Buz Devri'nden bugüne mamutların yeryüzü macerası: En eski DNA keşfinin ardındaki ODTÜ’lü ekip anlattı

Mamut kalıntılarının keşifleri 15. asra kadar uzanıyor. Kalıntıların filden farklı, soyu tükenmiş bir hayvan olduğunun belirlenmesi ise 1796'da karşılaştırmalı genetikçi Baron George Cuvier'in çalışmalarıyla mümkün oldu (Wikimedia Commons)
Mamut kalıntılarının keşifleri 15. asra kadar uzanıyor. Kalıntıların filden farklı, soyu tükenmiş bir hayvan olduğunun belirlenmesi ise 1796'da karşılaştırmalı genetikçi Baron George Cuvier'in çalışmalarıyla mümkün oldu (Wikimedia Commons)
TT

Buz Devri'nden bugüne mamutların yeryüzü macerası: En eski DNA keşfinin ardındaki ODTÜ’lü ekip anlattı

Mamut kalıntılarının keşifleri 15. asra kadar uzanıyor. Kalıntıların filden farklı, soyu tükenmiş bir hayvan olduğunun belirlenmesi ise 1796'da karşılaştırmalı genetikçi Baron George Cuvier'in çalışmalarıyla mümkün oldu (Wikimedia Commons)
Mamut kalıntılarının keşifleri 15. asra kadar uzanıyor. Kalıntıların filden farklı, soyu tükenmiş bir hayvan olduğunun belirlenmesi ise 1796'da karşılaştırmalı genetikçi Baron George Cuvier'in çalışmalarıyla mümkün oldu (Wikimedia Commons)

Bundan yaklaşık 12 bin yıl öncesine kadar yeryüzünde kılıç dişli kediler, dev tembel hayvanlar ve yünlü mamutlar geziyordu. Bu manzara, ünlü animasyon serisi Buz Devri'ni (Ice Age) izleyenlere muhtemelen tanıdık gelecektir.
Gerçekten de o dönemde yeryüzünde, sıcaklıkların bugünkünün 5 ila 10 derece altında seyrettiği, yağışlarınsa bugünkü ortalamanın yarısı kadar olduğu bir buz devri hüküm sürüyordu. Bilim insanlarının Pleistosen Çağ diye adlandırdığı jeolojik dönem, 2,6 milyon yıl önce başlamış ve 11 bin 700 yıl önce sona erdi. Bu esnada yeryüzü insanların gördüğü tek, gezegenin gördüğü son buz devrine sahne oldu.
Dünya'nın yaklaşık 4,6 milyar yıllık yaşamında belgelenen 5 büyük buzul çağı var. Bunların çoğu insanın tarih sahnesine çıkmasından önce meydana geldi. Sonuncusunda ise insanlarla yünlü mamutlar bir arada yaşadı ve insanın gezegende egemenlik kurması, yünlü mamutlar gibi büyük memelilerinse yok olmasıyla sonuçlandı.
Pleistosen Çağ'a ve çağın simgesi haline gelen yünlü mamutlarına dair bu ayrıntılı bilgileri günümüzde giderek gelişen araştırma teknolojilerine borçluyuz. Genetikte ve paleontolojideki atılımlar şaşırtıcı boyutlara ulaşıyor. Örneğin kısa süre önce Stockholm'deki Paleogenetik Merkezi'nden araştırmacıların liderliğinde dünyanın en eski DNA'sı keşfedildi. Bu DNA bir mamuta aitti ve iki yeni mamut soyunu ortaya koydu.
Dahası, saygın akademik dergi Nature'da yayımlanan araştırmada Orta Doğu Teknik Üniversitesi'nden (ODTÜ) üç bilim insanı da yer aldı. Ekin Sağlıcan, Fatma Rabia Fidan ve Mehmet Somel'in katkı koyduğu keşif, Pleistosen'in yünlü mamutlarının evrimine dair bilinmeyen birçok noktayı aydınlattı. Bizler de ODTÜ'lü araştırmacılarla keşfin detaylarını, yünlü mamutların evrimini ve mamutları tanımanın bugün insanlığa neler kazandırabileceğini konuştuk.

Yeni mamut soyları ortaya çıktı: Fillerin yakın kuzenlerine kısa bir bakış
"En eski DNA" unvanını kazanan gen, yaklaşık 1,2 milyon yaşında. Devrin simgesi haline gelecek yünlü mamutlar ve bunların yakın akrabası Kolombiya mamutları o dönemde henüz ortaya çıkmamıştı.
Bugünkü ABD'den Kosta Rika'ya uzanan topraklarda yaşayan Kolombiya mamutlarının yaklaşık 500 bin yıl önce yünlü mamut ve bir başka mamut soyunun melezleşmesiyle ortaya çıktığı tahmin ediliyor. Yünlü mamutlar da Doğu Asya'da yaklaşık 800 bin yıl önce bozkır mamutundan ayrılmaya başladı. Yeni araştırmada bulunan DNA ise bahsi geçen mamut türlerinin atalarının, yani bozkır mamutlarının yaşadığı dönemden kaldı.
Bu araştırmada bilim insanları, Sibirya'da bulunan, üç mamuta ait dişleri genetik açıdan analiz etti. Her dişten küçük toz örnekleri alındı ve bu örnekler başka mamutlara ait DNA dizileriyle karşılaştırıldı. Böylece dişlerin ait olduğu mamutların yaşı belirlendi. Analizler, yaklaşık 1,2 milyon yıllık en eski numunenin daha önce keşfedilmemiş bir mamut soyuna ait olduğunu gösterdi. Araştırmacılar, numunenin bulunduğu konuma dayanarak bu hayvanı Krestovka mamutu diye adlandırdı. Diğer iki azı dişiyse yaklaşık 1 milyon yıllık Adycha isimli bir mamuta ve 500 ila 800 bin yıllık Chukochya adlı bir yünlü mamuta aitti. 

Araştırmacılar, genetik analizde üç eski mamutun bilinen diğer örnekler ve türlerle nasıl ilişkili olduğunu da inceledi. 1,2 milyon yaşındaki Krestovka mamutu, önceden bilinen hiçbir türe uymayan benzersiz bir mamut soyundan geliyordu. Adycha mamutundan alınan diğer milyon yıllık genom ise Adycha'nın yünlü mamutun atası olabileceğini ortaya koydu. Kıl uzaması, yağ katmanı, soğuğa tolerans gibi Kuzey Kutbu yaşamıyla ilişkili gen çeşitliliklerinin, yünlü mamutun kökeninden çok daha öncesine dayanan bu mamut türünde mevcut olduğu ortaya çıktı.
Independent Türkçe'ye ortak açıklamada bulunan ODTÜ'lü araştırmacılar, "Genetik profillerini incelediğimizde Adycha ve Krestovka'nın Erken Buz Çağı'nda Sibirya'da yaşamış iki ayrı mamut grubu olduğunu tahmin ediyoruz" ifadelerini kullandı:
"Adycha'nın içerisinde bulunduğu popülasyon, son 1 milyon yıl içinde Sibirya'da evrilen yünlü mamutların ataları gibi görünüyor. Krestovka'nın genetiğine baktığımızda onun popülasyonunun genetik açıdan Adycha'dan ve yünlü mamutlardan daha farklı olduğunu görüyoruz. İki popülasyon uzun süre boyunca izole kalırlarsa genetik olarak bu şekilde farklılaşıyorlar. Krestovka'nın ataları da Adycha'nın atalarından bir süre izole kalmış olmalı."

Kolombiya mamutunun şaşırtıcı kökeni
Daha önceki analizlerden elde edilen veriler, son buzul çağında Kuzey Amerika'da yaşayan Kolombiya mamutunun bir melez olduğunu göstermişti. Evrim Ağacı'nın aktardığına göre yeni araştırma, Kolombiya mamutunun genomunun yaklaşık yarısının Krestovka soyundan ve diğer yarısının da yünlü mamuttan geldiğini ortaya koydu.
Bulguların şaşırtıcı niteliğini vurgulayan ODTÜ'lü araştırmacılar, "İlginç biçimde Krestovka mamutu, fosilleri Kuzey Amerika'da bulunan Kolombiya Mamutu'na genetik açıdan özel bir yakınlık taşıyor" dedi ve ekledi:
"Analizlerimiz gösteriyor ki Kolombiya Mamutu, kökenini bahsettiğimiz Adycha soyu ile Krestovka soyunun Orta Buz Çağı'nda karışmasından almış. Buna biyolojide hibritleşme deniyor. Farklı bulguları bir araya getirdiğimizde, bu hibritleşmenin yaklaşık 500 bin yıl önce ve Kuzey Amerika'da yaşandığını tahmin ediyoruz. Yeni bulgularla bu tablo daha da netleşecektir."

ODTÜ'lü araştırmacılar ayrıca yünlü mamutlar ve Kolombiya mamutları arasında daha yakın dönemde ikinci bir karışma daha yaşandığını ifade etti. Bu karışmanın yünlü mamutlardan Kolombiya mamutlarına tek taraflı bir aktarıma sahne olduğunu belirten ekip, bunu şöyle açıkladı:
"Birbirlerinden bir süre ayrı kalıp genetik açıdan farklılaşan grupların, birinin diğerinin yaşam alanına göç etmesiyle yeniden karışmaları doğada çok yaygın karşılaşılan bir durum. Modern insan ve Neandertal arasında yaşanan da buna bir örnek."

Bir bilimkurgu efsanesi: "Pleistocenic" Park mümkün mü?
Ünlü yönetmen Steven Spielberg'ün Jurassic Park serisinde bir DNA örneği sayesinde 66 milyon yıl önce yeryüzünden silinen dinozorlar, yeniden hayata dönüdürülüyor. Seride bilim insanları, kehribar içindeki sivrisineklerin midelerinde emilmiş kandan 80 milyon yıllık dinozor DNA'larını çıkarıyor.
Aslında DNA'nın bu kadar uzun bir süre boyunca korunabilmesi, yalnızca bilimkurguda görülebilir. Evrim Ağacı'nın aktardığına göre, DNA'nın 65 milyon yıl önce yok olmuş dinozorlardan günümüze kadar ulaşması teorik açıdan imkansız. Araştırmalar, kusursuz şartlar altında bile DNA bağlarının en fazla 6,8 milyon yıl içerisinde tamamen yok olacağını gösteriyor. Yani 6,8 milyon yıl, DNA'nın teorik olarak korunabileceği maksimum süre.
Ancak bilim insanları, dinozorlar olmasa da binlerce yıl önce yok olan başka hayvanları yeniden hayata döndürmeye çabalıyor. En popüler çabalar arasında da mamutlar yer alıyor. Örneğin, Harvard Üniversitesi'nde Prof. George Church'ün liderliğindeki bir grup araştırmacı, nesli binlerce yıl önce tükenen yünlü mamutları genetik mühendisliğinden yararlanarak geri getirmeyi hedefliyor.
Prof. Church, araştırma ekibinin mamutlara ait özelliklerin bir Asya filine eklendiği melez bir embriyo oluşturmaya yaklaştıklarını ifade ediyor:
"Amacımız, melez bir fil-mamut embriyosu üretmek. Mamut özellikleri taşıyan bir dizi fil gibi düşünün. Henüz o noktada değiliz ama birkaç yıl içinde ulaşabiliriz."
Diğer yandan, Rus ve Japon bilim insanlarından oluşan bir ekip de mamutları geri getirmek için farklı bir yöntem izliyor. Bu araştırmacılar, 28 bin yıllık bir mamut yavrusunun sol arka bacak kemiğinden canlı hücre çıkarmayı başardı.
Daha sonra bu hücrenin çekirdeği bir fareye aktarıldı ve biyolojik aktivitelerde bulunduğu görüldü. Projenin üyeleri hala daha yok olmuş bir canlının geri getirilmesi için zaman olduğunu düşünse de bunun yakın gelecekte mümkün hale geleceğine inanıyor.
Yuka ismi verilen 28 bin yaşındaki mumyalanmış yünlü mamut kalıntısından alınan hücreler, 2010'da Sibirya'daki donmuş toprak tabakası içinde bulundu. 7 yaşında öldüğü tespit edilen hayvanın şu ana kadar bulunan en iyi korunmuş mamutlardan biri olduğu biliniyor.

En eski DNA, mamutların dirilişinde rol oynayacak mı?
Dünyadaki en eski DNA'nın bir mamuta ait olması, akla Jurassic Park'ın dinozorlarını getirse de uzmanlar, mamut dişinden elde edilen DNA'nın bu hayvanları geri getirmede etkili olacağını düşünmüyor.
Çalışmanın başyazarı, İsveçli genetikçi Dr. Tom van der Valk, The Salon'a yaptığı açıklamada "Bu son keşif, yünlü mamutun geri getirilmesine ciddi bir katkıda bulunmayacak. Çünkü bu araştırmadan önce de önemli miktarda mamut genomumuz vardı. Yani bir mamut genomunun nasıl olduğuna dair fikrimiz var" diyor.

Araştırmaya katkı koyan ODTÜ'lü biyologlar da keşfedilen bu eski genomların mamutları geri getirme çabasına fayda sağlamayacağını ifade ediyor:
"Bu konuda bir faydası yok çünkü çok eski oldukları için elde edilebilen DNA aşırı derecede parçalı ve az miktarda (tüm bir genom bile değil). Buna karşın daha yakın döneme ait mamutlardan elde edilmiş yüksek kalitede genomlar var."
Çalışmanın ortak yazarı, Stockholm Üniversitesi'nden İsveçli zooloji profesörü Dr. Love Dalén ise CRISPR-Cas9 teknolojisini kullanan genetikçilerin bu keşiften yararlanabileceğini aktarıyor. Söz konusu teknoloji genetikçilerin, genomun çeşitli kısımlarına ekleme, çıkarma yapmasına ya da DNA dizilimininde değişiklikler meydana getirmesine olanak tanıyan özgün bir araç. Genetik bileşeni olan (kanser, hepatit B ve hatta yüksek kolesterol) gibi çok sayıda tıbbi rahatsızlığın tedavisinde CRISPR-Cas9 teknolojisini kullanmak mümkün.
 Dr. Love Dalén, mamut keşfinin bu teknolojide oynayabileceği rolü şöyle açıklıyor:
"Eğer birileri, herhangi biri bir fil genomunu düzenlemek için Crispr-Cas9 yöntemine başvurmak ve yalnızca yünlü mamuta özgü, benzersiz genleri kullanmak isterse bulgularımız yararlı olabilir. Çünkü yünlü mamutun doğrudan atasına ait genomun büyük bir bölümünü diziledik. Bu da artık bu benzersiz genleri tanımlayabileceğimiz anlamına geliyor."
Bazı bilim insanları bu tür çabaların niteliğinden şüphe duyuyor. O bilim insanları arasında, konuştuğumuz ODTÜ'lü biyologlar da yer alıyor. "Fikrin eğlenceli olduğuna katılıyoruz ama mevcut teknolojiyle gerçekçiliği konusunda ciddi şüphelerimiz var" diyen ekip, sözlerini şöyle sürdürüyor:
"Elde ettiğimiz DNA'yla mamut yavrusu üretmek bugünün şartlarında mümkün değil. Bunun birkaç sebebi var: Birincisi, döllenmiş bir fil yumurtasının DNA'sını tamamen mamutlaştırmak bugünkü CRISPR teknolojisiyle pratikte zor görünüyor çünkü iki tür arasında milyonlarca DNA dizisi farkı var. İkincisi, bu tip bir genom editleme mümkün olsa bile tam bir mamut yapabilmek için, filin yumurtasındaki DNA dizisi dışında, içindeki DNA'ya bağlı proteinleri ve DNA metillenmelerini de mamutlaştırmak gerekir. Ancak mamutun döllenmiş yumurtasındaki bu özellikleri bilmiyoruz."
Ekibe göre, teorik açıdan mamut gibi yünlü ve uzun dişli bir fil üretilebilir. Ama bu da aşırı emek isteyen bir süreç. Bu nedenle ekip, hamilelik süresi iki yıla yakın olan fillerle bu tür deneyler yapmayı pek makul bulmuyor. Ayrıca bu tip bir çabayla file zarar da verilebilir. Bu da akla mamutları "diriltmenin" etik yönlerini getiriyor.

Mamutları diriltmenin etik yanı
Bilim camiasının bir kısmı, mamutların geri dönüşünün bugün gezegenemizin karşı karşıya kaldığı iklim krizinin etkilerini hafifletebileceğini düşünüyor. Bu fikri savunan uzmanların başında Harvard Üniversitesi'ndeki fil-mamut melezi çalışmasının lideri Prof. George Church geliyor. 
Church, mamutların otlama alışkanlıklarıyla şekillenen eski kuru ve çimenli "mamut bozkırı" ekosisteminin yeniden ortaya çıkarılabileceğini öne sürüyor. Araştırmacıya göre bu yeni ekosistem donmuş bataklık topraklarının yerini alabilir ve örneğin ısıyı emen koyu renkli bitkilerin oranını azaltarak Kuzey Kutbu'ndaki erimeyi geciktirebilir. 

Bunun yanında Church, "soğuğa adapte olmuş filleri" geri getirmenin, fil ailesini de kurtarabileceğini savunuyor. Zira uzmanlar, fillerin neslinin tehlikede olduğuna dair uyarılarını uzun süredir dile getiriyor. Örneğin ABD'deki Colorado Üniversitesi'nden araştırmacılar, 2014'te yürüttükleri bir araştırmada Afrika'da her yıl ölen fil sayısının, doğan fil sayısını geçtiğini belirlemiş ve fil neslinin 100 yıl içinde tükenebileceği sonucuna ulaşmıştı. 
Church'e göre kaçak avcılık nedeniyle Afrika'daki fillerin nesli tehlikeye atılırken, mamutların klonlanması sayesinde en azından bazıları, Kuzey Kutbu'nda nispeten güvenli bir bölgeye sığınabilir. Bilim insanı CBS televizyonuna verdiği bir röportajda "Hayatta kalan son fillerin Kuzey Kutbu'ndaki yeni filler olması mümkün" açıklamasında bulunuyor.
Mamutları geri getirmeye yönelik çalışmalar sürerken, bilim dünyasının bazı kesimleri bu fikre şüpheyle yaklaşıyor. Örneğin Londra'daki Doğa Tarihi Müzesi Profesör Adrian Lister, "Paramızı, nesli tükenmiş büyük bir memeliyi diriltebilecek projelere yatırmamalıyız. Bugün yok olmanın eşiğindekileri korumaya çalışmalıyız. Paramızı koruma çalışmalarına yatırmak en iyi yol olacaktır" diyor.
En eski DNA keşfinin ardındaki ODTÜ'lü ekip de "Bizce bilim insanlarının bu tip gerçekdışı iddialarla kamuoyunu oyalaması çok mantıklı değil. Bunun yerine akademik ve sosyal imkanlarını koruma faaliyetlerine, günümüz türlerinin yok olmasının engellenmesine yoğunlaştırabilirler" ifadelerini kullanıyor.

Ekibin üyelerinden ve ODTÜ Biyolojik Bilimler Bölümü'nden Doç. Dr. Mehmet Somel, "Hem Afrika hem de Asya filleri bugün tehdit altında. Mamut araştırmalarının fillere ilgiyi artırması güzel ama sorunun basit bir bilinçsizlik olduğunu iddia etmek saçma olur" diyor ve ekliyor:
"Bu tehdidin başlıca kaynağı bilinçsizlik değil eşitsizlik. Bir yanda dünya zenginlerinin fildişi sevdası veya avlanma sevdası, diğer yanda karnını doyurmaya çalışan Afrikalı ve Asyalı çiftçiler ve yoksullar var. Fillerin korunmasının başlıca yolunun bu eşitsizliklerin yok edilmesi olduğunu vurgulamak gerekiyor. Zengin çocuklarını bilinçlendirmeye çalışmaktansa zenginleri mülksüzleştirmek daha gerçekçi bir çözüm gibi görünüyor."
Fikre şüpheyle yaklaşan bilim insanları, yeniden hayata döndürülecek bir mamutun çevreye nasıl adapte olacağını da sorguluyor. Örneğin, Sheffield Üniversitesi'nden Profesör William Holt, konuyla ilgili şüphelerini şöyle dile getiriyor:
"Bir türü diriltmeyi ve onun mutlu bir şekilde yaşamasını, hatta çevreyi milyonlarca yıl öncesine benzetmesini beklemek bende şüphe uyandırıyor. Klonlama, özellikle de mamut gibi bir hayvanı klonlama, dünyaya gelen hayvanın birçok zararlı gen taşımasına neden olabilir. Bu da tıpkı akraba evliliğindeki gibi sağlıksız bireylerin doğmasına yol açabilir.
Ayrıca klonlanmış o hayvanı ne yapacaksın? Onu nerede tutacaksın? O bir mamut olduğunu nasıl bilebilir? Başka memelilerden oluşan bir aileyle nasıl etkileşim kuracak? Zira bunu yapması gerekiyor."

Sahi mamutlar niye yok olmuştu ki?
Bilim insanları mamutların neden yok olduğuna dair mutabakat sağlayabilmiş değil. Ancak genel eğilim, iklim değişikliğinin bu hayvanların yaşamına elverişli bölgeleri önemli ölçüde azalttığından yana. Bu eğilim, son buz çağının ardından gezegenin ısınmaya başlamasıyla birlikte iklim değişikliğinin mamutları yok ettiğini ileri sürüyor.
Bir diğer eğilimse mamutların yok oluşunda insanın oynadığı role dikkat çekiyor. Son araştırmalar da insanın mamutlar üzerinde kurduğu avlanma baskısının, yok oluşta düşünüldüğünden daha etkili olduğuna işaret ediyor. Bazı bilim insanlarıysa mamutların soyunu hem iklim değişikliğinin hem de insanların tükettiği görüşünde.

Son buz çağının ardından gezegen ısınırken yünlü mamutlar, kuzeye göç etmeye başladı. Türün büyük kısmı yaklaşık 11 bin yıl önce ölse de bazı küçük gruplar, yalıtılmış alanlarda birkaç bin yıl daha hayatta kaldı. Bu son kalanların soyunun da yaklaşık 4 bin yıl önce tükendiği düşünülüyor.
Uluslararası bir araştırma ekibinin internet sitesi bioRxiv'de erişime açtığı yeni bir araştırmaya göre en muhtemel senaryo, iklim değişikliğinin mamutları daha kısıtlı çevrelere ittiği ve avcıların da bu hayvanların soylarını tükettiğina işaret ediyor. Araştırmacılar, "İnsan avcılar olmasaydı mamutlar 4 bin yıl daha yaşayabilirdi" diyor.
Doç. Dr. Mehmet Somel ve ekibi de bu tür çalışmaların mamutların nasıl yok olduğunu anlamada önemli rol üstlendiğini dile getiriyor. Ekip, "Mamutların ve başka büyük memelilerin son 100 bin yıl içinde yok olması sürecinde hem iklim değişikliği hem de Afrika'dan çıkan insan gruplarının yoğun avlanmasının rol oynadığı düşünülüyor" ifadelerini kullanıyor:
"Ancak iki sürecin göreli katkılarına dair kesin kanıya varmak da kolay değil. Öte yandan bu tipte modelleme çalışmaları insan rolüne dair daha elle tutulur bir fikir sunduğu için değerli."

Mamutlar ve insanların tarihsel ilişkisi: Zekamızı onlara mı borçluyuz?
Mamutların ve diğer iri memelilerin tarih sahnesinden silindiği Pleistosen Çağ, insanın dünyada hakimiyet kurmasının önünü açtı. Uzmanlar, iklim değişikliklerinin kazananlarının ve kaybedenlerinin olduğunu sıklıkla dile getiriyor. İşte son buz devrinin kaybedenleri mamutlar olurken, kazananları da insanlar oldu.
Zira evrimbilimciler, Pleistosen Çağ'da insan beyninin büyüdüğünü söylüyor. Üstelik bugünkü beyinlerimizi ve zekamızı mamutlara borçlu olabiliriz. İsrail'deki Tel Aviv Üniversitesi'nden araştırmacılar, söz konusu dönemde insanların daha küçük ve hızlı avların peşine düştüğünü, böylece beyinlerinin büyüdüğünü öne sürdü.
Bu hipoteze göre ilk insanlar, kendilerine bol yağlı yiyecekler sağlayan, fil gibi büyük hayvanları avlamakta uzmanlaşmıştı. Ancak daha büyük beyinli insanlar, küçük ve hızlı avları yakalamada daha iyiydi. Bu nedenle büyük hayvanların sayısı azalırken büyük beyinli insanlar avantaj elde etti.
İşte bunun sonucunda 2 milyon yıl önce ortalama 650 santimetreküp boyutundaki insan beyni, 10 bin yıl önce tarım devriminin zirvesindeyken yaklaşık bin 500 santimetreküpe ulaştı.
Söz konusu araştırmanın bulguları, insanlar ve mamutlar arasındaki süregelen ilişkiyi de çarpıcı biçimde gösteriyor. Mamutların yok oluşu, insanları daha zeki kılarken, zeki insan da binlerce yıl sonra mamutları tarih sahnesine yeniden çıkarmak için çalışıyor.

Independent Türkçe
 



Yeni korsanların çağı: Gizli dünyayı kim kontrol ediyor?

2024 yılında 8 bin 350'den fazla başarılı siber saldırı kaydedildi (Getty)
2024 yılında 8 bin 350'den fazla başarılı siber saldırı kaydedildi (Getty)
TT

Yeni korsanların çağı: Gizli dünyayı kim kontrol ediyor?

2024 yılında 8 bin 350'den fazla başarılı siber saldırı kaydedildi (Getty)
2024 yılında 8 bin 350'den fazla başarılı siber saldırı kaydedildi (Getty)

Muhammed el-Cedi

Dijital teknolojilere olan küresel bağımlılık arttıkça siber tehditler daha tehlikeli ve karmaşık bir hal alıyor. Dijital güvenlik artık bir lüks veya ek bir seçenek değil, aksine modern ekonomiler, altyapılar ve toplumlar için ilk savunma hattına dönüştü. Dijital dönüşüme doğru hızla ilerleyen ve teknolojiyi soluyan bir dünyada, “dijital belirsizlik” (digital uncertainty) çağına girmeye başladık ve bu, tüm dünyanın siyasal, ekonomik ve toplumsal güvenliğinin kalbini vurmaya başladı.

Hackmanac Merkezi, dördüncü olan 2025 Küresel Siber Saldırılar Raporu’nda, dünyanın benzeri görülmemiş dijital gerginliğin yeni bir safhasına girdiğini doğrulayan rahatsız edici gerçekleri ortaya koydu. Raporda, sadece bir yıl içinde gerçekleşen binlerce başarılı siber saldırı incelenerek, ağların ön cepheye dönüştüğü ve yazılım saldırılarının sessiz imha silahları haline geldiği bir dönemin kasvetli tablosu çizildi. Hükümet altyapılarının hack'lenmediği, sağlık sisteminin şantajla tehdit edilmediği veya büyük bir şirketin siber saldırıya uğramadığı gün geçmiyor.

8 binden fazla başarılı saldırı

Rapora göre, 2024 yılında 8 bin 350'den fazla başarılı siber saldırı gerçekleşti ve bu bir önceki yıla göre yüzde 18’lik bir yükseliş anlamına geliyor. Saldırıların şiddetinde önemli bir artış yaşanırken, ortalama zarar endeksi (ESIX©) yüzde 3,8 arttı. Saldırıların hedefinde artık ikincil önemde veya çevresel sistemler değil, üretim, bilim ve teknoloji, sağlık gibi hayati sektörler var. Saldırılardan en fazla payı yüzde 15 ile imalat sektörü aldı. Onu yüzde 10 ile teknoloji ve bilimsel araştırma sektörü, ardından yüzde 33'lük şoke edici artışın görüldüğü sağlık sektörü takip etti. Bu dağılım, saldırganların davranışlarında stratejik bir değişimi ortaya koyuyor; zira artık amaçları sadece anlık finansal kazanç elde etmek değil, derin ekonomik ve toplumsal zararlar vermek.

Dark Web

Hackmanac'ın raporu sahnenin karanlık tarafını, yani Dark Web'i de atlamıyor. Saldırıların yüzde 55'ten fazlası geleneksel medya takibinin dışındaki Dark Web kaynakları üzerinden tespit edildi. Burası, çalınan verilerle, karmaşık saldırı araçlarıyla ve organize bilgisayar korsanlığı anlaşmalarıyla dolu paralel bir dünya ve kamuoyunun haberi olmadan, koruyanlar ile saldıranlar arasında sessiz savaşlar yaşanıyor.

Saldırı araçları düzeyinde ise kötü amaçlı yazılımlar (Malware; işlev bozan, bilgi toplayan ve cihazlara erişim sağlayan yazılımlar) hâlâ mevcut. Sosyal mühendislik (social engineering; bilgilerinizi siz fark etmeden çalmaya yönelik akıllıca hileler) tüm saldırıların yüzde 66'sını oluşturuyor, ancak artık tek silah değil. DDoS saldırıları (sunuculara işleme kapasitesini aşan sahte oturum açma isteği göndererek çökmesine yol açan bir saldırı türü) yüzde 83 gibi şaşırtıcı bir oranda arttı. Dijital kimlik hırsızlığı ve sosyal mühendislik saldırıları ise yüzde 39 arttı. En tehlikelisi ise saldırıların artık çok teknikli hale gelmesi, gasp, bilgisayar korsanlığı ve veri bozmayı bir arada yapabilmesi, bunlar saldırılara karşı koymayı daha da zorlaştırıyor. Raporda, saldırıların daha profesyonel hale geldiği, kötü amaçlı yazılımların kullanımında önemli artış olduğu ve fidye yazılımı çetelerinin faaliyetlerinin devam ettiği belirtiliyor. Hatta fidye yazılımı saldırıları (verilerinizi şifreleyen veya saklayan ve bunların karşılığında fidye talep eden dijital virüsler) hâlâ öncü konumda ve bu saldırılara RansomHub ve LockBit 3.0 gibi gruplar öncülük ediyor. Öyle ki kaydedilen tüm saldırıların yüzde 20'sinden fazlasını tek başlarına gerçekleştirdiler.

Rusya ve Çin yok

Saldırıların jeopolitik haritası incelendiğinde, saldırıların yüzde 42'sinin hedefinin ABD olduğu, ABD'yi İtalya, İngiltere ve Kanada'nın izlediği görülüyor. Rusya ve Çin'in kurban listelerinde göreceli olarak yer almaması, bir cevap sunmaktan ziyade daha fazla soru işareti doğuruyor. Bu iki ülkede bilginin sıkı bir şekilde kontrol edilmesi, kendilerine yönelik saldırıların gerçek boyutunun değerlendirilmesini zorlaştırıyor.

Dijital tehdit giderek artarken, daha tehlikeli özel bir gelişme öne çıktı; devletlerin siber saldırı arenasına giriş yapması. Tehditler artık yalnızca tek başına hareket eden bilgisayar korsanları veya fidye yazılımı çeteleriyle sınırlı değil. Bunun yerine ülkeler, politik, ekonomik ve yıkıcı casusluk amaçlarıyla sistematik bilgisayar korsanlığı eylemlerini doğrudan veya dolaylı olarak destekliyorlar. Nitekim bilgi savaşı yüzde 64 oranında artarken, internet, geleneksel angajman kurallarının dışında, karada değil, kablolar ve uydu ağları üzerinden yürütülen sessiz bir savaş arenasına dönüştü.

Körfez mercek altında

Bölgesel nüfuzu ve Vizyon 2030 projeleriyle dikkat çeken Suudi Arabistan, yaşadığı büyük dijital dönüşüm nedeniyle bu siber savaşın dışında kalmadı ve cazip bir hedef haline geldi. Siber güvenlik altyapısını güçlendirmeye yönelik büyük yatırımlarına rağmen, saldırıların gelişmesi ve özellikle hayati öneme sahip petrol ve finans sektörlerine yönelik saldırıların artması, sürekli bir teyakkuz hali ve proaktif yaklaşımlar gerektiriyor. Bu, sürekli bir zorluk olmaya devam ediyor ve hem hücum hem de savunma stratejilerinin geliştirilmesini gerektiriyor.

Küresel rekabet ve cazibe alanı

BAE ise bölgenin en gelişmiş dijital ekonomilerinden biri olarak öne çıkan bir hedef haline geldi. Teknolojik yeniliklerdeki hızlı ilerlemesine, yapay zekâ ve akıllı şehirler alanındaki projelerine rağmen saldırı dalgasından kurtulamadı. Ülke, Ulusal Siber Güvenlik Merkezi gibi girişimler aracılığıyla katı standartlar uygulamak da dahil olmak üzere dijital alanını korumak için esnek ve gelişmiş bir politika benimsemiş olsa da siber tehditler sürekli güncelleme ve geliştirme gerektiriyor.

Stratejik bir sıçramaya ihtiyaç var

Kuveyt, dijital altyapısını entegre etme ve dijital güvenliğini artırma yönündeki kademeli gelişimine ve yorulmak bilmeyen çabalarına rağmen, hâlâ proaktif siber analiz çözümlerinin benimsenmesini hızlandırmaya, saldırılara gerçekleşmeden önce karşılık verebilecek yerel güçler oluşturmaya ihtiyacı var. Şarku’l Avsat’ın Independent Arabia’dan aktardığı analize göre dijital dünyada yavaş savunma politikalarından akıllı saldırı politikalarına geçmek artık bir lüks değil, varoluşsal bir zorunluluk. Küresel çapta saldırıların artmasıyla birlikte Kuveyt’in yapay zekâ ve derin siber analizlere dayalı önleyici ve proaktif modellere ihtiyacı bulunuyor. Kanunları iyileştirmek yeterli değil, bilakis tehditleri istisnai değil, kaçınılmaz olarak ele alan sürdürülebilir bir savunma ortamı inşa edilmeli.

Bu rapordan sonra nereye yönelmeliyiz?

Hackmanac raporu açık ve net bir uyarıda bulunuyor; Arap ve Körfez bölgelerimiz de dahil olmak üzere dünya giderek artan bir dijital açıklık ile karşı karşıya.

Dijital dönüşümdeki dalgalanmalar ışığında, tehditler oluşmadan önce onları tespit edebilecek dijital istihbarat birimleri kurmak, saldırıları engellemek için uzmanlaşmış araştırma merkezleri, bölgesel iş birlikleri kurarak ulusal siber güvenliği güçlendirmek yoluyla “müdahale” politikasından “öngörme” politikasına geçilmesi gerekiyor.

Tehditler artık sadece teknik raporlardaki rakamlardan ibaret değil, çatışma ve nüfuz araçlarına silah seslerinin değil, çalınan verilerin ve felç olmuş altyapının çığlıklarının duyulduğu savaş alanlarına dönüşmüş durumda.

Sadece yüksek elektronik duvarlar inşa etmek yeterli değil, aynı zamanda saldırıları öngörebilen ve savaş mantığının değiştiğini anlayabilen uyanık zihinler inşa etmek de gerekiyor.

Artık “Saldırıya uğrayacak mıyız?” sorusunu değil, “Ne zaman, nasıl saldırıya uğrayacağız ve buna karşılık vermeye hazır mıyız?” sorusunu sormalıyız.

Hackmanac raporu tek bir cümleyle durumu acı ve vurucu bir şekilde özetliyor:

“Sorunun büyüklüğü başlı başına bir sorun haline geldi.”

* Bu analiz Şarku'l Avsat tarafından Independent Arabia'dan çevrilmiştir.