Nebil Fehmi anılarını kaleme aldı (1): ABD, Hüsnü Mübarek’in yerine hangi adayları destekledi?

Eski Mısır Dışişleri Bakanı Nebil Fehmi ‘Olayların Merkezinde’ başlıklı hatıratını yayımladı.

Başkan Clinton ve Mısır Büyükelçisi Nebil Fehmi
Başkan Clinton ve Mısır Büyükelçisi Nebil Fehmi
TT

Nebil Fehmi anılarını kaleme aldı (1): ABD, Hüsnü Mübarek’in yerine hangi adayları destekledi?

Başkan Clinton ve Mısır Büyükelçisi Nebil Fehmi
Başkan Clinton ve Mısır Büyükelçisi Nebil Fehmi

Eski Mısır Dışişleri Bakanı Nebil Fehmi, yarım asırlık diplomatik kariyerinde içinde yer aldığı, ulusal, bölgesel ve uluslararası olayları, kendi tabiriyle meraklı bir vatandaş, doğrudan bir tanık ve bir diplomat olarak kaleme aldı.  
Şarku’l Avsat olarak Nebil Fehmi’nin kitabından üç bölümlük yazı dizisiyle alıntıladığımız kısımları okuyucularımıza sunuyoruz.
İlk bölümde Fehmi’nin Washington’daki büyükelçilik macerası, ABD yönetiminin Mısır’a yaklaşımı ve ‘11 Eylül’ olaylarından sonra Mısır Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek’e halef arayışları ele alınacak. 
Fehmi’nin yazdığına göre Amerikalılar, Hüsnü Mübarek’in ilerleyen yaşı nedeniyle görevi bırakması gerektiğini düşünüyordu. Ancak yerine gelecek isim konusunda, "demokratik değerleri yaymak" ile ‘’Amerikan çıkarlarını ve Mısır rejiminin istikrarını korumak’’ arasında kararsız kalmışlardı. 

İlk aday: Amr Musa
Fehmi’ye göre ABD yönetiminin ilk adayı Amr Musa idi. Ancak bağımsızlıkçı bir eğilime sahip olması ve buna ek olarak Filistin yanlısı tutumu dolayısıyla Musa’nın, Mısır başkanına selef olarak değerlendirmeden geçemediği, zira Washington’daki karar vericilerin böylesi bir şahsiyetle anlaşmakta zorlanacaklarını düşündükleri görüldü. 

İkinci aday: Ömer Süleyman
İkinci aday olarak Mısır İstihbarat Teşkilatı Başkanı Ömer Süleyman’ın adı öne çıktı. Pragmatist yönüyle dikkati celp eden General Süleyman iyi bir aday gibi görünmekteydi, ancak bazı sebeplerden ötürü Washington bir süre sonra onu da elemek durumunda kaldı.  

Üçüncü aday: Cemal Mübarek
Daha sonra Amerikalılar, babasının yerine geçmesi için Cemal Mübarek'i desteklemeyi düşündülerse de Başkan George Bush'un kişisel daveti üzerine kendisiyle yüz yüze yapılan görüşme sonrasında uygun bir aday olmadığına karar verildi. 
Amerikalılar ‘siyasal İslam’ı’ bir yönetim alternatifi olarak kabul etmeye başladıklarından beri, Müslüman Kardeşler Teşkilatı (İhvan) ile Hüsnü Mübarek yönetimini rahatsız etme pahasına temas halinde oldular. 
Ortadoğu'daki ülkelerin ekonomik ve siyasi ilişkilerinin iç içe geçmiş olması dolayısıyla, 20. yüzyılın sonunda, Arap, Afrika ve uluslararası güçler, Mübarek'in iktidarındaki Mısır'da olup bitenleri yakından takip ediyordu. ABD başta olmak üzere, Mısır'daki siyasi durum Batılı güçler tarafından ilgiyle takip edilmekteydi. Washington’daki karar vericiler doğrudan ve bazen de kamuoyu önünde Mübarek'in yerine kimin geçeceğini sorgulamaya başlamıştı. Bu ilgi, 11 Eylül 2001 saldırılarının ardından Amerika'nın Ortadoğu'daki gelişmelere yönelik yükselen endişesi ile birlikte daha da arttı.
Washington'daki yaygın kanaat, Ortadoğu’da demokrasinin yaygınlaştırılmasının uzun vadede Amerikan çıkarlarını korumanın en iyi yolu olduğu yönündeydi. 11 Eylül saldırılarının ardından dünyada demokrasiyi yayma hamleleri daha da güçlü ve şiddetli hale geldi. 
Mübarek yaşlandıkça Washington, onu, Ortadoğu'nun geleceğinin bir parçası olarak görmemeye başladı. Amerikalılar Mübarek sonrası için kaygılıydı, geçiş süreci için kabul edilebilir bir zaman çizelgesi olmadığı gibi, kendisinin yerini kimin alacağı da belirsizliğini korumaktaydı. Bunları bildiğimden, 2011 yılının ortalarında yapılması planlanan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Mübarek'in aday olup olmayacağını, aday olmayacaksa yerine kimi aday göstereceği meselesini yakından takip ettim. Böylelikle Washington'daki karar vericilerin uygun olduğunu düşündükleri potansiyel adayları kendimce bir incelemeye tabi tuttum. Amerikalıların bu adaylardan bazılarını desteklediğini inkar edemem, ancak takdir edersiniz ki buna dair elimde fiziki deliller bulunmamaktadır. 
1990'ların sonlarında ve 2000'lerin başında, Amr Musa, Mısır toplumunun çeşitli kesimleri arasında oldukça popüler biriydi, dolayısıyla Mübarek’in halefi olarak ilk akla gelen isim olmasına şaşmamalı. 
Ancak Amr Musa iktidardaki Ulusal Demokrat Parti ve devlet kademelerinde yeterli desteğe haiz değildi. Eğer Hüsnü Mübarek 2000-2005 seçimlerine katılmasa ve bu seçimler şeffaf ve adil bir şekilde yapılacak olsaydı, Amr Musa’nın Cumhurbaşkanı olması kuvvetle muhtemeldi. 
Mısır'ın Washington Büyükelçisi olarak, ABD yönetiminin Musa'dan haz etmediklerini hissediyordum. 
Onu bağımsızlıkçı eğilime sahip, halkın desteğini alabilecek vatansever bir figür olarak görüyorlardı. Buna ek olarak Filistin yanlısı güçlü tutumu, onunla kurulacak ilişki açısından riskler içermekteydi. 
Arap Birliği Genel Sekreteri olmadan önce, 2001 Mart ayında dışişleri bakanı olarak Washington’a yaptığı ziyarette bu tutumu daha da net olarak görülmüş oldu. 
Başkan Bill Clinton'ın yönetiminde İsrail-Filistin barış sürecini takip eden ekip, kendisinden sonra başkanlığa gelecek olan George W. Bush’un ekibine, Mısır Dışişleri Bakanı Amr Musa’nın, Filistinlilerin haklarını savunma noktasında coşkulu tavırlara sahip olduğunu aktarmıştı. Yetkililer Filistinlilerin kendilerine sunulan teklifleri Mısır dışişleri yetkililerin desteklerine itimat ederek kabul etmeme eğilimi gösterdiklerini söylüyordular. Dolayısıyla Amr Musa bu süreçte ABD yönetimi ve İsrail tarafından en çok hedef alınan kişi oldu. Clinton yönetiminin mesajı, Başkan W. George Bush'un Ulusal Güvenlik Danışmanı Condoleezza Rice üzerinde oldukça etkili olmuştu. Rice, Arap Birliği Genel Sekreteri Amr Musa ile ilk görüşmesinde son derece katı tavırlar sergiledi. Rice görüşmede, Ortadoğu'daki siyaset sahnesinin doğası ve geleceği hakkında gülünç ve küçümseyici bir söylevde bulundu. Buna mukabil Musa sessiz kalmayı tercih ederek sonuçsuz bir tartışmaya girmemeye özen gösterdi. Görüşme sonrasında, Clinton yönetiminde olup konumunu korumayı başarmış olan, başkanın Ulusal Güvenlik Konseyi'ndeki asistanlarından Boris Riedel'a, Musa ve Rice arasındaki görüşmenin kötü ve talihsiz olduğunu, Rice’ın Musa’ya yanlış yaptığını söylemekten kendimi alıkoyamadım. 
Mübarek'in yerini alabileceği değerlendirilen ikinci potansiyel aday, Mısır İstihbarat Teşkilatı Başkanı asker kökenli Ömer Süleyman’dı. Pozisyonu itibariyle Mübarek’in birçok meselede özel temsilciliğini yapmaktaydı ve Amerikalılarla yakın temas halindeydi. Süleyman merkeziyetçi ve pragmatist yönleriyle tanınıyordu. İsrail-Filistin barış görüşmelerinde üstlendiği rol ve terörle mücadele alanlarında ABD yönetimi ile yakın çalışıyor olması onu bir aday olarak öne çıkarıyordu. Amerikalılar her ne kadar Hüsnü Mübarek’in halefi olarak onu düşündüklerini açıkça duyurmamış olsalar da kendisine yönelik davranışları ve hakkında sordukları sualler bende bu yönde bir izlenim doğurdu. Ömer Süleyman ‘demokratik dönüşüm’ bakış açısıyla her ne kadar mükemmel bir profil olmasa da Amerikalıların, yeni Cumhurbaşkanının Mısır toplumunu yönetebilecek ve Amerikan çıkarlarını koruyacak bir profil olması yönünde tercihte bulunmaları daha muhtemeldi. 
Süleyman, CIA'deki muadili ile iş birliği çerçevesinde yılda en az bir defa tek başına Washington'u ziyaret eder, uluslararası ve bölgesel gelişmelere ve iki ülke ilişkilerinin gelişimine göre belirlenen gündemler dahilinde ABD'li yetkililerle görüşürdü. Başkan Yardımcısı Dick Cheney veya Rice ya da Kongre üyeleri ile yaptığı görüşmeler dahil olmak üzere tüm toplantılarına büyükelçi sıfatıyla ben de katıldım. Ancak istihbarat teşkilatı yetkilileriyle yaptığı görüşmelerde bulunmadım. Bu toplantıların akabinde hariciyeyi ilgilendiren hususlarda bazı bilgi paylaşımlarını yaptığını belirtmeliyim. 
2004'te Washington'a yaptığı bir ziyarette kendisine, Mısır'da yaklaşan cumhurbaşkanlığı seçimleri ile ilgili, yirmi yıllık yönetimin ardından Mübarek dönemi sonrasına dair Amerikan araştırma merkezlerinin, çeşitli olasılıklar hakkında yaptıkları çalışmalardan bahsettim. Süleyman, henüz hiçbir şeyin net olmadığını, bu tür konularda son ana kadar planlanan şeylerin değişebileceğini söyledi. Kendisinin cumhurbaşkanı yardımcısı olarak atanacağına dair söylentilerin kafa karışıklığı ve hassasiyetler yarattığını, Hüsnü Mübarek’in bu konuda görüşünü ilan etmesi gerektiğini belirtti. Ancak bir süre sonra bu söylentiler de Amr Musa’nın başkan olabileceği yönündeki söylentiler gibi ortadan kalktı. 
Hüsnü Mübarek'in yerini alabilecek üçüncü potansiyel ve en tartışmalı aday, Amerika'nın "demokratik dönüşüm" gündemi için ideal bir figür olarak dikkati çeken Cemal Mübarek idi. Sonuçta Batı’da eğitim almıştı, serbest piyasayı savunuyordu ve babasının başkanlığını yaptığı Ulusal Demokrasi Partisi’nde etkin bir konumdaydı. 
Amr Musa'yı sevmeyen ve Ömer Süleyman'la ilgili şüpheleri olan Amerikalılar, Cemal Mübarek'in babasının halefi olarak iktidara gelmesi fikrine ilişkin pozisyonlarını netleştirmiş görünmüyordu. Ülkemin Washington büyükelçisi olarak, olası başkan adayları hakkındaki söylentilere verilen tepkiler de dahil olmak üzere Mısır hakkındaki tartışmaları takip etmek için ABD'deki düşünce kuruluşları ve analistlerle sürekli temas halindeyim. Amerikalı analistler sürekli bana bu üç aday hakkında sorular yöneltiyordu. Ancak hatırladığım kadarıyla, hiçbir hükümet yetkilisi bana Cemal Mübarek hakkında doğrudan soru tevcih etmedi. Oysa belirgin siyasi yükselişi dikkatlerinden kaçmış olamazdı. 
Cemal Mübarek Amerika Birleşik Devletleri’ni bir çok defa ziyaret etti. Babasının yıllık ziyaretlerinde resmi bir görevi olmaksızın ona eşlik etmekteydi. Bazen Mısır iş dünyasını temsil eden hükümet dışı delegasyonların bir üyesi olarak, bazen de özel ziyaret kapsamında ABD’ye gelmekteydi. Konuşurken her zaman sakin ve kibardı. İlk başlarda Mısır’da demokratik değişimin gerekliliği yönünde tezler dillendirirken, zamanla rejimin istikrarının ve güvenliğin önemine dair şeyler söyler oldu. Washington’daki son görüşmemizde kendisine, güvenlikle ilgili söylediklerine atıf yaparak, böylesi bir kaygı taşıyıp taşımadığını sordum. Bu soruya doğrudan yanıt vermedi, ancak İslamcı hareketlerin, özellikle de Selefi hareketlerin yükselişiyle ilgili kaygılardan söz etti. Mısır'ın Washington Büyükelçiliği, Amerika Birleşik Devletleri'ne yaptığı ziyaretlerde, cumhurbaşkanının oğlu olması hasebiyle kendisiyle ilgilenmekteydi. Nitekim tatsız durumlarla karşılaşması isteyeceğimiz son şey olurdu, bununla birlikte özel isteklerinin olmadığını ve hükümetteki partinin bir üyesi olarak kendisine sunulan olağan ilgi ile yetindiğini de belirtmek isterim. Amerikalı yetkililer kendisine siyasi geleceği ile ilgili doğrudan soru yöneltmese de siyasi eğilimlerini incelemek ya da babasına gayrı resmi mesajlar iletmek için kendisiyle görüşmeler yapmaktaydı. 
Mayıs 2006'da Cemal Mübarek, özel uçağının lisansını yenilemek için Amerika Birleşik Devletleri'ni ziyaret etti. Sık sık yaptığı gibi özel jetiyle Washington’daki Dallas Uluslararası Havalimanı’na iniş gerçekleştirdi. Kendisi genelde ABD’yi ziyaret etmeden önce beni arar ve geleceğini söylerdi. Bu ziyareti esnasında, ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı Stephen Hadley beni arayarak Cemal Mübarek’le bir görüşme ayarlamamı talep etti. Görüşme talebi resmi bir cihetten geldiği için Hüsnü Mübarek’e ulaşarak görüşme için izin istedim. Bu doğrultuda toplantıyı ayarladım ve oğul Mübarek’e toplantıda iştirak ettim. Görüşmede gizli bir şey yoktu. Hadley Cemal Mübarek’e Mısır’da özel sektörün durumu ve iktidardaki Ulusal Demokrasi Partisi’nin gelişim ve dönüşümü ile ilgili bazı sorular sordu. Görüşme sonrasında Mısır basınında, Cemal Mübarek ve ABD’li yetkililer arasında gizli görüşmelerin yapıldığı yönünde çok sayıda haber çıktı. Beyaz Saray’dan yapılan açıklamada, Cemal Mübarek’in ABD’ye özel uçağının lisansını yenilemek için geldiği söylendi. Bunun üzerine söylentiler daha da arttı, basın mensupları beni arayıp, büyükelçi olarak niçin açıklama yapmadığımı soruyordu. Ben de büyükelçi olarak ABD’de bulunan resmi yetkililerin görüşmeleri hakkında açıklama yaptığımı, özel görüşmelerle ilgili açıklama yapma yükümlülüğümün olmadığını söylüyordum. Bu süreçte Cemal Mübarek’e olan Amerikan ilgisinde belirgin bir artış olduğunu müşahede ettim. 
Bu görüşmeden iki yıl sonra 2008’de Başkan Hüsnü Mübarek’ten bir telefon araması geldi. Sesinden öfkeli olduğunu anladım, oğlunu halefi olarak gören Amerikalı yetkililerin deneyimsizliğinden söz etti. Oğlu Cemal’in Başkan Bush ile görüşmek üzere Beyaz Saray’a davet edildiğini söyledi. Kibar bir şekilde bu davet hakkında hiçbir bilgimin olmadığını, meseleyi Cemal’e sorması gerektiğini ifade ettim. Bush’un davetiyeyi Cemal’e gönderdiğini, bu durumda ne yapılması gerektiğini sordu. Daha sonra bana bir nüshası gönderilen davetiyenin bizzat Bush tarafından kaleme alındığını gördüm. 
Bir süre sonra Başkan Mübarek tekrar aradı ve ne düşündüğümü sordu, ona, şekil ve içerik olarak özel bir davetiye olduğunu, dolayısıyla davete icabet ya da reddin Cemal Mübarek tarafından yapılması gerektiğini söyledim. Eğer daveti kabul eder ve ziyaret gerçekleşecek olursa bunun şahsi bir ziyaret olacağı için büyükelçilikten hiçbir yetkilinin kendisine iştirak etmeyeceğini belirttim. Beni yine arayacağını söyleyerek telefonu kapattı. İki gün sonra Başkan Hüsnü Mübarek yine aradı, Cemal'in Amerika'yı ziyaret edeceğini söyleyerek, kendisiyle ilgilenmemi istedi. Bu görüşme bende, daha çok oğlunun yolculuğuyla ilgili kaygılanmış bir baba izlenimi bıraktı. Kendisine büyükelçilik olarak kamuya mal olmuş şahıslara bir jest olarak sunduğumuz gibi havalimanı otel arası ulaşımda yardımcı olabileceğimizi, resmi bir ziyaret olmadığından diplomatik muamele göremeyeceğini, belki de çoğu yolcu gibi üstünün aranacağını söyledim. Nihayet birkaç gün sonra ziyaret gerçekleşti. Mısır büyükelçiliği olarak ziyarete iştirak etmedik. Öğrendiğim kadarıyla Cemal Mübarek, Başkan George W. Bush ve yardımcısı Dick Cheney ile başa baş bir görüşme yaptı. Öğleden sonra beni aradı ve bir restoranda birlikte yemek yedik, görüşmede neler yaşandığı hakkında soru sormadım. Kendisi, Amerikalıların Mısır’ın geleceği ile ilgili sorular sorduğunu söyledi. Deneyimlerimden çıkarımıma göre Amerikalılar kendisini yakından değerlendirmek için davet etmiştiler. 
Bahsi geçen ziyaretten bir süre sonra, saygın Amerikan düşünce kuruluşları içinde artık Cemal Mübarek’ten halef olarak pek söz edilmediğini gözlemledim. Kişisel görüşüm, Amerikalılar ilk başlarda Cemal Mübarek’i, serbest piyasa savunucusu liberal bir sivil figür olarak gördükleri için desteklemeyi düşünmüş, ancak görüşmelerden sonra Ortadoğu gibi çalkantılı bir ortamda Mısır gibi karmaşık bir ülkeyi yönetemeyeceği ve Amerikan çıkarlarını savunmada yetersiz kalacağı yönünde kanaat geliştirmiştiler. Nitekim ABD’nin Ortadoğu’daki çıkarları, liberal değerler uğruna riske atılmaktan daha önemlidir. 

İhvan’ın yıldızı ABD’de parladı
Amerikalılar, Hüsnü Mübarek’in halefinin, İhvan kadrolarından birinin olabileceğini son olasılık olarak düşünmekteydi. Bush başkanlığındaki ABD yönetimi ve sonrasında Barack Obama, Ortadoğu'daki siyaset sahnesinin vazgeçilmez bir bileşeni olarak siyasal İslam fikrine açık hale gelmişti. Yeni Muhafazakarlar (NeoCon’lar) dışında Amerika’nın karar vericileri İslamcıları desteklemeseler dahi kabul edilebilir olarak görmekteydi. Bu süreçte Amerikan araştırma merkezlerinde İhvan üyelerinin daha sık görüldüğünü söyleyebilirim. Özellikle Katar’da gerçekleşen panellerde daha fazla İhvan üyesi sahne almaktaydı. 
ABD'nin Kahire Büyükelçiliği, Müslüman Kardeşler ile sürekli bir temas halindeydi.  Ancak bu temas Mübarek döneminde daha çok istihbaratçılar aracılığıyla gerçekleşmekteydi. 2000 yılında İhvan üyesi adayların Mısır parlamento seçimlerine katılmasının önü açıldıktan sonra bu görüşmeler diplomatlar aracılığıyla olmaya başladı. Artık İhvan üyeleri büyükelçilikteki resepsiyonlara davet edilmekteydi, Mübarek yönetiminin bu durumdan rahatsız olduğu ve Amerikalılara bu rahatsızlığını bildirdiğini söyleyebilirim. İhvan’a yönelik artan ilgi, Mısır yönetiminin bir komploya maruz kaldıkları yönünde hassasiyet geliştirmesine neden oldu. Hüsnü Mübarek Amerikalıların niyetlerinden şüphe etmeye başlamış ve bu durum onun için öfke kaynağı olmuştu. Özellikle George W. Bush’un, Mısır’da reform çağrıları yapması ve bazı bölge ülkelerindeki rejimleri değiştirme girişimleri Mısır yönetimini tedirgin etmekteydi. Washington'daki büyükelçi olarak geçirdiğim son yıllarda, üst düzey Mısırlı yetkililer Washington ziyaretlerinde Amerikalılara doğrudan İhvan ile olan ilişkilerine dair sorular yöneltiyordu.  Bush, Mayıs 2005'te Başbakan Ahmed Nazif'i Oval Ofis'te kabul ettiğinde, Nazif, ABD Başkanı'na Müslüman Kardeşler ile ne tür bir ilişkileri olduğunu sordu. ABD’li yetkililer Müslüman Kardeşler ile yakınlaştıklarını inkâr ettiler ancak bu Mısırlıların için ikna edici olmadı. 
Bu tarihten itibaren, İhvan dosyası Amerika'yı ziyaret eden her Mısırlı yetkilinin gündeminde olmaya devam edecekti. Kahire’ye gönderdiğim telgraflarda Amerikalıların Müslüman Kardeşlerle temas halinde olduğunu bildirmekteydim. 1979'da İran'da Şah yönetiminin ani devrilişinden sonra, Amerika dost ve müttefik ülkelerde dahi karşıt gruplarla iletişim halinde olma politikası izlemeye başladı. Başbakan Nazif'in 2005 yılında Washington'a yaptığı ziyaretten kısa bir süre sonra Mübarek, ABD’nin İhvan ile ilişkisini görüşmek üzere ABD'yi ziyaret eden Mısırlı yetkililerle üst düzey bir toplantı yaptı. Mübarek, ABD'li yetkililerin, İhvan ile iletişim kurmadıkları yönündeki beyanları ile çelişen gizli temaslarından oldukça rahatsızdı.
Hüsnü Mübarek iktidardan ayrılmadan önce, Başkan W. Bush’un Mısır devletine yönelik tutumuna dair genel okumam; Amerikalıların her zaman olduğu gibi katıksız pragmatist oldukları yönündedir. 
Yaşı yetmişi aşmış olan Mübarek’in yerine birinin gelmesinin zorunlu olduğunu düşünüyorlardı. Mübarek sonrasına hazırlandıkları için bu görevi devralabilecek tüm potansiyel adayları inceliyordular. Yeni başkanın demokrat olup olmaması umurlarında değildi, önemli olan çıkarlarını savunup savunmayacağıydı. Bu nedenle onlar için Ömer Süleyman, Amr Musa ve Cemal Mübarek’e nazaran daha tercih edilebilir bir şahsiyetti. 
Ordu ya da güvenlik geçmişi olan uygun bir aday bulunmaması durumunda, Müslüman Kardeşlerin yönetime gelme şansı olabilirdi. Zira geniş halk tabanı sayesinde seçimler sonucu iktidara gelebilmeleri muhtemeldi. Bu sebeple Başkan Clinton ve Bush, Müslüman Kardeşler’i temkinli bir şekilde takip etmekteydi. 

Muhalefet Mursi’ye karşı nasıl birleşti? -2



İsrail askerleri Filistinli işçileri rüşvet karşılığında askeri kontrol noktalarından geçirdi

İsrailli askerler, Batı Şeria ile Kudüs arasındaki Kalandiya Kontrol Noktası’nda bekleyen Filistinlileri izliyor. (EPA)
İsrailli askerler, Batı Şeria ile Kudüs arasındaki Kalandiya Kontrol Noktası’nda bekleyen Filistinlileri izliyor. (EPA)
TT

İsrail askerleri Filistinli işçileri rüşvet karşılığında askeri kontrol noktalarından geçirdi

İsrailli askerler, Batı Şeria ile Kudüs arasındaki Kalandiya Kontrol Noktası’nda bekleyen Filistinlileri izliyor. (EPA)
İsrailli askerler, Batı Şeria ile Kudüs arasındaki Kalandiya Kontrol Noktası’nda bekleyen Filistinlileri izliyor. (EPA)

İsrail askerî ve adli polisinin yürüttüğü soruşturmalar, Batı Şeria’daki Filistinlilerin İsrail’e çalışmak amacıyla girebilmek için askerî kontrol noktalarında görev yapan İsrail askerlerine rüşvet verdiğini ortaya koydu.

Soruşturmaya yakın kaynaklar, “bu tür rüşvetlerin ürkütücü bir boyuta ulaştığını” ileri sürerek, bunun “silahlı unsurların İsrail kentlerine sızmasına ve saldırılar düzenlemesine imkân tanıdığını” savundu.

Üç kontrol noktası belirlendi

Şarku’l Avsat’ın Yediot Aharonot gazetesinden aktardığı habere göre aralarında subay rütbesi taşıyan askerlerin de bulunduğu kişiler, yaptıklarının İsrail içinde saldırılara yol açabileceğini bilmelerine rağmen, para karşılığında geçiş ve kaçak giriş organize etti.

ergvfre
İsrailli duvarın yanında, El Halil yakınlarında zeytin toplayan bir Filistinli. (Reuters)

Haberde, kaçak geçişlerde kullanılan üç askerî kontrol noktasının tespit edildiği belirtildi. Bunlardan birinin Ofer Kontrol Noktası, diğer ikisinin ise Biddu ve Aksa kasabaları yakınında, üçüncüsünün ise Şuafat çevresinde bulunduğu, söz konusu noktaların tamamının Kudüs’ün kuzeyinde yer aldığı kaydedildi. Soruşturmalara göre, geçen cuma günü Bisan saldırısını düzenleyen ve iki İsraillinin ölümü, dört kişinin yaralanmasıyla sonuçlanan saldırının faili Ahmed Ebu’r-Rab’ın da İsrail’e bu kontrol noktalarından birinden girdiği iddia edildi.

Rüşvetin yöntemi ve tutarları

Habere göre Filistinliler, rüşveti kimlik kartının içine koyarak ya da araç durdurulup yolcular indirildiğinde arka koltuğa bırakılan bir zarfla veriyordu. Zarfı alan subayın, işçileri tekrar araca bindirerek geçişe izin verdiği belirtildi.

İkinci İntifada’nın ardından, 2002 yılından itibaren İsrail, 1967 öncesi sınırlar ile Batı Şeria arasında (Yeşil Hat) Filistinlilerin geçişini engellemek amacıyla bir güvenlik duvarı inşa etti. Toplam uzunluğu 770 kilometreyi bulan duvarın yaklaşık 142 kilometrelik bölümü Doğu Kudüs çevresinde yer alıyor ve yüksekliği sekiz metreyi buluyor. Ancak çevresel gerekçeler ve anlaşmazlıklar nedeniyle bazı bölümleri hâlâ tamamlanmış değil.

rg
Ramallah yakınlarındaki İsrail’e ait Atara Kontrol Noktası’nda bekleyen araçlar (AFP)

Gazze savaşının başlamasıyla birlikte İsrail’in yaklaşık 150 bin Filistinli işçinin çalışma izinlerini iptal etmesi, ciddi bir ekonomik krize yol açtı. Bunun üzerine on binlerce işçi kontrol noktalarını aşmaya veya yüksek duvarı tırmanarak geçmeye çalıştı.

Hbaere göre bazı durumlarda minibüslerdeki her yolcu için 50 şekel (yaklaşık 16 dolar) rüşvet ödendi. Bazı vakalarda bir binek aracın geçirilmesi karşılığında  bin 500 şekel (yaklaşık 470 dolar) verildi. Bir olayda ise Filistinli bir iş insanının, polis aracıyla İsrail’e sokulması karşılığında 5 bin  şekel (yaklaşık bin 560 dolar) ödediği belirtildi.

Kaçak geçişlerin bir bölümünün Batı Şeria’daki Yahudi yerleşim birimleri içinden yapıldığı, bazı askerlerin sahte resmî çalışma izinleri düzenlediği ve bu tür izinlerin sayısının yaklaşık 300 olduğu tahmin ediliyor.

Telegram kayıtları ve genişleyen soruşturma

İbranice basında yer alan bilgilere göre, rüşvet teklifleri başlangıçta Filistinlilerden gelse de zamanla İsrailli askerlerin de para karşılığı geçiş teklif etmeye başladığı ifade edildi. Sürecin ilerlemesiyle birlikte kaçak geçişlerin askerler ile Filistinli kaçakçılar arasında Telegram üzerinden kurulan ağlar aracılığıyla organize edildiği aktarıldı.

Kayıtlara geçen görüşmelerde, İsrailli bir subayın ödemeyi mutlaka nakit istediği ortaya çıktı. Üst rütbeli bir subayın şüphelenerek gizli soruşturma başlatmasıyla, sadece rüşvet ağının değil, iki askerî birlik arasındaki rekabet nedeniyle bir birliğin diğerini yetersiz göstermek amacıyla kasıtlı olarak Filistinlileri geçirdiği de tespit edildi.

dfrgt
İsrail güvenlik güçleri, Filistin’in Kefr Kaddum köyü yakınlarında Filistinli göstericilerle karşı karşıya. (AFP)

Soruşturma, sadece kaçak geçişlerle sınırlı kalmadı. Sivil idareye bağlı sağlık biriminde görev yapmış eski bir çalışanın, Filistinlilerin sağlık durumlarına dair bilgilerini kullanarak nadir bulunan ilaçları temin edip sattığı, evinde yapılan aramada büyük miktarda ilaç ele geçirildiği bildirildi.

Ordu kaynakları, bu dosyalar kapsamında onlarca asker ve subayın gözaltına alındığını, haklarında yargı süreci başlatılarak cezalandırılacaklarını açıkladı.


Suriye’de yeni gerilim sinyali: İran, rejim kalıntılarını yeniden mi örgütlüyor?

Dördüncü Tümen iddiaları Suriye gündeminde
Dördüncü Tümen iddiaları Suriye gündeminde
TT

Suriye’de yeni gerilim sinyali: İran, rejim kalıntılarını yeniden mi örgütlüyor?

Dördüncü Tümen iddiaları Suriye gündeminde
Dördüncü Tümen iddiaları Suriye gündeminde

Suriye Televizyonu sitesinin haberine göre İran, Aralık ayının başından bu yana, Beşşar Esad’ın firari kardeşi Mahir Esad’ın denetiminde bulunan ve İran’la bağlantılı Dördüncü Tümen’in kalıntılarını yeniden örgütleyerek Suriye’deki durumu tırmandırmaya çalışıyor.

Site, bölgesel güvenlik kaynaklarına dayandırdığı haberinde, İran’ın bu süreçte Dördüncü Tümen’in eski komutanlarından Gıyath Dalla’nın yanı sıra eski Askerî İstihbarat Başkanı Tümgeneral Kemal Hasan ve Dördüncü Tümen’de görev yapmış Tümgeneral Gassan Bilal’i kullandığını aktardı.

Kaynaklara göre, son aylarda Irak sınırındaki kamplarda, Lübnan’ın Hermel bölgesinde ve Suriye’nin doğusunda PKK bağlantılı grupların kontrolündeki alanlarda onlarca eski Dördüncü Tümen ve askerî istihbarat subayını barındıran İran Devrim Muhafızları, bu isimlerin Suriye’ye geri dönmesini ve Esad rejiminin eski unsurlarını yeniden toparlayarak yeni bir güvenlik operasyonları dalgası başlatmayı hedefliyor.

fevfe
Arakçi ile Esad’ı bir araya getiren son görüşmeden bir kare (Arşiv_ İran Dışişleri Bakanlığı)

Öte yandan New York Times gazetesi de yakın zamanda yayımladığı bir haberde, bu hareketliliğe katılan kişilerle yapılan röportajlara ve aralarındaki yazışmalara dayanarak, eski rejim kadrolarının Suriye’de yeniden nüfuz tesis etmeye kararlı olduklarını yazdı. Haberde, 13 yılı aşkın süredir devam eden iç savaşın ardından ülkede hâlâ ciddi gerilimlerin sürdüğüne dikkat çekildi.

Gazete ayrıca, Esad rejiminin bazı eski üst düzey isimlerinin sürgünde silahlı bir isyan hareketi inşa etmeye çalıştığına, bunlardan birinin ise Washington’da milyonlarca dolarlık bir lobi faaliyeti yürüttüğüne dair güvenilir bilgilere ulaşıldığını aktardı. Bu girişimlerin, Esad’ın mensubu olduğu ve birçok üst düzey askerî ve güvenlik yetkilisinin geldiği Alevi topluluğunun kalesi sayılan Suriye kıyı bölgesinde kontrol sağlamayı hedeflediği belirtildi.

gt
Dördüncü Tümen Generali Gıyath Süleyman Dalla (Sosyal Medya)

Şarku’l Avsat’ın Suriye Televizyonu’ndan aktardığı bilgilere göre İran’ın Suriye’de gerilimi tırmandırmaktaki temel hedeflerinden biri, İran sınırına bitişik Irak sahasında üzerindeki Amerikan baskısını hafifletmek. ABD’nin Bağdat’a gönderdiği özel temsilcinin, Iraklı silahlı gruplara kendilerini feshetmeleri yönünde baskı yaptığına dikkat çekilirken, Suriye’deki bir tırmanmanın bu çabaları oyalayıcı bir unsur olarak kullanılması amaçlanıyor.

xvfg
İran Devrim Muhafızları’na bağlı Fatimiyun unsurları, Suriye’nin doğusundaki Deyrizor’da (Arşiv)

Habere göre, önümüzdeki dönemde Lübnan Hizbullahı üzerindeki silahsızlanma baskısının artması ve buna paralel olarak İran’a yönelik muhtemel yeni bir İsrail saldırısının gündeme gelmesi bekleniyor.

Esad rejiminin kalıntılarının yeniden sahaya sürülmesi, Tahran ve Hizbullah’a daha geniş bir manevra alanı kazandıracak ve yalnızca savunmada kalmak yerine daha esnek hamleler yapabilmelerine imkân tanıyacak. Ayrıca bu unsurların, İsrail’in olası askerî hareketlerini önceden tespit etmek amacıyla istihbarat ve gözetleme faaliyetlerinde kullanılabileceği değerlendiriliyor.


İsrail'in Suriye üzerine oynadığı bahis: Diyalog değil, zorlama

Fotoğraf: Majalla
Fotoğraf: Majalla
TT

İsrail'in Suriye üzerine oynadığı bahis: Diyalog değil, zorlama

Fotoğraf: Majalla
Fotoğraf: Majalla

Michael Horowitz

ABD ve İsrail arasında sadece birkaç alanda temel farklılıklar söz konusu. Bunlardan biri Suriye'de biraz beklenmedik bir şekilde ortaya çıktı. İsrail, ABD Başkanı Donald Trump'ın Suriye Cumhurbaşkanı Ahmed eş-Şara'yı hızlı bir şekilde kucaklamasından endişe duymuş, İsrail Dışişleri Bakanı Yisrael Katz, Şara'yı ‘takım elbiseli bir cihatçı’ olarak tanımlamıştı.

İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu hükümeti, Trump'ın geçtiğimiz mayıs ayında Suudi Arabistan'da (El Kaide ile bağlantılı) El Nusra Cephesi'nin (daha sonra adı Heyet Tahrir Şam/HTŞ olarak değişti) eski lideriyle görüşmesi karşısında şaşkınlığa uğradı. Şara'nın Oval Ofis'i ziyareti ve Washington'ın Suriye'ye yönelik yaptırımları kaldırma kararı, İsrail'e Şam ile ilişkilerini normalleştirmesi için baskı yaptığı iddiaları ile siyasi olarak iki lider arasında açık bir yakınlaşma ortaya çıkınca, İsrail daha da öfkelendi. Bunun ötesinde, İsrailli yetkililer, ABD’nin Ankara Büyükelçisi ve Trump’ın Suriye dosyasındaki kilit isimlerinden biri olan Tom Barrack'ın Ankara'nın tercih ettiği yaklaşımı benimseme eğiliminden giderek daha fazla endişe duymaya başladı.

Elbette, Suriye meselelerine dahil olan birçok gözlemci, Washington'ın yeni Suriye liderine yönelik hızlı ve beklenmedik yaklaşımını övdü. Trump'ın Suriye’ye uygulanan bazı yaptırımları kaldırma yönündeki erken kararı, Suriye'nin yıllarca süren uluslararası tecridinin ardından yeniden entegrasyonunun hızlanacağına dair umutları artırdı. Bu izolasyon süresince Suriye, Washington'ın bakış açısına göre ‘kötülük ekseninin’ Tahran'ın anlatısına göre ‘direniş ekseninin’ bir parçası olarak nitelendirilmişti. Amerika Birleşik Devletleri, rejimi "suçlu olduğu kanıtlanana kadar masum" olarak değerlendirerek, ispat yükünden cesurca uzaklaştı. Bu ayrım sadece terminoloji meselesi değil; yaptırımların kısmen hafifletilmesi bile, Washington'ın yeni Suriye ile yatırım ve diplomatik ilişkileri engellemeyeceği konusunda ortaklara ve bölgesel güçlere net bir mesaj gönderiyor. Aynı zamanda, tecrit edilen Şam'ın ABD’nin düşmanlarının kollarına itilmesi veya uzun süredir tek müttefiki olan Türkiye'ye güvenmek zorunda kalması gibi bir senaryoyu da önlüyor.

Şara’nın Beyaz Saray'ı ziyareti ve Başkan Trump ile görüşmesinden birkaç hafta sonra Netanyahu, Suriye'nin güneyinde İsrail'in kontrolündeki bölgeyi ziyaret etti.

Ancak Netanyahu, Trump ile Şara arasındaki politika değişikliğini veya şahsi ilişkiyi sadece pragmatik bir politika olarak değil, stratejik bir risk olarak görüyor. Bu bağlamda, İsrail hükümeti, Beşşar Esed rejiminin düşmesinden birkaç saat sonra, Suriye'de kalan askeri mevzilere kapsamlı saldırılar düzenleme ve Suriye'nin güneyindeki mevcut askerden arındırılmış bölgenin dışında yeni bir tampon bölge oluşturma kararının doğru olduğunu düşünüyor. 7 Ekim sonrası İsrail güvenlik kurumlarının bir dizi bileşeninde hakim olan zihniyet açıktır: ülke başkalarının iyi niyetine güvenemez, yalnızca kendi askeri gücüne güvenebilir. Bu görüşün destekçileri, Suriye'yi bu tezlerinin açık bir örneği olarak görüyor. İsrail, güvenliğini dostane ama değişken bir ABD Başkanı’na veya Şara’nın pragmatizmini sürdüreceğine dair Batı'nın iddiasına dayandıramaz. Sadece sınırdaki askerlere güvenmekten başka çaresi kalmıyor. Sonuç olarak Başbakan Netanyahu, Şara'nın Beyaz Saray'ı ziyareti ve Başkan Trump ile görüşmesinden birkaç hafta sonra, İsrail'in kontrolündeki Suriye’nin güney bölgesini bir kez daha ziyaret ederek açık bir mesaj verdi. Bu mesajda ‘İsrail, iyi niyet ve vaatler karşılığında vazgeçmeyeceği kozlara sahiptir’ deniliyordu.

İsrail'in ‘satın alamayacağı’ lider

İsrail'in Ahmed eş-Şara konusunda endişelenmesi için bazı nedenleri var. Şara, kökenleri Golan Tepeleri'ne dayanan ve 1967 yılında İsrail'in bu bölgeyi ele geçirmesiyle yerinden edilen binlerce Suriyeli arasında yer alan bir aileden geliyor. Ailesi önce Şam'a, ardından Bağdat'a ve sonra da Riyad'a taşınmıştı. Şara, çocukluğunun çoğunu Suriye'nin başkentinde geçirmesine rağmen, El Nusra Cephesi'ni kurduğunda (Golan Tepeleri’ne nispetle) ‘el-Culani’ adını aldı. Şara'nın utangaç, içe dönük bir gençken Irak'taki El Kaide üyesine dönüşen yolculuğu, kısmen ikinci intifada ile kesişiyor.

Suriye'nin demokrasiye geçişi elbette İsrail'in başlıca endişesi değil, ancak Şara'nın iktidarı paylaşma isteği, İsrail'in ilgiyle izlediği önemli bir gösterge olmaya devam ediyor.

İsrailli yetkililerin bazıları, hükümetin meşruiyeti konusunda derin şüphelerini dile getirdi. İsrail hükümetinin bu konudaki kamuoyuna yaptığı açıklamalar, sürekli alaycı bir üslupla yapıldı. İsrail Dışişleri Bakanı Gideon Saar, Şam’daki yeni hükümeti ‘meşru bir hükümet değil, bir çete’ yeni Suriyeli yetkilileri de ‘önce İdlib'de olan, sonra da başkenti ele geçiren teröristler’ olarak nitelendirdi. İsrail Dışişleri Bakanlığı, Şara'nın bir fotoğrafını ‘Cihatçılar takım elbiseli de olsalar yine cihatçıdır’ başlığıyla yayınladı. İsrail Diaspora İşleri ve Antisemitizmle Mücadele Bakanı Amihay Şikli, Suriye askerlerinin Gazze yanlısı sloganlar attığını gösteren bir videoyu örnek göstererek ‘savaşın kaçınılmaz olduğu’ sonucuna vardı.

thy
Golan Tepeleri'nden Suriye'nin güneyine doğru bakan İsrail askeri, 25 Mart 2025 (AFP)

Netanyahu, sadık destekçilerinin kirli işleri yapmasına ve acımasız saldırılar düzenlemesine izin verirken, kendisi daha az agresif ama daha net bir tutum sergiledi. Başkan Trump ile görüşmesinin ardından yaptığı açıklamada Netanyahu, “Şara’ya baktığımda, sahada neler yapıldığını, gerçekte neler başarılmaya çalışıldığını göreceğim. Suriye barışçıl bir ülke olacak mı? Ordusundaki cihatçılar ortadan kaldırılacak mı? Suriye'nin güneybatısında silahsız bir bölge oluşturmak için benimle iş birliği yapacak mı?” ifadelerini kullandı. Şara’nın Washington ziyaretinin ardından yapılan özel bir toplantıda Netanyahu’nun, Batı'nın Suriye liderini kucaklamasının ‘Şara’yı kibirli hale getirdiğini’ söylediği bildirildi. İsrail Başbakanı, Batı'nın iyi niyetinin İsrail'e baskı yapmak için bir araç olarak kullanılmasını izin vermeyeceğini ima etti.

İsrail'in hesapları

Başbakan Netanyahu’nun açıklamaları, İsrail'in gerçek tutumunu anlamak için büyük önem taşıyor. Şarku'l Avsat'ın al Majalla'dan aktardığı analize göre zira bu sadece bir müzakere taktiği. İsrail hükümeti, Ahmed eş-Şara’yı Şam'da açılan ‘yeni bir sayfa’ olarak değil, kontrol altına alınması gereken potansiyel bir tehdit olarak görüyor. Netanyahu, Şara'nın kariyerini ve cihatçı geçmişini bir baskı aracı olarak kullanırken, onun pragmatizmini test ediyor ve Suriye'deki savaş sonrası düzeni, İsrail'in stratejik üstünlüğünü koruyacağına inandığı şekilde biçimlendirmeye çalışıyor. İsrail'in Şara ile ilgili endişeleri temelsiz ya da hayal ürününden ibaret değil. Şara, sadık destekçileri üzerindeki gücünü pekiştirmek ve kendini başkan olarak atamak için hiç vakit kaybetmeden hareket etti. Azınlıklara yönelik bazı jestlerde bulunsa da geçiş rejimi gerçek demokrasiye doğru ilerlemedi. Zira yeni Halk Meclisi'nin bazı üyeleri başkan tarafından seçilirken, diğerleri yerel seçim organları tarafından seçildi.

HTŞ'nin İdlib'de benimsediği yönetim modeli, bazı yerel temsilcilerin Halk Meclisi’ne girmesine izin verse de gerçek iktidarın anahtarları Şara ve iktidarının elinde kalmaya devam etti.

Suriye’nin demokrasiye geçişi kesinlikle İsrail'in öncelikli kaygısı değildir. Ancak, Şara'nın iktidarı paylaşma istekliliği, özellikle de Şara'nın eski bağlantılarından gerçekten uzaklaşıp uzaklaşmadığını ya da halen onlara güvenip güvenmediğini değerlendirmek açısından İsrail’in yakından izlediği önemli bir gösterge olmaya devam ediyor.

Şara, özünde pragmatik ve İsrail ile bir arada yaşamaya açık olsa da yine de grubunu ikna etmek ve bir sonraki adımları için grubun desteğini almak zorunda. HTŞ (geçtiğimiz yıl Esed rejiminin çöküşünü hızlandıran Halep saldırısında liderlik ettiği hareket), liderlerinden daha az esnek olan ideolojik olarak radikal savaşçılardan oluşan bir çekirdek gruba sahip. Şara, daha önce de bu sorunla karşı karşıya kalmıştı: İdlib’de DAEŞ'in şubeleriyle savaştı, ardından sınır ötesi cihatçılıktan uzaklaşmasından hayal kırıklığına uğrayan HTŞ eski üyelerini çeken El Kaide bağlantılı Hurras ed-Din ile çatıştı.

Hatta gizlice ABD ile iş birliği yaparak, İdlib'deki El Kaide üyelerinin suikastına katkıda bulunan istihbarat sağladı. Cumhurbaşkanı olduktan sonra, Suriye'nin DEAŞ’la Mücadele Uluslararası Koalisyonu’na resmen katılmasını da kabul etti.

Daha sonra DEAŞ olacak olan örgütten ayrılma ve ardından El Kaide'yi tamamen terk etme kararının iyi niyetle alındığına şüphe yok. Zira bu karar Şara’nın otoritesini pekiştirmeye katkıda bulundu. Eski cihatçı destekçileriyle bağlarını koparan Suriye’nin yeni lideri, siyasi kaderini kontrol altına almayı başardı. Bu tür sert bir pragmatizm, İsrail'in bakış açısından güven verici görünebilir, ancak paradoksal olarak, İsrail'i müzakereler üzerinde kalıcı bir baskı kurmaya zorluyor.

Şara'nın geçmişi göz önüne alındığında, İsrail ile bir anlaşma imzalaması durumunda kendisine sadık güçleri kontrol altında tutma kabiliyeti konusunda önemli bir soru ortaya çıkıyor. Hükümet yanlısı güçlerin (Suriye’nin kıyı bölgesinde Esed rejiminin kalıntılarının kısa süreli isyanı sırasında ve güneyde Dürzilerle patlak veren çatışmalarda) sivilleri öldürmesi, geçiş dönemi yetkililerinin ya güçleri üzerinde tam kontrol sahibi olmadıklarını ya da ihlallere göz yumduklarını veya daha kötüsünü yaptıklarını gösteriyor. Burada İsrail'in ortaya çıkan merkezi devleti zayıflatmaya yaptığı katkılar da göz ardı edilmemeli. Netanyahu hükümeti, Suriye'nin silah depolarına defalarca kez saldırı düzenlemiş ve güçlü bir ülke yerine daha zayıf, daha parçalanmış bir ülkeye bahis oynuyor gibi görünüyor.

Belki de Netanyahu, azınlıklarla ilişki kurarak ve Şam'ın güney üzerinde tam kontrol kurmasını engelleyerek, Suriye'nin başkenti ile İsrail sınırları arasında bir tampon bölge oluşturabilecek yerel güçlerle ortaklıklarını sürdürmeyi umuyor.

Katı tutum

Netanyahu'nun Suriye'ye yönelik katı tutumu nispeten basit bir yapıya sahip. İsrail, durumu sıkı bir şekilde kontrol altında tuttuğuna inandığı için tavrından vazgeçmeyecek. Diyalog kapısı açık, ancak Suriye güneydeki güvenliği önemli ölçüde sıkılaştırmayı kabul etmeden ve İsrail karada ve havada önemli bölgeleri kontrol etmeye devam etmeden bu mümkün değil.

juı
Fotoğraf: AFP

Suriye hükümeti İsrail'in bazı taleplerini kabul etmiş gibi görünüyor, ancak Suriye'nin egemenliğini ihlal ettiğini düşündüğü diğer talepleri reddetmiştir. İsrail, kuvvetleri zaten bölgede bulunduğundan ve mevcut durum (Suriye merkezi devletinin zayıflığı ve İsrail'in bölgedeki askeri varlığının devamı) Netanyahu'nun kabul edebileceği bir durum olduğundan, kendini herhangi bir taviz vermek zorunda hissetmiyor. Aslında, İsrail'in Şara’yı itibarsızlaştırmaya yönelik devam eden kampanyası, olası bir anlaşmayı haklı çıkarmayı daha da zorlaştırabilir.

İsrail'in Suriye'ye yönelik politikası iki farklı yönde ilerliyor. Bir yandan yeni hükümete karşı açık bir düşmanlık varken, diğer yandan sorunlu geçmişi olan lidere karşı kırılgan bir güven duyuluyor.

Bu, İsrail güvenlik teşkilatının çeşitli kesimlerinin ciddiye aldığı risklerden biridir. İsrail şu anda zamanın kendi lehine işlediğini düşünüyor, ancak niyetlerini sınayacak bir anlaşmaya hızla varmak için fırsatı kaçırabilir. İsrail'in Suriye'nin güneyinde kalarak azınlıkları kutuplaştırmaya çalışması, gelecekteki herhangi bir anlaşmaya ciddi bir muhalefet oluşturması, Şam'ı tek gerçek müttefiki olan Türkiye ile daha yakın iş birliğine itmesi ve İsrail sınırına yakın köylerdeki yerel halk arasında düşmanlığı körükleme korkusu hakim.

Netanyahu hükümeti dışında, bazı analistler ve gözlemciler bu endişeleri kamuoyuna dile getiriyor. İsrail askeri istihbaratının eski şefi Amos Yadlin, bir makalede Suriye ile bir anlaşmanın Hizbullah'a karşı en önemli silah olduğunu savundu. Yadlin, Suriye'de doğru stratejinin, İsrail'in daha acil tehditlere odaklanabilmesi için cepheyi kapatmak olduğunu belirtti. İsrail'in önde gelen araştırma merkezi olan İsrail Ulusal Güvenlik Araştırmaları Enstitüsü, İsrail'in agresif askeri tutumunun önlemeye çalıştığı tehditleri yaratabileceğine karşı uyararak (Yadlin de konuyla ilgili önceki makalelerinde aynı görüşü paylaşmıştı) ‘ihtiyatlı bir angajman’ çağrısında bulundu.

rgt
Suriye ile İsrail işgali altındaki Golan Tepeleri arasındaki ateşkes hattı yakınlarında bulunan İsrail askeri araçları, 9 Aralık 2024 (Reuters)

İsrail'in Suriye'ye yönelik politikası iki farklı yönde ilerliyor. Bir yandan yeni hükümete karşı açık düşmanlık varken, diğer yandan sorunlu geçmişi olan lidere karşı kırılgan bir güven duyuluyor. Netanyahu'nun yaklaşımını eleştirenler, İsrail'in bu iki tutum arasında tereddüt etmesi gerektiğini savunmuyorlar, aksine politikalarının ve stratejilerinin Şara’yı sadece potansiyel bir tehdit olarak değil, aynı zamanda bir fırsat olarak da değerlendiren daha incelikli bir şekilde ayarlanmasını ve dikkatli, kesintisiz bir şekilde uyarlanmasını talep ediyorlar.

*Bu analiz Şarku’l Avsat tarafından Londra merkezli al Majalla dergisinden çevrilmiştir.