Yunanistan Dışişleri Bakanı Şarku’l Avsat’a konuştu: ‘Suriye’nin başarısız bir devlet olmasını istemiyoruz. Temsilcimiz, Esed’e itimatnamesini sunmayacak’

Nikos Dendias, Şarku’l Avsat’a verdiği röportajda Suudi Arabistan ile ilişkilere övgüde bulundu. Bakan, Atina ile Washington arasında sonbaharda bir savunma anlaşması imzalanacağını söyledi.

Nikos Dendias (Yunanistan Dışişleri Bakanlığı)
Nikos Dendias (Yunanistan Dışişleri Bakanlığı)
TT

Yunanistan Dışişleri Bakanı Şarku’l Avsat’a konuştu: ‘Suriye’nin başarısız bir devlet olmasını istemiyoruz. Temsilcimiz, Esed’e itimatnamesini sunmayacak’

Nikos Dendias (Yunanistan Dışişleri Bakanlığı)
Nikos Dendias (Yunanistan Dışişleri Bakanlığı)

Yunanistan Dışişleri Bakanı Nikos Dendias, Şarku’l Avsat’a verdiği röportajda, ülkesinin Suriye’nin ‘başarısız bir devlet’ olmasını istemediğini ve ‘koşulların normalleşmesine katkıda bulunmak’ için Şam’a bir diplomat gönderme kararı aldığını belirtti. Dendias, ancak bu diplomatın Devlet Başkanı Beşşar Esed’e itimatnamesini sunmayacağını söyledi.
Dendias, bir soruya yanıt olarak, Atina’nın Avrupa Birliği’nin (AB) Suriye’nin yeniden inşasına fon sağlamak için ‘Esed rejiminden somut adımlara tanık olma’ kararına bağlılığını sürdürdüğünü dile getirdi. Devlet başkanlığı seçimlerinin sonuçlarını kabul etmediklerini söyleyen Yunan Bakan, AB’nin ‘demokrasiye geçiş, insan haklarına tam saygı ve savaş suçları için hesap verebilirlik’ istediğini de vurguladı. Nikos Dendias, “Esed rejiminin geleceği nasıl gördüğünü öğrenmekle ilgileniyoruz. Anayasa Komisyonu, isterse birtakım adımlar atabileceği harika bir platformdur. Ama bunun olacağını göreceğimizden emin değilim” dedi.
Dendias, Suudi Arabistan ile ilişkilere de övgüde bulunurken, Riyad’ın küresel açıdan ve Avrupa ile Yunan ekonomisi açısından oldukça önemli bir konumda olduğunu söyledi. Bakan, “Suudi Arabistan Krallığı’nın güvenliği bizim için çok önemli. Bu nedenle Riyad ile önemli anlaşmalar imzaladık” dedi. Arap Birliği ile siyasi istişare anlaşmasının önemine ve Kahire ile gelişen ilişkilere dikkati çeken Dendias, “Uluslararası deniz hukuku, egemenlik, hukukun üstünlüğü, AB ile iyi ilişkiler ve göçmenlik sorunları da dahil olmak üzere Mısır ile ortak birçok konu var. Mısır, göç sorununu AB ve Yunanistan’a şantaj yapmak için kullanmıyor” dedi. Bakan, ABD’nin Yunanistan’daki askeri üssünü genişletme kararından ve iki ülkenin bu yılın sonbaharında bir savunma anlaşması imzalama niyetinden duyduğu memnuniyeti dile getirdi.
İşte Şarku’l Avsat’ın Yunanistan Dışişleri Bakanı Nikos Dendias ile gerçekleştirdiği röportajın tamamı;

Bölge gezinizi takip ediyordum. Bana bu ziyaret hakkında neler söyleyebilirsiniz? Bunun arkasındaki sebep nedir? Arap Birliği Başkanı Ahmed Ebu Gayt ile imzaladığınız anlaşmayı nasıl yorumluyorsunuz?
İlk olarak, söylememe izin verilirse eğer, eski ilişkilere sahibiz. Arap ülkeleriyle yüzyıllar öncesine dayanan tarihi bir ilişkimiz var. Arap Birliği Genel Sekreteri ile bunu hesap etmeye çalıştık, yaklaşık 25, 26 asır öncesine, ya da onun gibi bir zamana ulaştık. Bu nedenle Arap Birliği ile kurumsal bir ilişkiye sahip olmak bizim için çok önemliydi. Bunu, çoğu Arap ülkesiyle, özellikle de (söylemem gerekirse) bizim uluslararası sistemle, yani kurallara dayalı sistemle iş yapma şeklimizi paylaşan Arap ülkeleriyle, daha yakın bir anlayışa ulaşma yolunda bir adım olarak görüyoruz.

Ebu Gayt ile istişare amaçlı anlaşma imzalamanın siyasi önemi nedir?
İstişareleri diplomatik bir dil olarak görüyorsunuz, ancak durum böyle değil. Karşılıklı bir anlayışa ulaşmak istiyorsanız, bazı şeyleri görüşmelisiniz. Fikirlerinizi ifade etmeli ve diğer tarafın olayları kendi açılarından nasıl gördüğünü takdir etmelisiniz. Bu olmazsa da tek taraftan veya diğer taraftan paralel diyaloglardan başka bir şey değil. Saf tesadüfe ilgimiz aynıysa, bu iyi bir şeydir. Değilse, hiçbir şeye ulaşamayız, bunlar sadece hiçbir şeye yol açmayan paralel diyalog çizgileri olarak kalır. Bu nedenle istişare bizim için anlamlı bir şeydir. Arap Birliği ve Arap ülkelerinin bölgede karşılaştığımız koşul ve sorunlara bakış açımızı ve aynı zamanda bölge için hayallerimizi, özlemlerimizi ve hırslarımızı ifade şeklimizi anlamalarını istiyoruz. Biz de onların istek ve arzularını bilmek isteriz. Burası çok karmaşık bir bölgedir ve tarih, mevcut çağın zorluklarına değiniyor. Bu durum ise aramızda çok fazla anlayış gerektiriyor. Bu ise aynı zamanda harika bir fırsattır.

Sayın Bakan, bu soruyu soruyorum çünkü Arap dünyasındaki bazı analistler ve gazeteciler, siz Atina ve Arap Birliği arasındaki bu ilişkiyi kurumsallaştırmaya karar vermişken bölgedeki bazı ülkelerin, örneğin Türkiye ve İran’ın, her zaman Arap Birliği’nin rolünü ve Arap rolünü baltalamaya çalıştıkları izlenimini veriyor.
Türkiye hususunda, bunun olduğunu gördüm. Açık konuşayım, herhangi bir ülkeyi baz almayacağım, ama birçok Arap ülkesindeki meslektaşlarım, bana Türkiye’nin Arap ülkelerini nasıl gördüğüne ve Türkiye’nin hayallerine dair güçlü deliller sundu. Bu hayal ise, bu eski hilafeti eski dönemine döndürme olasılığına olan inancıyla, bir tür neo-Osmanlı hırsıdır. Yunanistan açısından, bölgede yayılmacı bir hırsımız yok ve ulaşmak istediğimiz tek şey, çıkarlarımızın anlaşılması ve bölgedeki dostlarımızınkilerle tutarlı olmalarıdır. Bu bağlamda ve yakın ilişki içinde olduğumuz ülkelerin çoğunun bağlı olduğu uluslararası deniz hukuku bağlamında, hepimiz için daha iyi bir gelecek yaratabileceğimize inanıyoruz. Bu konuda son bir söz söylememe izin verin, Türkiye’nin de bu anlayışın bir parçası olmasını umut ediyoruz. Ama ne yazık ki ve korkarım, bu çok uzun ve meşakkatli bir yol.

18 ayda Kahire’yi 5 kez ziyaret ettiniz, değil mi?
Korfuluyum (Yunanistan) ve bir dışişleri bakanı olarak Korfu’ya gittiğimden daha fazla Kahire’ye gittim. Mısır’ın başkentinde araçtan indiğimde, kendimi tamamen evimde hissediyorum. Orada kapıların, asansörün ve koridorların nerede olduğunu biliyorum. Sayın Samih Şukri (Mısır Dışişleri Bakanı) ile kişisel ilişkilerim var. Söylemem gerekir ki, Cumhurbaşkanı Abdulfettah es-Sisi’ye ve Mısır için yaptıklarına, yapmaya çalıştıklarına büyük saygı duyuyorum. Ellerinden geleni yapıyorlar ve ellerinden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyorlar.

İkili meseleler, bölgesel meseleler ve dikkate alabileceğiniz diğer ilgili meselelerde Mısır ile paylaştığınız ortak menfaati açıklar mısınız?
Benden Mısır’la olan anlaşmazlık noktalarından bahsetmemi istemeniz çok zor olurdu. Çünkü bunu düşünmek için olağanüstü bir çaba göstermem gerekecekti. Ancak benden Mısır ile yakınlaşma ve anlaşma noktalarını belirtmemi isterseniz, gerçek şu ki, uluslararası deniz hukuku, egemenlik, hukukun üstünlüğü, AB ile iyi ilişkiler ve göç sorunu dahil birçok konu ve durum var. Mısır, Yunanistan’a veya AB’ye şantaj yapmak için göç sorunlarını bir araç olarak kullanmıyor. 2017’den sonra Mısır’dan Avrupa’ya göç akışı yok. Bölgede ve Libya’da genel istikrar durumuna tanık oluyoruz. Demek istediğim şu, ne zaman düşünsem, Mısır’la çeşitli konularda çok iyi bir anlayışa sahip olduğumuzu görüyorum.

Akdeniz’de gaz ve deniz ilişkilerinin ana ilişki olduğunu söylersem yanılır mıyım?
Hayır, hata olmaz. Mısır’dan AB’ye bir enerji tedarik koridoru, bir gaz forumu, boru hatları ve ortak bağlantı noktalarının inşası, ortak ve daha iyi bir ekonomik gelecek yaratma çabalarımızın bir parçasıdır. Şunu söylemem gerekir ki, Yunanistan’daki enerji, ben Yunanistan’ı baz alıyorum, son derece pahalı. Mısır’dan Yunanistan’a getirebileceğimiz enerji çok daha ucuz. Bu, ekonomimizde sürdürülebilir kalkınma yaratmamıza yardımcı olacaktır. Bu nedenle Mısır ile sonsuz bir ortak çıkarlar listesi var.

Akdeniz’deki gazla ilgili olarak bu bloğu, Mısır, Yunanistan ve diğerleri de dahil olmak üzere 6 ülkeden kurdunuz. Bana hedefler hakkında daha fazla bilgi verebilir misin? Bunlar sadece ekonomik hedefler mi yoksa jeopolitik bir yapıya da sahipler mi?
Pekâlâ, burada belirtmek istediğim tek şey, kendimizi bir blok olarak değil, bir anlayış olarak gördüğümüzdür. Çünkü ortak bir vizyonu, ortak bir geleceği ve ortak çıkarları paylaşıyoruz. Size açık yüreklilikle söylüyorum; Türkiye bu kurallara uyarsa, sadece Türkiye de değil, başka herhangi bir ülke de bloğa katılabilir.
Ve hayır, bu sadece ekonomik çıkarlarla ilgili değil. Ekonomik çıkarlar var ve ekonomik hedeflere, makul bir maliyetle enerji kaynaklarına duyulan ihtiyaca dayanıyor. Ama bundan daha fazlası bir durum var. Bu, kurallara dayalı toplumun ve kurallara dayalı uluslararası düzenin kabulüne katılımdır. Açıkça yayılmacı olan, kelimenin eski anlamıyla M.S. 19. ya da belki 18. yüzyıllardan kalma ve 21. yüzyılla kesinlikle hiçbir alakası bulunmayan diğer yaklaşımlar karşısında bizi birleştiren de budur. Ancak bazı ülkeler açısından bunun ileriye dönük bir yol olmadığını anlayana kadar bunu söylemek, yapmaktan daha kolaydır.

Oluşturduğunuz bu platforma, yani bahsettiğiniz altı ülkeye paralel olarak elektrik konusunda Kıbrıs ve İsrail’i içeren başka bir platform daha var. Bu doğru mu?
Tabi ki. Kıbrıs konusunda herkes için açık olanı söylüyorum. İsrail ile çok yakın olan ilişkimizi bir kez daha dile getiriyorum. Çok düşük bir noktadan başladık. Yunanistan, muhtemelen 1990’da İsrail devletini tanıyan son Avrupa ülkesiydi. Ama şunu söylemeliyim ki, bölgede ortak bir anlayışa ulaşmak için İsrail’deki dostlarımızla çok çalıştık. Ve şunu da belirtmem gerekir ki İsrailliler bile, Mısır’ın bir devlet olarak istikrarının bölgenin istikrarı ve refahı için temel öneme sahip olduğu konusunda bizimler ortak görüş paylaşıyor. Elbette İsrail ile birçok alanda iş birliği yapıyoruz ve enerji de bunlardan biri.

Ancak merak ediyorum; Neden biri gaz, diğeri elektrik için iki platform var? Mısır neden elektrik platformunun bir parçası değil?
Bu soruya cevap vermek benim yetkimde değil, bu konuyla ilgilenen başka bir bakanlık var. Ama şunu söyleyebilirim; enerji konusunda hepimizin ortak bir anlayışa varacağını ve gelecek için ortak vizyonumuzu paylaşacağımızı düşünüyorum. Bunun er ya da geç gerçekleşeceğini söylemeliyim.

Türkiye ile ilişkilere dair… Yunanistan Başbakanı Kiriakos Miçotakis’in Haziran ayında Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile bir görüşme yaptığını zannediyorum. Ama Ankara ile Atina arasındaki ilişkinin gidişatını öğrenmek için hala 20 Temmuz’un son tarih olduğunu duyuyoruz. Neden?  
İlk olarak, Başbakan Miçotakis’in Cumhurbaşkanı Erdoğan ile görüşmesinden başlayacağım. Toplantı iyi geçti. Kişisel düzeyde, gergin ilişki buzlarının eridiği iyi bir toplantıydı. Ama yine de Türkiye’nin gerçekten yolunu değiştirip değiştirmediğini görmemiz gerekiyor. 20 Temmuz’da Cumhurbaşkanı Erdoğan, Kıbrıs’ın işgal altındaki bölgesini ziyaret edecek. Söyleyeceklerini dinlemek ve ne yapacağını bilmek bizim açımızdan önemli. Çünkü bu söylem, uluslararası hukuka ve Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK) kararlarına aykırı olursa, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın tavrı hiçbir anlam ifade etmeyecektir.

Kıbrıs’ta ‘iki devletli çözüme’ karşı olmanız ne anlama geliyor?
Bu benimle, Yunanistan’la ya da Kıbrıs’la ilgili değil. Daha ziyade herhangi bir ‘iki devletli çözüm’ fikrine karşı çıkan, uluslararası hukuk ve BMGK’dır. Temelde ‘iki devletli çözüm’ olmadığını söylememe izin verin. Türk tarafının Kıbrıs sorununa çözüm teşkil etmeyen ‘iki devletli’ önerisi var. Kıbrıs sorununun çözümü, adayı birleştirmektir. Diğer her türlü öneri bir çözüm değildir, aksine uluslararası hukuka aykırıdır.

Yunanistan ve siz, kişisel ve resmi olarak bölge ve onun kilit ülkeleriyle ilişkilere büyük önem veriyorsunuz. Nisan ayında Suudi Arabistan’ı ziyaret ettiğini zannediyorum ve Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı Prens Faysal bin Ferhan ile bir anlaşma imzaladınız. Peki Yunanistan- Suudi Arabistan ilişkilerine ilişkin vizyonunuz nedir?
İlk olarak, Suudi Arabistan oldukça önemli bir ülke. İslam dünyasında büyük bir öneme sahip, İslam dinindeki iki kutsal camiyi bünyesinde barındıran bir ülke ve dünyanın en büyük enerji üreten ülkelerinden biridir. Ayrıca dünyanın en büyük enerji üreticilerinden biri olması onu küresel ekonomi, deyim yerindeyse Avrupa ekonomisi ve Yunan ekonomisi için çok önemli bir ülke yapıyor. Bu nedenle Suudi Arabistan’ın güvenliği bizim açımızdan çok önemli. Bu yüzden onlarla bir anlaşma imzaladık ve bu nedenle Suudi Arabistan’a bir savunma silahı olan Patriot füze bataryası gönderdik. Bu bir saldırı silahı değildir. Suudi Arabistan’a, kimliğini tespit edemediğimiz saldırganlara karşı savunma amaçlı silahlar gönderdik, herhangi bir tarafa saldırmak için değil.
Ayrıca genel olarak İslam dünyası ile ortak bir geçmişi paylaşıyoruz. Arap Birliği Genel Sekreterine, her zaman tekrar ettiğim gibi, eski Yunan yazarlarının kitaplarını kopyalayan ve onları Hıristiyan dünyasına yeniden kazandıran Arap dünyası olmasaydı, bugün bu kitapların bizim tarafımızdan bilinemeyeceğini söyledim. Bu nedenle Arap dünyasına çok şey borçluyuz. Kişisel düzeyde ise, çok iyi ilerleme kaydediyoruz ve bunu zaten biliyorsunuz.
Suudi Arabistan Krallığı ile olan ilişkilerin yanı sıra, Birleşik Arap Emirlikleri ile mükemmel stratejik ilişkilerimiz var, Kuveyt ile büyük ilişkilerimiz var, Bahreyn ile harika bir ilişkimiz var ve Ürdün ile oldukça iyi ilişkilerimiz var. Ayrıca Irak ile oldukça dostane ilişkilere sahibiz. Bahsettiğim tüm bu ülkelerle aramızda tek bir ayrım bulamıyorum. Bu nedenle, ortak çıkarlarımıza ve bölgede ortak refah ve istikrar vizyonumuza dayalı, anlaşmazlıklarımızın olmadığı gerçeğinden yola çıkarak ortak bir gelecek inşa etmeye çalışıyoruz.
Hindistan’a bakalım. Dünyanın en büyük demokrasisi ve büyüyen bir ekonomik gücü olan Hindistan ile iş birliği yapmak istiyoruz. Giriş noktası olarak Yunanistan ile Hindistan, Arap dünyası ve AB arasında bir köprü kurmaya çalışıyoruz.

Peki ya Yemen krizi? Çözüm bulma konusundaki vizyonunuz nedir?
Kesin olan bir şey var; Ateşkes olmadıkça ve Husiler Marib’i ele geçirmeye çalışmaya devam ettikçe durum bu yönde devam edemez. Her şeyden önce ateşkese ihtiyacımız var ve ateşkeste istikrara ulaştıktan sonra bu kriz durumundan bir çıkış yolu bulmaya çalışacağız. Eğer Yunanistan herhangi bir şekilde yardım edebilirse, dostlarımıza yardım etmekten çekinmeyeceğiz. Yunanistan’ın, bir ülke olarak Yemen hakkında çok geniş bir kurumsal bilgiye sahip olduğunu iddia edemem.

Krizleri ve savaşları olan ülkelerden bahsetmişken, Suriye de bunlardan biri. Sayın Bakan, geçtiğimiz haftalarda ve aylarda Şam’daki bazı yetkililerin, ‘Yunanistan’ın Suriye’nin başkentindeki büyükelçiliğini yeniden açmaya karar verdiği’ yönündeki ifadelerini duymuşsunuzdur. Bu konuyu nasıl değerlendirirsiniz?
Öncelikle, Suriye bizim komşu ülkemizdir. Akdeniz havzasında başarısız bir devletin varlığı, hiç de bizim çıkarımıza değildir. Halihazırda Suriye’den Avrupa’ya büyük bir göçmen akışı var ve bunun için oldukça üzgünüz. Örneğin Suriye’deki Ortodoks Patrikhanesi yoluyla, Suriye ile köklü tarihi ilişkilerimiz var. Suriye’yi böyle bir durumda görmekten üzüntü duyuyoruz. Ancak Esed rejiminin günahlarını unutabilecek veya affedebilecek olan biz değiliz. Yaptığımız şey, sahada mevcut bir durum olduğunun farkına varmaktır, Yunan Maslahatgüzarının sahadaki durumu normalleştirmeye yardımcı olmak, Yunan vatandaşlarına ve Avrupalı vatandaşlara yardım etmek için orada olması gerektiğidir. Ancak Esed rejiminin maslahatgüzarlarına itimat etmiyoruz, onlara itimatname sunmuyoruz. Bu konuda, Avrupalı ​​dost ve ortaklarımızla istişare etmeliyiz. AB Konseyi, kendi başımıza karar vermemek zorunda olduğumuz için Esed rejimine karşı nasıl muamele edileceğine karar verecektir.

Yani büyükelçiliği yeniden açma ve Şam’a büyükelçi gönderme kararı aldığınıza dair bir onay yok mu?
Hayır, Şam’da bir maslahatgüzarımız var, büyükelçi değil. Sahadaki durum bu deneyimi gerektirdiği için kendisi, çok fazla deneyime sahip üst düzey bir isim. Ama Esed rejiminde büyükelçi düzeyinde değil.

Peki ya büyükelçilik?
Şu an başkent Beyrut’tan yürütülüyor ve büyükelçilik çalışmalarının nasıl yürütüldüğü üzerinde duruluyor.
AB Dış İlişkiler Konseyi, yıllar önce yeniden yapılanmaya koşullu katkı kararı aldı. Siyasi süreçte ‘gerçek’ bir ilerleme kaydedilmediği sürece bu katkının, yeniden inşaya bir yararı olmadığını belirtti.
Haklısın. Bu durumları entegre etmeye çalıştık. BM Temsilcisi Geir Pedersen ile sık sık görüşüyorum. Kendisiyle Cenevre’de de çok sık görüştüm ve iyi bir ilişkimiz var. Ona, her şekilde iyi hizmetlerimizi sunduk. Ancak pozisyon ve karar, nihayetinde sizin de söylediğiniz gibi AB’ye ait. Yeniden yapılanma planına kaynak sağlamak için Esed rejiminin somut adımlarını görmemiz gerekiyor. Suriye halkının gerçekten yardımımıza ihtiyacı olduğu için böyle bir adımın atılmaması nedeniyle oldukça üzgünüm, çünkü örneğin seçim sonuçlarını kabul etmiyoruz ve ciddiye almıyoruz. Suriye halkının yaklaşık üçte birinin Suriye topraklarından yerinden edildiğini benden daha iyi biliyorsunuz. Bu durum, hiçbir şekilde kabul edilemez. 21. yüzyılda yaşıyoruz.

O halde Şam’dan aktif katılım veya normalleşme için ne gibi adımlar bekliyorsunuz?
Tekrar ediyorum, AB’nin tek beklentisi demokrasiye geçiş, insan haklarına tam saygı ve savaş suçlarında hesap verebilirliktir. Size yeni bir şey söylemiyorum. AB’nin faaliyet gösterdiği şartlar ve koşullar var. AB, bir ülkeler topluluğudur ve aynı zamanda bir dizi değeri ifade etmektedir.

Bu birçok Suriyeli açısından büyük bir öneme sahiptir. Bu açıdan bakıldığında, doğru ifade etmek gerekirse, şimdiye kadar AB’nin normalleşme ve yeniden yapılanma şartlarına bağlı mısınız?
Yeni oldukça açık konuşayım. Suriye’deki mevcut durum uyarınca, örneğin bizim sunmak istediğimiz bariz şey, insani yardım yapabileceğimiz koridorların açılmasıdır. Bildiğiniz gibi şu anda Türkiye’den Suriye’ye insani yardımın sağlanabileceği tek bir koridor var. Ancak daha fazlasına ihtiyacımız bulunuyor. Ve eğer bu olursa, geleceği görmeyi beklerken Esed rejiminin de geleceği nasıl gördüğünü bilmek istiyoruz. AB’ye Suriye halkı için daha iyi bir demokratik gelecek inşa etmeye hazırlandığını nasıl gösterebilir? Anayasa Komisyonu, isterse birtakım adımlar atabileceği harika bir platformdur. Ama bunun olacağını göreceğimizden emin değilim.

Rus ve ABD tarafları, Güvenlik Konseyi’nde yardımların ‘sınırlar aracılığıyla’ erişiminin yenilenmesi için anlaşmaya vardı.
BMGK’yı kastediyorsun?

Evet. Öncelikle bu konudaki yorumunuz nedir? İkinci olarak, sizce bu, ABD’liler ve Rusların birlikte çalışması ve bir uzlaşıya varması için bir başlangıç ​​olabilir mi?
Bir anlaşmaya varabilirlerse harika olur. ABD’liler ve Ruslar arasındaki bir anlayış, Suriye için daha iyi bir geleceğe doğru ilk adım olacaktır. Ama bakalım bu olacak gerçekleşecek mi?!

Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü (NATO) ile ilgili bir soru…  Yunanistan ve Türkiye bu örgütün üyesi… Bu karmaşık ilişkileri nasıl tanımlarsınız?
NATO’nun en eski üyelerinden biriyiz ve bu üyelikten gurur duyuyoruz. Buna rağmen bazen örgüt, üye devletleri karşısında eşit mesafelerini koruyor. NATO’nun, bir ittifak dışında, sadece bir ülkeler ittifakı olmadığını hatırlatmak isterim. Daha ziyade belirli değerlere dayanan bir ittifaktır ve bu yüzden, bir üyesi hata yaptığında bunu açıkça söylemesi gerekiyordu. Bunu henüz yapmadı. Bu anlaşılabilir bir durum. Şunu da söyleyeyim, biz üye bir devletten bahsediyoruz. Ancak yine de NATO bir değerler ittifakıdır. Şunu söylemeliyim ki, NATO’nun geleceği ve ittifakın 2030 politikasını kapsamlı bir şekilde ele alıyoruz. NATO’nun değerlerindeki bu unsurunun, bu politika belgesinde nasıl tanımlandığını görmek ilginç olacak.

ABD’liler, Dedeağaç kentindeki deniz askeri üssünü genişletme kararı aldı. Peki, bu durum, Bay Dendias açısından ne anlama geliyor?
Yunan- Amerikan ilişkileri tüm zamanların en yüksek seviyesinde. ABD’liler, son yıllarda Yunanistan ile Türkiye arasında kriz patlak verdiği her zaman doğru şeyleri söylemeye özen gösterdiler. Örneğin, son derece mutlu olduğumu söylemeliyim. Çünkü üç ya da dört hafta önce Bakan Antony Blinken çıktı ve tüm dünya ülkelerine BM Deniz Hukuku Sözleşmesi’ne katılmalarını tavsiye etti. ABD’nin kendisinin henüz BM Deniz Hukuku Sözleşmesi’ne katılmadığı biliniyor. Bizim açımızdan bu bir zevk, çünkü buna inanıyoruz. Şunu söylemeliyim ki ABD, bölgemizde, özellikle de Ege’de ve Yunanistan-Türkiye ilişkileri bağlamında çok olumlu bir güç. Yunanistan’da daha büyük bir ABD varlığı ve bölgede daha büyük bir ABD varlığı olsaydı mutlu olurdum. Bunu, son derece olumlu bir şey olarak görüyorum.

-Peki ya iş birliği?
ABD ile yeni bir savunma anlaşması müzakere ediyoruz. Umuyorum ki bu müzakereleri, 2021 sonbaharına kadar tamamlayabilir ve bu yeni anlaşmayı, bu yılın sonundan önce imzalayabiliriz. Ancak yine de tüm müzakerelerin önemli düzeyde karmaşıklık içerdiğini görmek zorundayız. Sonuçta hedefimiz bu. ABD’nin bölgemizde oynadığı rol konusunda oldukça iyimser olduğumu söylemeliyim.

Bu, Türkiye’nin güneyindeki İncirlik’te bulunan NATO üssüyle mi ilgili? Bu durum, ABD’nin Yunanistan ile ilişkilerini Türkiye aleyhine genişletmeye çalıştığı anlamına mı geliyor?
Hayır, ABD ile ilişkilerimizin, hiçbir şekilde Türkiye’ye dair uyumsuz olduğunu düşünmüyorum. Söylediğim gibi, Türkiye'nin davranışlarını normalleştirmesini, ‘Batılı değerlere sahip modern bir ülke, demokratik bir ülke ve hukuka saygılı demokrasiler topluluğunun bir ortağı olmayı’ hedeflemesini temenni ediyorum. Bu nedenle ABD ile iletişimimiz, başlı başına bizim için değerlidir. Ama ABD’lilerin Türk dostlarıyla ne yaptığı da bizi ilgilendirmiyor.



ABD'nin Ortadoğu'daki politikasını çeyrek yüzyıl boyunca böyle takip ettim

Andre Kojokara
Andre Kojokara
TT

ABD'nin Ortadoğu'daki politikasını çeyrek yüzyıl boyunca böyle takip ettim

Andre Kojokara
Andre Kojokara

Robert Ford

2000 yılında, Bill Clinton'ın başkanlığının ikinci dönemi sona eriyordu ve İsrail Başbakanı Ehud Barak ile Filistin Ulusal Otoritesi Başkanı Yaser Arafat arasında nihai bir anlaşma sağlamak için hummalı bir şekilde çalışıyordu. Clinton ekibi önceki yönetimler gibi, iki devletli çözümün İsrail ile Arap devletleri arasında kapsamlı bir anlaşmanın önünü açacağına ve bölgede kalıcı istikrarı sağlayacağına inanıyordu. Son Camp David zirvelerinde Clinton, haritalar ve sınırlarla ilgili ayrıntılara bizzat daldı, Kudüs'teki belirli mahalleleri ve sokakları inceledi, Barak ve Arafat arasında nihai bir anlaşma sağlamaya çalıştı. Daha sonra Clinton, başarısızlığın sorumluluğunu Arafat'a yükledi, ancak yardımcısı Robert Malley'nin yeni bir kitabı bu değerlendirmeyi sorguluyor.

Bill Clinton iki devletli çözüm için çabalıyor

Clinton, iki devletli çözüm için çabalarken aynı zamanda Saddam Hüseyin'e Irak'ın kitle imha silahları programına ilişkin BM soruşturmalarıyla iş birliği yapması için baskı yapıyordu. Birkaç füze saldırısı düzenledi ancak bölgeye yönelik herhangi bir ABD kara müdahalesinden kaçındı. Selefi Başkan baba George Bush gibi, Clinton da bir rejim değişikliğine veya Irak'ın iç siyasetine müdahale etmeye istekli değildi. Bunun yerine, Bağdat'ın iş birliği yapmasını sağlamak için füze saldırıları ve sert yaptırımları tercih etti. Dışişleri Bakanı Madeleine Albright, Iraklı siviller, özellikle de çocuklar üzerindeki yıkıcı etkisine rağmen, Irak'a uygulanan yaptırımları savundu.

11 Eylül 2001 saldırılarının ardından Başkan oğul George Bush, Afganistan ve Irak'a karşı tam ölçekli bir işgal harekatı başlattı. İki devletli çözüm çalışmaları, terörle savaş lehine süresiz olarak ertelendi

Bu arada, Clinton ve Dışişleri Bakanı Madeleine Albright, İran'a karşı uzun süredir devam eden Amerikan düşmanlığını sürdürdüler. Bu düşmanlık, İran'ın Hizbullah ve Filistinli muhalif fraksiyonlara verdiği destek ile Tahran'ın kitle imha silahları programlarına olan ilgisine dair endişelerden kaynaklanıyordu. Bu nedenle Clinton, 1995 yılında İran ile Amerikan petrol şirketi Conoco arasında imzalanması planlanan 1 milyar dolarlık anlaşmayı engelledi; dönemin İran Cumhurbaşkanı Haşimi Rafsancani bu anlaşmanın ikili ilişkileri geliştireceğini umuyordu. Bunun yerine, Clinton yönetimi hem Irak hem de İran'a karşı “çift yönlü çevreleme” politikası kapsamında İran'a yönelik yaptırımları sıkılaştırdı.

ABD Başkanı Bill Clinton, Camp David'de İsrail Başbakanı Ehud Barak ve Filistin Devlet Başkanı Yaser Arafat arasındaki barış görüşmelerinde arabuluculuk yapıyor, 11 Temmuz 2000 (Reuters)ABD Başkanı Bill Clinton, Camp David'de İsrail Başbakanı Ehud Barak ve Filistin Devlet Başkanı Yaser Arafat arasındaki barış görüşmelerinde arabuluculuk yapıyor, 11 Temmuz 2000 (Reuters)

Clinton, bölge ülkelerinde siyasi reformu desteklemekle ilgilenmiyordu. Nitekim 1994-1997 yılları arasında Cezayir'deki ABD Büyükelçiliği'nde çalışırken, teröristlerin ve güvenlik güçlerinin katliamlar işlediği dehşetli iç savaşın ortasında, Washington'daki hiçbir üst düzey yetkili Cezayirli yetkililerle temaslarında hükümetin suistimalleri konusunu gündeme getirmedi. Aynı durum Saddam Hüseyin'in Irakı gibi baskıcı rejimler için de geçerliydi. Daha sonra, ABD Başkan Yardımcısı Al Gore ile Mısır Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek arasındaki özel ikili girişimi yöneten Amerikan ekibinin bir parçası olduğumda da ABD’nin odak noktası insan hakları değil, Mısır ekonomisinin liberalleştirilmesiydi. Washington'daki hakim görüş, bölgede kapsamlı bir barışın, sivil ve insan haklarına saygıdan ziyade ekonomik büyümeye bağlı olduğu ve bunun istenen istikrarı sağlayacağı yönündeydi.

11 Eylül her şeyi değiştiriyor

11 Eylül 2001'de yaklaşık 3 bin kişinin ölümüne yol açan terör saldırılarından sonra, Başkan George W. Bush Afganistan ve Irak'a karşı tam ölçekli bir işgal harekatı başlattı. İki devletli çözüm çalışmaları, terörle savaş lehine süresiz olarak ertelendi. Beyaz Saray'ın Saddam Hüseyin'in el-Kaide ile ilişkisine dair güçlü bir kanıtı olmamasına rağmen, Saddam'ın bir gün el-Kaide ile iş birliği yapabileceği gerekçesiyle işgali haklı çıkarması dikkat çekicidir. Ortadoğu konusunda uzman iki kıdemli Amerikalı diplomat, William Burns ve Ryan Crocker, Dışişleri Bakanı Colin Powell'ı Irak'ı işgal etmenin tehlikeleri konusunda ikna etmeyi başardılar, ancak Powell Bush'u ikna edemedi. Bush'un Amerikan askeri üstünlüğü sayesinde Irak ve Afganistan'da beklediği hızlı zafer ise bir yanılsamaydı.

Arap Baharı'nın başlangıcında Obama, askeri müdahalede bulunma niyeti olmamasına rağmen, Oval Ofis'ten gösterileri alenen güçlü bir şekilde destekledi

Daha geniş bir bölgesel ölçekte, Bush yönetimi, baskıcı ve yolsuz hükümetlere karşı Arap sokaklarına hakim olan hayal kırıklığını terörün kaynağı olarak görüyordu. Clinton yönetiminin yaklaşımından önemli bir sapmayla Bush yönetimi, uzun süredir müttefik olanlar da dahil olmak üzere birçok hükümet üzerinde siyasi baskıyı yoğunlaştırdı. 2005 yılında, Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice, Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek'in Kahire'de bir insan hakları konferansına ev sahipliği yapmayı reddetmesi ve siyasi muhalif Eyman Nur'u tutuklamasının ardından Mısır ziyaretini iptal etti. 2002 yılında Beyaz Saray, Dışişleri Bakanlığı Ortadoğu ve Kuzey Afrika Bürosu bünyesinde Ortadoğu Ortaklık Girişimi'ni başlattı ve bölgede insan haklarını teşvik etme amacıyla başına Cumhuriyetçi Parti’ye sadık bir kişiyi atadı.

 ABD 2. Tabur askerleri, Bağdat'ta devriye gezmeden önce üstlerinden direktif alıyor, 14 Ağustos 2007 (Reuters)ABD 2. Tabur askerleri, Bağdat'ta devriye gezmeden önce üstlerinden direktif alıyor, 14 Ağustos 2007 (Reuters)

2006 yılında büyükelçi olarak Cezayir'e döndüğümde, Washington ilk görevimden farklı olarak, Cezayirli yetkililerle temaslarında insan hakları ve sivil özgürlükler konularını gündeme getirmeye hazırdı. Bu girişim ayrıca, bağımsız gazeteler gibi Cezayir sivil toplum üyelerine işletme yönetimi ve örgütlenme konusunda eğitim verilmesini de sağladı. Ardından, 2008'de Bağdat'taki ABD Büyükelçiliğine döndüğümde, Irak'ta insan haklarını ve sivil toplumu teşvik etmeye yönelik yıllık bütçemiz 70 milyon dolara ulaşmıştı ve bu şaşırtıcı bir rakamdı. Ama ne yazık ki, bu paranın büyük bir kısmı bu konuda asla ciddi olmayan gruplara harcandı.

Obama, Bush'un politikasını değiştirdi

Barack Obama, Beyaz Saray’a girdiğinde Ortadoğu'daki savaşları sona erdirmeye kararlıydı. Bölgenin, ABD'nin yeniden şekillendiremeyeceği bölünmüş toplumlardan ibaret olduğu inancıyla hareket etti. Selefi Demokrat Başkan Bill Clinton'ın aksine, Obama İsrail-Filistin çatışmasını çözmekle pek ilgilenmedi. 2013 yılında ikinci Dışişleri Bakanı John Kerry'nin başlattığı girişime hiçbir destek sunmadı.

 Eski ABD Başkanı Barack Obama, Florida, 26 Haziran 2012 (Reuters) ABD Eski Başkanı Barack Obama, Florida, 26 Haziran 2012 (Reuters)

Buna karşılık, Obama ve ilk Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, bölgedeki zayıf yönetimi doğrudan istikrarsızlıkla ilişkilendirdiler. 12 Ocak 2011'de Clinton, Tunus Cumhurbaşkanı Zeynel Abidin Bin Ali'nin ülkeyi terk etmesinden bir gün sonra ve Mısır ordusunun Kahire’deki ayaklanma sırasında Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek'i devirmesinden bir ay önce, Doha'da hükümet yolsuzluğunu ve baskısını eleştiren sert bir konuşma yaptı. Arap Baharı'nın başlangıcında Obama, askeri müdahalede bulunma niyeti olmamasına rağmen, Oval Ofis'ten gösterileri alenen güçlü bir şekilde destekledi. Yıllar sonra, Oval Ofis'te onunla, bir ABD başkanının askeri müdahale niyeti olmamasına rağmen bir liderin istifa etmesini kamuoyu önünde talep etmesinin ne kadar akıllıca olduğu konusunu tartışmış, istifası istenen liderin böyle bir talebi görmezden gelmesinin başkanı nasıl zayıf göstereceğini ve iç muhalefete sahte bir umut vereceğini söylemiştim. Ancak Obama, bir ABD başkanının müdahale sözü vermeden insan haklarına saygı gösterilmesini kamuoyu önünde talep etmesi gerektiğinde ısrar etti. Ocak 2011'de Mübarek'ten istifa etmesini istemişti, ancak onu deviren Washington değil, Mısır sokağı ve Mısır ordusuydu.

Trump, küçük ABD özel operasyon güçlerine güvenmeyi tercih ediyor, ancak Ortadoğu'da başka bir büyük ölçekli kara savaşına girmekten kaçınıyor

Arap Baharı Libya'ya uzandığında, Obama Mart 2011'de Muammer Kaddafi'ye karşı uluslararası müdahaleyi destekleyen bir lojistik ve istihbari rol oynamayı isteksizce kabul etti. Obama yönetimi yetkililerinden biri, ABD'nin Avrupalıları ve Arap müttefiklerini perde arkasından yönlendirdiğini söyledi. Hillary Clinton da 2012'de bana, askeri uzmanların Libya ordusunun birkaç hafta içinde çökeceğini tahmin ettiğini, ancak Kaddafi'nin isyancılar tarafından öldürülmesine kadar yedi ay süren bir mücadele yaşandığını söylemişti. Libya’da durumun yanlış yorumlanması, Irak Savaşı'nın anıları ve Beşşar Esed'e karşı herhangi bir müdahaleye yönelik iç siyasi desteğin yokluğu, Obama'yı 2013'te Esed'in kimyasal silah kullanımına karşı çizdiği kırmızı çizgiyi savunmaktan kaçınmaya yöneltti.

Sınırın İsrail tarafından görüldüğü gibi, Kuzey Gazze üzerinde gün batımı, 28 Temmuz 2025 (Reuters)Sınırın İsrail tarafından görüldüğü gibi, Kuzey Gazze üzerinde gün batımı, 28 Temmuz 2025 (Reuters)

Obama, sadece DEAŞ’a karşı güçlü bir şekilde müdahale etme konusunda istekli görünüyordu. Ancak yanlış yönlendirilmiş bir Amerikan politikasının örgüte ilk aşamalarında yardımcı olduğunu hatırlamakta fayda var. Başkan Yardımcısı Joe Biden, 2010 seçimlerinden sonra Washington'un Irak Başbakanı Nuri el-Maliki'yi yeni bir dönem için güçlü bir şekilde desteklemesi gerektiğine karar verdi, çünkü Biden ve danışmanları, yalnızca Maliki'nin hızlı bir şekilde hükümeti kurabileceğine, istikrarı sağlayabileceğine ve Irak'taki Amerikan güçlerinin geleceği hakkında Washington ile müzakerelere olanak tanıyabileceğine inanıyordu. Ancak Maliki'nin Irak'taki Sünni topluluklara yönelik yenilenen baskısı, DEAŞ'ın üye kazanmasına ve 2013 ve 2014 yılları arasında batı Irak ve doğu Suriye'yi ele geçirmesine yardımcı oldu. 2014 ve 2016 yılları arasındaki Paris ve Brüksel saldırıları, Washington ve Avrupa başkentlerinde endişeyi artırdı. Libya'nın aksine, Obama, DEAŞ'a karşı uluslararası bir koalisyonu ön saflardan yönetmeye hazırdı.

Clinton'ın Doha konuşmasından ve Washington'un Libya'daki “arka plandan liderlik etme” yaklaşımından dört yıl sonra, Obama otoriter rejimlerle iş birliğine daha meyilli hale geldi ve Washington'dan gelen ciddi reform talepleri sona erdi. Yine de Obama, bu savaşta büyük kara birliklerini kullanma konusunda tereddüt ediyordu. Bu sebeple bu birlikler yerine, Amerikalılar Suriye'de Kürt liderliğinde kurulan bir milis gücüne ve Irak'taki Şii milislerle dolaylı koordinasyona güvendiler. Bu iş birliği, her iki ülkede de daha sonraki siyasi ve güvenlik sorunlarının doğrudan sebebi oldu.

Trump'ın politikası, Clinton'ın yaklaşımını yeniden şekillendiriyor

Trump, küçük ABD özel operasyon güçlerine güvenmeyi tercih ediyor, ancak Ortadoğu'da başka bir büyük ölçekli kara savaşına girmekten kaçınıyor. Bu konuda Clinton, Obama ve Biden'a benziyor. Haziran ayında İran nükleer hedeflerine yönelik saldırıları güçlü ve hızlıydı ve hemen ardından müzakerelere geri dönmeye hazır olduğunu açıkladı. Trump, askeri güç dengesi zayıf bir devlet aleyhine olduğunda, anlaşmayı güvence altına almak için önemli tavizler vermek zorunda kalacağına inanıyor. Bu algı, Ukrayna'nın yanı sıra nükleer mesele konusunda İran için de geçerli. Ancak Trump'ın kavrayamadığı şey, daha zayıf tarafın dış destek arayışıyla veya rakiplerinin zayıflaması umuduyla beklemeyi tercih edebileceğidir. İran rejimi devrilmedikçe, Trump ne İran ile nükleer bir anlaşma imzalayacak ne de çok istediği Nobel Ödülü'nü kazanacaktır.

Trump yönetimi altında Washington, İsrail ve Filistinliler arasında bir barış anlaşmasına varma çabalarına yeniden başladı, ancak bu çabalar Gazze ile sınırlı kaldı. İki devletli çözüme inandığına dair hiçbir işaret yok

Aynı zamanda Trump, özellikle Körfez ülkeleri başta olmak üzere, bölgedeki ülkelerle ticaret anlaşmaları yapmaya büyük bir gayret gösteriyor. Kendi girişimleri ve ortak ticari çıkarlar vizyonu, kalkınmaya odaklanan Gore-Mübarek Girişimi gibi ekonomik programların yerini aldı.

Ticari kazançlara odaklanma, küresel ölçekte insan haklarına yönelik sözlü desteği bile bir kenara itti. 2019'da Trump, Mısır Cumhurbaşkanı Abdulfettah es-Sisi'yi en sevdiği cumhurbaşkanı olarak tanımladı ki bu, ne George Bush, ne Obama, ne de Biden'ın yapacağı bir açıklama değildi.

Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Selman ve ABD Başkanı Donald Trump, Washington'da düzenlenen ABD-Suudi Yatırım Forumu'nda katılımcılarla birlikte fotoğraf çektiriyor, 19 Kasım 2025 (Reuters)Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Selman ve ABD Başkanı Donald Trump, Washington'da düzenlenen ABD-Suudi Yatırım Forumu'nda katılımcılarla birlikte fotoğraf çektiriyor, 19 Kasım 2025 (Reuters)

Geçen yıl Riyad'da düzenlenen bir konferansta Trump, bölgedeki ilerlemenin arkasında Batı müdahalesi, devlet kurucular veya Amerikalı neo-muhafazakarlar değil, bölge halkları olduğunu söyledi.

Trump yönetimi altında Washington, İsrail ve Filistinliler arasında bir barış anlaşmasına varma çabalarına yeniden başladı, ancak bu çabalar Gazze ile sınırlı kaldı. İki devletli çözüme inandığına dair hiçbir işaret yok. Bunun yerine, Gazze'de ateşkesin, dış denetim altında bir Filistin yönetimine doğru atılan küçük adımların ve oradaki yabancı ticari kalkınmanın Arap devletlerini İbrahim Anlaşmalarına katılmaya ve İsrail ile ilişkilerini normalleştirmeye ikna edeceğini umuyor. Şarku'l Avsat'ın al Majalla'dan aktardığı analize göre Trump, diğer Arap devletlerinin, özellikle Körfez'dekilerin, hızla Suudi Arabistan'ın izinden gideceğini ve böylece kendisine Nobel Ödülü kazandıracağını varsayarak yanlış düşünüyor. Zira on yıllardır devam eden Amerikan mali ve askeri desteğinden sonra, İsrail bölgedeki baskın askeri güç haline geldi ve 1979'da olduğu gibi kendisini barış karşılığında toprak vermeye teşvik edecek hiçbir şey olmadığını düşünüyor. Keza bazı Arap devletlerinin İsrail'in askeri tehditlerinden İran'dan korktukları kadar korktuğunu gösteren işaretler var. Yine de Trump ve ekibi, Arap devletlerinin İsrail ile normalleşme karşılığında toprak tavizlerini kabul edeceğine inanıyor. Bu, iyi düşünülmüş bir analiz değil, sadece bir umuttur.

*Bu analiz Şarku’l Avsat tarafından Londra merkezli al Majalla dergisinden çevrilmiştir.


Netanyahu, Trump’ın ekibinin desteğini kaybediyor

Trump, Gazze'deki ateşkes sürecinde ikinci aşamaya yakında geçileceğini söylemişti (AFP)
Trump, Gazze'deki ateşkes sürecinde ikinci aşamaya yakında geçileceğini söylemişti (AFP)
TT

Netanyahu, Trump’ın ekibinin desteğini kaybediyor

Trump, Gazze'deki ateşkes sürecinde ikinci aşamaya yakında geçileceğini söylemişti (AFP)
Trump, Gazze'deki ateşkes sürecinde ikinci aşamaya yakında geçileceğini söylemişti (AFP)

ABD Başkanı Donald Trump'ın ekibi, İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu'nun barış sürecini sabote etmek istediğini düşünüyor.

Kimliğinin açıklanmaması şartıyla Axios'a konuşan ABD'li yetkililer, Gazze'deki ateşkes anlaşmasının gidişatının Trump ve Netanyahu arasında pazartesi günü yapılacak görüşmeyle belirleneceğini söylüyor.

Trump'ın ekibinin Netanyahu'nun süreçte atılması gereken adımları geciktirdiğini ve Gazze'ye yönelik askeri operasyonları tekrar başlatabileceğini düşündüğü aktarılıyor.

Adının gizli tutulmasını isteyen İsrailli bir yetkili de Netanyahu'nun ABD Başkan Yardımcısı JD Vance ve Dışişleri Bakanı Marco Rubio dahil Trump yönetimindeki üst düzey isimlerin desteğini kaybettiğini söylüyor.

Kaynaklar, Washington'ın bir an evvel anlaşmanın ikinci aşamasına geçilmesini istediğini belirtiyor.

Trump'ın damadı Jared Kushner'la ABD Başkanı'nın Ortadoğu Özel Temsilcisi Steve Witkoff'un ikinci aşamaya geçiş için Türkiye, Mısır ve Katar'la yakın çalıştığı aktarılıyor. Ancak Netanyahu'nun planla ilgili Kushner ve Witkoff'la anlaşmazlık yaşadığı ifade ediliyor.

Öte yandan İsrail Savunma Kuvvetleri'nin (IDF) ateşkes ve rehine takası anlaşmasına rağmen Gazze'de saldırıları sürdürmesinin Washington'da olumlu karışlanmadığı belirtiliyor.

Kimliğinin paylaşılmamasını isteyen Beyaz Saray'dan bir yetkili, "Bazen sahadaki IDF komutanlarının önüne gelene ateş etmeye meraklı olduğunu düşünüyoruz" diyor.

Witkoff ve Kushner, geçen hafta Miami'de düzenlenen toplantıda Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, Katar Başbakanı ve Dışişleri Bakanı Muhammed bin Abdurrahman Al Sani ve Mısır Dışişleri Bakanı Bedir Abdulati'yle bir araya gelmişti.

Axios'un aktardığına göre taraflar, Trump - Netanyahu toplantısı öncesi ele alınacak konuları belirledi. Bunlar arasında İsrail'e ateşkese uyma ve sivil kayıpları önleme çağrısı yapılmasının yanı sıra Gazze'nin Mısır sınırındaki Refah kapısının açılmasının sağlanması da yer alıyor. Ayrıca ABD Başkanı'nın Batı Şeria'daki yasadışı yerleşimlerle ilgili endişelerini dile getirmesi bekleniyor.

Gazze savaşının sonlandırılması için ABD öncülüğünde hazırlanan 20 maddelik barış planı 10 Ekim'de devreye girmişti. Anlaşmanın garantörleri arasında Türkiye, Mısır ve Katar var.

Anlaşmanın ilk aşamasında Hamas ve İsrail arasında rehine takası gerçekleştirilmişti. Ayrıca İsrail askerleri belirlenen "sarı hatta" geri çekilmişti. İsrail ordusu Gazze Şeridi'nin yaklaşık yüzde 53'ünü kontrol ediyor.

İkinci aşamadaysa Hamas'ın silah bırakması ve Gazze'nin geleceğinde söz sahibi olmaması isteniyor. Bunun yerine Gazze Şeridi'nin yönetiminin Filistinlilerin yer alacağı bir teknokratlar komitesine geçici olarak devredilmesi planlanıyor. Trump'ın başkanlık edeceği Barış Kurulu'na ek olarak bölgeye Uluslararası İstikrar Gücü'nün (ISF) konuşlandırılması öngörülüyor.

Independent Türkçe, Axios, Times of Israel


Guatemala'da bir otobüsün uçuruma yuvarlanması sonucu 15 kişi hayatını kaybetti

Olay yerindeki polis memurları (AFP)
Olay yerindeki polis memurları (AFP)
TT

Guatemala'da bir otobüsün uçuruma yuvarlanması sonucu 15 kişi hayatını kaybetti

Olay yerindeki polis memurları (AFP)
Olay yerindeki polis memurları (AFP)

Kurtarma ekiplerinin açıklamasına göre dün, Guatemala'nın batısındaki bir otoyolda yolcu otobüsünün uçuruma yuvarlanması sonucu en az 15 kişi hayatını kaybetti.

Gönüllü itfaiye sözcüsü Leandro Amado gazetecilere yaptığı açıklamada, "Bu trafik kazasında 15 kişi hayatını kaybetti" dedi. Yaklaşık 20 yaralının yakındaki hastanelere kaldırıldığını belirten Amado, ölenler arasında 11 erkek, üç kadın ve bir çocuğun bulunduğunu belirtti.

Otobüs, henüz bilinmeyen bir nedenle yaklaşık 75 metre derinliğindeki uçuruma yuvarlandı.

Guatemala'da ölümcül trafik kazaları sık sık yaşanıyor. Şarkul Avsat’ın edindiği bilgiye göre şubat ayında, Guatemala şehrinin kuzey eteklerinde bir yolcu otobüsü uçuruma yuvarlanmış ve 54 kişi hayatını kaybetmişti.