Cezayir seçimleri: Siyasal İslamcılara karşı “bağımsızlar”

“Milliyetçiler” yarışa kopuk bir şekilde girerken laikler seçimleri boykot ediyor... Halk hareketi (Hirak) ise bölünmüş durumda

Cezayir’in güneyindeki Celfa vilayetinde Aynvuserra’da adayların seçim kampanyasının bir parçası (AP)
Cezayir’in güneyindeki Celfa vilayetinde Aynvuserra’da adayların seçim kampanyasının bir parçası (AP)
TT

Cezayir seçimleri: Siyasal İslamcılara karşı “bağımsızlar”

Cezayir’in güneyindeki Celfa vilayetinde Aynvuserra’da adayların seçim kampanyasının bir parçası (AP)
Cezayir’in güneyindeki Celfa vilayetinde Aynvuserra’da adayların seçim kampanyasının bir parçası (AP)

Cezayir, 12 Haziran'da yapılması planlanan Cumhurbaşkanı Abdulmecid Tebbun döneminin ilk seçimlerine doğru giderken İslami eğilimli partilerin, çoğu bağımsız olan muhalifler karşısında güçlü sonuçlar elde etme olasılığının yüksek olduğunu gösteren göstergeler söz konusu. İslami eğilimli partilerin şansı, ülkede 2019 yılında halkın sokaklara döküldüğü, eski Cumhurbaşkanı Abdulaziz Buteflika'nın uzun soluklu iktidarının sona ermesine katkıda bulunan ‘halk hareketinin’ (Hirak) bazı kesimlerinin yanı sıra Sosyalist Güçler Cephesi (FFS) ile Kültür ve Demokrasi Birliği (RCD) gibi laik partilerin seçimleri boykot etme kararı almaları dahil olmak üzere birçok faktör tarafından destekleniyor. Siyasi arenaya uzun yıllar hakim olan Ulusal Kurtuluş Cephesi (FLN) ve Demokratik Ulusal Birlik (RND) partileri, eski rejime olan bağlılıkları nedeniyle, yarışa bölünmüş halde girdiler.
Pekk, seçim yarışı tablosu, sandık başına gidilmesine günler kala nasıl şekillendi?

‘Milliyetçi’ partiler
FLN, Cezayir’in 1962 yılında bağımsızlığını kazanmasında bu yana ülkenin siyaset sahnesini hegemonyası altına aldı. Hegemonyası, yetkililerin halk protestolarından sonra tek partili hükümet sistemini kaldırdığı 1989 yılına kadar devam etti. Parti, Aralık 1991 seçimlerinde İslami Kurtuluş Cephesi (FIS) karşısında neredeyse iktidarı kaybediyordu. Ancak ordu, seçimlerin ilk tur sonuçlarını iptal etti. Bu adım, 1992 yılının başlarından itibaren ülkenin on yılı aşkın bir süre boyunca şiddet döngüsüne girmesine neden oldu. Cezayir 1997 yılında, 1992'de iptal edilen seçimlerden sonraki ilk parlamento seçimlerini gerçekleştirdi. RND, bu seçimleri, açık ara farkla (156 milletvekili) kazandı. RND, FLN tarafından ihanete uğramaktan korkan parti yetkilileri tarafından kurulan yeni bir partiydi. FLN ise FIS’in kapatılmasının ardından ülkedeki ana İslami eğilimli parti haline gelen Barış Toplumu Hareketi'nden (MSP (69 milletvekili) sonra üçüncü sırada (62 milletvekili) geldi.
FLN, 2002 seçimlerinde 199 sandalye kazanarak yeniden lider olurken RND (1997 seçimlerinde 156 milletvekili çıkardıktan sonra) sadece 47 sandalyeyle üçüncü sıraya geriledi. Partinin bu düşüşü, o dönem parti lideri olan Liamine Zeroual ile bağlantılı olabilir.  Zeroual istifa edip iktidarı Buteflika'ya devrettikten sonra, Buteflika'nın onursal başkanlığını yaptığı FLN iktidarı yeniden geri aldı. 2007 seçimlerinde FLN 136 sandalyeyle liderliğini sürdürürken, onu 61 sandalyeyle RND izledi. 2012 seçimlerinde de tablo değişmedi. FLN, 208 sandalyeyle liderliğini sürdürürken RND 58 sandalye ile peşinden geldi. 2017 seçimlerinde aynı sahne bir kez daha tekrarlandı. FLN, 146 sandalyeyle liderliğini korurken RND, 97 sandalyeyle onu takip etti.
FLN ve RND’nin, Buteflika'nın 1999'dan 2019'a kadar süren iktidarının temel dayanakları olduğu açıkça görülse de Cezayirliler, 12 Haziran'da sandık başına gittiklerinde, iki partinin Buteflika rejimine bağlılıkları ve eski rejimi savunmaları onlara zarar verebilir. Bu iki partinin Buteflika'yı hasta ve konuşamazken haldeyken bile desteklediği ve sağlığının sebep olduğu engelleri bilmelerine rağmen Buteflika’yı arka arkaya cumhurbaşkanlığına aday gösterdikleri biliniyor. Dahası, Buteflika rejimi düşer düşmez bu iki partiden önde gelen çok sayıda isim, yolsuzluk ve yasadışı servet edinme suçlarından hüküm giyerek kendilerini parmaklıklar ardında buldu.
Tüm bu faktörler, kendilerini milliyetçi olarak niteleyen bu iki partinin egemenliğinin sona ermek üzere olabileceği ve 12 Haziran seçimlerinden feci sonuçlarla çıkabileceği izlenimi veriyor.

İslami eğilimli partiler
İslami eğilimli partiler, muhaliflerinin dağılması ve bir noktada her zaman hükümetlerin milliyetçilerle siyasal İslamcıları (FLN, RND ve MSP) bir araya getirmesi gerektiğinde ısrar eden eski Cumhurbaşkanı Buteflika’nın rejiminin bir parçası olmasına rağmen, Buteflika'ya karşı halk hareketine verdiği desteği sürmesini sonucunda 2021 seçimlerine güçlü bir konumda giriyorlar.
Siyasal İslamcıların Buteflika yönetiminden ayrılması, 2011'de Arap Baharı'nın başlamasından hemen sonrasına denk geliyor. İslami eğilimli partiler, muhalifleri tarafından, tökezleyen halk hareketini sürdürerek fırsatçı olmakla suçlandılar. Arap Baharı, Mısır, Tunus ve Libya'da olduğu gibi Cezayir’de de siyasal İslamcıları öne çıkardı. Tıpkı, parlamento seçimlerinin siyasal İslamcıların ilk kez hükümete liderlik etmelerine izin veren en büyük payı kazanmasıyla sonuçlandığı Fas’ta olduğu gibi.
Ancak 2012 seçimleri, siyasal İslamcıların istediği gibi geçmedi. Çünkü resmi sonuçlar FLN'nin ve RND’nin hakimiyetinin devam ettiğini gösterdi. Bu sonuçlar, siyasal İslamcıları seçimlerde hileli yapıldığı iddiasında bulunmaya itti. Aynı sonuç, siyasal İslamcıların milliyetçilerin ardından üçüncü sırada yer aldığı 2017 seçimlerinde de tekrarlandı. Ancak bugün 2021 seçimlerinin arifesinde, rakiplerinin ve muhaliflerinin yaşadığı talihsizlikler, en çok siyasal İslamcıların işine yarayacak gibi görünen bir tablo söz konusu.
İslami eğilimli partilerin başını şuan, Abdurrezzak Mukri liderliğindeki MSP ve Abdullah Caballa liderliğindeki Adalet ve Kalkınma Cephesi (FJD) çekiyor.

Laik partiler
Cezayir’deki laik partilerin başını ise uzun yıllardır, güçleri Tizi Vuzu ve Bicaye gibi aşiret bölgelerinde yoğunlaşan FFS ve RCD çekiyor. Ancak bu iki parti geçtiğimiz yıllarda, özellikle FFS’nin önde gelen isimlerinden Hüseyin Ayet Ahmed’in partiden ayrılmasından ve RCD’nin lideri Said Sadi'nin istifasından sonra, kendilerini sürekli bir kaos içerisinde buldular. Bunun yanı sıra iki parti, 2021 seçimlerini boykot etme kararı aldıklarını açıkladılar. Troyka yanlısı (Avrupa Birliği/AB, Uluslararası Para Fonu/IMF, Avrupa Merkez Bankası/AMB) siyasetçi Louisa Hanun liderliğinde Sosyalist Eşitlik Partisi (PES) adlı üçüncü bir sol eğilimli parti daha var. Bu parti de 12 Haziran seçimlerini de boykot edecek, ancak halk arasındaki popülaritesi, hiçbir zaman 1990'larda siyasal İslamcılara yönelik sert eleştirileriyle tanınan lideri Hanun'unki kadar yüksek olmadı.

Halk hareketi ve ordu
Halk hareketi, 2019 yılında Buteflika rejimini devirmede orduyla birlikte önemli bir rol oynadı. Cumhurbaşkanının sağlığının elverişsiz olmasına rağmen seçimlerde yeniden aday olmasına karşı başlayan halk protestoları sonrasında ordu, halk hareketinin yanında yer almaya karar verdi ve aynı yılın Nisan ayında Buteflika'yı iktidardan uzaklaştırdı. Dönemin Genelkurmay Başkanı Ahmed Kayid Salah, Buteflika’nın azledilmesinin yanı sıra Buteflika rejiminin iktidarının temel direkleri eski başbakanlardan Abdulmelik Sellal ve Ahmed Uyahya ile parti liderleri ve işadamlarından ve hatta bazı ordu komutanlarından çok sayıda ismin yargılanmasında kilit bir rol oynadı. Aynı zamanda ‘General Tevfik’ adıyla bilinen eski İstihbarat ve Güvenlik Dairesi (DRS) Başkanı Muhammed Medin ve İstihbarat Teşkilatı Başkanı Osman Tartak (Beşir) da görevden alındı. Ancak Kayid Salah'ın rolü, Buteflika rejimini devirmesinden sadece aylar sonra Aralık 2019'da aniden vefat etmesiyle sona erdi. Ancak orduya verdiği halk hareketiyle birlikte hareket etmesi yönündeki emri, Abdulmecid Tebbun’u cumhurbaşkanlığına getiren mevcut dönemin önünü açtı.
Cezayir ordusu şuan, sürekli olarak askeri birliklerin önünde konuşmalar ve sırayla saha ziyaretleri yapan Genelkurmay Başkanı Said Şangariha tarafından yönetiliyor. Ama aslında, ordu liderliğinin ve onunla birlikte istihbarat servisinin, tıpkı geçmiş yıllarda olduğu gibi bu kez de perde arkasında siyasi bir rol oynamaya devam etmeye istekli mi olduğu yoksa siyaset sahnesini seçimlerden çıkacak olan iktidara terk mi edeceği henüz netlik kazanmış değil.
FLN’nin 1992 yılında iktidara gelmesinin engellenmesi için ordunun doğrudan müdahale etmesi gerekti. Bu adımı eleştirenler ülkeyi kanlı bir on yıla sürüklediğini söylerken, destekleyenler ise bu adımın ülkeyi o dönemde liderlerinin açıklamalarından çıkarılan sonuca göre demokrasiye inanmayan bir partinin elinden kurtardığını söylüyorlar.
Öte yandan, halk hareketinin Buteflika yönetimine son vermedeki ana rolüne rağmen, asıl sorunu eleştirenlerin de söylediği üzere kendisini temsil eden ve onun adına konuşan bir liderlik üretememiş olmasıdır. Her ne kadar hareketin kendisini temsil edecek birini çıkaramamasının, kendi çıkarına olumlu bir faktör olduğunu söyleyenler de var. Çünkü onlara göre iktidar, halk hareketini sona erdirmek için hareketin önde gelen isimlerini tutuklayabilirdi. Hatta hareketin, İslami eğilimli saflarda daha görünür hale gelmesiyle, belki de gösterilerin FLN’nin kalesi olarak bilinen bölgelerden gelenlerin güçlü bir şekilde yer aldıkları başkent Cezayir’de çoğu zaman cuma namazından sonra düzenlenmesi nedeniyle, ortaya çıkışının ilk aylarında sahip olduğu ivmenin bir miktarını geçtiğimiz aylarda kaybettiği de ortadadır.
Dolayısıyla, hareketin bir bölümünün ihtiyaç duyulan değişikliği sağlayamayacağı gerekçesiyle seçimleri boykot edeceği, ideolojiye sahip bir başka kesimin ise siyasal İslamcılara oy vereceği açıktır.

Bağımsızlar
Eğer tablo böyle devam ederse, siyasal İslamcıların iktidara gelmesini önleme iddiası, özellikle Cumhurbaşkanı Tebbun belirli bir partiyi desteklemediğinden ve seçimlerde yarışacak bir partiye sahip olmadığından, büyük ölçüde önümüzdeki anketlerdeki bağımsız adayların performansına bağlı olacak gibi görünüyor. Cezayir Bağımsız Ulusal Seçim İdaresi istatistiklerine göre seçim yarışı, 646’sı partili,  837’si bağımsız olmak üzere bin 483 milletvekili adayı arasında gerçekleşecek. Peki, kim galip gelecek? Bu sorunun cevabı seçime birkaç gün kala netleşebilir mi?



Dikenli tellerden yapay zekaya toplama kampları

Almanya’daki Auschwitz toplama kampından bir kare (1939-1945) (Getty Images)
Almanya’daki Auschwitz toplama kampından bir kare (1939-1945) (Getty Images)
TT

Dikenli tellerden yapay zekaya toplama kampları

Almanya’daki Auschwitz toplama kampından bir kare (1939-1945) (Getty Images)
Almanya’daki Auschwitz toplama kampından bir kare (1939-1945) (Getty Images)

Muhammed Tahir
Kamboçya’da ‘Kızıl Kmerler’ rejimi döneminde (1975-1979) Tuol Sleng Cezaevi’nin müdürlüğünü yapan Kaing Guek Eav geçtiğimiz Eylül ayı başlarında, Birleşmiş Milletler (BM) destekli mahkeme tarafından cezaevinde yapılan işkenceler nedeniyle insanlığa karşı suç işlemekten ötürü çarptırıldığı ömür boyu hapis cezasını çektiği parmaklıklar arkasında öldü. Guek Eav, Kamboçya’da iktidarı ele geçirmesinin ardından tüm etnik ve dini azınlıklara karşı sistematik imha operasyonları gerçekleştiren ve çoğunluğu baltayla doğranan yaklaşık iki milyon insanı katleden ‘Kızıl Kmerler’ rejiminde üst düzey bir yetkiliydi. Guek Eav, 20. yüzyılın en kanlı toplama kamplarından biri olarak tanımlanan Tuol Sleng Cezaevi’ni acımasız bir şekilde yönetti. Cezaevindeki mahkumların sayısı yirmi bine ulaşırken sadece yedisi hayatta kalabildi.
Tarih boyunca, eski uygarlıklar ve halklar, son derece katı şartlar altında düşmanlarına karşı, tüm şehirlerin yakılıp yıkıldığı, tüm etnik grupların bir bölgeden diğerine yerlerinden edildiği acımasız intikam yöntemleri uyguladılar. Ancak araştırmacılar, sivillerden oluşan büyük grupların hukuka aykırı olarak gözaltına alınması anlamına gelen ‘toplama kampı’ politikasının ilk tohumlarının İspanyol general Arsenio Martinez Campos tarafından 19. yüzyılın sonlarında Küba'da atıldığına inanıyorlar.

Toplama kampları uygulaması ilk olarak Küba’da başladı
Smithsonian Ulusal Doğal Tarih Müzesi’nin belgelerine göre Küba İspanya Kolonisi Genel Valisi Campos, 1895'te dönemin İspanya Başbakanı’na gönderdiği bir mektupta, bağımsızlık isteyen Kübalı isyancılara karşı zafer kazanmanın tek yolunun sivillere ve savaşçılara karşı katı önlemler almak olduğuna inandığını yazdı. Mektubunda ​​isyancıların, onları besleyen ve barındıran köylülerden ayrılması gerektiğini söyleyen Campos, bunu yapmanın yolunun ise yüz binlerce köylüyü İspanya’nın kontrolündeki şehirlere transfer etmek ve onları dikenli tellerin arkasına yerleştirmek olduğunu belirtti. Bu strateji o zamanlar ‘reconcentracion’ diğer bir değişle ‘toplama bölgeleri’ olarak adlandırılıyordu.
Ancak bu konuda yaşanan gelişmeler, Campos’un kendi icat ettiği politikayı uygulamakta tereddüt etmesine neden oldu. Kübalı isyancılar, savaş meydanında yaralanan İspanyollara karşı büyük bir merhamet gösterip savaş esirlerini zarar görmeden kışlalarına geri gönderdiler. Campos’un vicdanı, onurlu olduğuna inandığı bir düşmana karşı toplama bölgeleri stratejisini uygulama yükünü kaldıramadı ve ruhunda derin bir iz bıraktı. İspanya'ya bir mektup daha yazan Campos, “Uygar bir ulusun temsilcisi olarak, bir zulüm modeli tasarlayan ilk kişi ben olamam” ifadeleriyle bu katı önlemleri uygulayamayacağı için görevinden alınmasını istedi. İspanya Campos’u görevinden azletti ve yerine ‘kasap’ lakaplı General Valeriano Weyler’i görevlendirdi. Weyler, idam sırasındaki sivilleri merkezi bölgelere taşınmaya zorladı. Weyler, sadece bir yıl içinde on binlerce sivili hapse atarken, korkunç hayat şartları ve kıtlık nedeniyle yaklaşık 150 bin insan hayatını kaybetti.
Aslında, İspanya’nın toplama bölgeleri politikası, bundan önceki yüzyıllar boyunca tüm dünyada, özellikle Kuzey Amerika’da zorla çalıştırılan yerlilerin kaldıkları barınakların yöneticileri tarafından da uygulanıyordu. Aynı şekilde, Latin Amerika'daki İspanya kolonilerinin yöneticileri, halkın en savunmasız fertlerini, madenlerde ve yol yapımında zorla çalıştırmak üzere verimli topraklarından uzaklaşmaya zorluyordu. Ancak az sayıda kişinin çok sayıda sivilin denetlemesine dayanan toplama bölgeleri politikası, dikenli teller üretilene ve otomatik silahlar geliştirilinceye kadar uygulamada başarısız oldu. Bu teknolojik gelişimle politika olgunlaştı ve ‘toplama kampları’ kavramı siyaset sözlüğüne girdi.

“Toplama kampları, cehennemin kenar mahallesine benziyor”
Amerika Birleşik Devletleri (ABD), İspanya'nın Küba’daki isyan hareketi yıllarında, güney sınırı yakınlarında uzun zamandır sürdürdüğü toplama alanları politikasını kınasa da bu itirazı uzun sürmedi.  İspanya’nın Küba'da yenilgiye uğramasından ve ABD’nin başta Filipinler olmak üzere birçok İspanyol kolonisini ele geçirmesinden sonra, dünyanın en fazla ayaklanmalarının yaşandığı bölgelerinde savaşan ABD’li generaller, toplama kampları politikasını benimsemek zorunda kaldılar.  1901 yılında bir Amerikan subayı, bu kamplardan birini inceledikten sonra yazdığı raporda, “Kamplar, cehennemin kenar mahallesine benziyor” yazdı.
Britannica Ansiklopedisi’ne göre 1900 yılına gelindiğinde ‘toplama kampları’ ifadesi Güney Afrika’da, Boer Savaşı sırasında yaygınlaştı. İngilizler, çoğunluğunu kadınların ve çocukların oluşturduğu 200 binden fazla sivili dikenli tellerin arkasındaki derme çatma çadırlara ve kulübelere koydu. Sivilleri cezalandırma fikri, kendilerini medeni bir ulusun temsilcileri olarak görenler arasında bir kez daha dehşet uyandırdı. İngiltere Parlamentosu’dan milletvekili Sir Henry Bannerman, Haziran 1901'de, “Silah taşıyanlarla taşımayanları ayıran çizgiler neler?” sorusunu sordu. Zira bu kamplarda hayatını kaybedenlerin sayısı savaş meydanlarında önlerden çok daha fazlaydı. Kirlenmiş su kaynakları, kıtlık ve bulaşıcı hastalıklar, on binlerce tutuklunun ölümüne neden oldu. Boerler, genellikle kaba ve sevimsiz olarak gösterilseler de, Avrupalıların ​​torunlarına bu şekilde davranılması İngiliz halkını şoke etti.
Boer Savaşı 1902 yılında sona erdi, ancak kısa süre sonra kamplar başka yerlerde yeniden ortaya çıktı. 1904 yılına gelndiğinde, Güney Afrika (şimdi Namibya olarak biliniyor) sınırındaki Alman kolonisinde, Alman General Lothar von Trotha isyancı Herero halkının yok edilmesi emri verdi. General Lothar von Trotha’nın uygulamaları kısa bir süre sonra sona ermiş olsa da, bu yerli halka verilen hasar onarılamadı. Hererolardan hayatta kalanlar, Nama halkıyla birlikte, yiyeceğin yetersiz olduğu ve ölümcül hastalıkların kol gezdiği zorunlu çalışma kamplarında toplandılar. Alman toplama kamplarının 1907 yılında tamamen dağıtılmasıyla birlikte şok edici gerçek ortaya çıktı. Kamplarda 70 binden fazla Namibyalı ölmüş, Herero halkı ise neredeyse tamamen yok edilmişti.
Toplama kampı politikası sadece on yıl içinde üç kıtaya da yayıldı. Toplama kampları, Avrupa, Asya ve Afrika’da, istenmeyen azınlıkları yok etmek, tartışmalı bölgeleri arındırmak, her türlü isyancı sempatizanlarını cezalandırmak, gerilla savaşı taraftarlarına eşlerini ve çocuklarını dikenli tellerin arkasına atarak baskı yapmak için kullanıldı. Uluslararası toplum bu kampları insanlık için bir utanç vesikası olarak görse de bu, toplama kamplarının gelecekte de kullanılmalarının önüne geçmeye yetmedi.


Birinci Dünya Savaşı sırasında Fransa'daki bir toplama kampı (AFP)

Yabancı düşmanlar
Toplama kampları, Birinci Dünya Savaşı sırasında yeni bir dönüşüm yaşadı. O dönem zorunlu askerlik görevi yaygın olarak uygulanıyordu ve zorunlu askerlik çağındaki herhangi bir Almanın İngiltere'den sınır dışı edilmesi, Alman ordusu tarafından silah altına alınarak cepheye gönderilmesi anlamına geliyordu.  Bu yüzden Londra, başlangıçta ülkedeki askerlik çağında olan tüm yabancıları hapse atmayı düşündü. Dönemin İngiltere İçişleri Bakanı Reginald McKenna, bu kişilerin tamamının ayrım gözetmeksizin tutuklanması çağrılarına itiraz etti.  Ancak 1915 yılında, ‘Losetania’ adlı İngiliz gemisinin bir Alman denizaltısı tarafından batırılması ve gemideki binden fazla sivilin ölmesi üzerine dönemin İngiltere Başbakanı Herbert Asquith, Almanlardan ve Avusturya-Macaristan uyruklulardan binlerce ‘yabancı düşmanı’ hapse atma kararı aldı.
Britanya İmparatorluğu aynı yıl tutuklama kapsamını kolonilerine kadar genişletti. Almanlar ise buna, İngiltere, Avustralya, Kanada ve Güney Afrika'dan gelenlere yönelik benzer tutuklamalarla karşılık verdiler. Toplama kampları kısa süre sonra tüm dünyaya yayıldı. Fransa'dan Yeni Zelanda'ya, Rusya’dan Türkiye’ye, Macaristan’a, Brezilya’ya, Japonya’ya, Çin’den Hindistan’a, Haiti’ye, Küba’ya, Singapur’a, ABD’ye ve diğer birçok ülkeye kadar toplama kampları görüldü.
Birinci Dünya Savaşı sırasında kurulan toplama kamplarının çoğu, eski sömürge kamplarından farklı olarak cephe hatlarından yüzlerce ve hatta binlerce mil uzakta bulunuyordu. Kamplardaki hayata dair en garip olan ise tutuklulara, bir kampta diğerine gitmeleri için vatandaşlık numarasına benzer şekilde seri numaraların tahsis edilmesiydi. Buradaki tutuklular ayrıca mektup ve paket gönderip alabiliyor, bazı durumlarda açık kalan banka hesaplarıyla işlem yapmalarına izin veriliyordu. Tüm bunların sonucunda Kızıl Haç müfettişlerinin hazırladığı raporlarla özel bir gözaltı bürokrasisi ortaya çıktı.
Savaşın sonunda, 800 binden fazla sivil, dünyanın dört bir yanındaki toplama kamplarında tutulurken, yüz binlerce sivil de uzak bölgelere kaçmak zorunda kaldı. Akıl sağlığı ve azınlık dokusunun bozulması, uzun süreli tutukluluğun sivillere ödettiği en ağır bedeldi. Yine de, Birinci Dünya Savaşı sırasında yabancı düşmanlara yönelik bu ‘medeni’ yaklaşım, eski toplama kamplarının lekeli ve ürkütücü imajını iyileştirmeyi başardı. İnsanlar, bir gün serbest bırakılacakları umuduyla, hedef alınan kitlenin bir kriz anında gözaltına alınmaması fikrini benimsedi. Ancak bu benimseyişin, 20. yüzyılın sonlarında, özellikle İkinci Dünya Savaşı sırasında, Nazi Almanya'sında trajik sonuçları oldu.
Birinci Dünya Savaşı sırasında kurulan toplama kamplarının, içerisinde cinayetler işlenmediği ve sistematik şekilde işkence yapılmadığı için neredeyse pembe renkte çizilen imajına rağmen, öyle acı uygulamalardan da mahrum değildi. Birinci Dünya Savaşı’ndaki kamplar, yabancılara odaklanırken, devamında kurulan kamplar ülkenin kendi vatandaşlarına yönelikti. İlk olarak Küba’da ortaya çıkan kamplarındaki sivil ölümler, kasıtsız ve ihmalden kaynaklanırken, yarım asır sonra insanlar, Sovyetler Birliği’nin Gulag Kampları’nda ve Nazi Almanyası’nın Auschwitz Kampı’nda olduğu gibi kendi devletleri tarafından uygulanan korkunç zulümlere tanık oldular. Buralarda devletler, kendi vatandaşlarına laboratuar faresi gibi muamelede bulundu.


Joseph Stalin'in 1953'te ölümünden sonra, geriye kalan mahkumlar da serbest bırakıldı ve toplama kamplarının sayısı önemli ölçüde azaltıldı (AFP)

Siyasi toplama kampları
Bu dönemde hapishaneler ‘siyasi toplama kampları’ olarak biliniyordu. Böyle olmasındaki amaç, öncelikle totaliter rejimlerin ülkenin eklemleri üzerindeki kontrolünü sıkılaştırmak ve her türlü muhalefeti susturmaktı.
Örneğin 1922 yılında Sovyetler Birliği’nde, çoğunluğu ‘düzeltici çalışma kampları’ adı altında kurulan siyasi ve cezai suçlarla itham edilen kişilerin koyulduğu 23 toplama kampı vardı. Sovyet Sibiryası'ndaki Gulag Kampları da bu isim altında kurulmuştu ve kamulaştırma programının bir parçası olarak mülklerine el konulan milyonlarca aristokrat ve ileri gelen bu kamplarda kalıyordu. On yıl sonra, 1936 ile 1938 yılları  arasındaki Stalince tasfiyeler sonucu kamplara milyonlarca siyasi muhalif daha getirildi. 1939 yılında Sovyetler Birliği’nin Doğu Polonya’yı işgali, 1940'ta Baltık devletlerinin asimile edilmesinde ve 1941'de Almanya ile savaşın patlak vermesi de çok sayıda sivilin bu kamplara girmesine katkıda bulundu. Aynı kamplar Mihver güçlerinden savaş esirlerini ve düşmanla işbirliği yapmakla suçlanan Sovyet vatandaşlarını da ağırladı. Joseph Stalin'in 1953'teki ölümünün ardından geriye kalan mahkumlar serbest bırakılsa ve kampların sayısı önemli ölçüde azaltılsa da uzmanlar, bu kamplarda 20 milyondan fazla insanın hayatını kaybettiğini tahmin ediyor.


İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanya’daki Bergen-Belsen Toplama Kampı’ndan bir kare (AFP)

Ölüm kampları
Almanya'da ilk toplama kampları 1933 yılında, Komünistler ve Sosyal Demokratlar da dahil olmak üzere tutuklu Nazi Partisi karşıtları için kuruldu. Muhalifler olarak görülenlerin kapsamı, Yahudiler, Romanlar, eşcinseller ve Nazi karşıtı siviller gibi çeşitli grupları içerecek şekilde genişletildi. İkinci Dünya Savaşı'nın patlak vermesinin ardından bu tutuklular yiyecek karşılığında çalışmaları gerektiği için ücretsiz işçi olarak kullanılırken, çalışma koşullarına dayanamayanlar yorgunluk ve açlık nedeniyle hayatlarını kaybettiler. Bu rejim terörünün doruk noktası, Adolf Hitler'in ‘Yahudi sorununa’ nihai çözüm olarak seçtiği imha merkezlerinin veya diğer bir deyişle ‘ölüm kamplarının’ kurulması oldu. Ölüm kampları arasında ‘Auschwitz’ ve ‘Majdanek’ toplama kampları öne çıkan isimlerdi. ‘Buchenwald’ ise, insanlar üzerinde korkunç tıbbi deneylerin yapıldığı bir toplama kampıydı. Tarihçilerin tahminlerine göre Hitler'in kamplarında yaklaşık altı milyon insan hayatını kaybetti.
Aynı dönemde Batı’da da toplama kampları vardı. Özellikle 1942 yılında 117 binden fazla Japonya kökenli Amerikalı sivilin keyfi olarak gözaltına alındığı, Pearl Harbor saldırısından kısa bir süre sonra Başkan Franklin Roosevelt'in doğrudan emriyle insanlık dışı bir şekilde toplama kamplarına kapatıldığı ABD’de bu kamplar varlıklarını sürdürdü. Kanada da ABD’nin izinden gitti ve 21 bin Japonya asıllı Kanalı sivili batı bölgelerinden göç etmeye zorladı. Britannica Ansiklopedisi’ne göre ABD’de Japonya kökenli tutukluların bir kısmı, kaçmaya çalışırken öldürüldü.

Toplama kampları var olmaya devam etti
Toplama kampları politikası, İkinci Dünya Savaşı'nın sona ermesinden bu yana doğuda ve batıda çeşitli uygulamalarla ve insanlık onuruna aykırı şekillerde devam etti. Kampların listesi, neredeyse din, dil, ırk, renk veya kıta ayrımı olmaksızın uzayıp gidiyor. Ancak bugün yeni bir kategori ortaya çıkmış durumda. Bu kategoride, Avrupa ve ABD yönetimleri için adeta bir hedef haline gelen siyasi düşüncelerinden veya geçim sıkıntısından dolayı göç etmek zorunda kalan mülteciler yer alıyor.
Bugün dünyada toplama kamplarının en son ve en tehlikeli modeli ise Çin modeli olmaya devam ediyor. Associated Press (AP) Haber Ajansı, bir milyondan fazla Müslüman Uygur’un, Pekin'in ‘yeniden toplum mühendisliği projesi’ bahanesiyle gözaltına aldığı Kazakların ve diğer azınlıkların bulunduğu toplu gözaltı merkezlerinin ‘felaket’ olarak tanımlanan belgelerini ortaya çıkardı. Belgelere göre bu kamplarda, davranışların zorla değiştirilmesi, ideolojik olarak yeniden eğitim verilmesi, fikir ve hatta insanların konuştukları dilin değiştirilmesi için kurulan gizli merkezler bulunuyor.
Belgeler, bu kamplarda veri, yapay zeka ve kameralarla donatılmış gözetleme kulelerinin yer aldığı yeni bir sosyal kontrol yönteminin kullanıldığını ortaya koyuyor. Belgelerde, ayrıntılı bir kayıt sistemiyle insanların Çin’de günlük yaşamda kullanılan Mandarin dilini (Pekin lehçesi) konuşabilme dereceleri ve Pekin'in ideolojisine olan saygısına göre sınıflandırıldığını uygulanan katı kurallara bağlılıklarının incelendiğini, hatta duşta veya tuvalette dahi izlendikleri görülüyor. AP’nin haberine göre Sincan Uygur Özerk Bölgesi'nde 2017 yılında hayata geçirilen bu sistem sayesinde dininden, dilinden ve kökenlerinden uzaklaştırılmış yeni bir nesil yaratılmak istendiğini söyleyen Çinli akademisyen Adrian Zenz “Elde edilen deliller, yapılanı kültürel bir soykırım olarak adlandırmamızı gerektiriyor” ifadelerini kullandı.