Milli Ümmet Partisi’nin liderlik koltuğu kimin olacak?

Sadık el-Mehdi
Sadık el-Mehdi
TT

Milli Ümmet Partisi’nin liderlik koltuğu kimin olacak?

Sadık el-Mehdi
Sadık el-Mehdi

Sudan Milli Ümmet Partisi Genel Başkanı Sadık el-Mehdi, bu yılın ortalarında geçiş hükümeti için siyasi kuluçka merkezi olan Özgürlük ve Değişim Bildirgesi Güçleri’nden (ÖDBG) çekilme kararı almıştı. El-Mehdi’nin bu kararı partisinin ÖDBG’nin yeniden yapılandırılması ve bir "ittifaktan" "cepheye" dönüştürülmesi talebine ÖDBG’nin yanıt vermemesinin ardından geldi. Yeni siyasi ittifakın çehresi, ittifaktan ayrılan bazı partilerin bir araya gelmesiyle belirginleşti. Güney Sudan'da halen müzakere halinde olan partiler ve bazı silahlı hareketler bulunuyor. Milli Ümmet Partisi’nin krizlerin kuşattığı geçiş hükümetinden ziyade seçimlere ümit bağladığının ise açık olduğu belirtiliyor.
Juba’da Sudan Barış Anlaşması’nın imzalanmasından sonra el-Mehdi yeni ittifakların kurulması konusuna yoğun bir şekilde eğilmiş durumda. Komünist Parti’nin ÖDBG’ye “ağır bir taş atması” Sudan'daki siyasi arena için yeni bir ayrım çizgisi dayatabilir. Görünen o ki el-Mehdi İttifakı; Komünist Parti, Sudanlı Profesyoneller Derneği ve Abdulaziz el-Helu liderliğindeki Sudan Halk Kurtuluş Hareketi-Kuzey'in (SPLM-N) yer aldığı sol bir ittifakın karşı tarafında olacak.
Geçiş hükümetinin kalıntıları için kıyasıya rekabet halinde olan Sudanlı güçler ve bu kesimlerin içerisinde yer alan iki oluşum arasında resmi bir bölünme gerçekleşmeden 2020 güneşinin batmayacağı açıktı. Ancak Sadık el-Mehdi’nin dün yeni tip koronavirüs (Kovid-19) nedeniyle yaşamını yitirmesi dengeleri değiştirecek.
Milli Ümmet Partisi her ne kadar Sudan siyasi arenasında sürekli rol oynuyor olsa da parti içerisinde siyasi çizgiyi, kararları ve politikaları istikrarlı kılacak örgütsel yapılar yok. Parti yöneticilerinden birçok isim, Sadık el-Mehdi'nin kişiliğinin, partinin politikalarını inşa etmede ve geçmişte yakın aile fertlerinin oynadığı rolün temellerinin sağlamlaştırılmasında çok önemli olduğunu vurguladı.
El-Mehdi demokratik fikirlere sahip olmasına rağmen partinin ve tabanın idaresinde evinin ve ailesinin rolünü güçlendirmek istiyordu. Sadık el-Mehdi, Cibuti’de Beşir rejimi zamanında Sudan hükümeti ile Ümmet Partisi arasında Nida Sudan Anlaşması’nı imzaladıktan sonra Hartum'a döndü ve 9'u en yakın aile fertlerinden olmak üzere 17 üyeli yeni bir liderlik ofisi kurdu. Nida Sudan Anlaşması, muhalefetteki Sudan Demokratik İttifakı ile Milli Ümmet Partisi’nin askeri eylemlerden elini çekmesini sağlamıştı.
Aynı dönemde liderlik ofisinin bir toplantısında, ofis tarafından gerçekleştirilen üç dış ziyaretin raporları ele alındı. İlki; el-Mehdi'nin bizzat katıldığı Kahire ziyareti, ikincisi; Sadık el-Mehdi'nin kızı Meryem es-Sadık el-Mehdi'nin Kampala ziyareti, üçüncüsü de el-Mehdi'nin eşi Sare el-Mehdi'nin Beyrut ziyaretiydi. Söz konusu ziyaretler, liderlik ofisinden bir üyenin partinin temsilinin ailenin tekeline alındığına yönelik itirazına neden oldu. El-Mehdi ailesinin parti ile ilişkisi liderlik ofisindeki başlıca anlaşmazlık maddelerinden biri olmayı sürdürdü. Nihayetinde partinin içerisinde farklı ittifaklar gerçekleşti. Ardından Ümmet Partisi’nden beş ayrı parti çıkmış oldu. Bu partiler aynı şekilde Ümmet Partisi olarak adlandırılmış ancak ayırt edilebilmek için ilave isimler kullanmışlardır.
El-Mehdi, sürekli muhatap olduğu “ailesinin parti içerisindeki rolü” ile ilgili soruya şu cevabı vermişti:
“Yetenekleri, nitelikleri ve mücadeleleri bu liderlik rolüne layık olduklarını gösteriyor. Ailemin hiçbir ferdine siyasi çalışma yapma zorunluluğunu dayatmadım. Aksine kendileri gönüllü olarak görev almak istediler.”
1986-1989 yılları arasında, partisinin iktidarda olduğu ve 1990'larda muhalefette olduğu iki ayrı dönemde el-Mehdi’nin yakınlarında yakın arkadaşı Dr. Ömer Nur ed-Daim ve kuzeni Mübarek Fadıl el-Mehdi dışında hiç kimse yoktu. Daha sonra kızları, oğulları ve hatta kayınpederi de dahil olmak üzere aile fertlerinin çoğunluğunu partide en üst düzey liderlik pozisyonunda siyasi çalışmalara katıldılar. Bu durum, partinin liderlik pozisyonunun yelpazesini küçültmüş oldu.
Sadık el-Mehdi'nin ölümüyle birlikte eski ve sürekli yenilenen bir soru tekrar gündeme geldi:
“Partinin kaderini El-Mehdi'nin ailesi mi belirleyecek yoksa parti mi el-Mehdi'nin ailesinin kaderini belirleyecek?”
Ufukta, El-Mehdi ailesinin dışında partinin liderliğini üstelenecek tek bir beliriyor: Milli Ümmet Partisi Genel Başkan Yardımcısı ve eski Savunma Bakanı emekli Tümgeneral Fadlallah Barmah Nasır. Kendisi askeri ve siyasi çalışmalardaki uzun deneyimine rağmen sakinliği ve görgü kurallarına riayet etmesiyle tanınan bir isimdir. Ancak el-Mehdi'nin vefat etmesiyle boşalan koltuğa oturup partiye liderlik edebilmek için ne parti teşkilatlarından ne de tabandan yeteri kadar desteğe sahip değil.
Diğer yandan el-Mehdi'nin aile fertleri arasında parti liderliği yapabilecek birden fazla seçenek bulunuyor. Bu seçenekler parti yönetimiyle tabanı arasındaki kombinasyonun devamını sağlayabilecek nitelikte. Ensar olarak bilinen el-Mehdi taraftarları parti için en güçlü popüler merkezi oluşturuyor. Sadık el-Mehdi'nin yerine aday gösterilen ilk isim, 11 Nisan 2019 Perşembe sabahı iktidardan devrildiği son anına kadar kendisinin yanında olan oğlu Emekli Tümgeneral Abdurrahman es-Sadık el-Mehdi'dir.
İkinci aday da "Milli Ümmet Partisi Genel Başkan Yardımcısı" kartına da sahip olan Dr. Meryem es-Sadık el-Mehdi. Kendisi, Sudan içerisinde ve dışında parti tarafından gerçekleştirilen faaliyetlerin çoğunda parti temsilcisi olarak görev almıştır. Eyleme geçtiğinde ve politik durgunluğu sırasında benimsediği tutum açısından bakıldığında babasına en fazla benzeyen isim olarak görünüyor.
Meryem, deneyim ve siyasi tecrübe açısından diğer adaylara karşı üstünlük sağlamış olsa da geleneksel kodlara sahip parti tabanının kadınların erkeklere liderlik yapmasına sıcak bakılmadığı gerçeğiyle karşı karşıya. Özellikle de partinin gelenekçi tabanının yoğun olarak yaşadığı bölgelerde bu duruma karşı itiraz sesleri yükseltilebilir.
Üçüncü aday; Mühendis Sıddık es-Sadık el-Mehdi. Sakin tabiatlı biri olmasının yanı sıra politik ve sosyal ilişkilerinde temkinli.
Yaş erozyonu ve modern kuşakların değişmesi ve partinin kitlelere dayanan toplumsal temellerinin zayıflaması sebebiyle bu kitleden geriye kalanların sadakatini ve duygularını feda etmek parti için çok maliyetli bir mesele gibi görünüyor. Bu durum, Meryem'in geçici de olsa başkanlık koltuğuna geçme şansını zayıflatır. Bu denklem Emekli Tümgeneral Abdurrahman es-Sadık el-Mehdi'ye babasının halefi olması ve onunla benzer arzuları gerçekleştirmesi doğrultusunda daha büyük fırsatlar veriyor. Ancak her ne kadar parti tabanı ve orta düzeydeki bazı yöneticiler için kabul görebilecek biri olsa da eski rejim kadrolarında görev yapması nedeniyle acil bir "siyasi aklanma" sürecine ihtiyaç duyuyor.
Her halükarda, partinin karşı karşıya olduğu ana ve gerçek ikilem; partinin geleceğine liderlik edilmesi konusunda el-Mehdi'nin aile fertleri üzerinden yenilenen eski bir bölünme sorunu olarak karşımızda duruyor.
Bu bölünme, Milli Ümmet Partisi’nin dışından dördüncü bir adaya nadir bir fırsat sağlayabilir. Değişken politikaları sebebiyle en tartışmalı Sudanlı politikacılardan biri olarak kabul edilen Sadık el-Mehdi'nin kuzeni Mübarek El-Mehdi, parti liderliği için dördüncü bir aday olabilir. 2001 yılında Sadık el-Mehdi'den ayrılmış ve aralarında şiddetli bir düşmanlık baş göstermiştir. Ancak birkaç ay önce ikili arasındaki husumeti sonlandıracak ve Mübarek’i aileye ve partiye geri döndürebilecek tarihi bir uzlaşıya yaklaşıldı. ÖDBG’den ayrılma kararının ardından Milli Ümmet Partisi tarafından kurulacak olan yeni ittifakın mutfağına giren Mübarek el-Mehdi, ailenin partide oynayacağı rol sebebiyle baş göstermesi beklenen olası çatışmaya uygun bir panzehir olabilir. Mübarek, ailesiyle ilgili psikolojik engelleri aşabilecek, geleneksel kodlara sahip ve halk tabanı için de makbul bir politikacıdır.
Sadık el-Mehdi; Milli Ümmet Partisi, kurulması beklenen siyasi ittifak ve en önemli kurucularından biri olduğu geçiş hükümeti için büyük öneme sahip bir tarihi dönemeçte vefat etti.



Halep'te meydana gelen silahlı saldırıda Suriye "Savunma Güçleri" mensubu bir kişi öldürüldü

Geçtiğimiz hafta SDG'nin gerilimi azaltma konusunda anlaşmasının ardından Halep'te yürüyen insanlar, (Reuters).
Geçtiğimiz hafta SDG'nin gerilimi azaltma konusunda anlaşmasının ardından Halep'te yürüyen insanlar, (Reuters).
TT

Halep'te meydana gelen silahlı saldırıda Suriye "Savunma Güçleri" mensubu bir kişi öldürüldü

Geçtiğimiz hafta SDG'nin gerilimi azaltma konusunda anlaşmasının ardından Halep'te yürüyen insanlar, (Reuters).
Geçtiğimiz hafta SDG'nin gerilimi azaltma konusunda anlaşmasının ardından Halep'te yürüyen insanlar, (Reuters).

Suriye devlet televizyonu bugün, Halep'te kimliği belirsiz kişiler tarafından düzenlenen silahlı saldırıda Savunma Bakanlığı mensubunun öldürüldüğünü bildirdi.

Bu olay, Suriye Demokratik Güçleri'nin (SDG) Halep'in Şeyh Maksud ve Eşrefiye mahalleleri yakınlarındaki bir İçişleri Bakanlığı kontrol noktasına düzenlediği saldırıda Suriye İç Güvenlik Güçleri mensubunun yaralanmasından bir gün sonra gerçekleşti.

Halep vilayetindeki iç güvenlikten sorumlu Albay Muhammed Abdülgani, SDG tarafından anlaşmaların yeni bir ihlalinin gerçekleştiğini duyurdu. Şarku’l Avsat’ın Suriye TV internet sitesinden aktardığına göre saldırının Şeyh Maksud ve Eşrefiye bölgelerinde sivil hareketini düzenleme görevini yerine getiren kontrol noktası personelinin bulunduğu sırada meydana geldiğini ve personelden birinin yaralandığını vurguladı.

Abdulgani, ateşin kaynaklarının onaylanmış askeri kurallara göre etkisiz hale getirildiğini, yaralıya ilk yardım yapıldığını ve tedavi için hastaneye sevk edildiğini belirtti.

İç güvenlik başkanı, iki mahalledeki SDG güçlerine uyarıda bulunarak, ateşkesi ihlal etmeye ve güvenlik kontrol noktalarına saldırılarını sürdürmeleri durumunda "gerekli önlemlerle karşılanacaklarını" vurguladı ve bu ihlallerden kaynaklanacak herhangi bir gerilim veya sonuçtan tamamen sorumlu olduklarını belirtti.

Abdulgani, Suriye devletinin, ildeki güvenliği sağlama sorumlulukları çerçevesinde, sükuneti koruma ve sivilleri koruma çabalarına devam ettiğini teyit etti.


ABD'nin Ortadoğu'daki politikasını çeyrek yüzyıl boyunca böyle takip ettim

Andre Kojokara
Andre Kojokara
TT

ABD'nin Ortadoğu'daki politikasını çeyrek yüzyıl boyunca böyle takip ettim

Andre Kojokara
Andre Kojokara

Robert Ford

2000 yılında, Bill Clinton'ın başkanlığının ikinci dönemi sona eriyordu ve İsrail Başbakanı Ehud Barak ile Filistin Ulusal Otoritesi Başkanı Yaser Arafat arasında nihai bir anlaşma sağlamak için hummalı bir şekilde çalışıyordu. Clinton ekibi önceki yönetimler gibi, iki devletli çözümün İsrail ile Arap devletleri arasında kapsamlı bir anlaşmanın önünü açacağına ve bölgede kalıcı istikrarı sağlayacağına inanıyordu. Son Camp David zirvelerinde Clinton, haritalar ve sınırlarla ilgili ayrıntılara bizzat daldı, Kudüs'teki belirli mahalleleri ve sokakları inceledi, Barak ve Arafat arasında nihai bir anlaşma sağlamaya çalıştı. Daha sonra Clinton, başarısızlığın sorumluluğunu Arafat'a yükledi, ancak yardımcısı Robert Malley'nin yeni bir kitabı bu değerlendirmeyi sorguluyor.

Bill Clinton iki devletli çözüm için çabalıyor

Clinton, iki devletli çözüm için çabalarken aynı zamanda Saddam Hüseyin'e Irak'ın kitle imha silahları programına ilişkin BM soruşturmalarıyla iş birliği yapması için baskı yapıyordu. Birkaç füze saldırısı düzenledi ancak bölgeye yönelik herhangi bir ABD kara müdahalesinden kaçındı. Selefi Başkan baba George Bush gibi, Clinton da bir rejim değişikliğine veya Irak'ın iç siyasetine müdahale etmeye istekli değildi. Bunun yerine, Bağdat'ın iş birliği yapmasını sağlamak için füze saldırıları ve sert yaptırımları tercih etti. Dışişleri Bakanı Madeleine Albright, Iraklı siviller, özellikle de çocuklar üzerindeki yıkıcı etkisine rağmen, Irak'a uygulanan yaptırımları savundu.

11 Eylül 2001 saldırılarının ardından Başkan oğul George Bush, Afganistan ve Irak'a karşı tam ölçekli bir işgal harekatı başlattı. İki devletli çözüm çalışmaları, terörle savaş lehine süresiz olarak ertelendi

Bu arada, Clinton ve Dışişleri Bakanı Madeleine Albright, İran'a karşı uzun süredir devam eden Amerikan düşmanlığını sürdürdüler. Bu düşmanlık, İran'ın Hizbullah ve Filistinli muhalif fraksiyonlara verdiği destek ile Tahran'ın kitle imha silahları programlarına olan ilgisine dair endişelerden kaynaklanıyordu. Bu nedenle Clinton, 1995 yılında İran ile Amerikan petrol şirketi Conoco arasında imzalanması planlanan 1 milyar dolarlık anlaşmayı engelledi; dönemin İran Cumhurbaşkanı Haşimi Rafsancani bu anlaşmanın ikili ilişkileri geliştireceğini umuyordu. Bunun yerine, Clinton yönetimi hem Irak hem de İran'a karşı “çift yönlü çevreleme” politikası kapsamında İran'a yönelik yaptırımları sıkılaştırdı.

ABD Başkanı Bill Clinton, Camp David'de İsrail Başbakanı Ehud Barak ve Filistin Devlet Başkanı Yaser Arafat arasındaki barış görüşmelerinde arabuluculuk yapıyor, 11 Temmuz 2000 (Reuters)ABD Başkanı Bill Clinton, Camp David'de İsrail Başbakanı Ehud Barak ve Filistin Devlet Başkanı Yaser Arafat arasındaki barış görüşmelerinde arabuluculuk yapıyor, 11 Temmuz 2000 (Reuters)

Clinton, bölge ülkelerinde siyasi reformu desteklemekle ilgilenmiyordu. Nitekim 1994-1997 yılları arasında Cezayir'deki ABD Büyükelçiliği'nde çalışırken, teröristlerin ve güvenlik güçlerinin katliamlar işlediği dehşetli iç savaşın ortasında, Washington'daki hiçbir üst düzey yetkili Cezayirli yetkililerle temaslarında hükümetin suistimalleri konusunu gündeme getirmedi. Aynı durum Saddam Hüseyin'in Irakı gibi baskıcı rejimler için de geçerliydi. Daha sonra, ABD Başkan Yardımcısı Al Gore ile Mısır Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek arasındaki özel ikili girişimi yöneten Amerikan ekibinin bir parçası olduğumda da ABD’nin odak noktası insan hakları değil, Mısır ekonomisinin liberalleştirilmesiydi. Washington'daki hakim görüş, bölgede kapsamlı bir barışın, sivil ve insan haklarına saygıdan ziyade ekonomik büyümeye bağlı olduğu ve bunun istenen istikrarı sağlayacağı yönündeydi.

11 Eylül her şeyi değiştiriyor

11 Eylül 2001'de yaklaşık 3 bin kişinin ölümüne yol açan terör saldırılarından sonra, Başkan George W. Bush Afganistan ve Irak'a karşı tam ölçekli bir işgal harekatı başlattı. İki devletli çözüm çalışmaları, terörle savaş lehine süresiz olarak ertelendi. Beyaz Saray'ın Saddam Hüseyin'in el-Kaide ile ilişkisine dair güçlü bir kanıtı olmamasına rağmen, Saddam'ın bir gün el-Kaide ile iş birliği yapabileceği gerekçesiyle işgali haklı çıkarması dikkat çekicidir. Ortadoğu konusunda uzman iki kıdemli Amerikalı diplomat, William Burns ve Ryan Crocker, Dışişleri Bakanı Colin Powell'ı Irak'ı işgal etmenin tehlikeleri konusunda ikna etmeyi başardılar, ancak Powell Bush'u ikna edemedi. Bush'un Amerikan askeri üstünlüğü sayesinde Irak ve Afganistan'da beklediği hızlı zafer ise bir yanılsamaydı.

Arap Baharı'nın başlangıcında Obama, askeri müdahalede bulunma niyeti olmamasına rağmen, Oval Ofis'ten gösterileri alenen güçlü bir şekilde destekledi

Daha geniş bir bölgesel ölçekte, Bush yönetimi, baskıcı ve yolsuz hükümetlere karşı Arap sokaklarına hakim olan hayal kırıklığını terörün kaynağı olarak görüyordu. Clinton yönetiminin yaklaşımından önemli bir sapmayla Bush yönetimi, uzun süredir müttefik olanlar da dahil olmak üzere birçok hükümet üzerinde siyasi baskıyı yoğunlaştırdı. 2005 yılında, Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice, Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek'in Kahire'de bir insan hakları konferansına ev sahipliği yapmayı reddetmesi ve siyasi muhalif Eyman Nur'u tutuklamasının ardından Mısır ziyaretini iptal etti. 2002 yılında Beyaz Saray, Dışişleri Bakanlığı Ortadoğu ve Kuzey Afrika Bürosu bünyesinde Ortadoğu Ortaklık Girişimi'ni başlattı ve bölgede insan haklarını teşvik etme amacıyla başına Cumhuriyetçi Parti’ye sadık bir kişiyi atadı.

 ABD 2. Tabur askerleri, Bağdat'ta devriye gezmeden önce üstlerinden direktif alıyor, 14 Ağustos 2007 (Reuters)ABD 2. Tabur askerleri, Bağdat'ta devriye gezmeden önce üstlerinden direktif alıyor, 14 Ağustos 2007 (Reuters)

2006 yılında büyükelçi olarak Cezayir'e döndüğümde, Washington ilk görevimden farklı olarak, Cezayirli yetkililerle temaslarında insan hakları ve sivil özgürlükler konularını gündeme getirmeye hazırdı. Bu girişim ayrıca, bağımsız gazeteler gibi Cezayir sivil toplum üyelerine işletme yönetimi ve örgütlenme konusunda eğitim verilmesini de sağladı. Ardından, 2008'de Bağdat'taki ABD Büyükelçiliğine döndüğümde, Irak'ta insan haklarını ve sivil toplumu teşvik etmeye yönelik yıllık bütçemiz 70 milyon dolara ulaşmıştı ve bu şaşırtıcı bir rakamdı. Ama ne yazık ki, bu paranın büyük bir kısmı bu konuda asla ciddi olmayan gruplara harcandı.

Obama, Bush'un politikasını değiştirdi

Barack Obama, Beyaz Saray’a girdiğinde Ortadoğu'daki savaşları sona erdirmeye kararlıydı. Bölgenin, ABD'nin yeniden şekillendiremeyeceği bölünmüş toplumlardan ibaret olduğu inancıyla hareket etti. Selefi Demokrat Başkan Bill Clinton'ın aksine, Obama İsrail-Filistin çatışmasını çözmekle pek ilgilenmedi. 2013 yılında ikinci Dışişleri Bakanı John Kerry'nin başlattığı girişime hiçbir destek sunmadı.

 Eski ABD Başkanı Barack Obama, Florida, 26 Haziran 2012 (Reuters) ABD Eski Başkanı Barack Obama, Florida, 26 Haziran 2012 (Reuters)

Buna karşılık, Obama ve ilk Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, bölgedeki zayıf yönetimi doğrudan istikrarsızlıkla ilişkilendirdiler. 12 Ocak 2011'de Clinton, Tunus Cumhurbaşkanı Zeynel Abidin Bin Ali'nin ülkeyi terk etmesinden bir gün sonra ve Mısır ordusunun Kahire’deki ayaklanma sırasında Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek'i devirmesinden bir ay önce, Doha'da hükümet yolsuzluğunu ve baskısını eleştiren sert bir konuşma yaptı. Arap Baharı'nın başlangıcında Obama, askeri müdahalede bulunma niyeti olmamasına rağmen, Oval Ofis'ten gösterileri alenen güçlü bir şekilde destekledi. Yıllar sonra, Oval Ofis'te onunla, bir ABD başkanının askeri müdahale niyeti olmamasına rağmen bir liderin istifa etmesini kamuoyu önünde talep etmesinin ne kadar akıllıca olduğu konusunu tartışmış, istifası istenen liderin böyle bir talebi görmezden gelmesinin başkanı nasıl zayıf göstereceğini ve iç muhalefete sahte bir umut vereceğini söylemiştim. Ancak Obama, bir ABD başkanının müdahale sözü vermeden insan haklarına saygı gösterilmesini kamuoyu önünde talep etmesi gerektiğinde ısrar etti. Ocak 2011'de Mübarek'ten istifa etmesini istemişti, ancak onu deviren Washington değil, Mısır sokağı ve Mısır ordusuydu.

Trump, küçük ABD özel operasyon güçlerine güvenmeyi tercih ediyor, ancak Ortadoğu'da başka bir büyük ölçekli kara savaşına girmekten kaçınıyor

Arap Baharı Libya'ya uzandığında, Obama Mart 2011'de Muammer Kaddafi'ye karşı uluslararası müdahaleyi destekleyen bir lojistik ve istihbari rol oynamayı isteksizce kabul etti. Obama yönetimi yetkililerinden biri, ABD'nin Avrupalıları ve Arap müttefiklerini perde arkasından yönlendirdiğini söyledi. Hillary Clinton da 2012'de bana, askeri uzmanların Libya ordusunun birkaç hafta içinde çökeceğini tahmin ettiğini, ancak Kaddafi'nin isyancılar tarafından öldürülmesine kadar yedi ay süren bir mücadele yaşandığını söylemişti. Libya’da durumun yanlış yorumlanması, Irak Savaşı'nın anıları ve Beşşar Esed'e karşı herhangi bir müdahaleye yönelik iç siyasi desteğin yokluğu, Obama'yı 2013'te Esed'in kimyasal silah kullanımına karşı çizdiği kırmızı çizgiyi savunmaktan kaçınmaya yöneltti.

Sınırın İsrail tarafından görüldüğü gibi, Kuzey Gazze üzerinde gün batımı, 28 Temmuz 2025 (Reuters)Sınırın İsrail tarafından görüldüğü gibi, Kuzey Gazze üzerinde gün batımı, 28 Temmuz 2025 (Reuters)

Obama, sadece DEAŞ’a karşı güçlü bir şekilde müdahale etme konusunda istekli görünüyordu. Ancak yanlış yönlendirilmiş bir Amerikan politikasının örgüte ilk aşamalarında yardımcı olduğunu hatırlamakta fayda var. Başkan Yardımcısı Joe Biden, 2010 seçimlerinden sonra Washington'un Irak Başbakanı Nuri el-Maliki'yi yeni bir dönem için güçlü bir şekilde desteklemesi gerektiğine karar verdi, çünkü Biden ve danışmanları, yalnızca Maliki'nin hızlı bir şekilde hükümeti kurabileceğine, istikrarı sağlayabileceğine ve Irak'taki Amerikan güçlerinin geleceği hakkında Washington ile müzakerelere olanak tanıyabileceğine inanıyordu. Ancak Maliki'nin Irak'taki Sünni topluluklara yönelik yenilenen baskısı, DEAŞ'ın üye kazanmasına ve 2013 ve 2014 yılları arasında batı Irak ve doğu Suriye'yi ele geçirmesine yardımcı oldu. 2014 ve 2016 yılları arasındaki Paris ve Brüksel saldırıları, Washington ve Avrupa başkentlerinde endişeyi artırdı. Libya'nın aksine, Obama, DEAŞ'a karşı uluslararası bir koalisyonu ön saflardan yönetmeye hazırdı.

Clinton'ın Doha konuşmasından ve Washington'un Libya'daki “arka plandan liderlik etme” yaklaşımından dört yıl sonra, Obama otoriter rejimlerle iş birliğine daha meyilli hale geldi ve Washington'dan gelen ciddi reform talepleri sona erdi. Yine de Obama, bu savaşta büyük kara birliklerini kullanma konusunda tereddüt ediyordu. Bu sebeple bu birlikler yerine, Amerikalılar Suriye'de Kürt liderliğinde kurulan bir milis gücüne ve Irak'taki Şii milislerle dolaylı koordinasyona güvendiler. Bu iş birliği, her iki ülkede de daha sonraki siyasi ve güvenlik sorunlarının doğrudan sebebi oldu.

Trump'ın politikası, Clinton'ın yaklaşımını yeniden şekillendiriyor

Trump, küçük ABD özel operasyon güçlerine güvenmeyi tercih ediyor, ancak Ortadoğu'da başka bir büyük ölçekli kara savaşına girmekten kaçınıyor. Bu konuda Clinton, Obama ve Biden'a benziyor. Haziran ayında İran nükleer hedeflerine yönelik saldırıları güçlü ve hızlıydı ve hemen ardından müzakerelere geri dönmeye hazır olduğunu açıkladı. Trump, askeri güç dengesi zayıf bir devlet aleyhine olduğunda, anlaşmayı güvence altına almak için önemli tavizler vermek zorunda kalacağına inanıyor. Bu algı, Ukrayna'nın yanı sıra nükleer mesele konusunda İran için de geçerli. Ancak Trump'ın kavrayamadığı şey, daha zayıf tarafın dış destek arayışıyla veya rakiplerinin zayıflaması umuduyla beklemeyi tercih edebileceğidir. İran rejimi devrilmedikçe, Trump ne İran ile nükleer bir anlaşma imzalayacak ne de çok istediği Nobel Ödülü'nü kazanacaktır.

Trump yönetimi altında Washington, İsrail ve Filistinliler arasında bir barış anlaşmasına varma çabalarına yeniden başladı, ancak bu çabalar Gazze ile sınırlı kaldı. İki devletli çözüme inandığına dair hiçbir işaret yok

Aynı zamanda Trump, özellikle Körfez ülkeleri başta olmak üzere, bölgedeki ülkelerle ticaret anlaşmaları yapmaya büyük bir gayret gösteriyor. Kendi girişimleri ve ortak ticari çıkarlar vizyonu, kalkınmaya odaklanan Gore-Mübarek Girişimi gibi ekonomik programların yerini aldı.

Ticari kazançlara odaklanma, küresel ölçekte insan haklarına yönelik sözlü desteği bile bir kenara itti. 2019'da Trump, Mısır Cumhurbaşkanı Abdulfettah es-Sisi'yi en sevdiği cumhurbaşkanı olarak tanımladı ki bu, ne George Bush, ne Obama, ne de Biden'ın yapacağı bir açıklama değildi.

Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Selman ve ABD Başkanı Donald Trump, Washington'da düzenlenen ABD-Suudi Yatırım Forumu'nda katılımcılarla birlikte fotoğraf çektiriyor, 19 Kasım 2025 (Reuters)Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Selman ve ABD Başkanı Donald Trump, Washington'da düzenlenen ABD-Suudi Yatırım Forumu'nda katılımcılarla birlikte fotoğraf çektiriyor, 19 Kasım 2025 (Reuters)

Geçen yıl Riyad'da düzenlenen bir konferansta Trump, bölgedeki ilerlemenin arkasında Batı müdahalesi, devlet kurucular veya Amerikalı neo-muhafazakarlar değil, bölge halkları olduğunu söyledi.

Trump yönetimi altında Washington, İsrail ve Filistinliler arasında bir barış anlaşmasına varma çabalarına yeniden başladı, ancak bu çabalar Gazze ile sınırlı kaldı. İki devletli çözüme inandığına dair hiçbir işaret yok. Bunun yerine, Gazze'de ateşkesin, dış denetim altında bir Filistin yönetimine doğru atılan küçük adımların ve oradaki yabancı ticari kalkınmanın Arap devletlerini İbrahim Anlaşmalarına katılmaya ve İsrail ile ilişkilerini normalleştirmeye ikna edeceğini umuyor. Şarku'l Avsat'ın al Majalla'dan aktardığı analize göre Trump, diğer Arap devletlerinin, özellikle Körfez'dekilerin, hızla Suudi Arabistan'ın izinden gideceğini ve böylece kendisine Nobel Ödülü kazandıracağını varsayarak yanlış düşünüyor. Zira on yıllardır devam eden Amerikan mali ve askeri desteğinden sonra, İsrail bölgedeki baskın askeri güç haline geldi ve 1979'da olduğu gibi kendisini barış karşılığında toprak vermeye teşvik edecek hiçbir şey olmadığını düşünüyor. Keza bazı Arap devletlerinin İsrail'in askeri tehditlerinden İran'dan korktukları kadar korktuğunu gösteren işaretler var. Yine de Trump ve ekibi, Arap devletlerinin İsrail ile normalleşme karşılığında toprak tavizlerini kabul edeceğine inanıyor. Bu, iyi düşünülmüş bir analiz değil, sadece bir umuttur.

*Bu analiz Şarku’l Avsat tarafından Londra merkezli al Majalla dergisinden çevrilmiştir.


Libya Genelkurmay Başkanı’nın ölümünün sonuçları ve bunun askeri kurum üzerindeki etkisi

Libya Genelkurmay Başkanı Orgeneral Muhammed el-Haddad, el-Hums askeri kışlasında yeni subayların mezuniyet töreninde (Reuters)
Libya Genelkurmay Başkanı Orgeneral Muhammed el-Haddad, el-Hums askeri kışlasında yeni subayların mezuniyet töreninde (Reuters)
TT

Libya Genelkurmay Başkanı’nın ölümünün sonuçları ve bunun askeri kurum üzerindeki etkisi

Libya Genelkurmay Başkanı Orgeneral Muhammed el-Haddad, el-Hums askeri kışlasında yeni subayların mezuniyet töreninde (Reuters)
Libya Genelkurmay Başkanı Orgeneral Muhammed el-Haddad, el-Hums askeri kışlasında yeni subayların mezuniyet töreninde (Reuters)

Siyasi analist Ferec Firkaş, Libya Genelkurmay Başkanı Orgeneral Muhammed el-Haddad’ın ve 5+5 Ortak Askeri Komitesi üyesi Fituri Gribel’in ani ölümüyle birlikte yaşanan kaybın, Batı Libya’daki askeri kurum için büyük bir darbe niteliğinde olduğunu belirtti. Firkaş, el-Haddad’ın ‘sıradan bir komutan değil, askeri kurumun birleştirilmesi çabalarında merkezi bir rol oynamış, Trablus ve çevresindeki yerel çatışmaları yatıştırmış ve Türkiye, İtalya ve ABD Afrika Komutanlığı (AFRICOM) gibi uluslararası ortaklarla dengeli askeri ilişkiler kurmuş bir lider’ olduğunu vurguladı.

 Libya Genelkurmay Başkanı Orgeneral Muhammed el-Haddad ve beraberindekileri taşıyan uçağın düştüğü bölgeye giden Libya heyeti (AFP)Libya Genelkurmay Başkanı Orgeneral Muhammed el-Haddad ve beraberindekileri taşıyan uçağın düştüğü bölgeye giden Libya heyeti (AFP)

El-Haddad ve Gribel, özel bir uçağın düşmesi sonucu, Askeri Üretim Dairesi Başkanı ve Genelkurmay Başkanı danışmanıyla birlikte hayatını kaybetti. Uçak, salı akşamı Ankara’ya yapılan resmi bir ziyaretten dönüşte düşmüştü.

El-Haddad ‘dengeleyici bir faktör’

Alman haber ajansı DPA’ya konuşan Firkaş, el-Haddad’ın değerini, ‘ülkenin doğusu ile batısı arasında bir denge unsuru, bir köprü ve silahlı birlikleri entegre ederek askeri bölünmeyi sona erdirmeyi hedefleyen kurumsal bir vizyona sahip lider’ olarak tanımladığı için yüksek gördüğünü belirtti. Firkaş’a göre el-Haddad’ın ani kaybı, Batı Libya’daki koordinasyonu zorlayabilir ve yerel-bölgesel bağlılıklar üzerinden süregelen rekabeti yeniden canlandırabilir. Özellikle geniş kabul gören ve bütünleştirici bir vizyona sahip kalıcı bir halef seçilmemesi durumunda, ordunun birleşme süreci yavaşlayabilir ve askeri dengeler, göreceli iyileşme ve kurumsal reform başlangıçlarının gözlendiği bir dönemde daha kırılgan hale gelebilir. Firkaş, el-Haddad’ın deneyimli liderliğinin kısa sürede telafisinin zor olduğunu vurguladı.

Libya Genelkurmay Başkanı Orgeneral Muhammed el-Haddad, başkent Trablus'ta düzenlenen mezuniyet töreninde yeni mezun olan subaylara hitap ediyor. (AFP)Libya Genelkurmay Başkanı Orgeneral Muhammed el-Haddad, başkent Trablus'ta düzenlenen mezuniyet töreninde yeni mezun olan subaylara hitap ediyor. (AFP)

Acil bir adım olarak, Libya Başkanlık Konseyi, Genelkurmay Başkanlığı görevine Selahaddin en-Nemruş’u atadı. Bu bağlamda Firkaş, Nemruş’un görevlendirilmesini ‘geçici bir önlem’ olarak nitelendirse de, Batı Libya’daki askeri aktörler ve Trablus hükümetine bağlı Savunma Bakanlığı ile istişare sonrası bu kararın kalıcı hâle gelebileceğini belirtti.

49 yaşındaki Nemruş, Batı Askeri Bölgesi Komutanlığı görevini yürütüyor. Nemruş, Fayiz es-Serrac hükümetinin son döneminde Savunma Bakanlığı görevinde bulunmuştu.

Firkaş, Nemruş’un askeri tecrübeye sahip olduğunu ve özellikle askerî açıdan etkili olan Zaviye’de destekçileri bulunduğunu vurguladı. Şehir şu anda Dibeybe hükümetinin devamı ya da sona erdirilmesi konusunda bölünmüş durumda. Firkaş, Nemruş’un varlığının, yetkilendirilirse Dibeybe’yi güçlendirebileceğini ancak bunun Başkanlık Konseyi ve Savunma Bakanlığı’nın Libya’nın tamamını temsil edecek bir ordunun birleştirilmesi stratejisine bağlı olduğunu, bunun da Doğu Libya’da Libya Ulusal Ordusu (LUO) Genel Komutanlığı yapısıyla müzakereleri gerektirdiğini ifade etti. Firkaş, Nemruş’un bu konuya yaklaşımının kritik olduğuna dikkat çekti.

Siyasi bölünmeyle birlikte Libya’daki askeri kurum da parçalanmış durumda. Bu nedenle ülkede doğu ve güney bölgeleri için ayrı birer Genelkurmay Başkanı bulunuyor. Uçak kazası ve el-Haddad ile beraberindekilerin geri dönmediği son Ankara ziyareti bağlamında, Devlet Yüksek Konseyi (DYK) Savunma ve Ulusal Güvenlik Komitesi Üyesi Adil Abdulkafi, ziyaretin amacını şöyle açıkladı: “Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin (TBMM) ortak mutabakat muhtırasının uzatılmasını onaylamasının ardından, askeri kanadı temsil eden kişinin Türkiye’ye giderek askeri boyuta ilişkin maddeleri imzalaması ve eğitim ile teknik askeri tedarik konularını sonuçlandırması gerekiyordu.”

2019’dan bu yana Türkiye’nin Batı Libya ile ilişkisi güçlenmiş, bu süreç Hafter’in Trablus’a girmeye çalıştığı savaşla çakışmıştı. Türkiye, bu girişimi engelleyerek savaşın sona ermesine yardımcı olmuş ve Libya tarafıyla imzalanan ortak mutabakat zaptı sayesinde askeri iş birliğinin yanı sıra zengin deniz sınırları ile gaz haklarını da belirlemişti.

Abdulkafi, DPA’ya yaptığı açıklamada, Türkiye’nin rolünün ‘bölgede dengeyi sağladığını ve Rus etkisine karşı ABD’nin onayıyla gerçekleştiğini’ belirtti. Uçak kazasına ilişkin olası şüpheler ve bunun Libya-Türkiye ilişkilerinin geleceği ile bağlantısı hakkındaki tartışmalar üzerine Abdulkafi, “Hiç kimse iki ülke arasındaki ilişkiye ve ortak mutabakat zaptına müdahale edemez” dedi.

 Türk güvenlik güçleri, Libya Genelkurmay Başkanı Orgeneral Muhammed el-Haddad ve heyetini taşıyan uçağın düştüğü bölgeyi kordon altına aldı. (AFP)Türk güvenlik güçleri, Libya Genelkurmay Başkanı Orgeneral Muhammed el-Haddad ve heyetini taşıyan uçağın düştüğü bölgeyi kordon altına aldı. (AFP)

Abdulkafi sözlerini şöyle sürdürdü: “Türkiye, Akdeniz ve Afrika’da nüfuz alanını genişleterek kendi çıkarlarını sağladı. Ayrıca son dönemde Doğu Libya kanadıyla iletişim kurmayı da başardı. Ancak Batı Libya’da, bölgesel müdahaleler hâlâ etkili olduğu için hiç kimse mutabakat zaptını sonlandıramaz; bu durum Rus müdahalesi ve Yunanistan’ın Libya’nın Akdeniz’deki payına yönelik tehditleriyle birlikte ekonomik zorluklarla da destekleniyor.”

Komplo teorisi

Firkaş, düşen uçakla ilgili ‘komplo teorisini’ dikkate almadığını belirtti. Uçağın kara kutusu incelenene kadar kazanın perde arkasının ortaya çıkmayacağını ve bunun zaman alabileceğini, özellikle de Türkiye’nin bu incelemeyi tarafsız bir ülkeye devretme kararı nedeniyle sürecin uzayabileceğini vurguladı. Firkaş, “Herhangi bir komplo varsa, bu komplo Türkiye-Libya ilişkilerini bozmak isteyenlere, özellikle Türk kuvvetlerinin Libya'daki varlığının iki yıl daha uzatılmasına veya her iki ülkenin çıkarlarını güvence altına alan denizcilik anlaşmasına karşı olanlara yönelik olacaktır” dedi.

Komplo olasılığının düşük olduğunu ifade eden Firkaş sözlerine şöyle devam etti: “Komplo teorisi doğruysa, ki şu anda bu pek olası görünmüyor, Türkiye'ye düşman olan komşu ülkeler bu olaydan çıkar sağlamış olabilir. Ancak ben bu olayın, 38 yıllık bir uçaktaki elektrik arızasının trajik bir sonla sonuçlanmasından başka bir şey olmadığına inanıyorum. Ancak tabi ki soruşturmanın sonuçlarını bekleyeceğiz.”

 Libya Genelkurmay Başkanı Orgeneral Muhammed el-Haddad'ın uçak kazasında hayatını kaybetmeden bir gün önce, Ankara'ya yaptığı ziyaret sırasında çekilmiş fotoğrafı (EPA)Libya Genelkurmay Başkanı Orgeneral Muhammed el-Haddad'ın uçak kazasında hayatını kaybetmeden bir gün önce, Ankara'ya yaptığı ziyaret sırasında çekilmiş fotoğrafı (EPA)

Mevcut durumda, ordunun genel birliğinin sağlanması meselesi bir kenara bırakıldığında, atanan Genelkurmay Başkanı, selefi gibi, Batı Libya’daki silahlı grupların durumunu düzeltme ve çoğunu krizleri derinleştiren, kayıpları artıran milis yapısından uzaklaştırma gibi ciddi reform zorluklarıyla karşı karşıya bulunuyor. Ayrıca, kalıcı bir Genelkurmay Başkanı seçimi sırasında karşılaşılacak kabilevi ve bölgesel zorluklar da söz konusu. Abdulkafi, bu süreçte tarafsız bir kişinin atanmasının önemine dikkat çekerek, bu kişinin silahlı grupların etkisinden ve bölgesel-kabilevi baskılardan uzak olması gerektiğini vurguladı. Abdulkafi, “Belirli kişilerin tartışıldığı durumlarda esas faktör, kişinin ağırlığı ve askeri-siyasi sahadaki etkisidir” dedi.

Bir diğer karmaşık sahne, Libya ordusunu birleştirmekle görevli 5+5 Ortak Askeri Komitesi’yle ilgili. Komitenin bir üyesi uçak kazasında hayatını kaybetmişti. Abdulkafi, komitenin kuruluşundan bu yana somut bir fark yaratmadığını ve sadece toplantılarla sınırlı kaldığını belirtti. Ayrıca, komitenin yabancı paralı askerleri ve savaşçıları geri çekmediğini, Trablus’taki mayın haritalarını teslim almadığını; doğu ve batı arasındaki hava sahasının açılması ve esir değişimi gibi ilerlemelerin ise yerel ileri gelenler ve siyasi figürlerin çabalarıyla gerçekleştiğini ifade etti.