ABD-Çin ilişkileri ve Tukidides Tuzağı

ABD-Çin ilişkileri ve Tukidides Tuzağı
TT

ABD-Çin ilişkileri ve Tukidides Tuzağı

ABD-Çin ilişkileri ve Tukidides Tuzağı

Küresel siyaset sahnesini karakterize eden, büyüklük ve önem bakımından değişen birçok sahne var.
Ama hiç kuşkusuz ki, bunların içinde en öne çıkanı, hakkında bolca analiz ve araştırma yapılan, teori üretilen ABD-Çin ilişkileridir.
Tüm görüşler arasında ortak bir payda varsa, o da önümüzdeki 10 yılda ve belki de 21. yüzyıl boyunca ABD-Çin ilişkisinin en büyük öneme sahip olacağıdır.
Washington ve Pekin’in karşı karşıya olduğu, Tayvan, Güney Çin Denizi’ndeki nüfuz çekişmesi, ticaret, Çin’in Kuşak ve Yol projesi ve genel olarak küresel ekonomi gibi birkaç cephe var.
Bu bağlamda, ABD Senatosu’nun, geçen ay Çin kontrolüne karşı koymak amacıyla bilim ve teknolojiye milyarlarca dolarlık yatırım tahsis edilmesini öngören yasa tasarısını kabul etmesi dikkat çekiciydi.
Önemli olan, dünyanın en büyük iki ekonomisi arasındaki ilişkilere dair sezgisel teorinin, aralarında kaçınılmaz bir yüzleşmeyi öngörmesidir.
Polonyalı araştırmacı Jacek Bartosiak, bu konuda ‘Tukidides Tuzağı’nı, yani Yunan tarihçi Tukikides tarafından yaklaşık 2 bin 400 yıl önce dile getirilen kuralın dinamiklerini hatırlatıyor.
Tukidides Tuzağı, yükselmekte olan bir gücün, egemen olan diğer bir gücü, kendi yerine geçmekle tehdit etmesinden dolayı oluşan şiddetli yapısal gerilimdir.
Bunun anlamı, egemen gücün düşüşü ve rakip bir gücün yükselişinin, ikisi arasında savaşı kaçınılmaz kılmasıdır.
Bu hipotez, istikrarlı ve egemen Atina ile kaslarının gücüyle yükselen ve etkisini tüm Yunan dünyasına yaymaya çalışan Sparta arasındaki savaşa dayanıyordu.
Bartosiak, diğer analistler ve birçok araştırmacı, Tukidides Tuzağı teorisinin ABD-Çin ilişkilerine mükemmel şekilde uyduğuna inanıyor.
ABD, Çin’in en azından Batı Pasifik ve Doğu Asya’daki mevcut askeri üstünlüğüne meydan okuyabileceğine inanarak, Çin’in muazzam ekonomik gücü ve artan askeri yetenekleri konusunda endişeli.
Buna karşılık Çin, dünyanın bu bölgesindeki ABD varlığının Çin gücü ve nüfuzunun ‘meşru’ büyümesini sınırlayacağından endişe duyuyor.
ABD, özellikle Güney Çin Denizi’nde, askeri açıdan daha güçlü taraf olduğuna inandığı için Tukidides Tuzağı’na düşebilir.

Peki, iki nükleer güç arasında bir savaş patlak verebilir mi?
ABD ve Çin arasında bir savaş ihtimalini tartışırken, şu an savaş ticari olarak hız kesmeden devam ettiği için savaş ve barıştan bahsetmek mümkün değil.
Ancak bu, iki ülke nükleer silahlara sahip olduktan sonra askeri savaşın masadan kalktığı ve dolayısıyla karşılıklı caydırıcılığın çatışma olasılığını ortadan kaldırdığı anlamına gelmez.
Kast edilen olası bir askeri savaş bölgesel olacak ve gelişmiş ancak nükleer olmayan silahlarla yapılacak. Çünkü işler, bu kadar güçlü iki kuvvet arasında kontrolsüz bir şekilde gidemez.
Aynı zamanda, Çin ile Güney Çin Denizi’ne kıyısı olan ve ABD’nin doğrudan destek vereceği ülkelerden biri arasında patlak veren bir vekâlet savaşı da olabilir.
Birçok analist, Çin ABD karşıtı bir eksen oluşturamayacağı için, doğrudan veya bir aracı vasıtasıyla bölgesel bir çatışma olasılığının bir dünya savaşına yol açmayacağına inanıyor.
Özellikle Rusya, siyasi ve askeri anlamda neredeyse tamamı Batılı hale gelen Avrupa’ya ve ABD varlığının yavaş yavaş genişlediği Kafkasya’ya karşı güvenliğini sağlamakla meşgul olduğu için doğu cephesinde savaşa girmeyecektir.
NATO’ya sahip olan ABD’nin aksine, Çin’in askeri bir ittifakın üyesi olmadığını da unutmayalım. Çünkü Şanghay İşbirliği Örgütü, gerçek bir askeri ittifak kriterlerini karşılamıyor.
Elbette İran, Çin’in bir müttefiki olarak anılabilir. İki ülke, geçtiğimiz aylarda İran’ın Kuşak ve Yol projesine katılımını öngören 25 yıllık iş birliği anlaşmasını imzaladı.
Ancak Çin, Rusya ve İran’ı yakın ve organize bir ittifakta bir araya getirirsek, bu üç ülkenin, ABD’nin yeni bir jeopolitik çatışmadan zaferle çıkma yeteneğini tehdit edecek bir şekilde, 2. Dünya Savaşı’ndan sonraki sisteme meydan okuması mümkün mü?
ABD’li araştırmacı ve yazar Michael Mandelbaum’a göre, bunun cevabı ‘hayır’.
Çünkü söz konusu bu üç ülke, demokrasinin yokluğu ve sonuç olarak rejimlerinin meşruiyetinin sarsılması gibi birçok zayıflıktan mustarip.
Bunun kanıtı olarak, Çin’in Hong Kong’daki protesto hareketini bastırmak için yaptıkları ve Rusya’nın muhalefet lideri Aleksey Navalni ve destekçilerine karşı uyguladığı gaddarlık gösterilebilir. İran’ın son yıllarda patlak veren çok sayıda protesto hareketini bastırma şeklini hatırlatmaya bile gerek yok.
Bu üç ülkenin, insanlarda oluşan herhangi bir hoşnutsuzluğu hafifletmek için ekonomik olarak başarılı olmaya çalışırken, kendi iç politikalarını haklı çıkarmak için aşırı milliyetçilik dilini benimsemesi ve halklarını rejimlerine bağlı tutmak için yürüttükleri eylemleri abarttığı açıktır.
Durum şu ki Çin, özellikle ulusal yönelimini birkaç yıl içinde onu dünyanın ilk ekonomisi haline getirebilecek sağlam ekonomik temeller üzerine kurduğu için mevzu bahis üç ülke arasında en güçlüsü.
Ancak bu ekonomik kudret, Çin’in en büyük zayıflığını da beraberinde getiriyor.
Çünkü Çin pazarları, ülke fabrikalarının ürettiğini tek başına tüketemez. Sarı İmparatorluğun ekonomik büyümesi onu yabancı müşterilerine bağımlı hale getirdi.
Örnek vermek gerekirse, ihracat Çin’in GSYİH’sının yüzde 20’sini oluşturuyor ve ihracatın beşte biri en büyük alıcıya, yani ABD’ye gidiyor.
O halde ‘küresel bir süper market’ gibi olan Çin, uluslararası ticaret çökerse, kaçınılmaz olarak marketin kapılarını kapatacak. Çünkü, iç piyasa yani ‘mahalle müşterileri’ işini sürdürmek ve geliştirmek için yeterli değil.
Bu nedenle, Çin’in ekonomik nedenlerle ABD ile askeri bir çatışmaya girmesi pek de akıllıca değil.
Ancak gerilimlere gelince, Çin nüfuz ve kontrol kazanma oyununda stratejik sıcak noktalarda varlığını sürdürecek.
Örneğin, ABD’nin Afganistan’dan çekilmesinin sona ermesiyle birlikte Çin, Kuşak ve Yol projesinin bir parçası olarak, Asya ülkesi Afganistan’a 62 milyar dolar yatırım yapmakta acele ediyor.
Geriye, ne yazık ki, savaşların tarihin başlangıcından beri insan ırkının yaşamına dair bir doğal olgu olduğunu söylemek kalıyor.
Bu nedenle, ABD ile Çin arasında bir askeri çatışmayı dışlayan bu fikirler ‘ebedi’ değil.
Bu bağlamda, ABD’li yazar Thomas Friedman, emekli ABD’li subaylar James Stavridis ve Elliot Ackerman tarafından yazılan ‘2034’ isimli romanı hatırlatıyor.
Kitap, 2034’de Çin ve ABD arasında Tayvan yakınlarında bir deniz savaşı patlak vereceğini ve Çin’in İran ve Rusya ile zımni bir ittifak içinde hareket etmesiyle savaşa girdiğini anlatıyor.
2034’de Çin ve ABD’nin nükleer bir çatışmaya girdiği ve karşılıklı olarak birkaç şehri yok ettiğini içeren kitaba göre, yaşanan bu savaşın ardından tarafsız Hindistan baskın dünya gücü haline geliyor.
Bu tabii ki bir roman, ama romanlar genellikle içerdikleri olayları gerçeklikten alır.

 


Oval Ofis'teki ‘tuzaklar’ yabancı liderlerin içeri girerken iki kez düşünmesine neden olabilir

ABD Başkanı Donald Trump Oval Ofis'in ışıklarını kararttı ve Güney Afrika Devlet Başkanı Cyril Ramaphosa'yı beyaz Güney Afrikalılara karşı soykırım suçlamalarıyla yüzleştirdi. (EPA)
ABD Başkanı Donald Trump Oval Ofis'in ışıklarını kararttı ve Güney Afrika Devlet Başkanı Cyril Ramaphosa'yı beyaz Güney Afrikalılara karşı soykırım suçlamalarıyla yüzleştirdi. (EPA)
TT

Oval Ofis'teki ‘tuzaklar’ yabancı liderlerin içeri girerken iki kez düşünmesine neden olabilir

ABD Başkanı Donald Trump Oval Ofis'in ışıklarını kararttı ve Güney Afrika Devlet Başkanı Cyril Ramaphosa'yı beyaz Güney Afrikalılara karşı soykırım suçlamalarıyla yüzleştirdi. (EPA)
ABD Başkanı Donald Trump Oval Ofis'in ışıklarını kararttı ve Güney Afrika Devlet Başkanı Cyril Ramaphosa'yı beyaz Güney Afrikalılara karşı soykırım suçlamalarıyla yüzleştirdi. (EPA)

ABD Başkanı Donald Trump dün Oval Ofis'in ışıklarını kararttı ve Güney Afrika Devlet Başkanı Cyril Ramaphosa'yı kameralar önünde yabancı bir lidere yönelik son jeopolitik tuzağının hedefi haline getirdi.

Beyaz Saray tarafından maksimum etki için hazırlandığı belli olan ve Ukrayna Devlet Başkanı Vladimir Zelenskiy'nin şubat ayındaki ziyaretini anımsatan sıra dışı bir sahnede Trump, Ramaphosa'nın karşısına Güney Afrika'da beyaz karşıtı soykırım, toplu katliam ve toprak gaspı iddialarını da içeren sahte suçlamalarla çıktı.

Bu durum bir kez daha Trump'ın, tarihsel olarak yabancı devlet adamlarına saygı gösterme yeri olan Oval Ofis'i, güçlü olduğu konularda daha az güçlü ülkelerden gelen ziyaretçileri utandırmak ya da onlara baskı yapmak için kullanma isteğini ortaya koydu.

Trump'ın başkanlık konutunu bu tür gösteriler için eşi benzeri görülmemiş bir şekilde kullanması, yabancı liderlerin kamuoyu önünde küçük düşme potansiyeli nedeniyle davetlerini kabul etme konusunda iki kez düşünmelerine neden olabilir. Bu tereddüt, Çin'in yakınlaşma arayışında olduğu dost ve ortaklarıyla bağlarını güçlendirmesini zorlaştırabilir.

Eski Başkan Barack Obama döneminde ABD'nin Güney Afrika Büyükelçisi olan Patrick Gaspard, Trump'ın Ramaphosa ile görüşmesini ‘utanç verici bir gösteriye’ dönüştürdüğünü söyledi. Şu anda Washington'daki Amerikan İlerleme Merkezi'nde kıdemli araştırmacı olan Gaspard, X platformu üzerinden yaptığı paylaşımda, “Trump'ın şartlarına göre iş yapmak kimse için iyi değil” ifadesini kullandı.

Oval Ofis'teki toplantının, özellikle Trump'ın gümrük vergilerini uygulamaya koymasının ardından ABD ile Güney Afrika arasında gerilen ilişkileri yeniden tesis etmek için bir fırsat olması bekleniyordu. Ayrıca Trump'ın temelsiz ‘beyaz soykırım’ suçlamaları ve beyaz azınlığı yeniden yerleştirme teklifi nedeniyle yükselen tansiyonu düşürmesi de amaçlanıyordu.

Görüşmenin samimi bir şekilde başlamasının ardından Trump, ışıkların kısılması ve Güney Afrika'da beyazların zulüm gördüğünü göstermeyi amaçlayan video ve makalelerin gösterilmesi talimatını verdi. Ramaphosa, Trump'ın suçlamalarına yanıt vermeye hazır görünüyordu, ancak böyle bir siyasi tiyatro beklemiyordu. Ev sahibinin sunumunu çürütmeye çalışırken dikkatli ve sakin görünen Ramaphosa, ABD Başkanı’nı doğrudan eleştirmedi.

Ramaphosa, Katar'ın Air Force One'ın yerine Trump'a teklif ettiği lüks jete atıfta bulunarak “Üzgünüm size verecek bir uçağım yok” diye espri yaptı.

Beyaz Saray, görüşmenin Ramaphosa'yı zor durumda bırakmak için mi düzenlendiği ya da böyle bir taktiğin yabancı liderleri bu tür ziyaretler yapmaktan caydırıp caydırmayacağına ilişkin soruya yanıt vermedi. Ramaphosa ile yapılan görüşme, Trump'ın Zelenskiy ile birkaç ay önce yaptığı ve ikili arasında gürültülü bir çatışmaya dönüşen görüşmede yaşananlara benzer şekilde gelişmedi.