Irak’ta 7 Şii siyasi parti bir sonraki başbakanın taşıması gereken kriterleri belirlemeye çalışıyorhttps://turkish.aawsat.com/home/article/3170591/irak%E2%80%99ta-7-%C5%9Fii-siyasi-parti-bir-sonraki-ba%C5%9Fbakan%C4%B1n-ta%C5%9F%C4%B1mas%C4%B1-gereken-kriterleri
Irak’ta 7 Şii siyasi parti bir sonraki başbakanın taşıması gereken kriterleri belirlemeye çalışıyor
Mukteda es-Sadr’ın 27 Ağustos’ta Necef’te seçimlere katılacağını ilan ettiği konuşması (AFP)
Bağdat/Şarku’l Avsat
TT
TT
Irak’ta 7 Şii siyasi parti bir sonraki başbakanın taşıması gereken kriterleri belirlemeye çalışıyor
Mukteda es-Sadr’ın 27 Ağustos’ta Necef’te seçimlere katılacağını ilan ettiği konuşması (AFP)
Sadr Hareketi lideri Mukteda es-Sadr, Irak’ta önde gelen siyasi partilerin sunduğu siyasi belgeyi onayladığını ilan ederek seçimlere şartlı bir şekilde katılma kararı aldıktan sonra seçim yarışına hızlı bir giriş yaptı.
Sadr bu karardan sonra yaptığı açıklamada destekçilerinin ‘milyonluk gösterileri’ düzenlemesine izin verdi. ‘Milyonluk gösteri’ ifadesi, Sadr’ın gelecek seçimlere gireceğini ilan ettiği siyasi açıklama sırasında kullanmayı tercih ettiği bir ifade. Seçim kampanyalarını duyurmaktan çekinen güçler de yola çıktıklarını duyurdular. Bu arada Sadr’ın seçimlerden çekilme kararına sevinen siyasi gruplar da Sadr’ın geri dönme kararı karşısında şaşkınlığa uğradı. Sadr’ın dönmesini bekleyenler ise Ekim’de yapılması planlanan parlamento seçimlerinin gerçekten Sadr’ın olmadığı bir ortamda yapılıp yapılmayacağı çelişkisini netleştirme ihtiyacı duydular. Sadr’ın son kararıyla birlikte tüm tarafların hesapları değişti. Bununla birlikte iki kez kaybeden bazı siyasi partiler de bulunuyor. Nitekim Sadr’ın çekilmesinin ardından kendisinin de çekildiğini duyuran Irak’ın eski Başbakanı İyad el-Allavi’nin başkanlığındaki Ulusal Uzlaşı Hareketi iki kez kaybedenlerin başında geliyor. Hareket daha önce mecliste 2 sandalye kazanmıştı. Hareket kaybetti çünkü çekilme kararının Sadr’ın nihai kararı olduğunu düşünüyordu. Bu düşünce bu Hareketi, Sadr’ın kararına sarılarak muhalefet tabanını genişletmek isteyen diğer küçük partilerin safına ekledi. Dolayısıyla Hareket artık geri dönmeyi de göze alamaz çünkü bu durumda tüm kararlarını Sadr’a göre verdiği imajı oluşturabilir.
Iraklı siyasi partilerin arasındaki siyasi çekişmeler, 3 ana bileşenden (Şii-Sünni-Kürt) her birine ait siyasi parti veya grubun seçimde en fazla sandalye kazanma arzusuna dayanıyor. Bu çekişmede en önemli şey, 3 başkanlık koltuğu (Cumhurbaşkanı Kürt, Başbakan Şii ve Meclis Başkanı Sünni olmalıdır) üzerinde anlaşmaların nasıl ve hangi partilerin yapacağıdır?
Şarku’l Avsat’ın kaynaklardan edindiği bilgilere göre, siyaset koridorlarında ve kapalı kapılar ardında halihazırda seçim mekanizmaları, sorunların kaynağı, seçimlerde manipülasyonun nasıl önüne geçileceği, uluslararası gözlemciler ve bir arabanın atların önüne konulması türünden garip bir denklemde 3 başkanın seçimi görüşülüyor. Örneğin Şii siyasi gruplar. Özellikle Sadr’ın seçim yarışına dönmesinin ardından aralarında büyük anlaşmazlıklar olmasına rağmen 7 Şii ana siyasi partiden oluşan bir 7’li Komite, seçimlerden önce şimdiden bir sonraki başbakanın taşıması gereken kriterleri belirlemekle uğraşıyor. Bu mesele Şii çevrelerde Sünni ve Kürt çevrelere göre daha önem taşımakla birlikte, Sadr’ın çekilme kararı verdiği esnada Şii siyasi partiler arasında yapılan görüşme ve toplantılar, Sadr’ın dönme kararının ardından yapılanlardan farklılık arz ediyor. Şii siyasi çevrelerde Sadr ile rekabet eden siyasi gruplar bir sonraki başbakanın kendileri tarafından aday gösterilmesini isterken, Sadr’ın seçime katılma kararından sonra yürütme otoritesinin başını temsil eden yeni başbakanın kim olacağı sorusu yeniden gündeme gelmiş oldu. Sadr, bir sonraki başbakanın hem Sadr Hareketi çizgisinde biri olan hem de Hareketin direk gösterdiği bir isim olmasını istiyor. Sadr’ın bu talebinde ısrar etmesi, tıpkı halihazırda mecliste birinci parti olduğu gibi bu seçimde de birinci olacağına inanmasından kaynaklanıyor.
Bu arada Sadr’ın seçimlere katılmayacağını ilan etmesinin ardından mevcut Başbakan Mustafa el-Kazımi’nin ikinci dönem başbakanlık koltuğuna oturma şansı gerilemişken, Sadr’ın kararından vazgeçmesiyle Kazımi’nin adı tekrardan başbakanlık için ismi geçenler arasında ilk sıraya yükseldi.
Başbakanlık koltuğu için dolaşıma koyulan isimler arasında şu ana kadar Sadr ve Kürdistan Demokrat Partisi (KDP) lideri Mesud Barzani tarafından desteklenen Kazımi’nin yanı sıra Ulusal Güvenlik Danışmanı ve Eski İçişleri Bakanı Kasım el-Araci, Kazımi hükümetinden önce başbakanlık teklif edilen Adnan ez-Zurfi ve eski başbakan adaylarından Şiya es-Sudani yer alıyor. Bu isimlere ilave olarak, özellikle geçtiğimiz günlerde Irak Kürt Bölgesel Yönetimi’ni (IKBY) ziyaretinden sonra Eski Başbakan Nuri el-Maliki’nin de Kanun Devleti Koalisyonu tarafından yeni hükümet için aday gösterdi.
Aynı kaynakların aktardığına göre kapalı kapılar ardında Şiiler arasından seçilecek başbakanın yanı sıra Kürt ve Sünnilerden seçilecek Cumhurbaşkanı ve Meclis Başkanı seçenekleri de konuşuluyor. Nitekim bu iki koltuk için seçilecek isimler Şiilerin onayından geçmedikçe Dünya Kupasının eleme turlarını da geçemeyecekler. Cumhurbaşkanı adayı iki ana Kürt parti tarafından seçiliyor. Ancak Kürtler cumhurbaşkanı olarak seçecekleri isim üzerinde anlaşma sağlayamazlarsa aday gösterilen isim Şiilerin onayından geçmeyecek. Aynı durum meclis başkanını seçecek olan Sünniler için de geçerli. Zira Kürt ve Sünni siyasi partiler arasında büyük anlaşmazlıklar mevcut. İki tarafın da aday isimler üzerinden bölünmesi bekleniyor. Bu da aday gösterirken ve hatta gösterilen aday makama oturduktan sonra bile Sünni ve Kürt partilerin Şiiler karşısında zorlanacağına işaret ediyor. Kürtlerin cumhurbaşkanlığı koltuğu için tek bir aday üzerine anlaşmaya varamaması ve birden fazla aday sunmaları halinde hangi adayın kazanacağı Şiilerin onayına bağlı olacak. Aynı durum Sünniler için de geçerli.
Dolayısıyla çoğu kesim yeni Seçim Yasası gölgesinde gerçekleşecek bu seçimlerin ardından hükümeti kurma sürecinin çok zorlu geçeceği görüşünü savunurken, siyasi partilerin şimdiden 3 başkanlık üzerinde uzlaşma sağlamaları -ki bu her ne kadar arabayı atların önüne koymaya benzese de- yeni hükümetin herkesin beklediğinden daha hızlı bir şekilde kurulmasına katkı sağlayacaktır.
Eski anlaşmalar ve yeni gerçekler arasında Trump'ın Ortadoğu politikasıhttps://turkish.aawsat.com/arap-d%C3%BCnyasi/5106856-eski-anla%C5%9Fmalar-ve-yeni-ger%C3%A7ekler-aras%C4%B1nda-trump%C4%B1n-ortado%C4%9Fu-politikas%C4%B1
Eski anlaşmalar ve yeni gerçekler arasında Trump'ın Ortadoğu politikası
İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ve ABD Başkanı Donald Trump Washington'da İbrahim Anlaşması’nı imzaladıktan sonra, 15 Eylül 2020 (Reuters)
Akil Abbas
ABD Başkanı Donald Trump, Beyaz Saray'daki ilk gününde Oval Ofis'te gazetecilere ve yetkililere yaptığı açıklamada şunları söyledi:
“Gazze'nin fotoğraflarına baktım, devasa bir yıkım alanı gibi görünüyor. Farklı bir şekilde yeniden inşa edilmeli. Gazze ilginç, harika bir yer. Deniz kıyısında, havası çok güzel… Gazze'de fantastik şeyler yapılabilir.”
Trump, gayrimenkul alanında da profesyonel geçmişe sahip bir iş adamı diliyle, yıkıma uğramış Gazze Şeridi’ni, ticari karlılığın hakim olduğu bir ekonomik vizyon ile alırken Gazze'nin gelecekte bir turizm merkezi olabileceğini söyledi. Trump’ın önümüzdeki dört yıl boyunca izleyeceği politikalar Gazze'ye, Filistin-İsrail çatışmasının geleceğine ve Aksa Tufanı Operasyonu'nun halen açık olan sonuçları çerçevesinde ABD’nin Arap dünyasıyla ilişkilerine dair pek çok şeyi belirleyecek olan bu adamın sözlerinde siyaset kendine yer bulamadı.
Trump, bu açıklamalardan günler sonra Gazze Şeridi ‘temizlenene’ ve farklı bir şekilde yeniden inşa edilene kadar yaklaşık bir buçuk milyon Filistinliyi Gazze Şeridi'nden Ürdün ve Mısır'a gönderme talebine ilişkin provakatif sözlerini sarf ederken Gazze Şeridi’nin ‘devasa bir yıkım alanı’ olduğuna dair emlakçı üsluplu ifadesini yineledi. Yeni bir binayı, binanın düzgün bir şekilde tamamlanmasını engelleyebilecek eski sakinlerini rahatsız etmeden inşa etmeyi amaçlayan müteahhitlerin soğukkanlılığıyla konuya yaklaşan Trump, Gazzelilerin Mısır ya da Ürdün'e gönderilmesini “kısa ya da uzun bir tatil” olarak tanımladı!
Trump'ın mantığına göre toprağın duygusal ya da tarihi bir değeri olamaz. Ona göre toprak, sadece yaşanacak bir yerden ibaret. Bir müteahhidin isteklerine ve işin gereklerine göre değiştirilebilir, terk edilebilir ve geri dönülebilir. Toprağın ulusal anlamı ile ekonomik anlamı arasındaki bu sorunlu ayrım, Trump yönetiminin Arap-İsrail çatışmasını ele alma konusundaki siyasi vizyonunun özünü de temsil ediyor. Bu vizyon, Trump’ın ilk başkanlık döneminden (2017-2021) daha organize ve disiplinli görünen yeni bir Trump yönetimi altında İbrahim Anlaşmalarının daha büyük bir ivmeyle yeniden başlatılması yoluyla daha da anlaşılır hale gelecek.
İbrahim Anlaşmaları ABD’nin temel taşlarından biri
Trump’ın ABD Başkanı olarak resmen göreve başlamasından yaklaşık bir hafta önce, Ulusal Güvenlik Danışmanı Mike Waltz, Trump'ın ekonominin siyasetin önüne geçtiği ve siyaseti yeniden tanımladığı Ortadoğu vizyonundan daha açık bir şekilde bahsetti. Waltz, “Başkan Trump'ın görev süresinin sonuna kadar altyapı projelerinden, su tesislerinden, demiryollarından, fiber optik kablolardan, elektronik bilgi merkezlerinden bahsetmek istiyorum... Dininiz ve geçmişiniz ne olursa olsun, aileniz ve çocuklarınız için daha iyi bir yaşam istiyorsunuz. Bunu ne kadar çok yaparsak, bu tarihi adaletsizlikleri o kadar çok geride bırakırız. Bunu umuyoruz. Özellikle Başkan Trump'ın anlaşma yapma becerisi ile bu tamamen başarılabilir hale geliyor” ifadelerini kullandı.
İbrahim Anlaşmaları ile sıradan normalleşme anlaşmaları arasındaki en önemli fark, İbrahim Anlaşmalarının Arap-İsrail çatışmasının çözümüne ilişkin uluslararası kararlarda benimsenen yönün tam tersi istikamette ilerlemesidir.
Waltz, Trump yönetimi altında İbrahim Anlaşmalarının yeniden başlatılmasından bahsederken, bunları Arap-İsrail çatışmasını çözmenin bir yolu olarak Arap ülkeleri ile İsrail arasında ilişkiler kurmayı amaçlayan ABD siyasi baskısına dayanan 1950'lilere kadar uzanan bir ABD geleneğine bağlamak isteyen Biden yönetiminin normalleşme anlaşmaları olarak gören vizyonunu doğal olarak reddetti. Waltz daha çok, Trump'ın önde gelen destekçileriyle birlikte, Trump yönetimin İbrahim Anlaşmalarıyla yaptıklarının, özellikle de Trump’ın 2017-2021 arasındaki ilk başkanlık döneminde, bilhassa son iki yılında, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Bahreyn, Sudan ve Fas gibi Arap ülkeleriyle İsrail arasında dört anlaşmayı hayata geçirdikten sonra keşfettiği ve alamet-i farikası haline gelen yeni ve başarılı bir çaba olduğunu göstermeye çalıştı.
İbrahim Anlaşmaları özünde, uzun süredir devam eden ülkelerarası çatışmalar bağlamında normalleşme anlaşmalarıdır. Uzun süredir devam eden şiddetli bir çatışmanın sona erdirilmesi ve eskiden düşman olan taraflar arasındaki ilişkilerin normalleştirilmesi yoluyla çatışma sonrası barışın sağlanmasını amaçlıyor. Ancak, ABD tarafından on yıllardır sürdürülen ve çatışan taraflara yönelik baskı ve teşviklerin bir karışımını içeren arabuluculuk çabaları ile Trump yönetimi tarafından hayata geçirilen İbrahim Anlaşmaları arasında önemli farklılıklar bulunuyor. Bu farklılıklar ABD'nin Arap-İsrail çatışmasına yönelik algısının yanı sıra nasıl çözüleceğine dair iki farklı görüşünü yansıtıyor.
Aradaki fark, Biden yönetiminin kullanmaktan kaçındığı ve büyük olasılıkla isrer Demokrat Parti ister Cumhuriyetçi Parti’den olsun gelecekteki sağcı olmayan herhangi bir ABD yönetiminin de kaçınacağı dini etiketlerle başlıyor. Hem Cumhuriyetçi Parti içinde hem Amerikan seçmenleri arasında hem de ABD kamuoyunda Hıristiyan Evanjeliklerin yükselen gücünü yansıtan Trump’ın ilk başkanlık döneminde olduğu gibi ikinci dönemindeki mevcut yönetimi de iç politikada (kürtaj ve cinsiyet değiştirme operasyonları karşıtlığı gibi), dış politikasında (Irak, Mısır ve Suriye'de zulüm gören Hıristiyan grupları savunması gibi) ve dini özgürlüğe yaptığı sürekli vurguda (birbirini izleyen ABD yönetimleri, dış söylemlerinde, dini özgürlüğü daha geniş bir bütünün parçası olarak içeren ifade özgürlüğünü korumaya odaklanırlar), hatta Kudüs'ü İsrail'in başkenti ilan edip ABD büyükelçiliğini oraya taşımada, dünyadaki tüm yönetimlerin politikalarına karşı çıkarak belirli dini değerleri benimsedi.
İbrahim Anlaşmaları da Trump'ın söylemlerinde ve politikalarında dinin bu şekilde benimsenmesinin bir parçası. Başkan Trump'ın ilk başkanlık döneminde danışmanlığını yapan damadı Jared Kushner'in Yahudi olması ve Arap-İsrail çatışmasını çözmeye yönelik resmi arabuluculuk rolünü üstlenmesi, bunun açık bir göstergesiydi. Anlaşmaya adını veren Hristiyanların, Yahudilerin ve Müslümanların inandığı İbrahim Peygamber (İslamiyet’te ‘peygamberlerin babası’, Yahudilikte ‘ilk Yahudi’ ve Hristiyanlıkta ‘imanın babası’) ile üç din arasında bağlar olduğu vurgulandı. Bu durum, 1950'li yıllardan bu yana art arda göreve gelen ABD yönetimlerinin, bu karmaşık ve zor çatışmayı ortadan kaldırmak için ekonominin ikincil bir rol oynadığı, günümüz gerçekleri ve siyasi anlaşmazlıklarla ilgilenmeye odaklanan yaklaşımından dikkate değer bir sapmayı temsil ediyordu. Dini ortak kökene yapılan bu vurgunun, çatışan taraflar arasındaki köklü nefreti ortadan kaldırmayı ve böylece barışçıl çözümlere ulaşılmasını kolaylaştırmayı amaçladığı belirtildi.
İbrahim Anlaşmaları ile sıradan normalleşme anlaşmaları arasındaki en önemli fark, İbrahim Anlaşmalarının Arap-İsrail çatışmasının çözümüne ilişkin uluslararası kararlarda benimsenen yönün tam tersi istikamette ilerlemesidir. Bu kararlar, anlaşmazlığın köklerine inmek ve ilişkilerin normalleşmesine yol açmak için ‘barış için toprak’ formülü aracılığıyla çözümün siyasi boyutunu vurguladı. Bu siyasi normalleşme, ekonomik bağların kurulmasına ve böylece zaman içinde çatışmayı körükleyen nefreti ortadan kaldıracak kalıcı ortak çıkarların yaratılmasına yol açıyor.
Trump’ın Ortadoğu Barış Planı, 1948 savaşından sonra Arap ülkelerini terk etmek zorunda kalan ‘Yahudi mültecilerle ilgili meselelere adil, hakkaniyetli ve pratik bir çözüm’ talep ederken, Filistinli mültecilerin uluslararası kararlarla tesis edilen geri dönüş hakkını iptal ediyordu.
İsrail'in Sina Çölü’nü Mısır’a iade ettiği ve karşılığında Mısır'ın İsrail ile diplomatik ilişkiler kurduğu 1979 Mısır-İsrail Camp David Anlaşması'nın ardında yatan varsayım buydu. Aynı varsayım, 1994 yılında İsrail'in siyasi normalleşme karşılığında Ürdün Vadisi'ndeki toprakları iade ettiği Ürdün ve İsrail arasında imzalanan Vadi Arabe Barış Anlaşması da var. Ancak her iki durumda da bu siyasi normalleşme ekonomik normalleşmeye yol açmadığı gibi, taraflar arasındaki nefreti kıracak karmaşık ve köklü hiçbir çıkarı da beraberinde getirmedi. İbrahim Anlaşmaları bu sıralamayı tersine çevirmeyi, ekonomiyle başlayıp siyasetle bitirmeyi, ekonomik temelli bir normalleşme anlaşmasını siyasi bir çözüme ve sonrasında gerçek bir ‘bir arada yaşama’ durumuna taşımayı amaçlıyor.
İsrail tarafından güçlü bir şekilde desteklenen İbrahim Anlaşmalarının iki büyük zaafı var. Bunlardan birincisi çevreye yönelmesi ve merkezi ihmal etmesi. Arap ülkeleriyle yapılan ve Filistinlilerin gerçek bir gelecek ufkuna sahip, yaşayabilir bir devlete sahip olmalarına ilişkin yasal ve ahlaki haklarının es geçen İbrahim Anlaşmaları, Arap-İsrail çatışmasını ortadan kaldıramaz. ABD’nin arabuluculuğundaki İbrahim Anlaşmaları, Trump'ın ilk döneminde Aksa Tufanı Operasyonu’nun patlak vermesini ve İbrahim Anlaşmalarına katılanlar da dahil olmak üzere Arap ülkelerinde İsrail'e karşı Filistinlilerle hem resmi düzeyde hem de halk düzeyinde geniş bir dayanışmanın oluşmasını engelleyemedi. İbrahim Anlaşmalarının ikinci zaafı ise Trump ve dış politika ekibinin de dahil olduğu Amerikan sağ kanadının, gerçek ve egemen bir Filistin devletini tanıyan net bir siyasi çerçevenin eşlik etmediği ya da öncelemediği herhangi bir Filistin ekonomik çözümünün imzalanmasının neredeyse tamamen imkansız olduğunu anlayamaması.
Yüzyılın Anlaşması ve ekonominin siyasetin yerini alamaması
Trump’ın ilk başkanlığı dönemindeki yönetimi, 2020 ocağında İbrahim Anlaşması taslak metnini tamamladığında ‘Yüzyılın Anlaşması’ (Trump’ın Ortadoğu Barış Planı) olarak adlandırılan (plan ekonomik tarafı siyasi olandan neredeyse sekiz ay önce açıklanmıştı), çoğunlukla ekonomik nitelikte yaklaşık 180 sayfalık ayrıntılar ve tablolar ortaya çıktı. Başarılı ve müreffeh bir Filistin ekonomisi yaratmak için 50 milyar dolarlık bütçenin yer aldığı metinde siyasi yön oldukça kısıtlıydı ve iki devletli bir çözüme ya da Filistinlilerin kendi kaderlerini tayin etme ve bağımsız bir devlet kurma hakkının uygulanmasına yönelik açıkça hiçbir taahhüt içermiyordu. Yüzyılın Anlaşması bunun yerine ABD'nin, başkenti Doğu Kudüs olmayan, askerden arındırılmış ve parçalanmış, coğrafi bütünlüğü olmayan, dağınık toprakları İsrail'in kontrolündeki köprü ve tünellerle birbirine bağlanan, kara ve deniz sınırlarını hava ve güvenlik denetimine tabi tutma ve Filistin devleti içinde güvenlik operasyonları başlatma hakkına sahip olan ve bu devletin içeride nasıl yönetileceğine ilişkin diğer şartların yanı sıra koşullu olarak gelecekteki bir Filistin devletini destekleme taahhüdünde bulunuyordu.
Yüzyılın Anlaşması, Filistinli mültecilerin uluslararası kararlarla tesis edilen geri dönüş hakkını yok sayıp onlara maddi tazminat teklif ederken, 1948 savaşından sonra yaşadıkları Arap ülkelerini terk etmek zorunda kalan ‘Yahudi mültecilerle ilgili meselelere adil, hakkaniyetli ve pratik bir çözüm’ bulunmasını ve bu çözümün ‘İsrail-Filistin barış anlaşmasından ayrı uygun bir uluslararası mekanizma’ aracılığıyla uygulanmasını talep ediyordu. Yüzyılın Anlaşması, Trump’ın ilk başkanlık dönemindeki yönetimini, Filistinlilerin 75 yıldır kümülatif ve aşamalı olarak hissettiği, yasal çözüm için net bir siyasi ve insan hakları çerçevesine ihtiyaç duyan, ekonominin ve gelecekteki refah vaatlerinin bu çözümü sağlamlaştırmasına ve uygulanabilir hale getirmesine izin veren siyasi ve insan hakları mağduriyetlerinin derinliğini anlamadaki yetersizliğini şok edici bir şekilde ortaya koyduğu için Arapların ve Filistinlilerin büyük tepkisiyle karşı karşıya getirdi.
Trump yönetiminin, bu iki büyük ama ayrı zorlukla başarılı bir şekilde başa çıkabilmek için İran'la yüzleşmeyi ve Filistin meselesini siyasi olarak çözmeyi birbirinden ayırması gerektiğini anlaması uzun sürmeyecektir.
Şarku’l Avsat’ın Al Majalla’dan aktardığı habere göre ABD'nin Gazze Şeridi'ndeki Filistinlilerin Mısır, Ürdün ve belki de Endonezya'ya gönderilerek harap haldeki Gazze Şeridi’nin yeniden inşasının beklenmesine dair yaptığı son açıklamaları çerçevesinde Trump yönetiminin, Yüzyılın Anlaşmasının başarısız olmasından hiçbir ders almadığı görülüyor. Zira Arap-İsrail çatışmasını, özellikle de Filistin boyutunu ele almak için henüz yeni bir vizyon geliştirmiş değil. Daha geniş ve uzun vadeli bir plan geliştirmeden, Biden yönetiminin Gazze savaşının nasıl sona erdirileceğine dair fikirlerini benimsedi. Ateşkes anlaşmasının Trump'ın göreve başlamasından önce imzalaması için İsrail'e baskı yaparak sadece işlerin doğrudan ve pratik yönüyle ilgilendi. Trump’ın Ortadoğu Özel Temsilcisi Steve Witkoff, İsrail'e giderek İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu'ya sert bir konuşma yaptı ve Netanyahu'nun ateşkesi kabul etmesini sağladı.
Filistin'in yerine İran konulabilir mi?
Aslında, Trump yönetiminin ilk dönemden kalma eski araçlarla (azami baskı politikası çerçevesindeki yaptırımlar) İran'la mücadele etmek ve İran'ın Aksa Tufanı Operasyon kaynaklı zafiyetinin ardından yeni bir İsrail askeri balyozu kullanmak dışında Ortadoğu'ya yönelik net ve yeni bir yaklaşımı bulunmuyor. Trump, seçim kampanyası sırasında o dönemde salıncak eyaletlerdeki Arap asıllı Amerikalıları tatmin etmek için Gazze'de ateşkes çağrısı yapması dışında, Ortadoğu hakkında konuşmadı. Bu çağrıya, Biden yönetiminin İsrail'e askeri tepkisini rasyonelleştirmesi ve Trump'ın Beyaz Saray'daki ilk günlerinde kaldırdığı bir yasak olan bazı mühimmat türlerinin tedarikini engellemesi için uyguladığı baskıya karşı İsrail'in neredeyse mutlak meşru müdafaa hakkını her zamanki gibi güçlü bir şekilde onaylaması eşlik etti.
Trump yönetiminin, İbrahim Anlaşmalarının uygulanması ve başka ülkelerle de imzalanması için daha çok çalışacağına şüphe yok. Ancak bu anlaşmaların siyasi yönünü geliştirmeden ve ekonomik yönü kadar açık, güçlü ve öncelikli hale getirmeden yapacağı da kesin. İşte bu noktada Suudi Arabistan faktörünün ABD yönetimini doğru yöne itme olasılığı ortaya çıkıyor. Bu bağlamda Waltz, Suudi Arabistan ve İsrail arasında bir İbrahim Anlaşmasına varılmasının Trump yönetimi için ‘son derece önemli’ olduğunu belirtti.
Suudilerin, Filistin meselesine uluslararası kararlara ve 2002 yılında Beyrut’taki 25. Arap Birliği Zirvesi’nde onaylanan Arap Barış Girişimi'ne uygun bağımsız bir devletin kurulmasını öngören siyasi bir çözüm bulunmadan taraflar arasında böyle bir anlaşma yapılmayacağı yönündeki ısrarı çerçevesinde böyle bir anlaşmanın imzalanması oldukça zor görünüyor. Suudi Arabistan'ın ABD’ye 600 milyar dolar yatırım yapmaya hazır olması, Trump'a Yüzyılın Anlaşması’nda hem siyasi hem de insan hakları alanında radikal değişiklikler yapması ve böylece Filistinlilerin kabulünü ve Arapların desteğini kazanması için baskı yapma olasılığını güçlendirebilir. Filistin meselesine kalıcı bir çözüm getirecek bu tür değişikliklerin yapılmasını desteklemek için Arap ülkeleri arasında resmi düzeyde sağlam ve geniş çaplı bir dayanışmaya ihtiyaç var. Ancak Trump'ın Amerika'sı, Arap ülkeleri arasındaki İran'a karşı dayanışmanın, ekonominin siyasetin önüne geçtiği yenilenmiş bir Yüzyılın Anlaşmasının kabul edilmesini sağlayacak bir uzlaşıya dönüşeceğine çok fazla güveniyor gibi görünüyor. Trump yönetiminin, bu iki büyük, ama ayrı zorlukla başarılı bir şekilde başa çıkabilmek için İran'la yüzleşmeyi ve Filistin meselesini siyasi olarak çözmeyi birbirinden ayırması gerektiğini anlaması uzun sürmeyecektir.