Bilgisayarlı görme teknolojilerinde değişim başlıyor

Görsel: spainter_vfx
Görsel: spainter_vfx
TT

Bilgisayarlı görme teknolojilerinde değişim başlıyor

Görsel: spainter_vfx
Görsel: spainter_vfx

İnsanın görme yetisinden ilham alınarak tasarlanan ve bilgisayarların veri depolama, işleme ve görüntülemedeki üstünlüklerinden faydalanan bilgisayarlı görme sistemleri birçok alanda kullanılıyor. 
Yapay zeka alanının alt başlıklarından biri olan bilgisayarlı görme sayesinde etrafımızdaki nesneleri dijital kameralar vasıtasıyla algılayıp tanımlayabilen sistemler geliştiriliyor. 
1950'li yıllarda göz izleme teknolojisi askeri alanda da kullanıldı ve pilotaj hatası nedeniyle meydana gelen kazaların önlenebilmesi için, savaş pilotlarının çeşitli manevralar sırasında kokpitteki göstergelere ne sırada ve sıklıkta baktıkları araştırıldı. 
Günümüzde de otonom araçlar önceden belirlenen bir rotayı takip ettiği esnada karşısına çıkabilecek engelleri bilgisayarlı görme ile saptayıp, hızla alternatif bir rota belirleyerek güvenli bir şekilde hedefine varabiliyor. 
Helikopter pilotlarının kasklarına yerleştirilen artırılmış gerçeklik gözlükleri de bu yöntem sayesinde pilotun görüş alanının ötesindeki nesneleri daha rahat tanımlamasını ve uçuş bilgilerine gözlük üzerinden ulaşmasını sağlıyor. 
Günümüzde göz izleme teknolojisinin, reklamcılık ve eğitim gibi gündelik hayata daha yakın birçok kullanımı da mevcut.
Göz izleme ve diğer insan-bilgisayar etkileşimi uygulamaları için geliştirilen bilgisayarlı görme teknolojileri üzerinde çalışan bilim insanlarından son gelişmeleri öğrendik.

Göz izleme teknolojisiyle algımız için daha az yorucu sistemler geliştiriliyor
Marmara Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği bölümünden sonra Münih Teknik Üniversitesinde yüksek lisans eğitimini tamamlayan Dr. Kenan Bektaş, bir süre Princeton, New Jersey'deki bir ARGE biriminde araştırmalara katıldı.
Dr. Bektaş, Zürih Üniversitesi'nde göz izleme teknolojisi yardımıyla dijital hava fotoğrafların daha verimli görüntülenmesi ile ilgili ve bu teknolojinin insan makine etkileşimindeki rolü üzerine çalışmalar yürütüyor.

Dr. Kenan Bektaş
İnsanların nereye baktığını anlık olarak saptayabilen göz izleme ekipmanları üzerine çalışmalar yapan Bektaş, "İnsan gözü sürekli hareket halinde. Gözlerimiz bu hareket sırasında sabit bir noktaya odaklandığında yüksek düzeyde görsel detay algılar. Bu noktanın dışında kalan bölümde ise, daha düşük derecede detay algılar" diyor. 
"Eğer dijital bir ekran üzerinde bakmadığımız yerleri anlık olarak tespit edebilirsek, ekranın o bölümlerinde yüksek çözünürlük kullanmamıza gerek kalmaz" diyen Dr. Bektaş, "Gözün odaklanma noktasına duyarlı olarak çalışan sistemler, göz izleme teknolojisinden faydalanıyor. Böylece ekran üzerinde bakmadığımız alanları flu olarak görselleştiriyor. Bu algımız için daha az yorucu olabiliyor. Bu tip sistemler benzer şekilde kullanıcının ekran üzerinde bakmadığı yerleri daha belirgin hale getirmek için de kullanılabilir" şeklinde bilgi veriyor. 

"Kullanıcıların ekran başında daha verimli çalışmasını sağlayabiliriz"
Bu yöntem sayesinde kullanıcının dikkatinden kaçan ayrıntıları fark etmesini sağlanabildiğini söyleyen Bektaş, bu teknik hakkında şu bilgileri paylaşıyor:
"Bir kimsenin nereye baktığını göz izleme teknolojisiyle takip edip, bazı durumlarda kullanıcıların ekran başında daha verimli çalışmasını sağlayabiliriz. Yaptığımız deneyler sonucunda bu savı destekleyen bulgulara ulaştık. Deneylerimize katılan kişilere, yüksek çözünürlük ve detaydaki onlarca hava fotoğrafını incelemelerini ve o fotoğraflarda çeşitli nesnelerin varlığını ve yerini tespit etmelerini istedik. Katılımcıların bakmadığı yerlerdeki detayları azalttığımız durumlarda aradıkları nesneleri daha çabuk bulabildiklerini saptadık ve aldığımız sonuçları çeşitli bilimsel makalelerde yayımladık."

"Okuma zorluğu ve dikkat eksikliği olan bireylerin günlük etkinliklerini kolaylaştırıcı çözümler sunulabiliyor"
Bilgisayarlı görme yöntemleriyle, hareketli nesnelerin bilgisayar vasıtası ile anlık konum ve hızını hesaplayabildiklerini belirten Dr. Bektaş, sözlerini şöyle sürdürüyor:
"Göz izleme teknolojileri kızılötesi kameralar yardımı ile kaydedilen göz hareketlerini bilgisayarlı görme yöntemleri kullanarak yüksek hassasiyetle ölçmemize yarıyor. Bu sayede herhangi bir görsel üzerinde hangi alanlara daha uzun süre dikkatimizi verdiğimizi, nereye bakmadığımızı ya da görmezden geldiğimizi, ortamda birden fazla nesne varsa bu nesnelere hangi sıra ile baktığımızı hesaplayabiliyoruz. Göz hareketleri incelenerek okuma zorluğu (Disleksi), dikkat eksikliği (ADHD) olan bireylerin günlük etkinliklerini kolaylaştırıcı çözümler sunulabiliyor. Bir makine operatörünün ya da uçuş eğitimi alan bir pilotun stres seviyesi anlık saptanabiliyor."

Dr. Kenan Bektaş'ın araştırmalarından
Gözümüzün önündekini neden görmeyiz?
İsviçre St. Gallen Üniversitesi'nin Bilgisayar Bilimleri Enstitüsü'nde göz izleme teknolojisini artırılmış gerçeklik teknolojisi ile birleştiren endüstriyel uygulamalar üzerinde çalışan Bektaş, "Mesela önemli bir toplantıya yetişmek üzere evden çıkacakken, gözlüğünüzü ve anahtarınızı bulamadığınızı düşünün. Zaten stresli olduğunuzdan telaş içerisinde aradığınızı bulma süreniz uzayabilir. Bunun yanında odanız ya da masanız dağınıksa, irili ufaklı boyutlarda ve çeşitli renklerdeki onca nesne arasında ufak bir anahtarı bulmanız da zaman alır. Yani görsel algıya dayalı verdiğimiz kararlara, görme yetimizin ve bozukluklarımızın, o anki duygusal halimizin yansıra etkileşimde olduğumuz ortamın aydınlatma sistemi ve o ortamdaki nesnelerin durum ve düzeni etkili oluyor" şeklinde konuşuyor. 

"Makine operatörlerinin göz hareketlerindeki değişimi saptayıp, daha verimli çalışmasını sağlayabiliriz"
Dr. Kenan Bektaş, çalışmaları üzerine şu bilgileri veriyor:
"Göz izleme ve sanal gerçeklik teknolojilerini birleştiren (Hololens) sistemler kullanarak makine operatörlerinin daha güvenli şartlarda çalışması için araştırma yapıyoruz. Bu sistemler yapay zeka başlığı altında geliştirilen çeşitli çözümleri içeriyor. Öncelikle göz izleme teknolojisi sayesinde makine operatörünün göz hareketleri ve göz bebeği büyüklüğündeki değişimi saptayıp, dikkat seviyesini ölçebiliriz. Bunun yanında bilgisayarlı görme sayesinde çalışma ortamında operatörün dikkatinden kaçmaması gereken nesneleri ya da dikkatini dağıtacak çevresel etkenleri saptayabiliriz."
Edindikleri bu tip verileri makine öğrenmesi yöntemleri ile analiz ettiklerini söyleyen Bektaş, "Oluşabilecek tehlikeli durumlar hakkında çıkarım yapabiliriz. Operatörü, artırılmış gerçeklik gözlüğü vasıtası ile bilgilendirebilir ya da onu potansiyel tehlikeli durumlar hakkında uyarabiliriz" ifadelerini kullanıyor.

"Göz izleme sistemleri sayesinde bir kişinin nereye odaklandığını saptayabiliyoruz"
"Görsel algı esnasında gözlerinizin optik olarak odaklandığı nokta ile dikkatinizi verdiğiniz nokta örtüşmeyebilir" diye belirten Bektaş, bunun dışında kalan durumlarda göz izleme sistemleri sayesinde bir kişinin nereye odaklandığını düşük bir yanılma payı ile saptayabildiklerini aktarıyor.
Bektaş ayrıca, "Bu konuda son yıllarda yapılan çalışmalar gösteriyor ki göz bebeği büyüklüğü ile orantılı olarak kişinin stres ve kaygı durumunu ölçmek de mümkün. Bu nedenle göz izleme ve sanal gerçeklik teknolojilerini birleştiren sistemlerin kullanım alanının giderek artacağını tahmin ediyoruz" diyor. 

"Ürünleri etiketlemek; bilgisayarlı görme, dijital üretim ve derin öğrenme metotları ile son bulacak"
Boğaziçi Üniversitesi Elektrik-Elektronik Bölümünden mezun olduktan sonra UCLA'de ve Stuttgart'taki Max Planck Akıllı Sistemler Enstitüsü'nün Fiziksel Zeka Departmanında araştırma projelerine katılan Mustafa Doğa Doğan, Massachusetts Teknoloji Enstitüsü'nün (MIT) Bilgisayar Bilimi ve Yapay Zeka Laboratuvarı'nda (CSAIL) doktora çalışmalarını sürdürüyor.  

Mustafa Doğa Doğan
İnsan-bilgisayar etkileşimi (HCI) alanında çalışan Doğan, günlük hayatımızdaki nesnelerin ve malzemelerin göze batmayan fiziksel özelliklerini etiket olarak kullanan akıllı algılama sistemleri geliştirdiğini söylüyor.
Bu teknolojilerin bilgisayar ve diğer makineler sayesinde çevremizi ve insan hayatını daha iyi kavrayabilmelerini sağladığını kaydeden Doğan, "Onları daha akıllı hale getiriyor. Fiziksel nesnelerin algılanması ve tanımlanması, özellikle fiziksel ve sanal dünyalarımızı harmanlamayı amaçlayan arttırılmış ve sanal gerçeklik (AR/VR) gibi teknolojiler için yeni etkileşimlerin geliştirilmesine imkan sağlıyor" şeklinde konuşuyor. 

Tanımlama sistemi
"Bu etiketler nesnenin orijinal tasarımının bir parçası oldukları için, fiziksel zarar görmez"
"Nesnelerin mikroskobik yüzey profilini bir 'doğal kimlik' olarak kullanabiliriz" diyen Doğan, sözlerini şöyle sürdürüyor:
"Elektronik cihazlar tarafından okunabilen ve veri içeren etiketler günümüzde birçok ürünün ve objenin halihazırda önemli bir bileşenidir. Neredeyse etrafımızdaki her ürün bir barkod içerir. Bu tür etiketlerin ürünün ambalajına yapıştırılması gerekir. Bunlar genellikle görsel estetiği bozar ve ayrıca sadece bir kağıt parçasından oluştuğu için kolayca hasar alabilir.
Ben bu tarz 'harici' etiketler yerine, nesnelerin ve malzemelerin fiziksel ve göze batmayan özelliklerini etiket olarak kullanan tanımlama sistemleri geliştiriyorum. Bu etiketler nesnenin orijinal tasarımının bir parçası oldukları için, fiziksel zarar görmez, nesnenin görünümünü etkilemez ve başkası tarafından müdahale edilemez ya da kurcalanamazlar. Bunların tasarımı ve geliştirilmesi için bilgisayarlı görme, dijital üretim ve derin öğrenme metotlarını kullanıyorum."

SensiCut projesi
"Derin öğrenme ile 30 farklı materyal türünü yüzde 98 oranında doğrulukla sınıflandırabiliyoruz"
"SensiCut" adlı bir proje geliştirdiklerini belirten Doğan, "Düşük maliyetli bir lazer ve kamera kullanarak farklı materyalleri, yüzey profillerinin oluşturduğu lazer benek desenini yapay bir sinir ağı ile sınıflandırarak ayırt edebiliyoruz. Bu şekilde 30 farklı materyal türünü, renk ve görünüş olarak birbirine benzeseler bile yüzde 98 oranında doğrulukla sınıflandırabiliyoruz. Derin öğrenme sayesinde bu yöntem yalnızca tek bir kamera gerektiriyor. Önceki yöntemlere kıyasla birden çok sensör kullanmaya gerek kalmıyor. Bu metot, lazer kullanan birçok elektronik ürüne entegre edilebilir. Mesela, lazer kesiciler bu sayede kestikleri materyalleri otomatik olarak tanıyabilir ve böylece onu optimal şekilde kesebilirler. Makalemizde bu endüstriyel uygulamanın faydalarını çeşitli örneklerle gösterdik. Mesela görünüş olarak diğer materyallere benzeyen, fakat ısıya maruz kalınca sağlığa zararlı gazlar yayan plastikler, eğer eksper olmayan bir kullanıcı tarafından lazer kesicinin içine konulursa makine bunu otomatik olarak algılayabilir ve kullanıcıyı uyarabilir" diyor.

SensiCut
Doğan, projenin detaylarını şu şekilde örneklendiriyor:
"Örnek olarak, akrilik, polikarbonat ve PVC görünüş olarak birbirine benzer fakat sadece akrilik lazer kesici tarafından güvenli olarak kesilebilir. Farklı bir uygulama olarak lazer kesici, farklı malzeme parçalarından oluşan bir nesnenin yüzeyini bu yöntemimiz sayesinde tarayabilir ve her bir parçayı doğru ayarları kullanarak incelikle işleyebilir. Mesela cihazın içine tahta, plastik, tekstil gibi farklı parçalardan oluşan telefon kabınızı veya çantanızı koyabilirsiniz. Bilgisayarınıza 'bunun üzerine şu deseni ya da fotoğrafı tek parçada bas' diyebilirsiniz. İleride IPhone gibi yüz tanıma sensörü (FaceID) içeren telefonlar da halihazırdaki lazer modülünü materyal tanımlaması yapmak için kullanabilir."

"Taklit edilen ürünleri telefon kamerası kullanarak birbirinden ayırt edebiliriz"
"2020 ACM CHI Bilişim Sistemlerinde İnsan Faktörleri Konferansı'nda yayımlanan diğer bir makalemde ise, nesnelerin imalat kusurlarına bakılarak ayırt edilmesini sağlıyor" diyen Doğan, projeye dair şu bilgileri paylaşıyor:
"G-ID adlı bu projede, 3 boyutlu yazıcıların cisimleri oluştururken izledikleri yol sonucu ortaya çıkan yüzey kusurlarını bilgisayarlı görme metotları kullanarak algılayabiliyoruz. Bu sayede aynı gözüken fakat her biri farklı bir imalat kusur 'kimliği' içeren on binlerce obje kopyasını, sadece bir telefon kamerası kullanarak birbirinden ayırt edebiliriz. Bu teknik, kullanıcı tanımlama, kimlik belirleme uygulamalarında kullanılabilir ve ürün taklitçiliğine karşı koruma sağlayabilir."

Her nesne kendisi hakkında bilgi taşıyacak
"Veri hakkında veri" diyerek meta veri veya üst veriler kavramını tanımlayan Doğan, "Günümüzde bu veriler birçok dijital dosyada hali hazırda yer alıyor. Mesela, bir fotoğraf makinesi çektiği her dijital fotoğraf dosyasının içine fotoğrafın çekildiği tarih ve GPS konumu, fotoğraf makinesinin modeli ve ayarları gibi çeşitli bilgileri kaydediyor. Buna meta verileri deniyor" diyor.  
Bilgisayarlı görme teknikleri sayesinde ileride her fiziksel nesnenin de bir meta veriye sahip olacağını kaydeden Doğan, dijital ortamdaki bu yaklaşımı fiziksel nesnelere aktarmak için geliştirilen "fiziksel etiketler" sayesinde ileride bu gibi bilgileri içeren gizli gömülü meta verilere kolayca erişebileceğini söylüyor. 
Independent Türkçe



Hindistan ve Pakistan nükleer silahlarının hikayesi

Hindistan-Pakistan çatışması (Shutterstock)
Hindistan-Pakistan çatışması (Shutterstock)
TT

Hindistan ve Pakistan nükleer silahlarının hikayesi

Hindistan-Pakistan çatışması (Shutterstock)
Hindistan-Pakistan çatışması (Shutterstock)

Muhammed Mansur

Hindistan ve Pakistan'ın 1947 yılında ayrılmasından bu yana iki ülke arasındaki ilişkiler gerginliğini korurken, geçici bir ateşkes ile kalıcı çatışma arasında gidip gelmeye devam etti. Keşmir meselesi başından beri sönmeyen bir kıvılcım olurken, defalarca çatışmaya ve ciddi diplomatik krize yol açtı. Ancak bugünkü gerilimi benzersiz ve tehlikeli kılan, uzun bir geçmişi olan bu çatışmanın her iki tarafın da nükleer silahlara sahip olduğu gerçeğiyle birleşmesi. Bunun da işlerin kontrolden çıkması halinde nereye varabileceği sorusunu beraberinde getirmesidir.

Çeyrek asrı aşkın bir süre önce, 1998 yılının mayıs ayında Racistan'daki Pokhran Test Sahası yakınlarındaki sıcak ve kuru Tar Çölü'nün derinliklerinde Hindistan, 'güç' anlamına gelen 'Operasyon Shakti’ kod adıyla nükleer silah sahibi ülkeler kulübüne resmen girdi.

Hindistan, Güney Asya'daki güvenlik dengelerini sarsan ve uluslararası tepkilere yol açan bir hamleyle beş nükleer bomba patlattı.

Hindistan'ın nükleer programının kökleri, genç bir fizikçi olan Homi K. Bhabha'nın Tata Sanayi Grubu'nun yardımıyla Tata Temel Araştırma Enstitüsü'nü (Tata Institute of Fundamental Research/TIFR) kurduğu 1945 yılına kadar uzanıyor. Pakistan-Hindistan bölünmesinden sonra hükümet, 1948 yılında Atom Enerjisi Yasası ile nükleer programın ilk yasal adımlarını attı ve ardından Hindistan Atom Enerjisi Komisyonu'nu (AECI) kurdu.

Hindistan 1974 yılında ‘Gülümseyen Buda’ kod adlı ilk yeraltı nükleer denemesini gerçekleştirdi. Bu testin her ne kadar ‘barışçıl’ olduğu söylense de uluslararası endişelere ve Yeni Delhi ile nükleer iş birliğine kısıtlamalar getiren Nükleer Tedarikçiler Grubu'nun (NSG) kurulmasına yol açtı.

Uluslararası baskı

Takip eden on yıllar boyunca Hindistan'ın nükleer programı, özellikle Homi K. Bhabha'nın ölümüyle birlikte uluslararası baskı ve yaptırımlardan ve iç siyasi istikrarsızlıktan zarar gördü. Yine de Hindistan nükleer altyapısını inşa etmeye devam etti ve 1980'li yıllarda Ebubekir Zeynelabidin Abdulkelam ve Rajagopala Chidambaram gibi bilim adamlarının çabaları sayesinde füze geliştirme ve uranyum zenginleştirme için paralel programlar başlattı.

Hindistan 1990'lı yıllarda çok sayıda nükleer bomba yapmak için yeterli malzeme ve bileşene sahipti, ancak yeni bir deneme yapmadı. 1998 yılında Atal Bihari Vajpayee’nin lideri olduğu Hindistan Halk Partisi’nin (Bharatiya Janata Partisi/BJP) iktidara gelmesiyle her şey değişti. Vajpayee, Hindistan'ı nükleer silahlarla donatma niyetini açıkça ifade ederek bunu bir ‘egemen hak’ ve ‘savunma ihtiyacı’ olarak değerlendirdi.

1990'lar kararlı bir tutumun hâkim olduğu yıllardı. 1998 yılında Hindistan nükleer denemelerini gerçekleştirdikten sonra Pakistan'ın cevabı gecikmedi.

Ancak uluslararası tepki gecikmedi. ABD, Japonya ve diğer ülkeler, vakit kaybetmeden Hindistan’a ekonomik yaptırımlar uyguladı. Çin bölgede bir nükleer silahlanma yarışından duyduğu endişeyi dile getirdi.

Hindistan'ın komşusu ve geleneksel rakibi Pakistan, 28 Mayıs 1998 tarihinde Chagai Tepeleri'nde birkaç deneme yaparak komşusunun bu hamlesine hemen karşılık verdi ve nükleer güçler kulübüne girdiğini resmen ilan etti. Bu sadece bir güç gösterisi değil, 1971 yılında Bangladeş'in ayrılmasıyla başlayan ve ülke tarihinin en büyük yenilgilerinden birinin ardından gelen uzun bir sürecin zirve noktasıydı.

Sind eyaletinin Haydarabad kentinde toplanan ve Hindistan karşıtı bir protesto gösterisi sırasında Hindistan Başbakanı Narendra Modi'nin kuklasını yakan protestocular, 9 Mayıs 2025 (AFP)Sind eyaletinin Haydarabad kentinde toplanan ve Hindistan karşıtı bir protesto gösterisi sırasında Hindistan Başbakanı Narendra Modi'nin kuklasını yakan protestocular, 9 Mayıs 2025 (AFP)

Pakistan’ın nükleer silahlarla olan hikayesi 20 Ocak 1972'de Başbakan Zulfikar Ali Butto’nun Multan şehrinde üst düzey bilim adamları ve mühendisleri bir araya getirmesiyle başlar. Pakistan'ın Hindistan ile bir “caydırıcılık dengesi” olmadan hayatta kalamayacağını ilan etti. Butto, açık sözlülükle “Gerekirse ot yeriz ama bomba yapacağız” ifadelerini kullandı. Böylece Pakistan'ın nükleer programı resmen doğmuş oldu.

Nükleer fizikçi Munir Ahmed Han, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı'ndaki (UAEA) görevinden döndükten sonra, Pakistan Atom Enerjisi Komisyonu'nu (PAEC) yönetmekle görevlendirildi, ancak PAEC çok geçmeden özellikle gerekli bölünebilir malzemenin üretilmesi konusunda büyük teknik zorluklarla karşılaştı. Hollanda'daki uranyum zenginleştirme tesislerinde çalışmış bir metalürji mühendisi olan Abdulkadir Han'ın ismi burada ortaya çıktı. Han, ülkesine santrifüj uranyum zenginleştirme alanında önemli bilgiler ve teknikleri kazandırdı.

Hükümetin tam desteğiyle daha sonra Pakistan'ın ana nükleer araştırma kurumu haline gelecek olan Kahuta tesisini kuran Han, PAEC ile birlikte nükleer programın geliştirilmesinde iki paralel hat oluşturdu. Han'ın, dönemin Cumhurbaşkanı General Muhammed Ziya-ül Hak'a gönderdiği bir mektuba göre Pakistan 1984 yılında geniş, ağır gözetime ve Batı ülkelerinin uyguladığı yaptırımlara rağmen yüksek oranda zenginleştirilmiş uranyum üretmeyi başararak nükleer silaha sahip oldu.

1990'lar kararlı bir tutumun hâkim olduğu yıllardı. 1998 yılında Hindistan nükleer denemelerini gerçekleştirdikten sonra Pakistan'ın cevabı gecikmedi. Aynı ay içinde Pakistan ülkenin batısındaki Chagai Çölü'nde beş nükleer bomba denemesini aynı anda yaptı. İki gün sonra da Haran Çölü'nde altıncı denemeyi gerçekleştirdi. Bu, Pakistan'ı dünyada nükleer silah geliştiren ve deneyen yedinci ülke haline getirerek bölgesel gerilimi arttırdı ve Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin (BMGK) 1172 sayılı kararla kınamasına yol açtı.

Hindistan'ın plütonyumu, Pakistan'ın uranyumu

Hindistan ve Pakistan’ın nükleer devletler kulübüne girmelerinden sonra bu iki ülkenin kapasiteleri ve hangi ülkenin daha üstün olduğu konusundaki tartışmalar hiç bitmedi. Her iki ülke de nükleer denemelerini aynı yılın aynı ayında gerçekleştirmiş olsa da iki program arasındaki teknolojik farklılıklar başından beri vardı ve bugün de devam ediyor.

Hindistan orta ve uzun menzilli balistik füzelerin yanı sıra nükleer füze fırlatabilen denizaltılardan oluşan geniş bir cephanelik geliştirerek kara, deniz ve havayı kapsayan üç boyutlu bir caydırıcılık kabiliyetine sahip oldu.

Hindistan, nükleer programını, nükleer silah tasarımında daha yüksek teknik kabiliyet ve hassasiyeti yansıtan bir seçim olarak nükleer araştırma reaktörlerinden elde edilen plütonyum temelinde geliştirdi. Buna karşın Pakistan, Kahuta Santrifüj Tesisi’nde üretilen yüksek oranda zenginleştirilmiş uranyum kullandı. Teknik olarak, plütonyum savaş başlıkları için boyut ve ağırlık açısından daha verimli, ancak teknik olarak işlenmesi daha zor.

Kanıtlar, Hindistan'ın hidrojen termobarik bomba tasarımına odaklandığını gösteriyor. Hindistan, 1998 yılında yapılan bir testte bu bombanın kullanıldığını duyurmuş olsa da tam ölçekli testin başarısı konusunda şüpheler söz konusu. Termonükleer bomba fisyondan sonra nükleer füzyona dayanır ve Pakistan'da olduğu gibi muazzam bir patlama gücü sağlar. Pakistan sadece fisyon bombalarını ve bazı geliştirilmiş bombaları test etti, ancak henüz termal bir silaha sahip olduğunu ilan etmedi.

Plütonyum ve uranyum bombaları arasında bölünebilir maddenin türünde ve kullanılan patlatma yönteminde farklar söz konusu. Hiroşima'ya atılan bomba gibi uranyum bombaları uranyum-235 adlı madde temelinde geliştirilmiştir ve ‘top’ olarak bilinen nispeten daha basit bir tasarıma sahiptir. Burada iki kritik altı kütle hızla birbirine itilerek bir patlama meydana getirilir. Uygulanması nispeten kolay olsa da büyük miktarda saf zenginleştirilmiş uranyuma ihtiyaç duyulur.

Buna karşılık Nagazaki'ye atılan ‘Fat Man’ (Şişman Adam) bombası gibi plütonyum bombaları, plütonyum-239 maddesi temelinde geliştirilir ve plütonyumun son derece koordineli patlayıcılar kullanılarak kritik kütleye sıkıştırıldığı ‘patlama’ olarak bilinen daha karmaşık bir tasarım gerektirir. Bu da daha küçük boyutta daha güçlü ve verimli bombaların yapılmasına olanak sağlar. Ancak son derece gelişmiş mühendislik teknolojisine ihtiyaç duyar. Plütonyum ayrıca daha radyoaktif bir maddedir. Kalıplanması ve depolanması daha zor. Bu da onu fiziksel ve güvenlik açısından zor bir maddeye dönüştürüyor. Şarku’l Avsat’ın al Majalla’dan aktardığı analize göre bununla birlikte, yüksek yoğunluğu ve daha küçük boyutlarda daha büyük patlamalar üretme kabiliyeti nedeniyle modern silah tasarımlarında tercih ediliyor.

İslamabad, kısa menzilli Nasr füzesi gibi taktik nükleer silahların kullanılmasının, özellikle Hindistan'ın sayısal ve lojistik üstünlüğüne ayak uyduramaması çerçevesinde konvansiyonel bir savaş durumunda Hindistan'ın olası bir ilerlemesini durdurmanın tek yolu olabileceğine inanıyor.

Hindistan orta ve uzun menzilli balistik füzelerden oluşan geniş bir cephaneliğin yanı sıra nükleer füze fırlatabilen denizaltılar geliştirerek kara, deniz ve havayı kapsayan üç boyutlu bir caydırıcılık kabiliyetine sahip oldu. Buna karşılık Pakistan, Şahin ve Ghauri gibi etkili, ancak daha kısa menzilli, daha az çok yönlü bir füze sistemine sahip. Bu da uzun menzilli caydırıcılıktan ziyade hız ve anında karşılık verme yaklaşımını ön plana çıkarıyor.

Hindistan’ın üstünlüğü

BM Silahsızlanma İşleri Ofisi’ne (UNODA) göre Hindistan yaklaşık 172, Pakistan ise yaklaşık 170 nükleer savaş başlığına sahip. Bu sayısal yakınlığa rağmen, her iki tarafın nükleer doktrini, kullandığı teknoloji ve stratejik yönelimleri önemli ölçüde farklılık gösteriyor. Bu da aralarındaki dengeyi kırılgan hale getiriyor.

Hindistan kamuoyu önünde ‘ilk adımı atmama’ politikasını benimsiyor. Yani nükleer bir saldırıya karşılık vermedikçe nükleer silah kullanmayacağını taahhüt ediyor. Ancak Yeni Delhi hükümetinin üst düzey bazı isimleri son zamanlarda bu doktrinin gözden geçirilebileceğinin sinyallerini verdi. Pakistan ise böyle bir politikayı benimsemeyi kategorik olarak reddederken, varoluşsal bir tehdit algılaması halinde nükleer silahları önleyici olarak kullanma hakkını savunuyor.

İslamabad, kısa menzilli Nasr füzesi gibi taktik nükleer silahların kullanılmasının, özellikle Hindistan'ın sayısal ve lojistik üstünlüğüne ayak uyduramaması çerçevesinde konvansiyonel bir savaş durumunda Hindistan'ın olası bir ilerlemesini durdurmanın tek yolu olabileceğine inanıyor.

Nükleer silahlar dışında, Pakistan sadece 560 bin askere sahipken Hindistan, 1,24 milyondan fazla askeriyle konvansiyonel kabiliyetlerde askeri üstünlüğe sahip.

İslamabad'da düzenlenen Pakistan Milli Günü geçit töreni sırasında Nasr (sağda) ve Babur (solda) füzelerini taşıyan askeri araçların üstünden selam veren Pakistan askerleri, 23 Mart 2022 (AFP)İslamabad'da düzenlenen Pakistan Milli Günü geçit töreni sırasında Nasr (sağda) ve Babur (solda) füzelerini taşıyan askeri araçların üstünden selam veren Pakistan askerleri, 23 Mart 2022 (AFP)

Hindistan, ithalata bağımlılığın azaltılmasına ve modernizasyona odaklanarak 2025-2029 yılları için 415,9 milyar dolarlık devasa bir savunma bütçesi ayırdı. Buna karşın Pakistan, içerideki ve sınır güvenliği alanındaki zorunluluklar nedeniyle 2028 yılında sadece 10 milyar dolara ulaşması beklenen savunma bütçesiyle daha mütevazı ilerliyor.

Hindistan 220'den fazla Rus yapımı Suhoy Su-30 MKI çok amaçlı savaş uçağı ve 36 gelişmiş Fransız yapımı Rafale savaş uçağı ile sayısal ve niteliksel olarak Pakistan karşısında üstün bir konuma sahip. Pakistan ise Pekin ile ortaklık kurarak Hindistan'ın üstünlüğünü dengelemek amacıyla JF-17 ve J-10C gibi Çin yapımı savaş uçaklarına ve bazı eski Amerikan yapımı F-16'larına güveniyor.

Hindistan, başta Rus yapımı T-90 tankı ve kendi yapımı Arjun tankı olmak üzere çok çeşitli bir tank filosunun yanı sıra, K9A1 gibi modern obüslere sahip. Öte yandan Pakistan, neredeyse tamamen Khalid ve VT-4 gibi Çin tanklarından oluşan bir tank filosuna sahip ve Amerikan M109 silahlarını kullanıyor. Hindistan ise Rus yapımı S-400 ve İsrail yapımı Barak-8’den oluşan ikili hava savunma sistemine sahip. Buna karşın Pakistan’ın aradaki teknolojik farkı azaltmak amacıyla edindiği uzun menzilli HQ-9 ve orta menzilli LLY-80 gibi Çin yapımı hava savunma sistemleri var.

Hindistan iki uçak gemisi, nükleer ve hücum denizaltıları ile çok sayıda destroyer ve fırkateynden oluşan güçlü bir donanmaya sahipken, Pakistan’ın uçak gemisi olmayan sınırlı bir donanması var. Donanmanın envanterinde eski Fransız Agusta denizaltıları ile bazı Çin yapımı fırkateynler bulunuyor.

Hindistan’ın hava ve deniz kuvvetlerindeki üstünlüğüne ve daha geniş bir askeri üs ve tesis ağına sahip olmasının yanında bu üstünlüğü, paradoksal bir şekilde, Pakistan'ın erken nükleer saldırı seçeneğini sürdürmesinin ana nedenlerinden biri. Çünkü İslamabad, kısa menzilli Nasr füzesi gibi taktik nükleer silahların kullanılmasının, özellikle Hindistan'ın sayısal ve lojistik üstünlüğüne ayak uyduramaması nedeniyle konvansiyonel bir savaş durumunda Hindistan'ın olası bir ilerlemesini durdurmanın tek yolu olabileceğine inanıyor.