Yunanistan Dışişleri Bakanı Şarku’l Avsat’a konuştu: ‘Suriye’nin başarısız bir devlet olmasını istemiyoruz. Temsilcimiz, Esed’e itimatnamesini sunmayacak’

Nikos Dendias, Şarku’l Avsat’a verdiği röportajda Suudi Arabistan ile ilişkilere övgüde bulundu. Bakan, Atina ile Washington arasında sonbaharda bir savunma anlaşması imzalanacağını söyledi.

Nikos Dendias (Yunanistan Dışişleri Bakanlığı)
Nikos Dendias (Yunanistan Dışişleri Bakanlığı)
TT

Yunanistan Dışişleri Bakanı Şarku’l Avsat’a konuştu: ‘Suriye’nin başarısız bir devlet olmasını istemiyoruz. Temsilcimiz, Esed’e itimatnamesini sunmayacak’

Nikos Dendias (Yunanistan Dışişleri Bakanlığı)
Nikos Dendias (Yunanistan Dışişleri Bakanlığı)

Yunanistan Dışişleri Bakanı Nikos Dendias, Şarku’l Avsat’a verdiği röportajda, ülkesinin Suriye’nin ‘başarısız bir devlet’ olmasını istemediğini ve ‘koşulların normalleşmesine katkıda bulunmak’ için Şam’a bir diplomat gönderme kararı aldığını belirtti. Dendias, ancak bu diplomatın Devlet Başkanı Beşşar Esed’e itimatnamesini sunmayacağını söyledi.
Dendias, bir soruya yanıt olarak, Atina’nın Avrupa Birliği’nin (AB) Suriye’nin yeniden inşasına fon sağlamak için ‘Esed rejiminden somut adımlara tanık olma’ kararına bağlılığını sürdürdüğünü dile getirdi. Devlet başkanlığı seçimlerinin sonuçlarını kabul etmediklerini söyleyen Yunan Bakan, AB’nin ‘demokrasiye geçiş, insan haklarına tam saygı ve savaş suçları için hesap verebilirlik’ istediğini de vurguladı. Nikos Dendias, “Esed rejiminin geleceği nasıl gördüğünü öğrenmekle ilgileniyoruz. Anayasa Komisyonu, isterse birtakım adımlar atabileceği harika bir platformdur. Ama bunun olacağını göreceğimizden emin değilim” dedi.
Dendias, Suudi Arabistan ile ilişkilere de övgüde bulunurken, Riyad’ın küresel açıdan ve Avrupa ile Yunan ekonomisi açısından oldukça önemli bir konumda olduğunu söyledi. Bakan, “Suudi Arabistan Krallığı’nın güvenliği bizim için çok önemli. Bu nedenle Riyad ile önemli anlaşmalar imzaladık” dedi. Arap Birliği ile siyasi istişare anlaşmasının önemine ve Kahire ile gelişen ilişkilere dikkati çeken Dendias, “Uluslararası deniz hukuku, egemenlik, hukukun üstünlüğü, AB ile iyi ilişkiler ve göçmenlik sorunları da dahil olmak üzere Mısır ile ortak birçok konu var. Mısır, göç sorununu AB ve Yunanistan’a şantaj yapmak için kullanmıyor” dedi. Bakan, ABD’nin Yunanistan’daki askeri üssünü genişletme kararından ve iki ülkenin bu yılın sonbaharında bir savunma anlaşması imzalama niyetinden duyduğu memnuniyeti dile getirdi.
İşte Şarku’l Avsat’ın Yunanistan Dışişleri Bakanı Nikos Dendias ile gerçekleştirdiği röportajın tamamı;

Bölge gezinizi takip ediyordum. Bana bu ziyaret hakkında neler söyleyebilirsiniz? Bunun arkasındaki sebep nedir? Arap Birliği Başkanı Ahmed Ebu Gayt ile imzaladığınız anlaşmayı nasıl yorumluyorsunuz?
İlk olarak, söylememe izin verilirse eğer, eski ilişkilere sahibiz. Arap ülkeleriyle yüzyıllar öncesine dayanan tarihi bir ilişkimiz var. Arap Birliği Genel Sekreteri ile bunu hesap etmeye çalıştık, yaklaşık 25, 26 asır öncesine, ya da onun gibi bir zamana ulaştık. Bu nedenle Arap Birliği ile kurumsal bir ilişkiye sahip olmak bizim için çok önemliydi. Bunu, çoğu Arap ülkesiyle, özellikle de (söylemem gerekirse) bizim uluslararası sistemle, yani kurallara dayalı sistemle iş yapma şeklimizi paylaşan Arap ülkeleriyle, daha yakın bir anlayışa ulaşma yolunda bir adım olarak görüyoruz.

Ebu Gayt ile istişare amaçlı anlaşma imzalamanın siyasi önemi nedir?
İstişareleri diplomatik bir dil olarak görüyorsunuz, ancak durum böyle değil. Karşılıklı bir anlayışa ulaşmak istiyorsanız, bazı şeyleri görüşmelisiniz. Fikirlerinizi ifade etmeli ve diğer tarafın olayları kendi açılarından nasıl gördüğünü takdir etmelisiniz. Bu olmazsa da tek taraftan veya diğer taraftan paralel diyaloglardan başka bir şey değil. Saf tesadüfe ilgimiz aynıysa, bu iyi bir şeydir. Değilse, hiçbir şeye ulaşamayız, bunlar sadece hiçbir şeye yol açmayan paralel diyalog çizgileri olarak kalır. Bu nedenle istişare bizim için anlamlı bir şeydir. Arap Birliği ve Arap ülkelerinin bölgede karşılaştığımız koşul ve sorunlara bakış açımızı ve aynı zamanda bölge için hayallerimizi, özlemlerimizi ve hırslarımızı ifade şeklimizi anlamalarını istiyoruz. Biz de onların istek ve arzularını bilmek isteriz. Burası çok karmaşık bir bölgedir ve tarih, mevcut çağın zorluklarına değiniyor. Bu durum ise aramızda çok fazla anlayış gerektiriyor. Bu ise aynı zamanda harika bir fırsattır.

Sayın Bakan, bu soruyu soruyorum çünkü Arap dünyasındaki bazı analistler ve gazeteciler, siz Atina ve Arap Birliği arasındaki bu ilişkiyi kurumsallaştırmaya karar vermişken bölgedeki bazı ülkelerin, örneğin Türkiye ve İran’ın, her zaman Arap Birliği’nin rolünü ve Arap rolünü baltalamaya çalıştıkları izlenimini veriyor.
Türkiye hususunda, bunun olduğunu gördüm. Açık konuşayım, herhangi bir ülkeyi baz almayacağım, ama birçok Arap ülkesindeki meslektaşlarım, bana Türkiye’nin Arap ülkelerini nasıl gördüğüne ve Türkiye’nin hayallerine dair güçlü deliller sundu. Bu hayal ise, bu eski hilafeti eski dönemine döndürme olasılığına olan inancıyla, bir tür neo-Osmanlı hırsıdır. Yunanistan açısından, bölgede yayılmacı bir hırsımız yok ve ulaşmak istediğimiz tek şey, çıkarlarımızın anlaşılması ve bölgedeki dostlarımızınkilerle tutarlı olmalarıdır. Bu bağlamda ve yakın ilişki içinde olduğumuz ülkelerin çoğunun bağlı olduğu uluslararası deniz hukuku bağlamında, hepimiz için daha iyi bir gelecek yaratabileceğimize inanıyoruz. Bu konuda son bir söz söylememe izin verin, Türkiye’nin de bu anlayışın bir parçası olmasını umut ediyoruz. Ama ne yazık ki ve korkarım, bu çok uzun ve meşakkatli bir yol.

18 ayda Kahire’yi 5 kez ziyaret ettiniz, değil mi?
Korfuluyum (Yunanistan) ve bir dışişleri bakanı olarak Korfu’ya gittiğimden daha fazla Kahire’ye gittim. Mısır’ın başkentinde araçtan indiğimde, kendimi tamamen evimde hissediyorum. Orada kapıların, asansörün ve koridorların nerede olduğunu biliyorum. Sayın Samih Şukri (Mısır Dışişleri Bakanı) ile kişisel ilişkilerim var. Söylemem gerekir ki, Cumhurbaşkanı Abdulfettah es-Sisi’ye ve Mısır için yaptıklarına, yapmaya çalıştıklarına büyük saygı duyuyorum. Ellerinden geleni yapıyorlar ve ellerinden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyorlar.

İkili meseleler, bölgesel meseleler ve dikkate alabileceğiniz diğer ilgili meselelerde Mısır ile paylaştığınız ortak menfaati açıklar mısınız?
Benden Mısır’la olan anlaşmazlık noktalarından bahsetmemi istemeniz çok zor olurdu. Çünkü bunu düşünmek için olağanüstü bir çaba göstermem gerekecekti. Ancak benden Mısır ile yakınlaşma ve anlaşma noktalarını belirtmemi isterseniz, gerçek şu ki, uluslararası deniz hukuku, egemenlik, hukukun üstünlüğü, AB ile iyi ilişkiler ve göç sorunu dahil birçok konu ve durum var. Mısır, Yunanistan’a veya AB’ye şantaj yapmak için göç sorunlarını bir araç olarak kullanmıyor. 2017’den sonra Mısır’dan Avrupa’ya göç akışı yok. Bölgede ve Libya’da genel istikrar durumuna tanık oluyoruz. Demek istediğim şu, ne zaman düşünsem, Mısır’la çeşitli konularda çok iyi bir anlayışa sahip olduğumuzu görüyorum.

Akdeniz’de gaz ve deniz ilişkilerinin ana ilişki olduğunu söylersem yanılır mıyım?
Hayır, hata olmaz. Mısır’dan AB’ye bir enerji tedarik koridoru, bir gaz forumu, boru hatları ve ortak bağlantı noktalarının inşası, ortak ve daha iyi bir ekonomik gelecek yaratma çabalarımızın bir parçasıdır. Şunu söylemem gerekir ki, Yunanistan’daki enerji, ben Yunanistan’ı baz alıyorum, son derece pahalı. Mısır’dan Yunanistan’a getirebileceğimiz enerji çok daha ucuz. Bu, ekonomimizde sürdürülebilir kalkınma yaratmamıza yardımcı olacaktır. Bu nedenle Mısır ile sonsuz bir ortak çıkarlar listesi var.

Akdeniz’deki gazla ilgili olarak bu bloğu, Mısır, Yunanistan ve diğerleri de dahil olmak üzere 6 ülkeden kurdunuz. Bana hedefler hakkında daha fazla bilgi verebilir misin? Bunlar sadece ekonomik hedefler mi yoksa jeopolitik bir yapıya da sahipler mi?
Pekâlâ, burada belirtmek istediğim tek şey, kendimizi bir blok olarak değil, bir anlayış olarak gördüğümüzdür. Çünkü ortak bir vizyonu, ortak bir geleceği ve ortak çıkarları paylaşıyoruz. Size açık yüreklilikle söylüyorum; Türkiye bu kurallara uyarsa, sadece Türkiye de değil, başka herhangi bir ülke de bloğa katılabilir.
Ve hayır, bu sadece ekonomik çıkarlarla ilgili değil. Ekonomik çıkarlar var ve ekonomik hedeflere, makul bir maliyetle enerji kaynaklarına duyulan ihtiyaca dayanıyor. Ama bundan daha fazlası bir durum var. Bu, kurallara dayalı toplumun ve kurallara dayalı uluslararası düzenin kabulüne katılımdır. Açıkça yayılmacı olan, kelimenin eski anlamıyla M.S. 19. ya da belki 18. yüzyıllardan kalma ve 21. yüzyılla kesinlikle hiçbir alakası bulunmayan diğer yaklaşımlar karşısında bizi birleştiren de budur. Ancak bazı ülkeler açısından bunun ileriye dönük bir yol olmadığını anlayana kadar bunu söylemek, yapmaktan daha kolaydır.

Oluşturduğunuz bu platforma, yani bahsettiğiniz altı ülkeye paralel olarak elektrik konusunda Kıbrıs ve İsrail’i içeren başka bir platform daha var. Bu doğru mu?
Tabi ki. Kıbrıs konusunda herkes için açık olanı söylüyorum. İsrail ile çok yakın olan ilişkimizi bir kez daha dile getiriyorum. Çok düşük bir noktadan başladık. Yunanistan, muhtemelen 1990’da İsrail devletini tanıyan son Avrupa ülkesiydi. Ama şunu söylemeliyim ki, bölgede ortak bir anlayışa ulaşmak için İsrail’deki dostlarımızla çok çalıştık. Ve şunu da belirtmem gerekir ki İsrailliler bile, Mısır’ın bir devlet olarak istikrarının bölgenin istikrarı ve refahı için temel öneme sahip olduğu konusunda bizimler ortak görüş paylaşıyor. Elbette İsrail ile birçok alanda iş birliği yapıyoruz ve enerji de bunlardan biri.

Ancak merak ediyorum; Neden biri gaz, diğeri elektrik için iki platform var? Mısır neden elektrik platformunun bir parçası değil?
Bu soruya cevap vermek benim yetkimde değil, bu konuyla ilgilenen başka bir bakanlık var. Ama şunu söyleyebilirim; enerji konusunda hepimizin ortak bir anlayışa varacağını ve gelecek için ortak vizyonumuzu paylaşacağımızı düşünüyorum. Bunun er ya da geç gerçekleşeceğini söylemeliyim.

Türkiye ile ilişkilere dair… Yunanistan Başbakanı Kiriakos Miçotakis’in Haziran ayında Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile bir görüşme yaptığını zannediyorum. Ama Ankara ile Atina arasındaki ilişkinin gidişatını öğrenmek için hala 20 Temmuz’un son tarih olduğunu duyuyoruz. Neden?  
İlk olarak, Başbakan Miçotakis’in Cumhurbaşkanı Erdoğan ile görüşmesinden başlayacağım. Toplantı iyi geçti. Kişisel düzeyde, gergin ilişki buzlarının eridiği iyi bir toplantıydı. Ama yine de Türkiye’nin gerçekten yolunu değiştirip değiştirmediğini görmemiz gerekiyor. 20 Temmuz’da Cumhurbaşkanı Erdoğan, Kıbrıs’ın işgal altındaki bölgesini ziyaret edecek. Söyleyeceklerini dinlemek ve ne yapacağını bilmek bizim açımızdan önemli. Çünkü bu söylem, uluslararası hukuka ve Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK) kararlarına aykırı olursa, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın tavrı hiçbir anlam ifade etmeyecektir.

Kıbrıs’ta ‘iki devletli çözüme’ karşı olmanız ne anlama geliyor?
Bu benimle, Yunanistan’la ya da Kıbrıs’la ilgili değil. Daha ziyade herhangi bir ‘iki devletli çözüm’ fikrine karşı çıkan, uluslararası hukuk ve BMGK’dır. Temelde ‘iki devletli çözüm’ olmadığını söylememe izin verin. Türk tarafının Kıbrıs sorununa çözüm teşkil etmeyen ‘iki devletli’ önerisi var. Kıbrıs sorununun çözümü, adayı birleştirmektir. Diğer her türlü öneri bir çözüm değildir, aksine uluslararası hukuka aykırıdır.

Yunanistan ve siz, kişisel ve resmi olarak bölge ve onun kilit ülkeleriyle ilişkilere büyük önem veriyorsunuz. Nisan ayında Suudi Arabistan’ı ziyaret ettiğini zannediyorum ve Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı Prens Faysal bin Ferhan ile bir anlaşma imzaladınız. Peki Yunanistan- Suudi Arabistan ilişkilerine ilişkin vizyonunuz nedir?
İlk olarak, Suudi Arabistan oldukça önemli bir ülke. İslam dünyasında büyük bir öneme sahip, İslam dinindeki iki kutsal camiyi bünyesinde barındıran bir ülke ve dünyanın en büyük enerji üreten ülkelerinden biridir. Ayrıca dünyanın en büyük enerji üreticilerinden biri olması onu küresel ekonomi, deyim yerindeyse Avrupa ekonomisi ve Yunan ekonomisi için çok önemli bir ülke yapıyor. Bu nedenle Suudi Arabistan’ın güvenliği bizim açımızdan çok önemli. Bu yüzden onlarla bir anlaşma imzaladık ve bu nedenle Suudi Arabistan’a bir savunma silahı olan Patriot füze bataryası gönderdik. Bu bir saldırı silahı değildir. Suudi Arabistan’a, kimliğini tespit edemediğimiz saldırganlara karşı savunma amaçlı silahlar gönderdik, herhangi bir tarafa saldırmak için değil.
Ayrıca genel olarak İslam dünyası ile ortak bir geçmişi paylaşıyoruz. Arap Birliği Genel Sekreterine, her zaman tekrar ettiğim gibi, eski Yunan yazarlarının kitaplarını kopyalayan ve onları Hıristiyan dünyasına yeniden kazandıran Arap dünyası olmasaydı, bugün bu kitapların bizim tarafımızdan bilinemeyeceğini söyledim. Bu nedenle Arap dünyasına çok şey borçluyuz. Kişisel düzeyde ise, çok iyi ilerleme kaydediyoruz ve bunu zaten biliyorsunuz.
Suudi Arabistan Krallığı ile olan ilişkilerin yanı sıra, Birleşik Arap Emirlikleri ile mükemmel stratejik ilişkilerimiz var, Kuveyt ile büyük ilişkilerimiz var, Bahreyn ile harika bir ilişkimiz var ve Ürdün ile oldukça iyi ilişkilerimiz var. Ayrıca Irak ile oldukça dostane ilişkilere sahibiz. Bahsettiğim tüm bu ülkelerle aramızda tek bir ayrım bulamıyorum. Bu nedenle, ortak çıkarlarımıza ve bölgede ortak refah ve istikrar vizyonumuza dayalı, anlaşmazlıklarımızın olmadığı gerçeğinden yola çıkarak ortak bir gelecek inşa etmeye çalışıyoruz.
Hindistan’a bakalım. Dünyanın en büyük demokrasisi ve büyüyen bir ekonomik gücü olan Hindistan ile iş birliği yapmak istiyoruz. Giriş noktası olarak Yunanistan ile Hindistan, Arap dünyası ve AB arasında bir köprü kurmaya çalışıyoruz.

Peki ya Yemen krizi? Çözüm bulma konusundaki vizyonunuz nedir?
Kesin olan bir şey var; Ateşkes olmadıkça ve Husiler Marib’i ele geçirmeye çalışmaya devam ettikçe durum bu yönde devam edemez. Her şeyden önce ateşkese ihtiyacımız var ve ateşkeste istikrara ulaştıktan sonra bu kriz durumundan bir çıkış yolu bulmaya çalışacağız. Eğer Yunanistan herhangi bir şekilde yardım edebilirse, dostlarımıza yardım etmekten çekinmeyeceğiz. Yunanistan’ın, bir ülke olarak Yemen hakkında çok geniş bir kurumsal bilgiye sahip olduğunu iddia edemem.

Krizleri ve savaşları olan ülkelerden bahsetmişken, Suriye de bunlardan biri. Sayın Bakan, geçtiğimiz haftalarda ve aylarda Şam’daki bazı yetkililerin, ‘Yunanistan’ın Suriye’nin başkentindeki büyükelçiliğini yeniden açmaya karar verdiği’ yönündeki ifadelerini duymuşsunuzdur. Bu konuyu nasıl değerlendirirsiniz?
Öncelikle, Suriye bizim komşu ülkemizdir. Akdeniz havzasında başarısız bir devletin varlığı, hiç de bizim çıkarımıza değildir. Halihazırda Suriye’den Avrupa’ya büyük bir göçmen akışı var ve bunun için oldukça üzgünüz. Örneğin Suriye’deki Ortodoks Patrikhanesi yoluyla, Suriye ile köklü tarihi ilişkilerimiz var. Suriye’yi böyle bir durumda görmekten üzüntü duyuyoruz. Ancak Esed rejiminin günahlarını unutabilecek veya affedebilecek olan biz değiliz. Yaptığımız şey, sahada mevcut bir durum olduğunun farkına varmaktır, Yunan Maslahatgüzarının sahadaki durumu normalleştirmeye yardımcı olmak, Yunan vatandaşlarına ve Avrupalı vatandaşlara yardım etmek için orada olması gerektiğidir. Ancak Esed rejiminin maslahatgüzarlarına itimat etmiyoruz, onlara itimatname sunmuyoruz. Bu konuda, Avrupalı ​​dost ve ortaklarımızla istişare etmeliyiz. AB Konseyi, kendi başımıza karar vermemek zorunda olduğumuz için Esed rejimine karşı nasıl muamele edileceğine karar verecektir.

Yani büyükelçiliği yeniden açma ve Şam’a büyükelçi gönderme kararı aldığınıza dair bir onay yok mu?
Hayır, Şam’da bir maslahatgüzarımız var, büyükelçi değil. Sahadaki durum bu deneyimi gerektirdiği için kendisi, çok fazla deneyime sahip üst düzey bir isim. Ama Esed rejiminde büyükelçi düzeyinde değil.

Peki ya büyükelçilik?
Şu an başkent Beyrut’tan yürütülüyor ve büyükelçilik çalışmalarının nasıl yürütüldüğü üzerinde duruluyor.
AB Dış İlişkiler Konseyi, yıllar önce yeniden yapılanmaya koşullu katkı kararı aldı. Siyasi süreçte ‘gerçek’ bir ilerleme kaydedilmediği sürece bu katkının, yeniden inşaya bir yararı olmadığını belirtti.
Haklısın. Bu durumları entegre etmeye çalıştık. BM Temsilcisi Geir Pedersen ile sık sık görüşüyorum. Kendisiyle Cenevre’de de çok sık görüştüm ve iyi bir ilişkimiz var. Ona, her şekilde iyi hizmetlerimizi sunduk. Ancak pozisyon ve karar, nihayetinde sizin de söylediğiniz gibi AB’ye ait. Yeniden yapılanma planına kaynak sağlamak için Esed rejiminin somut adımlarını görmemiz gerekiyor. Suriye halkının gerçekten yardımımıza ihtiyacı olduğu için böyle bir adımın atılmaması nedeniyle oldukça üzgünüm, çünkü örneğin seçim sonuçlarını kabul etmiyoruz ve ciddiye almıyoruz. Suriye halkının yaklaşık üçte birinin Suriye topraklarından yerinden edildiğini benden daha iyi biliyorsunuz. Bu durum, hiçbir şekilde kabul edilemez. 21. yüzyılda yaşıyoruz.

O halde Şam’dan aktif katılım veya normalleşme için ne gibi adımlar bekliyorsunuz?
Tekrar ediyorum, AB’nin tek beklentisi demokrasiye geçiş, insan haklarına tam saygı ve savaş suçlarında hesap verebilirliktir. Size yeni bir şey söylemiyorum. AB’nin faaliyet gösterdiği şartlar ve koşullar var. AB, bir ülkeler topluluğudur ve aynı zamanda bir dizi değeri ifade etmektedir.

Bu birçok Suriyeli açısından büyük bir öneme sahiptir. Bu açıdan bakıldığında, doğru ifade etmek gerekirse, şimdiye kadar AB’nin normalleşme ve yeniden yapılanma şartlarına bağlı mısınız?
Yeni oldukça açık konuşayım. Suriye’deki mevcut durum uyarınca, örneğin bizim sunmak istediğimiz bariz şey, insani yardım yapabileceğimiz koridorların açılmasıdır. Bildiğiniz gibi şu anda Türkiye’den Suriye’ye insani yardımın sağlanabileceği tek bir koridor var. Ancak daha fazlasına ihtiyacımız bulunuyor. Ve eğer bu olursa, geleceği görmeyi beklerken Esed rejiminin de geleceği nasıl gördüğünü bilmek istiyoruz. AB’ye Suriye halkı için daha iyi bir demokratik gelecek inşa etmeye hazırlandığını nasıl gösterebilir? Anayasa Komisyonu, isterse birtakım adımlar atabileceği harika bir platformdur. Ama bunun olacağını göreceğimizden emin değilim.

Rus ve ABD tarafları, Güvenlik Konseyi’nde yardımların ‘sınırlar aracılığıyla’ erişiminin yenilenmesi için anlaşmaya vardı.
BMGK’yı kastediyorsun?

Evet. Öncelikle bu konudaki yorumunuz nedir? İkinci olarak, sizce bu, ABD’liler ve Rusların birlikte çalışması ve bir uzlaşıya varması için bir başlangıç ​​olabilir mi?
Bir anlaşmaya varabilirlerse harika olur. ABD’liler ve Ruslar arasındaki bir anlayış, Suriye için daha iyi bir geleceğe doğru ilk adım olacaktır. Ama bakalım bu olacak gerçekleşecek mi?!

Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü (NATO) ile ilgili bir soru…  Yunanistan ve Türkiye bu örgütün üyesi… Bu karmaşık ilişkileri nasıl tanımlarsınız?
NATO’nun en eski üyelerinden biriyiz ve bu üyelikten gurur duyuyoruz. Buna rağmen bazen örgüt, üye devletleri karşısında eşit mesafelerini koruyor. NATO’nun, bir ittifak dışında, sadece bir ülkeler ittifakı olmadığını hatırlatmak isterim. Daha ziyade belirli değerlere dayanan bir ittifaktır ve bu yüzden, bir üyesi hata yaptığında bunu açıkça söylemesi gerekiyordu. Bunu henüz yapmadı. Bu anlaşılabilir bir durum. Şunu da söyleyeyim, biz üye bir devletten bahsediyoruz. Ancak yine de NATO bir değerler ittifakıdır. Şunu söylemeliyim ki, NATO’nun geleceği ve ittifakın 2030 politikasını kapsamlı bir şekilde ele alıyoruz. NATO’nun değerlerindeki bu unsurunun, bu politika belgesinde nasıl tanımlandığını görmek ilginç olacak.

ABD’liler, Dedeağaç kentindeki deniz askeri üssünü genişletme kararı aldı. Peki, bu durum, Bay Dendias açısından ne anlama geliyor?
Yunan- Amerikan ilişkileri tüm zamanların en yüksek seviyesinde. ABD’liler, son yıllarda Yunanistan ile Türkiye arasında kriz patlak verdiği her zaman doğru şeyleri söylemeye özen gösterdiler. Örneğin, son derece mutlu olduğumu söylemeliyim. Çünkü üç ya da dört hafta önce Bakan Antony Blinken çıktı ve tüm dünya ülkelerine BM Deniz Hukuku Sözleşmesi’ne katılmalarını tavsiye etti. ABD’nin kendisinin henüz BM Deniz Hukuku Sözleşmesi’ne katılmadığı biliniyor. Bizim açımızdan bu bir zevk, çünkü buna inanıyoruz. Şunu söylemeliyim ki ABD, bölgemizde, özellikle de Ege’de ve Yunanistan-Türkiye ilişkileri bağlamında çok olumlu bir güç. Yunanistan’da daha büyük bir ABD varlığı ve bölgede daha büyük bir ABD varlığı olsaydı mutlu olurdum. Bunu, son derece olumlu bir şey olarak görüyorum.

-Peki ya iş birliği?
ABD ile yeni bir savunma anlaşması müzakere ediyoruz. Umuyorum ki bu müzakereleri, 2021 sonbaharına kadar tamamlayabilir ve bu yeni anlaşmayı, bu yılın sonundan önce imzalayabiliriz. Ancak yine de tüm müzakerelerin önemli düzeyde karmaşıklık içerdiğini görmek zorundayız. Sonuçta hedefimiz bu. ABD’nin bölgemizde oynadığı rol konusunda oldukça iyimser olduğumu söylemeliyim.

Bu, Türkiye’nin güneyindeki İncirlik’te bulunan NATO üssüyle mi ilgili? Bu durum, ABD’nin Yunanistan ile ilişkilerini Türkiye aleyhine genişletmeye çalıştığı anlamına mı geliyor?
Hayır, ABD ile ilişkilerimizin, hiçbir şekilde Türkiye’ye dair uyumsuz olduğunu düşünmüyorum. Söylediğim gibi, Türkiye'nin davranışlarını normalleştirmesini, ‘Batılı değerlere sahip modern bir ülke, demokratik bir ülke ve hukuka saygılı demokrasiler topluluğunun bir ortağı olmayı’ hedeflemesini temenni ediyorum. Bu nedenle ABD ile iletişimimiz, başlı başına bizim için değerlidir. Ama ABD’lilerin Türk dostlarıyla ne yaptığı da bizi ilgilendirmiyor.



2025’te ‘Gece Yarısı Çekici Operasyonu’... Trump İran’da ‘yarım çözümlere’ son veriyor

İran Dışişleri Bakanı Abbas Arakçi, Tahran'a düzenlenen İsrail saldırılarında hayatını kaybeden üst düzey askeri subayların cenaze töreninde Devrim Muhafızları Ordusu (DMO) Komutanı Hüseyin Selami'nin tabutu başında gözyaşı döküyor. (Arşiv – AFP)
İran Dışişleri Bakanı Abbas Arakçi, Tahran'a düzenlenen İsrail saldırılarında hayatını kaybeden üst düzey askeri subayların cenaze töreninde Devrim Muhafızları Ordusu (DMO) Komutanı Hüseyin Selami'nin tabutu başında gözyaşı döküyor. (Arşiv – AFP)
TT

2025’te ‘Gece Yarısı Çekici Operasyonu’... Trump İran’da ‘yarım çözümlere’ son veriyor

İran Dışişleri Bakanı Abbas Arakçi, Tahran'a düzenlenen İsrail saldırılarında hayatını kaybeden üst düzey askeri subayların cenaze töreninde Devrim Muhafızları Ordusu (DMO) Komutanı Hüseyin Selami'nin tabutu başında gözyaşı döküyor. (Arşiv – AFP)
İran Dışişleri Bakanı Abbas Arakçi, Tahran'a düzenlenen İsrail saldırılarında hayatını kaybeden üst düzey askeri subayların cenaze töreninde Devrim Muhafızları Ordusu (DMO) Komutanı Hüseyin Selami'nin tabutu başında gözyaşı döküyor. (Arşiv – AFP)

Donald Trump’ın 2025’in başında Beyaz Saray’a dönmesiyle birlikte, güncellenmiş ‘maksimum baskı’ stratejisinin İran üzerindeki etkisini göstermesi bir yıldan kısa sürdü. Aylar içinde ülke, nükleer anlaşmanın yeniden canlandırılmasına ilişkin tartışmalardan, İslam Cumhuriyeti tarihinde ikinci kez kendi topraklarında yaşanan bir savaş gerçeğine sürüklendi. Bu gelişme, yaklaşık kırk yıl önce sona eren ve hafızalardaki ağırlığını hâlâ koruyan savaşın ardından geldi.

Aslında Trump’ın Beyaz Saray’a dönüş süreci başlamadan önce de savaş bulutları Tahran semalarında birikiyordu. Nükleer anlaşmanın canlandırılmasına yönelik umutlar tükenirken, İran’ın uranyum zenginleştirme faaliyetleri hız kazandı. Bu süreç, 12 gün süren savaşa, İsrail’in önleyici saldırıları karşısında İran’ın caydırıcılık kapasitesinin sınırlarının ortaya çıkmasına, ardından ABD’nin de sürece dâhil olmasına ve snapback mekanizmasıyla Birleşmiş Milletler (BM) yaptırımlarının yeniden devreye girmesine kadar uzandı.

Bu tabloya rağmen, söz konusu gidişat Washington’da değil, Tahran’da başladı. ABD seçimlerinden aylar önce İran’daki yönetici elit, ‘taktik bir mola’ arayışıyla Ağustos 2024’te göreve başlayan reformist Cumhurbaşkanı Mesud Pezeşkiyan’ın seçilmesine yöneldi. Batı ile daha az çatışmacı bir söylem benimseyen Pezeşkiyan, kendisini füze maceralarının değil ‘ekonomik bir savaşın’ yöneticisi olarak konumlandırdı. Dış politikada ise müzakere masalarına hâkim bir ekip oluşturdu; bunun başında Dışişleri Bakanı Abbas Arakçi yer aldı. Bu tercih, Batı’da yeni bir müzakere dönemine hazırlık, gerilimi düşürme ve nükleer dosyayı iki zıt ihtimale göre yeniden konumlandırma girişimi olarak yorumlandı: Kamala Harris liderliğinde Obama-Biden mirasını sürdürmeyi hedefleyen bir Demokrat yönetim ya da Trump’ın daha sert bir ‘maksimum baskı’ politikasıyla geri dönüşü.

sxadf

Donald Trump, tanıdık karizmasıyla ve daha gergin bir uluslararası ortamda yeniden ABD siyasetinin merkezine döndü. İsrail ile İran’ın müttefikleri arasında açık bir savaşın yaşandığı bu dönemde, Tahran’daki hesaplar da altüst oldu. Sicilinde Kasım Süleymani suikastı bulunan Trump, İran’daki karar vericiler için belirsiz bir figür değil, nükleer anlaşmadan çekilme ve yaptırımları sertleştirme geçmişi olan, denenmiş bir rakipti. Bu nedenle, temel yaklaşımını değiştirmeyeceği, aksine genişleteceği değerlendirmesi öne çıktı. Ekonomi ve finans alanında ‘maksimum baskı’, buna eşlik eden açık bir siyasi mesajla birlikte devreye sokuldu; İran’ın geri adımı nükleer, füze ve bölgesel dosyaların tamamında somut olmalıydı. Bu çerçevede, dolaylı müzakere turları başlamadan önce bile Tahran’ın manevra alanının giderek daraldığı görülüyordu.

‘Maksimum baskının’ geri dönüşü

Donald Trump, yemin töreninden iki haftadan kısa bir süre sonra, 4 Şubat 2025’te imzaladığı başkanlık ulusal güvenlik memorandumu ile ‘maksimum baskı’ politikasını daha sert ve ayrıntılı bir çerçevede yeniden devreye soktu. Memorandumda üç temel hedef belirlendi: İran’ın nükleer silah ya da kıtalararası balistik füzelere ulaşabileceği herhangi bir yolu kapatmak, Batı’nın terör listelerinde yer alan ağlarını ve vekil güçlerini dağıtmak ve balistik füze cephaneliği ile asimetrik kapasite geliştirme faaliyetlerini sınırlandırmak.

Uygulama aşamasında Hazine Bakanlığı’na en üst düzeyde ekonomik baskı uygulanması, yaptırımların sıkı şekilde denetlenmesi ve deniz taşımacılığı, sigorta ve liman sektörlerinin Tahran veya onunla bağlantılı aktörlerle çalışmaması yönünde uyarı rehberleri yayımlanması görevi verildi. Dışişleri Bakanlığı’na ise önceki muafiyetlerin gözden geçirilmesi ya da iptali, müttefiklerle birlikte snapback mekanizması kapsamında BM yaptırımlarının yeniden tamamlanması ve İran petrol ihracatının sıfıra indirilmesi için çalışma talimatı verildi. Buna paralel olarak Adalet Bakanlığı, ABD içindeki İran bağlantılı lojistik ağlar ve paravan yapılarla ilgili soruşturmalar yürütmekle görevlendirildi.

Bu adımlarla Trump’ın daha önce sıkça dile getirdiği “İran’ın nükleer silah edinmesine izin vermeyeceğiz” söylemi, ekonomi, iç güvenlik ve diplomasi alanlarını tek bir baskı hattında birleştiren kapsamlı bir uygulama çerçevesine dönüştü.

t
İran Dışişleri Bakanı Abbas Arakçi ve ekibi, 19 Ağustos'ta Roma'da düzenlenen ikinci tur görüşmeler sırasında (Reuters)

İran cephesinde ilk tepki, inkâr ile temkinin birleşimi oldu. Dini Lider Ali Hamaney müzakere kapısını tamamen kapatmadı, ancak sonuna kadar da açmadı. Trump’tan özel bir aracıyla iletilen mesaja, Tahran kısa bir yanıt verdi ve bu temas üzerinden dolaylı bir müzakere süreci başlatıldı. Bu çerçevede, Steve Witkoff ile Abbas Arakçi’nin başkanlığındaki İran heyeti arasında, Avrupalı ve bölgesel arabulucuların katılımıyla beş tur dolaylı görüşme yapıldı.

Kamuoyuna açık açıklamalarda Arakçi, Washington’un taahhütlerine saygı göstermesi halinde ‘müzakerelere hazır olunduğunu’ ve İran’ı yeniden küresel ekonomiye entegre edecek ‘dengeli bir anlaşmanın’ mümkün olabileceğini dile getirdi. Kapalı kapılar ardında ise İran tarafı, Washington ile bazı Avrupa başkentleri arasındaki görüş ayrılıklarını ve Trump ekibi içindeki sert kanada yönelik hassasiyetleri kullanarak manevra alanını genişletmeye çalıştı; bu çelişkilerin anlaşma şartlarında bir esnekliğe dönüşmesi umudu taşındı.

Beş tur görüşme

Buna rağmen, beş turun tamamında temel görüş ayrılığı değişmeden kaldı. Washington, nükleer eşiğe yakın yüzde 60 oranında zenginleştirilmiş uranyum stokunun İran’dan çıkarılmasında ısrar ederken, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın (UAEA) tüm hassas tesislerde tam denetim yetkisine yeniden kavuşturulmasını ve izlenecek herhangi bir sürecin, balistik füze menzilleri ile İran’ın bölgesel faaliyetlerinin kilit başlıklarını ele alacak net bir takvim içermesini şart koştu.

frgt
İsrail hava savunma sistemi Tel Aviv üzerindeki füzeleri önledi. (AP)

Tahran ise geleneksel önceliklerinde ısrarcı oldu. Petrol ve mali yaptırımların ön koşul olarak kaldırılması, yeni bir anlaşmadan hiçbir ABD yönetiminin çekilmeyeceğine dair güvence verilmesi, füze dosyasının bağlayıcı bir metnin dışında tutulması ve bölgedeki müttefikleriyle ilişkilerinin ‘istikrarsızlaştırıcı davranış’ olarak tanımlanmasının reddedilmesi bu başlıkların başında geldi.

Bu nedenle her tur, neredeyse aynı sonuçla tamamlandı: Metinlerin teknik ayrıntılarında sınırlı ilerleme, siyasi özünde ise tıkanıklık.

Arka planda ise İran ile UAEA arasındaki ilişki giderek daha gergin bir alana kaydı. UAEA, yıllardır beyan edilmemiş bazı sahalarda tespit edilen uranyum izlerine ilişkin açıklama talep ediyor; ayrıca 2015 anlaşmasından ABD’nin çekilmesinin ardından aşamalı olarak devre dışı bırakılan ya da sökülen kamera ve ölçüm sistemlerinin yeniden kurulmasını istiyor. 2025’e gelindiğinde, İran’ın yüzde 60 oranında zenginleştirilmiş uranyum stokunun, UAEA uzmanlarının ifadesiyle ‘siyasi irade oluştuğu takdirde nükleer eşiğe ulaşma süresini ciddi biçimde kısaltacak’ bir düzeye ulaştığı değerlendirildi. Batılı başkentler açısından program, maddi ilerleme ile siyasi belirsizliğin iç içe geçtiği bir tabloya dönüşürken, Tahran cephesinde UAEA dosyası bu kez hukuki ve teknik araçlarla yürütülen ‘maksimum baskı’ kampanyasının bir uzantısı olarak görüldü.

12 günlük savaş

Paralel bir hatta ise bölgenin tamamı, 7 Ekim 2023’teki sarsıntının etkilerini yaşamayı sürdürdü. Aksa Tufanı Operasyonu, Lübnan sınırından Kızıldeniz’e uzanan hatta İsrail ile İran’ın vekil güçleri arasında iki yıl süren yüksek yoğunluklu bir gölge savaşının önünü açtı. İsrail’in Suriye’de Devrim Muhafızları Ordusu’yla (DMO) bağlantılı konvoylara ve mevzilere yönelik her saldırısıyla birlikte, caydırıcılığın temel unsurlarından biri olan belirsizlik giderek aşındı. Buna karşın Tahran, karşı karşıya gelmeyi vekil güçler üzerinden yönetme ve doğrudan kendi topraklarından çatışmaya girmekten kaçınma tercihine bağlı kaldı. Ancak bu denge, 12 gün süren savaşla kökten değişti. İlk kez İran ile İsrail arasındaki çatışma İran toprakları üzerinde yaşandı. Bu gelişme, Kasım Süleymani’nin şekillendirdiği ‘savaşı sınırların ötesine taşıma’ doktrinini temelden sarstı.

12 günlük savaşın ilk günlerinde İsrail, İran içinde füze üsleri ve ana komuta merkezlerinin yanı sıra zenginleştirme zinciriyle bağlantılı tesisler ile bazı araştırma ve geliştirme altyapılarını hedef alan bir dizi nokta atışı saldırı düzenledi. DMO’nun sahadaki üst düzey komutanlarından bazıları hayatını kaybetti. Bununla birlikte nükleer programda görev alan fizikçiler, mühendisler ve teknik sorumlular da hedef alındı. Bu saldırılar, maddi altyapıdan ziyade askerî ve teknik hiyerarşinin tepesini vuran bir darbe olarak değerlendirildi.

sdfg
İsrail'in Tahran’daki İran Yayın Kurumu binasına düzenlediği saldırının ardından duman yükselirken, arka planda İran başkentinin en önemli simgelerinden biri olan Milad Kulesi görülüyor, 16 Haziran 2025 (Reuters)

Bundan birkaç gün sonra çatışma daha derin bir aşamaya taşındı. Gece Yarısı Çekici adı verilen operasyonda, hayalet bombardıman uçakları ve siber uzayda yürütülen saldırılar devreye sokularak erken uyarı ve izleme sistemlerinin bir bölümü devre dışı bırakıldı. Operasyon kapsamında zenginleştirme döngüsündeki kilit noktalar, santrifüj üretim ve montaj merkezleri ile nükleer altyapının bazı hassas birimleri hedef alındı. Bu saldırılar, teknik ve güvenlik gerekçeleriyle İran’ı bazı faaliyetlerini geçici olarak durdurmak zorunda bıraktı. Nükleer program tamamen ortadan kaldırılmadı; ancak ağır bir sınavdan geçti ve mevcut haliyle İran caydırıcılığının, siyasi ve askerî koşulların örtüştüğü durumlarda nükleer projenin kalbine yönelik hedefli bir saldırıyı engelleyemediği ortaya çıktı.

gtyu76
İran Dini Lideri Ali Hamaney, devrimin yıldönümü arifesinde, 7 Kasım'da İran Hava Kuvvetleri komutanlarına yıllık konuşmasını yapıyor. (Arşiv – AFP)

Bu askerî sarsıntı, yönetici elit içindeki çatlakların daha görünür hale gelmesini hızlandırdı. Cumhurbaşkanı Mesud Pezeşkiyan, kamuoyu önünde ‘İran topraklarında ikinci bir savaş riskine’ dikkat çekerek, ‘karşı tarafın nükleer tesisleri hedef almaya hazır olduğunu kanıtladığını’ söyledi. Bu açıklama, dolaylı biçimde müzakere hattının tamamen göz ardı edilmesinin giderek artan bir güvenlik maliyeti doğurduğuna işaret ediyordu. Buna karşılık daha sert kanat, savaş sonrasında yapılacak herhangi bir değerlendirmeyi ‘düşmana ödül’ olarak nitelendirdi. Bu kesim, askerî kayıpların müzakere masasına dönüşle ilişkilendirilmesini kesin bir dille reddetti.

İç farklılıklar

Bu atmosferde Dini Lider Ali Hamaney, savaşın yarattığı sarsıntıya ilkeyi değiştirmek yerine danışma mekanizmalarını yeniden düzenleyerek karşılık vermeyi tercih etti. Eski Meclis Başkanı ve en yakın danışmanlarından Ali Laricani’yi Ulusal Güvenlik Yüksek Konseyi’nin başına getiren Hamaney, ayrıca bu konseyin çatısı altında yeni bir ‘Savunma Konseyi’ kurulmasına onay verdi. Söz konusu yapı, savaş, nükleer program ve müzakere sürecine ilişkin daha bütüncül değerlendirmeler sunmak üzere askerî komutanlar ile hükümet ve güvenlik yetkililerini bir araya getiriyor.

Görünürde amaç, 12 günlük savaş deneyiminin ardından istişare tabanını genişletmekti. Ancak fiiliyatta bu adım, önceki hesapların yetersiz kaldığının kabulü ile nihai kararın, caydırıcılık ve müzakere dosyalarını birlikte yöneten dar bir çevrede tutulması yönündeki ısrarın birleşimini yansıttı.

ergt
ABD Savunma Bakanlığı'nda 22 Haziran 2025 tarihinde düzenlenen basın toplantısında, İran'a yönelik ABD bombardıman uçağı saldırısının operasyonel zaman çizelgesi sunuldu. (Arşiv – AFP)

Savaş sonrası görüş ayrılıkları yalnızca askerî performansın değerlendirilmesiyle sınırlı kalmadı; daha temel bir soruya uzandı: ‘Gece Yarısı Çekici Operasyonu sonrasında nükleer dosyayla ne yapılmalı?’ Tahran’da, saldırıya verilecek en iyi yanıtın ‘kontrollü nükleer belirsizliği’ derinleştirmek olduğu görüşü güç kazandı. Bu yaklaşım, Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Antlaşması’ndan resmî bir çekilmeyi değil, gri bir alanda konumlanmayı öngörüyordu. Buna karşılık başka bir eğilim, net bir müzakere hattı olmaksızın sürdürülecek belirsizliğin, caydırıcı bir unsur olmaktan çıkıp yeni önleyici saldırıları teşvik eden bir faktöre dönüşebileceği ve nükleer tesislerin hedef alınmasının olağanlaşacağı uyarısında bulundu. Bu iki yaklaşım arasında pratik tutum dar bir dengeye oturdu: Trump’ın talep ettiği ‘sıfır zenginleştirme’ türü tavizlere kapalı durmak, ancak köprüleri tamamen yakmaktan da kaçınmak. Böylece kriz, güç dengelerinde bir değişim beklenene kadar geçici olarak yönetilmeye çalışıldı.

BM yaptırımlarının geri dönüşü

Bu tartışmalar sürerken, Avrupalı ülkelerin snapback mekanizmasını devreye sokarak İran’a yönelik BM yaptırımlarını yeniden yürürlüğe koyması yeni bir dönüm noktası oldu. Birleşik Krallık, Fransa ve Almanya, İran’ın nükleer yükümlülüklerine uymadığı gerekçesiyle dosyayı BM Güvenlik Konseyi’ne taşıdı ve daha önce alınmış altı karar yeniden canlandırıldı. Böylece Tahran, çelişkili bir tabloyla karşı karşıya kaldı. Hukuki açıdan silah ve füze kısıtlamaları ile mal varlıklarının dondurulmasına yönelik uluslararası yaptırımlar geri döndü. Pratikte ise İran, Çin ve Rusya ile birlikte sahada çok şey değişmemiş gibi davranmayı sürdürdü. İran iç siyasetinde bu durum, “BM yaptırımları aynı anda hem var hem yok” şeklinde özetlendi.

y6u7
Tahran'da bulunan eski ABD büyükelçiliğinin duvarındaki ABD karşıtı duvar resminin önünden geçen bir İranlı (EPA)

2025 yılının sonuna gelindiğinde Trump’ın dönüşünün bilançosu Tahran açısından ağır oldu. Beş tur dolaylı müzakere somut bir sonuç üretmedi, 12 günlük savaş caydırıcılık sistemindeki açıkları gözler önüne serdi, BM yaptırımları yeniden gündeme geldi ve İran riyali tarihi dip seviyelere gerileyerek bunun yansımaları günlük hayatta, piyasalarda, akaryakıt ve gıda fiyatlarında hissedildi. Buna karşılık İran yönetimi iki temel tutumunu değiştirmedi: Trump yönetiminin talep ettiği ‘sıfır zenginleştirme’ yaklaşımını kesin olarak reddetmek ve ABD ile kapsamlı bir çatışmaya girmekten bilinçli biçimde kaçınmak. Bu çerçevede Tahran’ın ‘stratejik sabır’ olarak adlandırdığı yaklaşım, giderek ‘stratejik bir felç’ görüntüsü vermeye başladı. 12 günlük savaş ve snapback süreci, tarafların pozisyonlarını yakınlaştırmaktan ziyade, her iki tarafın da zamanın kendi lehine çalıştığına inandığını ortaya koydu. Washington, yıpranmış bir ekonomi ve değer kaybeden bir para biriminin Tahran’ı bir noktada ağır şartları kabul etmeye zorlayacağını hesaplıyor. İran’daki karar alıcıların bir bölümü ise hiçbir ABD yönetiminin kapsamlı bir savaşın maliyetini üstlenemeyeceği görüşünde ve Trump’ın görev süresinin sonunu beklemenin, taleplerine boyun eğmekten daha az maliyetli olduğuna inanıyor. Bu nedenle yeni yılın okuması, bu tıkanmışlığın sınırlarını çizme ve İran’ın önünde duran seçenekleri, ikinci bir savaş, kontrollü bir ateşkes ya da ‘maksimum baskı’ altında dayatılacak bir anlaşma ihtimalleri arasında değerlendirme çabası olarak öne çıkıyor.

Üç olası yol

2026 yılında İran’ın önünde üç temel yol beliriyor; bu yollar zorunlu olarak birbirine karşıt değil, zaman içinde iç içe geçebilir nitelikte. Birinci yol, yavaş yavaş ikinci bir çatışmaya sürüklenme olasılığı. Füze ve nükleer kapasite yeniden inşa edilirken baskı altında devam eden gelişmeler ve Hürmüz Boğazı’nda gemi aramaları ya da yeni yaptırımlara yanıt gibi temasların tekrarlanması, bu senaryoyu besliyor. Böyle bir durumda Washington ve Tel Aviv, ‘beklemektense şimdi çözüm’ yaklaşımını benimseyebilir; bir sonraki saldırı sadece tesisleri veya üsleri değil, karar mekanizmasının üst kademelerini hedef alacak şekilde planlanabilir.

İkinci yol, ekonomik ve sosyal memnuniyetsizlikten kaynaklanan protesto dalgalarının yeniden canlanmasıdır. Değer kaybeden para birimi, artan gıda ve yakıt fiyatları ve orta sınıfın aşınması, tarih boyunca yavaş reformlar için ana rezerv olmuştur. Bu senaryoda ‘maksimum baskı’ artık sadece dış bir baskı aracı değil, iç patlamayı tetikleyen bir faktöre dönüşüyor. Nükleer ve füze programında ek sıkılaşma, günlük yaşamda daha fazla daralma ve yaygın hoşnutsuzluk anlamına gelirken; Trump’ın şartlarına kısmi teslim, sokakta önceki yolun başarısızlığı olarak algılanabilir ve yeni bir protesto döngüsünü başlatabilir.

Üçüncü ve kısa vadede en olası yol ise, ‘karşılıklı dondurma’ olarak adlandırılabilecek, yazılı olmayan bir zaman kazanma stratejisidir: yüksek zenginleştirme hızının fiilen azaltılması, UAEA ile sınırlı teknik iş birliği pencerelerinin açılması ve aksın, 12 günlük savaş büyüklüğündeki sarsıntılardan kaçınacak şekilde ayarlanması. Buna karşılık ABD, durumu çözüme kavuşturmak yerine kontrol altında tutmayı kabul eder, ABD ve BM yaptırımları yerinde kalır. Bu yol radikal bir çözüm getirmez, ancak her iki tarafın da kırmızı çizgilerinden ödün vermediğini iddia etmesini sağlar; İran ekonomik olarak yıpranmaya devam eder, caydırıcılık dengesi eksik kalır ve patlama olasılığı sahnede durur.

Yılın bilançosuna bakıldığında, 2025, Trump politikalarının teorik tehdit aşamasından İran coğrafyası ve ekonomisi üzerinde somut bir gerçekliğe dönüştüğü yıl olarak öne çıkıyor: ortak bir askeri operasyon nükleer programın manevra alanını daralttı; BM yaptırımları snapback ile tekrar gündeme geldi; petrol ihracatı ve finansal ağlar üzerindeki baskı artırıldı; İran, ABD stratejisinde sınırlı kapasiteye sahip bir rakip olarak konumlandırıldı. Tahran ise nükleer belirsizlik ve zamanın lehine işleyeceği umuduna dayanan bir stratejiyle yanıt verdi. Böylece İran, 2026’ya girerken ‘maksimum baskı’ çerçevesinde sıkışmış durumda; kapsamlı bir savaşa gidecek lüksü yok, rakibinin koşullarında bir çözüme kolayca giriş yapacak esnekliği de yok. Gerçek meydan okuma artık Tahran’ın Trump gölgesinden nasıl çıkacağı değil; kademeli baskı altında, yavaş patlama veya pasif bekleyiş dışında üçüncü bir strateji üretme kapasitesine sahip olup olmadığıdır.


Katz: İsrail, yerleşimlerini korumak için Gazze Şeridi’nde güvenlik kuşağı kuracak

Batı Şeria’da Cenin kenti yakınlarında bulunan ve tahliye edilen İsrail yerleşimi Sanur’da İsrailli askerler (EPA)
Batı Şeria’da Cenin kenti yakınlarında bulunan ve tahliye edilen İsrail yerleşimi Sanur’da İsrailli askerler (EPA)
TT

Katz: İsrail, yerleşimlerini korumak için Gazze Şeridi’nde güvenlik kuşağı kuracak

Batı Şeria’da Cenin kenti yakınlarında bulunan ve tahliye edilen İsrail yerleşimi Sanur’da İsrailli askerler (EPA)
Batı Şeria’da Cenin kenti yakınlarında bulunan ve tahliye edilen İsrail yerleşimi Sanur’da İsrailli askerler (EPA)

İsrail Savunma Bakanı Israel Katz, bugün (perşembe) Gazze savaşıyla ilgili açıklamalarında, “Gazze’de kazandık” dedi. Hamas ile olası bir ateşkes anlaşmasına değinen Katz, ülkesinin “Gazze’den asla ayrılmayacağını” söyledi. Katz, İsrail Gazze Şeridi içinde, yerleşimleri korumak amacıyla bir güvenlik kuşağı oluşturacağını ifade etti.

Savunma Bakanı Katz, Hamas’ın silah bırakması gerektiğini yineleyerek, aksi takdirde “İsrail’in bu görevi kendisinin yerine getireceğini” ifade etti.

Şarku’l Avsat’ın Yedioth Ahronoth gazetesinden aktardığı habere göre Katz, Bnei Akiva, Ulpanot Merkezi ve Makor Rishon’un ortak düzenlediği Ulusal Eğitim Konferansı’nda yaptığı konuşmada, ABD Başkanı Donald Trump’ın planı çerçevesinde Hamas silah bırakmazsa İsrail’in bu adımı bizzat atacağını söyledi.

Haberde, ordunun Gazze’den çekilmesini ve bölgenin Filistinlilere devrini içeren anlaşmaya karşın, Katz’ın Gazze Şeridi’ni çevreleyen bir güvenlik kuşağının yerleşimlerin korunması amacıyla kurulacağını ifade ettiği belirtildi.

Öte yandan Batılı ülkeler iki devletli çözümden söz etmeyi sürdürürken, İsrail parlamentosu Knesset, Haziran 2024’te Ürdün Nehri’nin batısında bir Filistin devletinin kurulmasını reddeden kararı resmen kabul etmişti. Kararda, 7 Ekim olaylarının ardından bir Filistin devleti kurulmasının “teröre ödül” anlamına geleceği savunulmuş ve bunun Hamas’ı daha da teşvik edeceği öne sürülmüştü.

İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ile aşırı sağcı dini kanattan bazı bakanlar da defalarca Filistin devleti kurulmayacağını dile getirmişti.


İsrail, Batı Şeria'da yeni yerleşim yerleri inşa etme kararının kınanmasını ‘ahlaki bir hata’ olarak değerlendiriyor

Batı Şeria'da bir İsrail yerleşimi (Reuters)
Batı Şeria'da bir İsrail yerleşimi (Reuters)
TT

İsrail, Batı Şeria'da yeni yerleşim yerleri inşa etme kararının kınanmasını ‘ahlaki bir hata’ olarak değerlendiriyor

Batı Şeria'da bir İsrail yerleşimi (Reuters)
Batı Şeria'da bir İsrail yerleşimi (Reuters)

İsrail, Batı Şeria’da yeni yerleşim birimleri kurma kararına ilişkin 14 ülkenin yaptığı kınamayı reddetti ve eleştirileri ‘Yahudilere karşı ayrımcılık’ olarak nitelendirdi.

İsrail Dışişleri Bakanı Gideon Saar, AFP’ye yaptığı açıklamada, “Yabancı hükümetler Yahudilerin İsrail topraklarında yaşama hakkını kısıtlayamaz. Bu tür çağrılar ahlaki olarak yanlış ve Yahudilere yönelik ayrımcılıktır” dedi.

İsrail Güvenlik Kabinesi, pazar günü Batı Şeria’da 19 yeni yerleşim biriminin kurulmasını onayladı. Aşırı sağcı Maliye Bakanı Bezalel Smotrich, bu adımın ‘Filistin devletinin kurulmasını engellemeyi’ amaçladığını söyledi.

Smotrich’in ofisinden yapılan açıklamaya göre, bu karar ile son üç yıl içinde onaylanan yerleşim birimi sayısı 69’a yükselmiş oldu.

İsrail’in onayı, Birleşmiş Milletler’in (BM) Batı Şeria’daki yerleşim faaliyetlerinin hız kazandığını açıklamasının ardından geldi.

Fransa, Birleşik Krallık, Kanada ve Japonya’nın da aralarında bulunduğu 14 ülke dün, İsrail’in yeni yerleşim birimleri kurma kararını kınayarak, hükümeti bu karardan vazgeçmeye ve yerleşimleri genişletmeyi durdurmaya çağırdı.

Fransa Dışişleri Bakanlığı tarafından yayımlanan ortak açıklamada, “Almanya, Belçika, Kanada, Danimarka, İspanya, Fransa, İtalya, İrlanda, İzlanda, Japonya, Malta, Hollanda, Norveç ve Birleşik Krallık’ın temsilcileri olarak, İsrail hükümetinin güvenlik kabinesinin Batı Şeria’da 19 yeni yerleşim birimi kurulmasını onaylamasını kınıyoruz” denildi.

Açıklamada, “Batı Şeria’daki yerleşim politikalarının kapsamlı bir şekilde yoğunlaştırılması çerçevesinde tek taraflı yapılan bu tür hamleler, yalnızca uluslararası hukuku ihlal etmekle kalmıyor, aynı zamanda istikrarsızlığı da artırıyor” ifadelerine yer verildi.

İsrail’in 1967’den bu yana işgal edip ilhak ettiği Doğu Kudüs’te yaklaşık 3 milyon Filistinlinin yanı sıra BM tarafından uluslararası hukuka aykırı kabul edilen yerleşimlerde yaşayan yaklaşık 500 bin İsrailli bulunuyor.

Batı Şeria’daki yerleşim faaliyetleri, İsrail’deki sağ veya sol tüm hükümetler döneminde devam ediyor.

Ancak mevcut hükümet döneminde yerleşim faaliyetleri belirgin şekilde artarken, bu durum özellikle 7 Ekim 2023’te Hamas’ın İsrail’in güneyinde gerçekleştirdiği benzeri görülmemiş saldırının ardından Gazze Şeridi’nde başlayan savaş döneminde hız kazandı.