönem mi?

Küreselleşmenin hikayesini benzeri görülmemiş bir ciddiyet ve objektiflikle düşünmek için duran en iyi finans ve ekonomi stratejistleri arasında, Credit Suisse'in Uluslararası Varlık Yönetimi Bilgi Departmanı'nın eski başkanı ve birçok önemli uluslararası pozisyonda görev yapmış Michael O'Sullivan da yer alıyor. O'Sullivan, 2022 yılının mayıs ayında küreselleşmenin geleceğini sorgulayarak, bu fenomenin sonuna mı geldiğimizi, yoksa başkalarının dediği gibi yeni bir döneme mi girdiğimizi sordu. O'Sullivan’ın tahminine göre her halükarda yeni bir dünya düzeni geliyor ve bu düzenin 2030 yılına kadar şekillenmesi muhtemel, ancak kimse bunun nasıl bir şekil alacağını bilmiyor. Ancak, bu okumada önemli olan soru, küreselleşmenin gerilemesini ve bu gerilemenin arkasındaki eğilimleri nasıl ölçebileceğimiz sorusu.

Özetle küreselleşme yaygın ve popüler bir olgu olmaya devam etmekle birlikte, özellikle iletişim şeklimiz, çevremizi saran medya, finansal ve diğer kaynaklarımız gibi insan yaşamı üzerindeki geniş kapsamı ve etkisi nedeniyle gizemle sarılı. Küreselleşmeyi nicel olarak ölçmek için ticaretin gayri safi yurtiçi hasılaya oranı, finansal akışların yoğunluğu, fikir ve veri akışı, internetin ve göçün nasıl değiştiği gibi faktörlere bakıyoruz.

Ancak son zamanlarda dünya daha bölgeselleşmiş ve çok kutuplu hale gelmiş görünüyor. Örneğin, Çin'in Hong Kong'daki eylemleri, Kovid-19 salgını karşısında ülkeler arasında iş birliğinin olmaması, Ukrayna'da yaşananlar, ticaret savaşları ve birçok ülkede kademeli bağımsızlık eğilimi gibi. Bunların hepsi, küreselleşmiş bir dünyada yaşanmayacak veya farklı şekilde yaşanacak olayların birer örneği.

Ancak, son otuz yılda küreselleşmenin etkilerinin farklılık gösterdiği açık ve bugün bu farklılık net olarak görülüyor.

Örneğin, en küreselleşmiş ülkeler İsveç, İsviçre ve İrlanda gibi küçük ülkeler ve bu ülkeler, vergi sistemleri sayesinde küreselleşmenin en kötü sonuçlarından biri olan büyük gelir eşitsizliklerini önleyebildiler.

Ancak İngiltere, Fransa ve İtalya gibi daha büyük ülkelerde durum aynı şekilde olmamıştı. Bu ülkelerde sosyal sınıflar arasındaki uçurum genişlemiş ve en kapitalist sınıflar arasında bile sosyal dengesizlik ortaya çıkmıştı.

Çin gibi kutuplaşmaya aday ülkeler ise küreselleşmeyi ekonomik güçle karşılanması gereken bir ABD’nin önerisi olarak görürken, Rusya gibi bir ülkede askeri seçenek ön plana çıktı.

Bu bağlamda, yine ‘Küreselleşmeye son darbe nihayet ABD’nin içinden mi vuruldu?’ sorusu ortaya çıkıyor.

Kanıtlar, ABD’nin en büyük müttefikinin liderlerinin bunu yaptığını gösteriyor. Peki ya uzak ülkelerin geri kalanı ya da belki de rakipleri ve düşmanları ne olacak? Bu öneri ne olacak?

İngiltere ve küreselleşmenin sonu

ABD Başkanı Donald Trump'ın geçtiğimiz nisan ayında ikinci kez göreve gelmesinden yaklaşık üç ay sonra, İngiltere'de küreselleşmenin bittiğine dair kesin bir görüş olduğu görülüyordu.

İngiltere İşçi Partisi lideri ve Başbakan Keir Starmer, 6 Nisan'da, BBC'ye verdiği röportajda “son yirmi yıldır bildiğimiz küreselleşme sona erdi” dedi. Başbakan Starmer, aynı hafta İngiliz gazetesi The Sunday Telegraph'ta yayınlanan bir makalede aynı görüşü yineleyerek, “Bildiğimiz dünya sona erdi” diye yazdı. Peki, bu en yakın ve en sadık müttefikin ABD’nin sorumlu olduğuna inanmasına neden olan neydi?

Kanıtlar, özellikle Trump yönetiminin İngiltere’ye yüzde 10'luk bir temel gümrük vergisi uygulamasının ardından, suçun Başkan Trump'ta olduğunu gösteriyor. Bu, çeşitli vergi oranlarına sahip bazı ıssız bölgeler de dahil olmak üzere dünyadaki çoğu ülkeyi hedef alan ve ‘Kurtuluş Günü’ olarak adlandırılan bir dizi karşılıklı gümrük vergisinin bir parçasıydı.

Trump’ın tanımları, küreselleşmiş iş birliği fikrini sona erdirdi ve ekonomik açıdan korumacılık ve emperyalist üstünlük yoluyla bireyciliği yeniden ortaya çıkardı. Bu da eski İngiltere Başbakanı Gordon Brown'un (2007-2010) İngiliz gazetesi The Guardian'da acı dolu bir makale yazmasına neden oldu.

Brown, makalesinde 35 yıllık ‘yeni dünya düzeninin’ yasını tutuyor ve bu düzenin şu anda gözlerimizin önünde parçalandığını ve bu yeni ‘Trumpçı’ Amerikan yaklaşımını sürdürmekten başka bir yolun olmadığını savunuyor.

Gordon Brown, 12 Nisan'da, modern tarihin en kötü finansal krizleriyle başlayan ve Çin-ABD çatışmasının şimdiye kadarki en ciddi tırmanışıyla sona eren bir haftanın ardından, radikal dönüşümlerle şoklar arasında ayrım yapmanın zamanının geldiğini yazdı. Eğer bir değişiklik olmazsa, 2020'ler bu yüzyılın şeytani on yılı olarak hatırlanabilir. Bu terim daha önce tarihçiler tarafından 1930'ları tanımlamak için kullanılmıştı.

Brown'un tahminine göre bu on yılın tanımı, Kovid nedeniyle ölen 7 milyon insan ve küresel yoksulluk ve eşitsizliğin artmasıyla sınırlı kalmayacak, aynı zamanda parçalanmış Ukrayna, yanmakta olan Gazze ile Afrika ve Asya'da haberlerde neredeyse hiç yer almayan zulümleri de içerecek. Bunların her biri, kurallara dayalı dünya düzeninin, güce dayalı bir düzenle şiddetli bir şekilde değiştirildiğinin kanıtı.

Okuyucu burada, sadece serbest ticaret değil, hukukun üstünlüğü ve uzun zamandır insan haklarına, demokrasiye, halkların kendi kaderini tayin hakkına ve devletler arası çok taraflı iş birliğine verdiğimiz öncelik de dahil olmak üzere eski düzenin her bir ayağı saldırı altında olduğu şeklindeki kesin bir sonuca varabilir. Buna, bir zamanlar dünya vatandaşları olarak kabul ettiğimiz insani ve çevresel sorumluluklar da dahil.

Öyleyse bu, Friedman'ın savunduğu küreselleşmenin şimdiden sona ermekte olduğu anlamına mı geliyor?

Küreselleşmenin sonu ve anti-Amerikanizm kavramı

Küreselleşmenin birçok karşıtı, bu uluslararası olgunun başarısızlığının ana nedeninin ABD olduğunu savunuyor. Tüm suçu Başkan Trump'a yüklemeden, bu sorun onun Beyaz Saray'a gelmesinden otuz beş yıl önce, bu eğilimin uluslararası bilinçte yer edinmesinden önce ortaya çıkmıştı. Peki, bunun anlamı ne?

Burada protestocular, ABD’nin son 35 yıldaki politikalarının küreselleşme için en önemli fırsatlardan birini heba ettiğini söylüyorlar. Sovyetler Birliği'nin çöküşünden sonra Washington’ın ulusal kurtuluş, sosyal adalet ve salgın hastalıklar ve endemik hastalıklarla mücadele yoluyla dünyaya liderlik edecek bir ‘Sezar’ haline gelmesi için geniş bir marj alanı vardı. Sürdürülebilir küresel kalkınmaya yardım sağlamanın yanı sıra, dünyayı Sovyetler Birliği döneminde var olan ideolojik kölelikten kurtarmanın da önemi yadsınamaz.

Ancak ne yazık ki, Polonya doğumlu ‘Amerika'nın bilge adamı’ ve eski Başkan Jimmy Carter'ın ulusal güvenlik danışmanı Zbigniew Brzezinski'nin ‘Seçim: Dünyayı Yönetmek mi, Dünyaya Öncülük Etmek mi’ (The Choice: Global Domination or Global Leadership?) adlı kitabında anlattığı gibi, kontrol arzusu ABD dış politikasını ele geçirmiş görünüyor.

Benzer şekilde yazarlar Eric Cazdyn ve Imre Szeman, ‘Küreselleşme Sonrası’ (After Globalization’) adlı önemli eserlerinde, özellikle üçüncü milenyumun başlangıcında Afganistan'ın işgaliyle başlayan ve ardından Irak’ın işgaliyle devam eden, ‘teröre karşı savaş’ olarak bilinen belirsiz kampanya ile birlikte, ABD’ye yönelik uluslararası düşmanlığın durumunu tanımlıyor. Amerikanlaşmanın ikiz ve nesnel karşılığı olan küreselleşme, özellikle 2001 yılında Washington ve New York'ta yaşanan olayların ardından, dünya çapında milyonlarca insanın zihninde yerleşti.

Ancak, 11 Eylül 2001 öncesinde, küreselleşme ve küreselleşme karşıtı hareketlerin artan farkındalığı, ABD’yi ana jeopolitik güç olarak görmeme eğilimindeydi.

ABD, Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra en etkili tek aktör olarak önemli ve tanınmış bir oyuncu idi, ancak henüz dünyadaki diğer taraflarla çatışmaya girmemişti.

O dönemde küreselleşmeye karşı yapılan gösteriler, büyük finans kurumlarının, özellikle Dünya Bankası, Uluslararası Para Fonu (IMF) ve çokuluslu şirketlerin hakimiyetini reddediyordu.

Amerikalı yazar Michael Hardt, 2000 yılında yayınlanan etkili kitabı ‘İmparatorluk’ta (Empire'da), ülkesini dünyanın kaderini ve geleceğini kontrol eden tek güç kavramıyla ilişkilendiriyor ve aslında sekiz yıl sonra olacakları öngörüyor.

thju
ABD Başkanı Donald Trump ikinci kez göreve başladıktan yaklaşık üç ay sonra, İngiltere’de küreselleşmenin bildiğimiz şekliyle sona erdiği konusunda kesin bir görüş oluşmuş gibi görünüyordu (Unsplash)

ABD’de 2008 yılında, emlak dünyasındaki iç manipülasyonlar ve Lehman Brothers gibi bazı büyük Amerikan bankalarının çöküşünün, büyük bir finansal krize yol açması bunun sebebiydi. Şarku’l Avsat’ın Independent Arabia’dan aktardığı analize göre bu kriz, herkesin ABD’nin yörüngesinde dönmesinden başka bir suçu olmayan küresel ekonomiyi de derinden etkiledi.

Bundan sonra, ABD’ye yönelik düşmanlık, tüm dünyanın Amerika'nın yeni efendilerinin elinde, dünya meselelerini ABD’nin keyfine göre yönetmek için esnek bir araç olarak gördüğü küreselleşme fikrine yönelik düşmanlığa dönüştü.

Joseph Nye ve Vaclav Klaus arasında küreselleşmenin geleceği

Geçtiğimiz şubat ayında, ölümünden yaklaşık üç ay önce, Amerikalı siyaset teorisyeni Joseph Nye, ‘Project Syndicate’ adlı internet sitesinde karşı karşıya olduğumuz bu olgunun gerçekliğini sorgulayarak ‘Küreselleşmenin bir geleceği var mı?’ sorusunu sordu. Nye, bu soruya, küreselleşmenin geleceğini anlamak için ekonominin ötesine bakmamız gerektiği yanıtını verdi. Çünkü ona göre askeri, çevresel, sosyal, sağlık vb. dahil olmak üzere birçok başka türde küresel karşılıklı bağımlılık söz konusu.

 Nye, bilim adamlarının iklim değişikliğinin korkunç sonuçlar doğuracağını, yüzyılın sonuna kadar küresel buz tabakalarının eriyip kıyı şehirlerinin sular altında kalacağını öngördüklerini söylüyor. Kısa vadede bile iklim değişikliği, kasırgaların ve orman yangınlarının sıklığını ve şiddetini artırıyor. Garip bir ironi olarak, küreselleşmenin yararlı yönlerini sınırlandırırken, maliyetli yönleriyle başa çıkamıyoruz. Trump'ın ikinci başkanlık döneminin ilk adımları arasında Washington’ın Paris İklim Anlaşması ve Dünya Sağlık Örgütü'nden (WHO) çekilmesi olacağı açık.

Peki, merhum Profesör Joseph Nye’ye göre küreselleşmenin geleceği ne olacak?

Nye, sözlerini insanlar hareket kabiliyetine sahip oldukları ve iletişim ve ulaşım teknolojileriyle donatıldıkları sürece uzun mesafeli bağlantıların bir gerçeklik olarak kalacağına dair felsefi bir bakış açısıyla sonlandırıyor. Sonuçta, ekonomik küreselleşme yüzyıllardır devam ediyor ve kökleri, Çin'in küresel altyapı yatırım programı olan Kuşak ve Yol Girişimi'nin sloganı olarak benimsediği İpek Yolu gibi eski ticaret yollarına kadar uzanıyor. Dünya savaşları ekonomik küreselleşmenin seyrini bozmuş, korumacı politikalar onu yavaşlatmış ve uluslararası kurumlar şu anda devam eden birçok değişime ayak uyduramamış olsa da teknolojiye sahip olduğumuz sürece, yararlı olmasa bile küreselleşme devam edecek.

Küresel politika teorisyeni olan eski Çek Cumhurbaşkanı Vaclav Klaus'un görüşleri Joseph Nye'nin görüşlerinden farklı mı?

Klaus, 16 Eylül'de Macaristan'ın başkenti Budapeşte'de düzenlenen jeopolitik zirvede dünya çapında milyonlarca, hatta milyarlarca insanın aklını meşgul eden ‘post-küresel’ boyutu ele aldı.

Klaus'un katıldığı seminer, Danube Enstitüsü ve Heritage Vakfı tarafından düzenlenmişti. Seminerde sorulan soru, hala küreselleşme çağında yaşadığımız ve bu çağın sona ermek üzere olduğu gibi oldukça tartışmalı bir varsayıma dayanıyordu.

Klaus’a göre bu yanlış bir düşünce, hatta tarihin yanlış yorumlanması.

Küreselleşmenin sonu hakkındaki görüşünde, ABD’nin nüfuzu ile küreselleşme kavramı arasındaki yukarıda bahsedilen bağlantıya atıfta bulunan Klaus, bu yüzden bu düşüncenin temelinde, ABD’nin hegemonyasını yavaş yavaş kaybeden ve yeni dünya düzenini kabul etmek istemeyen bir ülke olmasının yattığını söylüyor. Ancak bu değişim, tek kutuplu bir dünyadan çok kutuplu bir dünyaya doğru devam eden geçişin bir parçası.

Klaus, yazılarında asla ‘küreselleşme’ terimini kullanmaz. Ona göre küreselleşme, belirsiz bir kavramdır, gazetecilik terimidir, muğlaklıklarla doludur, çok yüzeyseldir ve ciddi tartışmaların temeli olarak işe yaramaz.

Belki de insan faaliyetlerini daha tarafsız bir şekilde uluslararasılaştırma fikrini tercih ediyordur. Çünkü dünya tarihinin siyasi, ekonomik ve sosyal düzenlemelere bağlı olarak değişen derecelerde açıklık ve yakınlaşma ile karakterize bir süreç olduğunu düşünerek, küresel sahneyi yakınlaşma ve açıklık dereceleri açısından ele almanın daha yararlı ve faydalı olacağına inanıyor.

Bu düzenlemeler, farklı özgürlük derecelerinin yanı sıra siyasi sistemin doğasının da bir sonucu. Bir toplum ve ekonomi ne kadar özgürse, o kadar açıktır ve bunun tersi de geçerlidir. Bundan dolayı Soğuk Savaş'ın sona ermesinden önce kullanılan terminolojiye geri dönülmesini öneriyor.

Peki, bir son var mı?

Elbette, küreselleşmenin sonunu ilan etmek, tarihin akışına aykırı olur. Zira bu, insan iletişimi açısından bir ‘insan diyalektiğidir’ ve geçmiş insan medeniyetleri tarafından binlerce yıldır biliniyor.

Ancak asıl yeni ve belki de en heyecan verici olan ise yapay zeka (AI) devrimi gerçekleştiğinde insanlığın geleceğindeki yansımaları olacak. Bu devrim, insanlığın başlangıcından beri deneyimlediklerinden tamamen farklı özelliklere, niteliklere ve kabiliyetlere sahip yeni bir dünya yaratacak.


Avustralya, çocukların sosyal medya platformlarına erişimini yasakladı

Albanese'nin 10 Aralık'ta Sidney'de çocuklarının sosyal medya kullanımından etkilenen ebeveynlerle yaptığı görüşmeden, (AFP)
Albanese'nin 10 Aralık'ta Sidney'de çocuklarının sosyal medya kullanımından etkilenen ebeveynlerle yaptığı görüşmeden, (AFP)
TT

Avustralya, çocukların sosyal medya platformlarına erişimini yasakladı

Albanese'nin 10 Aralık'ta Sidney'de çocuklarının sosyal medya kullanımından etkilenen ebeveynlerle yaptığı görüşmeden, (AFP)
Albanese'nin 10 Aralık'ta Sidney'de çocuklarının sosyal medya kullanımından etkilenen ebeveynlerle yaptığı görüşmeden, (AFP)

Avustralya dün dünyada bir ilk olarak, 16 yaşın altındaki çocukların sosyal medyaya erişimini yasaklayan bir kararı uygulamaya koydu.

Bu karar, Facebook, Instagram, YouTube, TikTok, Snapchat ve X gibi platformların 16 yaşın altındaki kullanıcılar için hesap açmasını yasaklıyor ve mevcut tüm hesapları kapatmalarını zorunlu kılıyor. Uyumluluğu sağlamak için "makul" önlemler alınmaması durumunda 32,9 milyon dolara kadar para cezası verilebilir.


Rusya, Zelenskiy'nin yeni seçimlerin yapılmasına yönelik kararını memnuniyetle karşıladı

Londra'daki "10 Downing Street"te Ukrayna Cumhurbaşkanı ile görüşmelerinin başlamasından önce "Avrupa Troikası" liderleri (AFP
Londra'daki "10 Downing Street"te Ukrayna Cumhurbaşkanı ile görüşmelerinin başlamasından önce "Avrupa Troikası" liderleri (AFP
TT

Rusya, Zelenskiy'nin yeni seçimlerin yapılmasına yönelik kararını memnuniyetle karşıladı

Londra'daki "10 Downing Street"te Ukrayna Cumhurbaşkanı ile görüşmelerinin başlamasından önce "Avrupa Troikası" liderleri (AFP
Londra'daki "10 Downing Street"te Ukrayna Cumhurbaşkanı ile görüşmelerinin başlamasından önce "Avrupa Troikası" liderleri (AFP

Kremlin, ABD Başkanı Donald Trump'ın bu yöndeki çağrısının ardından Ukrayna Devlet Başkanı Volodimir Zelenskiy'nin dün Ukrayna'da yeni seçimler yapılmasına onay vermesini memnuniyetle karşıladı. Rusya Devlet Başkanlığı sözcüsü Dmitry Peskov, bu gelişmeyi "yeni bir şey" olarak nitelendirdi.

Bu arada, ABD Başkanı dün İngiltere, Fransa ve Almanya liderleriyle yaptığı telefon görüşmesinde Ukrayna barış müzakerelerindeki son gelişmeleri ele aldı. 40 dakikalık görüşme, çatışmanın çözümünde "ilerleme kaydetmeye" odaklandı.