Gorbaçov, SSCB dönemindeki politikaları nedeniyle eleştirilerin hedefinde

Gorbaçov, SSCB dönemindeki politikaları nedeniyle eleştirilerin hedefinde
TT

Gorbaçov, SSCB dönemindeki politikaları nedeniyle eleştirilerin hedefinde

Gorbaçov, SSCB dönemindeki politikaları nedeniyle eleştirilerin hedefinde

Rusya da dahil tüm dünya, koronavirüs salgınının ikinci dalgası ve bunun neden olduğu ekonomik yankılar ve ağır yaşam şartları ile yüzleşiyor. Bu nedenle Sovyetler Birliği'nin (SSCB) dağılmasının ve iki kutuplu uluslararası düzenin sona ermesinin 29’uncu yıl dönümü sessiz sedasız geçti. Tüm gözler, zamanın önde gelen küresel politika yapıcılarından biri olan eski Sovyetler Birliği Devlet Başkanı Mihail Gorbaçov'a çevrildi. Gorbaçov, 29 yıl önce bugün görevinden ve yetkilerinden feragat edeceğini açıkladığında Sovyetler Birliği’nin ölüm belgesini de imzalamıştı..
Gorbaçov, 25 Aralık 1991 akşamı yaptığı bir televizyon konuşmasında devlet başkanlığı görevini bırakacağını duyurdu. Gorbaçov’un duyurusu, aynı ay peşi sıra gelen gelişmelerin ardından yaşandı. Ayın başında Sovyetler Birliği’nin Anayasa Gözetim Komitesi, "Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT) Kuruluş Anlaşması’nın" imzalanmasını kınamıştı. Sovyetler Birliği'ni sona erdiren ve kısaca “Belovejsk Antlaşması” olarak bilinen bu anlaşma Rusya, Ukrayna ve Beyaz Rusya arasında imzalanmıştı. Komite temsilcileri, bazı cumhuriyetlerin diğer cumhuriyetlerin hak ve çıkarlarıyla ilgili konularda karar verme hakkına sahip olmadığını belirttiler.
Sovyetler Birliği içerisindeki tartışmaların yoğunlaşmasıyla rota hızla birliğin feshi kararının onaylanmasına çevrildi. 24 Aralık'ta, Cumhuriyeçiler Meclisi Başkanı yazar Anurbek Alimjanova Sovyetler Birliği’ni sona erdirmek için belirlenecek yasal prosedür hakkında bir karar alınması gerektiğini açıkladı.
Parçalanmış ve yetkisiz bir ülkenin başkanı olan Gorbaçov, olan biteni onaylamaktan başka bir şey yapamadı. Televizyonda yaptığı bir konuşmada görevlerini bırakacağını duyurdu. Bir kararname imzalayarak Sovyetler Birliği Silahlı Kuvvetleri Yüksek Komutanlığı görevinden istifa etti. Kremlin'den Sovyetler Birliği bayrağı indirildi ve yerine Rus bayrağı çekildi.
Sovyetler Birliği Yüksek Sovyeti’ne tabi Cumhuriyet Konseyi 26 Aralık 1991’de,  Bağımsız Devletler Topluluğu'nun kurulması nedeniyle SSCB'nin varlığının sona erdirilmesine ilişkin bildirgeyi kabul etti.
O zamandan bu yana siyasi sahnenin ön saflarında yer almayan Gorbaçov, Rusya'nın tanık olduğu tüm gelişmelerde en az görünen kişi olarak kaldı. Ancak ismi her fırsatta tekrar edilir oldu. Gorbaçov son olarak bir televizyon programında yakalandığı koronavirüsün semptomları sebebiyle zayıf düşmüş bir şekilde görüldü. Bir zamanlar dünyada değişimin seyrini başlatan, duvarları ve Avrupa Kıtası’nın iki ucu arasındaki çelik perdeyi kaldıran adam olarak kabul ediliyordu. Şimdi Moskova'da etrafı ağaçlarla çevrili ve yüksek duvarların bulunduğu, dışarıdan görülemeyen bir alanda, kocaman bir evde tek başına yaşıyor.
Gorbaçov, devlet tarafından ömür boyu kullanım için ikamet izni verilen geniş evinin oturma odasından, evinin önündeki zarif meydanda yağan karı seyrediyor. Burada basit günlük ilgi alanlarıyla dünya haberlerini takip ediyor. Salgının patlak vermesi nedeniyle ortaya çıkan “kapatma ve tecrit” haberleri bu sefer kendisini de yakından ilgilendiriyor.
“SSCB Başkanı” unvanını ilk elde eden ve birkaç ay sonra dağılmış olan devletin "ilk ve son" başkanı olan Gorbaçov, sadece koronavirüs semptomlarını ve zorunlu izolasyon koşullarını değil, aynı zamanda siyasi performansının tarihsel “incelemelerini” ve kendisine yöneltilen sert eleştirileri de takip ediyor. Gorbaçov’a yönelik bu eleştiriler Avrupa ile dünyayı bölebilecek yeni bir "Soğuk Savaş" bulutlarının etrafı kaplaması ve silahlanma yarışının ve ittifakların tekrar konuşulmaya başlaması sebebiyle yapıldı.
Rusya dışında yaşayan torunları tarafından ziyaret edilmesinin bir gün yasaklanacağı Gorbaçov'un aklına dahi gelmezdi. Kapatma ve tecrit kararları sonucunda son bir yıldır kendisini ziyaret edemediler. Bu, politikacının yaşadığı tecrit atmosferini iki kat zorlaştırdı. Eski yardımcılarından yalnızca biri Gorbaçov ile doğrudan iletişime geçebiliyor. Yardımcısı Gorbaçov'un önümüzdeki Mart ayında akrabalarının da katılımıyla 90’ıncı yaş gününü kutlamasını umduğunu ancak bu kutlamanın sanal olarak gerçekleşme ihtimalinin de bulunduğunu aktardı.
Gorbaçov, tanınmış Rus yönetmen Vitaly Mansky tarafından belgesele dönüştürülen röportajında bazen yavaş bazen belirsiz ifadelerle konuşan, sorulardan kaçan, gülen, sohbetten yorulan, konuyu değiştiren yaşlı bir kişi olarak göründü. Yönetmenin planı, kahramanın anlatacağı bir otobiyografi sunmaktı. Ancak bunu yapamadı. Gorbaçov yorgun görünüyor, özel tasarlanan bir cihaz yardımıyla evinde zar zor hareket ediyor ve ikinci kata geçmek için asansörü kullanması gerekiyor.
Bununla birlikte, belgesel önemli unsurları da yansıtıyordu. Gorbaçov, "eski Sovyet cumhuriyetlerinin halklarının kurtuluşuna" katkıda bulunmaktan gurur duymakla birlikte aynı zamanda Sovyetler Birliği’nin çöküşünden pişmanlık duyan belirsiz pozisyonunu sürdürüyordu.
Gorbaçov iki durumdan birini seçmesi gerektiği fikrini inatla reddetti. Yönetmen ise bunun "ikileme henüz bir çözüm bulamayan Rus siyasetinin ve Rus tarihinin durumu" olduğunu dile getirdi.
Gorbaçov, güçlükle ve biraz kafa karışıklığıyla, mümkün olan en kısa sürede iktidarı (Rusya Devlet Başkanı Boris) Yeltsin'e nasıl devrettiğini anlatıyor. Ancak anlattıkları, iktidarının ilk zamanları, hatta selefi Leonid Brejnev dönemiyle ilgiliydi.
Kendisine ısrarla "özgür adam" diyor ve "başkalarına özgürlük tanıdıktan sonra özgürlüğü kendisi için arzuladığını" saklamıyor. Koltuğu bir özgürlük tezahürü olarak bıraktığını söylüyor.
Kafasını meşgul eden ikinci konu ise yaş, yaşlanma ve hayatın yavaşlaması... Mansky bazen bu nedenle pencerenin dışındaki hava ve siyasi iklime kayıtsız göründüğünü söylüyor. Ancak bu uzun sürmüyor. Hemen 30 yıl önceki politikalarına yönelik dile getirilen sert eleştirilerle yüzleşiyor.
Moskova, son zamanlarda Gorbaçov'un hamlelerinin Berlin Duvarı'nın çöküşüyle ve Soğuk Savaş'a bir son vermenin yolunun açılmasıyla sonuçlandığı şeklindeki yaygın tartışmalara tanık olmuştu. Bu hamlelerin Berlin Duvarı’nın yıkılmasının üzerinden iki yıl geçtikten kısa bir süre sonra, dünyadaki iki kutuplu sistemin altının oyulmasına ve Sovyetler Birliği’nin dağılmasına yol açtığı öne sürüldü.
Rus siyasi çevreleri eski defterleri açtılar ve o dönemde Sovyet liderliğinin Batı ile ilişkilerinde ciddi hatalar yaptığını gösteren açıklamalar ile karşılaştılar. Söz konusu siyasi çevreler, Sovyet liderliğinin Batı'nın vaatlerini yerine getirmede "saflık" gösterdiği görüşündeler. Bu kanıya varmalarında daha önce Gorbaçov'un performansına hiç benzer bir eleştiri getirmemiş olan Devlet Başkanı Vladimir Putin'in açıklamaları etkili oldu.
Gorbaçov’un, Sovyetler Birliği çatısı altındaki ülkeleri de dahil ederek NATO’nun doğuya doğru genişleme politikası izlememesi için yazılı taahhüt talep etmemekle hata yaptığını belirten Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin açıklamasının devamında şunları söyledi:
“Sovyetler Birliği'nin Batı'dan gelen parlak vaatleri yerine getirmede ortaya koyduğu saflık, "NATO’nun" genişlemesinin ve Rusya'yı askeri olarak kuşatmak için çaba göstermesinin yolunu açtı.”
Putin’in bu görüşünü Rusya'daki birçok kişi benimsiyor. Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov birkaç hafta önce gazetecilere verdiği röportajında şunları söyledi:
“Rusya (Sovyet) Avrupa'nın yeniden birleşmesinde ve duvarların yıkılmasında kilit rol oynadı ve onlar (Batı) şimdi yeni duvarlar inşa ediyorlar.”
Doğu Almanya'da ve Sovyet bloğundaki diğer ülkelerde demokratik değişimin yaşanmasından gurur duyduğunu ancak duvarın bu kadar çabuk yıkılacağını düşünmediğini belirten Gorbaçov, NATO’nun daha sonra genişleme politikası izlemeyeceğini garanti eden "yazılı bir anlaşma" talebinde bulunmamasına yönelik eleştiriyi ise kayda değer bulmadı. Gorbaçov, bu talebin o zamanlar saçma göründüğünü ve Sovyetler Birliği önderliğindeki askeri ittifakın (Varşova Paktı) miadının dolduğunun erken duyurusu anlamına geleceğini söyledi. Varşova Paktı 1991 yılının temmuz ayında resmen dağılmıştı.



ABD’nin Ukrayna planının ardındaki Rus ekonomist kim?

Dmitriev'le (solda) Witkoff, nisanda Rusya'da da bir araya gelmişti (Reuters)
Dmitriev'le (solda) Witkoff, nisanda Rusya'da da bir araya gelmişti (Reuters)
TT

ABD’nin Ukrayna planının ardındaki Rus ekonomist kim?

Dmitriev'le (solda) Witkoff, nisanda Rusya'da da bir araya gelmişti (Reuters)
Dmitriev'le (solda) Witkoff, nisanda Rusya'da da bir araya gelmişti (Reuters)

ABD öncülüğünde hazırlanan Ukrayna barış planında Kremlin'i temsilen görüşmelere katılan Harvard eğitimli Rus ekonomist Kirill Dmitriev'in oynadığı rol uluslararası basında mercek altına alındı. 

ABD Başkanı Donald Trump'ın yönetimince hazırlanan 28 maddelik barış planı bu hafta Kiev'e sunulmuştu. 

Trump'ın damadı Jared Kushner ve Başkan'ın Ortadoğu Özel Temsilcisi Steve Witkoff'la Rusya Doğrudan Yatırım Fonu (RDIF) Başkanı Kirill Dmitriev, geçen ay Miami'de bir araya gelerek planın detaylarını görüşmüştü. 

Reuters'ın analizinde, 2022'de patlak veren Ukrayna savaşının ardından Washington'ın RDIF'yi yaptırım listesine aldığı belirtiliyor. Adının paylaşılmaması koşuluyla konuşan bir ABD'li yetkili, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin'in uluslararası ekonomik işbirliğinden sorumlu özel temsilcisi Dmitriev'in ülkeye girişi için Beyaz Saray tarafından özel izin çıkarıldığını söylüyor. 

Miami'deki görüşmeler hakkında bilgi sahibi iki yetkili, Ukrayna Ulusal Güvenlik ve Savunma Konseyi Sekreteri Rüstem Ümerov'un da Witkoff'la planı görüşmek için şehre gittiğini belirtiyor. 

Kaynaklar, Witkoff'un bu ziyarette Ümerov'a planı anlattığını ifade ediyor. Ayrıca ABD'nin planı çarşamba günü Türkiye aracılığıyla Ukrayna'ya ilettiğini söylüyor. Beyaz Saray taslak metni perşembe günü doğrudan Kiev'e sunmuştu. 

Ümerov ise süreçte sadece "teknik rol" oynadığını ve ABD'li yetkililerle planın detaylarını görüşmediğini savunuyor. 

ABD'li yetkililer, Trump yönetiminin Dmitriev'le görüşmesinin "istihbarat içinde endişe yarattığını" da belirtiyor. CIA'in yorum taleplerine yanıt vermediği aktarılıyor. 

Gençken Stanford ve Harvard gibi prestijli Amerikan üniversitelerinde eğitim gören Dmitriev'in adı, ABD'de 2016'da yapılan başkanlık seçimlerine Rusya'nın müdahale ettiği iddialarına yönelik soruşturmayı yürüten eski Özel Yetkili Savcı Robert Mueller'in raporunda da geçiyor. 

Dmitriev'in Trump'ın ilk döneminde Washington-Moskova ilişkilerini yeniden tesis etmek için temaslarda bulunduğu belirtiliyor. Bu dönemde Dmitriev özellikle Kushner'la birebir diyaloğa geçmiş.

Raporda, Dmitriev'in Irak savaşında sivillerin öldürülmesindeki rolüyle gündeme oturan ABD'li özel güvenlik şirketi Blacwater'ın CEO'su Erik Prince'le 2019'da görüştüğü de belirtiyor. Trump destekçisi Prince'le Rus ekonomistin ABD-Rusya ilişkilerini ele aldığı yazılıyor.

Diğer yandan Dmitriev, Trump yönetiminden eleştiri de almıştı. Ekonomist, Trump'ın Rus petrol devlerine geçen ay yaptırım uygulama kararını eleştirmiş, bunun fiyatları artıracağını söylemişti. ABD Hazine Bakanı Scott Bessent ise Dmitriev'e çıkışarak onu "Rus propagandacısı" diye nitelemişti. 

Independent Türkçe, Reuters, BBC, Guardian


Trump'ın iki kutuplu bakış açısı, çok kutuplu dünyayı yorumlamada neden yanlış?

Al Majalla
Al Majalla
TT

Trump'ın iki kutuplu bakış açısı, çok kutuplu dünyayı yorumlamada neden yanlış?

Al Majalla
Al Majalla

Shirley Yu

ABD Başkanı Donald Trump, geçtiğimiz ekim ayında Güney Kore’nin Busan şehrinde Çin Devlet Başkanı Şi Cinping ile yapacağı görüşme öncesinde yaptığı “G2 yakında toplanacak!” açıklaması sadece diplomatik bir nezaket gösterisi değildi. Trump, tek kutuplu dünyanın sonrasındaki dönemde ABD’nin rolünü radikal şekilde yeniden tanımlayan bir hamleyle Amerikan siyasetinde uzun süredir modası geçmiş olarak kabul edilen bir kavramı yeniden gündeme getirdi.

Trump’ın ‘G2’ anlayışı Soğuk Savaş dönemindeki iki kutupluluğa geri dönüş anlamına gelmediği gibi, ABD dış politikasının pragmatik olarak yeniden düzenlenmesinde de gerçek anlamda küresel güç paylaşımına doğru bir dönüşümün işareti olmadığı kesin. Aksine, bu yeni çerçeve, Washington’a tek kutuplu bir güç olarak eski sorumluluklarını yüklemeden ABD’nin çıkarlarına hizmet ediyor. Daha da önemlisi, Pekin’in fiili tepkisi, Çin’in ‘G2’ ya da diğer bir deyişle ‘İkili Grup’ etiketini sembolik olarak kabul etmesine rağmen, halen çok taraflılığa dayalı, ikili ilişkiler yerine çok taraflılığa dayalı tamamen farklı bir dünya düzeni vizyonuna bağlı olduğunu ortaya koyuyor.

Trump’ın G2’si ile Bush’un G2’si aynı değil

G2 kavramı, Amerikan siyasi çevrelerinde, şu anda yeniden kullanıldığı şekilden daha mütevazı bir biçimde ortaya çıktı. Bu kavram, 2005 yılında ABD’li ekonomist Fred Bergsten tarafından, eski ABD Başkanı George W. Bush yönetimi döneminde Çin'in ekonomik yükselişinin ardından ortaya çıkan zorluklara pratik bir çözüm olarak önerildi.

Çin'in küresel sistemde sorumlu bir aktör haline gelmesini gerektiren uluslararası konularda iki ülke arasında iş birliği mekanizmalarına acil ihtiyaç vardı. G2 kavramı, Pekin’in küresel ekonomik çöküşü önlemek için koordinasyon çabalarında önemli bir rol oynadığı 2008 küresel finans krizi sırasında zirveye ulaştı.

Çin bugün, bu kavramın ilk ortaya atıldığı zamana göre daha büyük bir ekonomiye ve daha gelişmiş teknolojiye sahip. Askeri modernizasyonu sayesinde ABD ile arasındaki farkı önemli ölçüde azalttı.

Ancak Washington, G2 kavramının Amerikan karar vericilerin kabul edilemez bulduğu; ABD ile Çin arasında eşitliğin dolaylı olarak tanınmasına atıfta bulunması nedeniyle bu çerçeveyi hızla terk etti. Eski ABD Başkanı Barack Obama yönetiminin son döneminde, bu fikir sessizce rafa kaldırıldı ve yerine stratejik rekabet retoriği ve ‘Amerikan Yüzyılı’ doktrini geldi.

Pekin G2’yi resmi olarak tanımadı, ancak sembolik çekiciliğini de kaybetmedi. Şi Cinping yönetimindeki Çin tarafından yapılan ‘Doğu'nun yükselişi ve Batı'nın gerileyişi’ hakkında tekrar eden açıklamalardan da anlaşılacağı üzere Pekin, kendini bir süper güç olarak konumlandırmaya çalışıyor. G2 de özünde Çin'e istediğini veriyor. Zira Çin, ABD'ye neredeyse eşit bir rakip haline geldiğinin dolaylı olarak kabul edilmesini istiyor.

29 Eylül 2022 tarihinde çekilen bu örnek fotoğrafta Çin yuanı ve ABD doları banknotları görülüyor (Reuters)29 Eylül 2022 tarihinde çekilen bu örnek fotoğrafta Çin yuanı ve ABD doları banknotları görülüyor (Reuters)

Karşılıklı zarar verme garantisi ve yeni baskı

ABD Başkanı Donald Trump'ın 2025 yılında ‘iki süper güç grubu’ fikrini benimsemesi, stratejik hesaplamalarda temel bir değişimi yansıtıyor. Bu değişim, yükselen güçlerin ABD liderliğinde küresel sorumlulukları üstlenmelerini amaçlayan Wilson dış politikası kapsamında ortaya çıkan kavramdan tamamen farklı. Trump ise Çin'i kontrol altına alınamayacak bir güç olarak gören ve çıkarlar mantığına göre onunla bir arada var olmanın gerekli olduğunu savunan, daha katı bir Jacksoncı gerçekçiliğe dayanıyor.

Çin bugün, bu kavramın ilk kez ortaya atıldığı zamana göre daha büyük bir ekonomiye ve daha gelişmiş teknolojiye sahip. Askeri modernizasyonu sayesinde de ABD ile arasındaki farkı önemli ölçüde azalttı. Trump, teknolojik kısıtlamalar ve ittifaklar yoluyla baskı uygulayarak Çin'i dizginleme girişimlerinin artık mümkün olmadığı ve bir düşmanı yenmek imkansız olduğunda, hassas bir güç dengesi içinde onunla başa çıkmanın daha iyi olduğu sonucuna varmış gibi görünüyor.

ABD ve Çin şu anda ekonomik olarak birbirleriyle derin bir şekilde iç içe geçmiş durumdadır ve her iki liderin de kabul ettiği gibi, aralarındaki tam bir ayrılık gerçekçi ve olası değil.

Bu açıdan bakıldığında, 30 Ekim'de Güney Kore'nin Busan kentinde ABD ve Çin liderleri arasında gerçekleşen görüşme, Washington ile Pekin arasında uzun süredir devam eden çatışmada geçici bir ateşkes olarak değerlendirilebilir. Trump'ın gerilimi durdurma kararı, iki gücün hayati küresel alanlarda hakimiyet kurduğunu ve her ikisinin de birbirine eşit zarar verebilecek durumda olması nedeniyle tek taraflı baskının artık etkili olmadığını kabul ettiğini yansıtıyor. Ancak, ekonomik zararda bir denge sağlanması, mutlaka istikrarlı bir ortaklık kurulduğu anlamına gelmiyor. Bu daha çok, karşılıklı kayıpların garantisi üzerine kurulu kırılgan bir istikrarı, güven veya gerçek iş birliği yerine karşılıklı yıkım korkusuna dayalı bir istikrarı işaret ediyor.

ABD’nin tutumundaki bu değişiklik özünde gerçekçi olsa da ilkelere veya değerlere dayanmıyor. Trump, Şi ile yaptığı görüşmeyi ‘harika’ olarak nitelendirerek, bunun sonucunda ‘muazzam miktarda soya fasulyesi ve diğer tarım ürünleri’ elde edildiğini belirtti. Bu ifadeler, iki tarafı bir araya getiren konuların eşit ülkeler arası küresel ortaklık değil, iki büyük güç arasındaki ticari bir anlaşma olduğunu gösteriyor. Trump, G2 çerçevesini, çok taraflı çerçevelerin ve geleneksel ittifakların kısıtlamaları dışında ikili anlaşmalara varmak için uygun bir araç olarak görüyor. Böylece Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ), Avrupa Birliği (AB) ve Washington’ın diğer ortakları gibi kurumlardan uzak bir şekilde müzakere etme imkanı buluyor.

Gümrük vergisi indirimi anlaşmaları, nadir toprak elementleri düzenlemeleri ve fentanil kaçakçılığıyla mücadele kapsamındaki taahhütler, bu anlaşma temelli diplomasinin en göze çarpan özellikleri olarak ortaya çıkıyor. Ancak bunlar hiçbir şekilde iki gücün liderliğindeki ortak bir küresel düzenin temelini oluşturmuyor.

Trump’ın G2 vizyonu, Soğuk Savaş'a geri dönüş demek değil

Trump'ın G2 vizyonu, Bush döneminde ortaya çıkan vizyonla aynı değil. Bunun yanında hiçbir şekilde Soğuk Savaş döneminin iki kutuplu dünyasına geri dönüşü de temsil etmiyor. O dönemde dünya, ideolojik ve askeri ayrılıklarla karşı karşıya olan iki süper güç olan Sovyetler Birliği ve ABD arasında bölünmüştü. Çoğu ülke bu iki süper güçten birine katılmak zorunda kalmıştı. Avrupa bağımsız bir güce sahip değildi, Asya ise ideolojik vekalet savaşlarının yaşandığı arenaydı.

Ancak bugün dünya tamamen farklı yapısal koşullar altında işliyor. Avrupa, gücü azalmasına rağmen, önemli ekonomik ve normatif ağırlığa sahip bağımsız bir kutup olmaya devam ediyor. Japonya ve Güney Kore artık sadece ABD’nin müttefikleri değil, kendi bölgesel hedefleri olan stratejik aktörler. Hindistan, ABD ve Çin'in etkisi arasında bağımsız konum arayan gerçek bir süper güç olarak ortaya çıkmıştır. Brezilya'dan Nijerya'ya ve Vietnam'a kadar uzanan Küresel Güney, rakip bloklarla ittifak kurmak yerine stratejik bağımsızlık peşinde.

Karşılıklı olarak ekonomik bağımlılık, iki kutupluluğun anlamını tamamen değiştirdi. Soğuk Savaş döneminde, ABD ve Sovyetler Birliği ekonomik olarak birbirinden ayrıydı. Güçleri, küresel ekonomiye entegrasyonlarına değil, askeri güçlerine ve ideolojik çekiciliklerine dayanıyordu. Bugün ise ABD ve Çin ekonomik olarak derin bir şekilde iç içe geçmiş durumdalar ve her iki ülkenin liderinin de kabul ettiği üzere tamamen ayrılmaları ne gerçekçi ne de olası bir durum.

Trump'ın G2 kavramını yeniden canlandırması, Washington ve Pekin'in ikili müzakereler yoluyla küresel düzeni yeniden şekillendirme yeteneğini abarttığı için bir takım gerçek riskler taşıyor.

Bu da Trump ve Şi, G2 konusunda açık bir anlaşmaya varmış olsalar bile (ki varmadılar) bunun etkisinin sınırlı olacağı anlamına gelir. Süper güçler Soğuk Savaş döneminde dünyayı ideolojik bloklara bölüp vekalet savaşları ve propaganda yoluyla iradelerini dayatabilmişlerdi. Bugün ise dünyayı bölmeye yönelik herhangi bir girişimin, itiraz etme kapasitesine sahip diğer güçler tarafından derhal reddedileceğine şüphe yok. Örneğin Suudi Arabistan, ABD’nin askeri koruması karşılığında Çin ile ekonomik bağlarını koparmayacak, Vietnam dengeleme stratejisinden vazgeçmeyecek ve Hindistan, dış politikasının ABD'nin iradesine tabi olduğu bir dünyayı kabul etmeyecektir.

Pekin'in bakış açısıyla Trump'ın ikili yaklaşımının yumuşak şekilde reddedilmesi

Bu bağlamda Pekin'in, ABD Başkanı Donald Trump'ın G2 konsepti önerisine verdiği tepkisi dikkati çekiyor. Bu öneri, ABD ile Çin arasındaki göreceli eşitliği zımnen kabul etmek anlamına gelse de küresel sistemin ikili liderlik fikrini gerçek anlamda kabul etmekten uzak. Şarku'l Avsat'ın al Majalla'dan aktardığı analize göre aksine, Trump'ın sanayi politikalarından teknoloji liberalleşmesine ve Amerikan imalat sektörünün canlandırılmasına kadar uzanan ‘Önce Amerika’ gündemi, esasen 21’inci yüzyılda ABD’nin mutlak hegemonyasını pekiştirmeyi amaçlıyor.

ABD Başkanı Donald Trump ve Çin Devlet Başkanı Şi Cinping, 30 Ekim'de Güney Kore'nin Busan kentinde düzenlenen Asya-Pasifik Ekonomik İşbirliği (APEC) zirvesi kapsamında yapılan ikili görüşmenin ardından Gimhae Uluslararası Havalimanı'ndan ayrılırken (Reuters)ABD Başkanı Donald Trump ve Çin Devlet Başkanı Şi Cinping, 30 Ekim'de Güney Kore'nin Busan kentinde düzenlenen Asya-Pasifik Ekonomik İşbirliği (APEC) zirvesi kapsamında yapılan ikili görüşmenin ardından Gimhae Uluslararası Havalimanı'ndan ayrılırken (Reuters)

Pekin, G2 çerçevesini açıkça reddetmiyor. Çünkü bunu yaparsa, diğer hiçbir başkanın yapmadığını yapan bir ABD başkanıyla gereksiz şekilde gerilime yol açabilir. Ancak tam olarak kabul de etmiyor. Bunun yerine Çinli yetkililer bu kavramı, iki gücün dünyaya iradesini dayattığı iki kutuplu bir sistem olarak değil, çok taraflılığa daha geniş bir bağlılık çerçevesinde iki büyük gücün ortak konularda koordinasyon kurmasına olanak tanıyan düzenleme şeklinde yeniden tanımlamaya çalışıyor. Çin Dışişleri Bakanlığı’nın bir sözcüsü yaptığı açıklamada, Çin'in gerçek çok taraflılığa bağlı kalmaya ve çok kutuplu, eşitlikçi ve düzenli bir dünya için çalışmaya devam edeceği yönündeki ülkenin kesin tutumunu bir kez daha vurguladı.

Pekin, bu şekilde G2 çerçevesini resmi olarak kabul etmekle birlikte, onun özünü reddediyor. Evet, Çin ve ABD küresel etkiye sahip büyük güçlerdir, ancak bu etki iki kutuplu dünyada değil, çok kutuplu bir dünyada geçerli.

G2 çerçevesi dışındaki güçler

Trump'ın G2 kavramını yeniden canlandırması, Washington ve Pekin'in ikili müzakereler yoluyla küresel düzeni yeniden şekillendirme yeteneğini abarttığı için bir takım gerçek riskler taşıyor. Bu ifadenin kullanılması, müttefik başkentlerde ABD yönetiminin onların aleyhine Çin ile anlaşmalar yapacağından endişe duyulmasına neden oldu.

Trump, her zamanki açık sözlü tavrıyla, Washington ve Pekin'in karşılıklı olarak zarar verebilecek bir rekabete girmeyi tercih etmektense rekabeti yönetmeyi tercih ettiklerini ifade etti. Bu, başlı başına önemli bir konu.

Ancak daha derin sorun, Avrupa, Japonya, Hindistan ve diğer ülkeleri ikincil konuma yerleştiren Trump'ın dünya görüşünde yatıyor. Bu görüş, çarpık bir stratejik gerçekliği yansıtıyor. Dünya 2025 yılında, Washington ve Pekin arasındaki ikili rekabet temelinde dönmeyecek, aksine büyük ve orta büyüklükteki güçlerin etkileşime girerek sonuçları şekillendirdiği, bölgesel ittifakların küresel rekabetin ötesinde önem kazandığı ve ekonomik ve askeri gücün otomatik olarak siyasi sadakate dönüşemediği karmaşık bir manzaraya sahip olacak.

ABD’nin tek taraflılığının ötesinde

G2 kavramı, üst düzey ikili toplantıları ifade etmek için kullanılan diplomatik bir terim olarak kullanılmaya devam edebilir. Bu da ticaretteki gerilimleri hafifleten ve belirli konularda ABD ile Çin arasında ortaklık izlenimi veren ek anlaşmaların önünü açabilir. Ancak bu kavramın ifade ettiği gibi, küresel sistem yapısının radikal bir şekilde yeniden düzenlenmesinin önünü açmaz. Çin, dikkatli diplomatik diliyle, bu kavramın altında yatan varsayımları kabul etmediğini açıkça belirtti. Kendisini dünyanın eş lideri olarak değil, şekillenmekte olan çok kutuplu dünyada birkaç büyük güçten biri olarak görüyor.

Trump’ın vizyonu ile Çin’in vizyonu arasındaki bu uyuşmazlık -ve her ikisi ile 2025’in jeopolitik gerçekliği arasındaki uyuşmazlık- Busan’daki zirvenin gerçek sonucu olarak karşımıza çıkıyor. Trump, her zamanki açık sözlü tavrıyla, Washington ve Pekin'in karşılıklı olarak zarar verebilecek bir rekabete girmeyi tercih etmektense rekabeti yönetmeyi tercih ettiklerini ifade etti. Bu, başlı başına önemli bir konu.

Ancak asıl mücadele, iki kutuplu dünyanın liderliği için ABD ile Çin arasında değil, ABD’nin tek kutupluluğunun sona ermesinden sonra ne olacağına dair karşıt vizyonlar arasında yaşanıyor. Sonuç olarak bunu sadece Trump ile Şi arasında yapılan müzakereler değil, gelecekteki dünya düzenini şekillendirmede giderek daha etkili hale gelen diğer güçlerin tercihleriyle de belirlenecektir.

*Bu analiz Şarku’l Avsat tarfından Londra merkezli al Majalla dergisinden çevrilmiştir.


Uzmanlar uyardı: "Zihin kontrol silahları" gerçek oluyor

 Rus özel harekatçılarının kullandığı gaz nedeniyle birçok rehine bilincini kaybetmişti (Reuters)
Rus özel harekatçılarının kullandığı gaz nedeniyle birçok rehine bilincini kaybetmişti (Reuters)
TT

Uzmanlar uyardı: "Zihin kontrol silahları" gerçek oluyor

 Rus özel harekatçılarının kullandığı gaz nedeniyle birçok rehine bilincini kaybetmişti (Reuters)
Rus özel harekatçılarının kullandığı gaz nedeniyle birçok rehine bilincini kaybetmişti (Reuters)

Britanyalı bilim insanları bilinç, algı veya hafızayı değiştirebilen silahların yakın zamanda gerçeğe dönüşebileceğini söylüyor. 

Birleşik Krallık'taki Bradford Üniversitesi'nden Michael Crowley ve Malcolm Dando, Kraliyet Kimya Topluluğu tarafından yayımlanacak yeni kitaplarında, insanın sinir sistemini hedef alan "beyin silahlarının" artık yalnızca bilimkurgularda kalmayacağını savunuyor.  

24 Kasım'da yayımlanacak kitap, merkezi sinir sistemini (MMS) etkileyen kimyasalların araştırılması için yürütülen devlet fonlu çalışmaları konu ediniyor. 

Guardian'a konuşan Crowley, Soğuk Savaş'ta ve sonrasında ABD, Sovyetler Birliği ve Çin'in MMS'ye etki eden silahlar geliştirmek için "aktif çaba gösterdiğini" söylüyor. 

Bu programların insanlarda "bilinç kaybı, uyuşma, halüsinasyon, kafa karışıklığı ve felç" dahil uzun süreli bozukluklar yaratacak cihazların geliştirilmesini hedeflediğini belirtiyor. 

Araştırmacılar, 2002'de Moskova Tiyatrosu'na Çeçen militanlar tarafından düzenlenen baskını da hatırlatıyor. Rehine krizinde Rus özel harekatçılar, binanın havalandırma sisteminden içeri fentanil bazlı "uyku gazı" sıktıktan sonra operasyona başlamıştı. Rus askerler 40 ayrılıkçı militanı öldürmüş, 132 rehinenin çoğununsa gazdan etkilenerek yaşamını yitirdiği bildirilmişti.

Kitabın dünyaya bir uyarı niteliğinde olmasını istediklerini belirten Crowley şöyle devam ediyor: 

Kulağa bilimkurgu gibi geliyor ama bu, bilimsel bir olguya dönüşüyor. Bizatihi beynin savaş alanına dönüşeceği bir çağa giriyoruz. Merkezi sinir sistemini manipüle etmek için kullanılan araçlar giderek daha hassas, erişilebilir ve devletler için daha cazip hale geliyor.

Biyolojik ve kimyasal silahlarla ilgili araştırmalar yürüten Dando da tehdidin arttığı uyarısında bulunuyor: 

Nörolojik bozuklukları tedavi etmemizi sağlayan bilgiler, bilişsel işlevleri bozmak, itaatkarlık yaratmak ve hatta gelecekte insanları farkında olmadan faillere dönüştürmek için kullanılabilir.

Dando ve Crowley, Lahey'de 24-28 Kasım'da otuzuncusu düzenlenecek Taraf Devletler Konferansı'na (Conference of the States Parties/CSP) katılacak. Kimyasal Silahların Yasaklanması Örgütü'ne üye ülkelerin oluşturduğu CSP, Kimyasal Silahlar Sözleşmesi'nin denetiminden sorumlu.

Bilim insanları, gelecekte karşılaşılabilecek bu silahlara karşı şimdiden gerekli önlemlerin alınması gerektiğini söylüyor. Crowley, "Bu bir uyarıdır. Bilimin bütünlüğünü ve insan zihninin kutsallığını korumak için hemen harekete geçmeliyiz" diyor.

Independent Türkçe, Guardian, News Bytes