Nebil Fehmi anılarını kaleme aldı (2): Muhalefet Mursi’ye karşı nasıl birleşti?

Eski Dışişleri Bakanı Nebil Fehmi: 30 Haziran Devrimi’nden sonra Suudi Arabistan’ın gösterdiği çaba sayesinde AB yaptırımlarının önüne geçildi.

Nebil Fehmi ve Savunma Bakanı Abdulfettah’ın Moskova ziyaretinden bir kare
Nebil Fehmi ve Savunma Bakanı Abdulfettah’ın Moskova ziyaretinden bir kare
TT

Nebil Fehmi anılarını kaleme aldı (2): Muhalefet Mursi’ye karşı nasıl birleşti?

Nebil Fehmi ve Savunma Bakanı Abdulfettah’ın Moskova ziyaretinden bir kare
Nebil Fehmi ve Savunma Bakanı Abdulfettah’ın Moskova ziyaretinden bir kare

Eski Mısır Dışişleri Bakanı Nebil Fehmi ‘Olayların Merkezinde’ başlıklı hatıratının ikinci bölümünde, Mısır’da Hüsnü Mübarek yönetimine karşı gerçekleştirilen 25 Ocak Devrimi’ne giden süreci anlatıyor. Fehmi’ye göre, Mübarek iktidarının son evrelerinde yönetimdeki görevlerini ihmal etmeye başlamıştı. Yönetimi, Ulusal Demokrat Parti ve kendisine yakın kadrolara bırakan Mübarek, genelde olayları izlemekle yetiniyordu. Bu durum çözüm bekleyen siyasi toplumsal meselelerin birikmesine ve yönetim zaafına yol açtı.  
Akil Adamlar Heyeti içinde yer alan Fehmi, Mübarek’in düşüşünden sonra yönetimi devralan Yüksek Askeri Konsey üyelerinin asker kökenli olmaları hasebiyle siyaset işleyişini kavramakta güçlük çektiklerini belirtiyor.  
Fehmi ayrıca Müslüman Kardeşler kökenli Muhammed Mursi’nin cumhurbaşkanlığı seçimlerini kazandıktan sonra yaptığı hataları ve ideolojik devlet anlayışına karşı ulusal devleti savunan muhalefetin kendisine karşı nasıl birleştiğini ele alıyor.   
Mursi'nin düşüşü ile Abdulfettah Sisi'nin cumhurbaşkanlığına gelişi arasındaki süreçte Fehmi, Hazım el-Beblavi hükümetinde dışişleri bakanı olarak görev aldı. Bu dönemde Müslüman Kardeşler hareketinin yoğun protestolarına, Rabia ve Nahda olaylarına tanık oldu. Mısır’daki kargaşanın uluslararası arenadaki yansımalarını yakından takip eden  Fehmi, içeride yaşananların Mısır’ın dış ilişkilerine olumsuz yansımaması için yoğun çaba sarf ettiğini ifade ediyor. Dışişleri bakanı olarak Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği ve ABD ile yaşanan yoğun mesaiye dair aktarımlar yapıyor. Suudi Arabistan’ın bu süreçte Kral Abdullah bin Abdulaziz’in talimatıyla, özellikle Fransa üzerinde, Avrupa Birliği tarafından Mısır’a yaptırım uygulanmaması için ciddi baskı kurduğunu yazıyor. Nebil Fehmi’nin doğrudan aktarımları şöyle:  
Hüsnü Mübarek iktidarının son on yılında, tüm siyasi değişim çağrılarına kulağını tıkamış durumdaydı. Aynı zamanda sanki yönetmekten sıkılmıştı, sahip olan ama yönetmeyen biri gibiydi. Ülkenin idaresini hükümetteki Ulusal Demokrat Parti ve kendisine yakın kadrolara teslim etmiş sadece uzaktan izliyordu. Bu durum siyasi ve sosyal sorunların birikmesine ve askıda kalmasına neden oldu. Nitekim üst yönlendirme olmadığından çözüm yolları tıkanmış ve yönetim zaafı doğmuştu.  
Polis Bayramı'nın kutlandığı 25 Ocak 2011'de Kahire'de ve bazı illerde binlerce kişi "Olağanüstü hale hayır’’, ‘’İşkenceye Hayır" sloganları atarak protesto gösterileri düzenledi. Güvenlik güçlerinin Süveyş’teki gösterilere müdahalesinde can kayıpları oldu. Bu durum büyük bir galeyana yol açtı ve güvenlik politikaları ile genel olarak devleti protesto etmek amacıyla 28 Ocak’ta ‘Öfke Cuma’sı’ çağrısı yapıldı. Tunus’ta birkaç hafta önce  Zeynelabidin bin Ali yönetimini sonlandıran Yasemin Devrimi’nin yaşanmasının, gösterilere katılımın bu kadar yoğun olmasında etkisi olduğu yadsınamaz.  
"Öfke Cuma'sı" gösterilerinde "Halk rejimin düşmesini istiyor" sloganları yükselmekteydi. O günün ciddi olaylarından sonra, 29 Ocak’ta , çoğunluğu herhangi bir siyasi tarafla bağlantısı olmayan bir grup bağımsız şahsiyet, güncel gelişmeleri görüşmek üzere bir araya geldi. Akşam üzeri, Dışişleri Bakanı ve daha sonra Arap Birliği Sekreteri olan arkadaşım Nebil el-Arabi ile yaptığımız sohbet sonrasında bu gruba katılmaya karar verdik. Daha sonra medyada Akil Adamlar Heyeti olarak tanınacak olan grubun 12. üyesi olmuştum. Heyette İbrahim el-Muallim, Ahmed Kemal, Yahya el-Cümel, Nebil el-Arabi, Amr Musa, Mirvet Telavi, Necip Savirs, Amr Şubeki, Vahid Abdulmecid, Muhammed el-Adl, Halid Yusuf gibi isimler yer almaktaydı.    
5 Şubat'ta Akil Adamlar Heyeti, Nebil el-Arabi ile Avukat Ahmed Kemal Ebulmecd'i, Başkan Yardımcısı Ömer Süleyman’la görüşüp krizin çözümü için bir yol haritası sunmak için görevlendirdi. Nebil el-Arabi'nin anlatımına göre, Ömer Süleyman yapılan önerileri ilgiyle dinledi, ancak Hüsnü Mübarek’e yönetimi bırakmasını teklif edemeyeceğini, diğer önerileri ise inceleyeceklerini söyleyerek görüşmeden ayrıldı. Ebulmecd ve Nebil el-Arabi Başbakan Ahmed Şefik ile de bir görüşme gerçekleştirdi, bu görüşmeden de somut bir şey çıkmadı. Yaklaşık bir hafta geçtikten sonra Hüsnü Mübarek krizin çözümü için yapılan önerileri dikkate alacağını açıkladı ve bir dizi reform taahhüt etti ancak Akil Adamlar Heyeti’ne bir göndermede bulunmadı. Mübarek’in reform taahhüdü zamanlama itibarıyla gecikmeliydi, çünkü kamuoyu göstericilerden yana tavır takınmaya başlamıştı ve göstericiler de Mübarek’in yönetimi bırakmasını şart koşmaktaydı.11 Şubat'ta Başkan Yardımcısı Ömer Süleyman televizyondan yaptığı açıklamada Hüsnü Mübarek'in istifa ettiğini ve geçiş sürecinde yönetimi Yüksek Askeri Konsey’e bıraktığını duyurdu. Bu karar Mısır genelinde kutlamalarla karşılandı.  
25 Ocak Devrimi, Ortadoğu’da etkin rolü olan Mısır’ı tüm dünyanın ilgi odağı haline getirdi. Tahrir Meydanı, uzun yıllar otoriter merkezi hükümetlerin ardından, halkın katılımıyla bir yönetim modeli imkanına işaret etmesi dolayısıyla sembol haline geldi.  
Yüksek Askeri Konsey, kendini son derece karmaşık ve değişken bir siyasi sürecin içinde buldu. Konsey üyeleri asker kökenli olmaları hasebiyle siyasetten anlamadıkları için bu yeni durum karşısında ne yapacaklarını, nasıl bir denetim sağlayacaklarını bilmiyorlardı ve zaman zaman bunu itiraf etmekten de çekinmiyorlardı. Ulusal güvenlik konularına uzun süredir devam eden ilgim ve Mısır'ın Amerika Birleşik Devletleri büyükelçisi olarak hizmetim nedeniyle, Askeri Konseyin birçok üyesi, geçmişte çeşitli Mısır delegasyonlarında veya büyükelçilikte emrim altında görev yapmıştı. Bu arkadaşlar ülkedeki durumu tartışmak ve geçiş sürecinin seyri ile ilgili tavsiyelerimi dinlemek için düzenli olarak Garden City’deki dairemde beni ziyaret ettiler. Önerilerimin çoğu kanaatlerine aykırıydı, ancak tartışmalar her zaman samimi, açık sözlü ve yapıcı oldu. 
Askeri konsey, devlet işleyişinin normale dönmesi umuduyla seçim sürecini bir an önce tamamlamayı tercih etti. Konsey üyesi arkadaşlarım bu konuda şüpheliydiler. Fakat konseyin büyük çoğunluğu, ordunun ülkede güvenliği sağlamakla görevli olduğunu, siyasi sistemi ve bu sürece eşlik eden diyalog ve tartışma mekanizmalarını kurmak için eğitilmediğini düşünüyordu. Onlara göre, Askeri Konseyin önceliği güvenlik ve istikrarı sağlamaktı. 
2012'de anayasanın onaylanmasının ardından cumhurbaşkanlığı seçimleri yapıldı ve 30 Haziran 2012'de Müslüman Kardeşlerin adayı Muhammed Mursi seçimi kazandı. Hem mensubu olduğu Müslüman Kardeşleri hem de seçilmesinden memnun olmayan Mısır toplumunun geri kalanını temsil etmeliydi ancak bunu başaramadı. Mursi ve kadroları, halkın saygısını ve desteğini alan silahlı kuvvetler başta olmak üzere, devletin çoğu kurumu ile çatışma yoluna gitti. Göreve geldikten kısa süre sonra silahlı kuvvetlerin mali işler başkanını çağırarak, ordunun bütçesine dair hesap sordu. Tabi bu ilkesel olarak anlaşılabilir bir şey, ancak zamanlaması itibariyle, ordunun etkisini kırmaya yönelik bir mesaj olarak görüldü.  
Mısır ordusunun, İsrail'den Sina Yarımadası'ndaki topraklarını geri aldığı 6 Ekim zaferinin yıldönümü kutlamalarında Mursi, bir kritik hata daha yaptı. Kutlamalara aralarında Cumhurbaşkanı Enver Sedat’a düzenlenen suikasta karışmış olanların da olduğu aşırılık yanlısı İslamcıları davet etti. Ordu içinden üst düzey yetkililer daha sonra bana, bu hareketi bir hakaret olarak algıladıklarını aktaracaktı. Mısır kamuoyu bu daveti, şiddet yanlısı aşırı İslamcıları meşrulaştırma niyetinin bir işareti olarak yorumladı.  
Cumhurbaşkanı Mursi, kutlamadan birkaç gün sonra cumhuriyet başsavcısını görevden azletme kararı aldı. Bu karar, cumhurbaşkanının bir bütün olarak yargı kurumuna yönelik müdahalesine şüphelenen yargı çevrelerini öfkelendirdi.  
Kasım 2012'de cumhurbaşkanı, kendisine mutlak yetkiler veren ve yalnızca mevcut anayasanın değil, Mısır'ın daha önce bildiği tüm anayasaların da tam bir ihlalini temsil eden bir anayasa bildirgesi yayınladı. Bu bildirgeye yönelik protestoların artmasıyla birlikte, ülkedeki liberaller, solcular ve insan hakları aktivistleri bir araya gelerek, sivil hakları korumak için Ulusal Kurtuluş Cephesi'ni kurdu.  
Sonuç olarak Mursi'nin siyasi hataları, muhalefeti kendisine karşı birleştirdi ve iktidardan düşmesine neden oldu. Mısır halkı, ideolojik bir yönetimi sakıncalı bulduğu için Müslüman Kardeşlerin yönetime tamamen hâkim olmasına göz yummadı. Tüm ordularda olduğu gibi, Mısır ordusunun da olağan dışı koşullara müdahale etmek, dış tehditlerle başa çıkmak ve iç kargaşa yaşanması durumunda, devletin güvenliğini ve istikrarı sağlamak için acil durum planları vardır. Ordu, 30 Haziran 2013 gösterileri öncesinde kararlı bir şekilde hareket ederek ülkenin çeşitli yerlerinde stratejik noktaları kontrol altına aldı. 
3 Temmuz 2013'te Savunma Bakanı Abdulfettah Sisi, halkın talebi üzerine Muhammed Mursi’nin görevden azledildiğini, anayasanın askıya alındığını ve Anayasa Mahkemesi Başkanı Adli Mansur’un geçici başkan olarak atandığını duyurdu. Televizyonlardan canlı yayınlanan duyuruda, Sisi’nin yanında kuvvet komutanları, Ezher şeyhi, Ortodoks kilisesi patriği, liberal ve selefi partilerin liderleri hazır bulunmaktaydı. 3 Temmuz açıklamasının hemen ardından ülkenin birçok yerinde İhvan üyeleri ve destekçileri tarafından şiddetli protestolar düzenlendi. Gösteriler Kahire’deki Rabia Meydanı ve Giza’daki Nahda Meydanı’nda yoğunlaştı.  
Ordunun büyük rol oynadığı yol haritasının açıklanmasına katılan çok sayıda siyasi şahsiyetin yanı sıra Muhammed El Baradey ile yeni hükümetin kurulması için çok sayıda istişare gerçekleştirildi. 30 Haziran olaylarından sonra Mısır'ın ilk hükümetini kurmak için yapılan istişareler, kendisini dünyaya zengin bir mirasa ve sağlam dini geleneklere sahip ılımlı bir sivil devlet olarak sunmaya çalışan Mısır'daki siyasi sahnenin karmaşıklığını yansıtıyordu. Bu süreçte Baradey benimle temasa geçti, başbakan adayı Hazım el-Beblavi'nin teklif etmesi durumunda dışişleri bakanı pozisyonunu kabul edip etmeyeceğimi sordu. Çok gönüllü olmadığımı ama Beblavi ile görüşüp teklifini açık fikirli bir şekilde dinleyeceğimi söyledim. Bunu memnuniyetle karşılayarak, "ikimiz de geçmişte hükümete katılmayı reddettik, şimdiyse birlikte katılacağız gibi görünüyor" dedi. 
14 Temmuz 2013'te Beblavi'den, dışişleri bakanı pozisyonu ile ilgili görüşme yapmak üzere çağrı aldım.  Beblavi ile görüşmemiz gayet dostane geçti. Bir sonraki görüşmede, kendisine dış politika vizyonumu sundum. Bana teşekkür etti ve toplantının ardından medya mensuplarına dışişleri bakanı pozisyonunu kabul ettiğimi duyurmamı istedi. Ramazan ayının ilk günü olan 16 Temmuz'da, çoğunluğu teknokrat olan yeni hükümet Cumhurbaşkanı Adli Mansur'un huzurunda yemin ederek göreve başladı.  Savunma Bakanı Abdulfettah Sisi üç başbakan yardımcısından biri olarak kabinede yer almaktaydı. Başbakan Hazım el-Beblavi İhvan üyelerine bakanlık teklif ettiğini ancak reddettiklerini söyledi.  
Hükümetin iftar saatine kadar uzayan ilk toplantısına Cumhurbaşkanı Mansur başkanlık etti. Önümüzde zorlu bir sürecin olduğu açıktı, devlet kurumlarının acil bir hızla yeniden harekete geçirilmesi gerekiyordu. Gergin ve değişken bir ortamda hükümet zor şartlar altında çalışmalıydı, tarihsel bir sorumluluk taşıyorduk, değişim özlemlerini göz ardı etmeden istikrar için halk desteğini harekete geçirmek gerekiyordu. İhvan destekçilerinin ve kaosu fırsat olarak görenlerin şiddet olaylarını sınırlandırmalı ve bu arada uluslararası baskılarla uğraşmalıydık. Ülkede güvenlik sorunları yaşanmaktaydı, dışişleri bakanı olarak bu meselelerle doğrudan ilgilenmedim, güvenlik ve istikrarın sağlanması için, savunma ve içişleri bakanlığı ile istihbarat teşkilatı yoğun mesai harcadı.  
Yeni hükümetin göreve başlamasının ardından Muhammed el-Baradey, İhvanla yaşanan gerginlikleri çözüme ulaştırma girişimlerine öncülük etti. Ancak bir süre sonra güvenlik güçleri ile Müslüman Kardeşler arasında çatışmaların yaşanması bu çabalarını sekteye uğrattı. Sonuç olarak ya Mursi geri dönecek ve Müslüman Kardeşler tekrar başa geçecekti ya da 3 Temmuz’da açıklanan yol haritası uygulanacaktı. Bu süreçte iç ve dış arabuluculuk girişimlerinin sonuçsuz kalacağı ortaya çıktı.  
Hükümet toplantısından birkaç gün sonra, Başbakan Hazım El-Beblavi ve İçişleri Bakanı Muhammed İbrahim Milli Güvenlik Kurulu’na, Rabia ve Nahda meydanlarındaki gösterileri dağıtma kararı aldıklarını bildirdi. Milli Güvenlik Kurulu, Adli Mansur başkanlığında düzenleniyordu, kurulun üyeleri; Başkan Yardımcısı Muhammed el- Baradey, Başbakan ve Savunma Bakanı Abdulfettah Sisi, İçişleri Bakanı Muhammed İbrahim, Genelkurmay Başkanı Sıdkı Subhi ve askeri yetkililerdi. Öneriyi dinledik ve tartıştık, nihayetinde gösterilerin dağıtılması kararı verildi. 14 Ağustos 2013'te polis öncülüğündeki güvenlik güçleri oturma eylemlerini dağıtmak için müdahalede bulundu. Hükümet kaynakları, Rabia ve Nahda meydanlarında silahlı protestocular ile polis güçleri arasında yoğun bir çatışma yaşandığını duyurdu. Müdahale, çok sayıda Müslüman Kardeşler üyesi ve güvenlik gücü mensubunun ölümüyle sonuçlandı. 
Dışişleri bakanı olarak durumun dış yansımalarıyla yüzleşmek için birkaç adım atmaya karar verdim. Attığım ilk adım, iç ve uluslararası kamuoyuna hitap ederken, görüşlerimin ve verdiğim rakamların doğru bilgiler içermesini sağlamaya yönelikti. Biraz zaman kaybedecektim ancak dünya kamuoyunun Mısır'ın açıklamalarına güvenmesi için bu son derece gerekliydi.  
Ardından, Rabia ve Nahda meydanlarındaki olaylar dahil olmak üzere, Mursi yönetiminin devrilmesinden sonraki süreçte yaşanan güvenlik sorunları ve can kayıplarıyla ilgili olayları araştırmak üzere Yargıç Fuad Riad başkanlığında bağımsız bir komisyonun kurulmasını önerdim. Bu öneri bakanlar kurulu tarafından onaylandı. Bu soruşturma komisyonunun olaylarla ilgili verileri, bugüne kadarki en kapsamlı ve nesnel rapor olmaya devam ediyor. 
Birincisinden daha az önemli olmayan ikinci hedefim, bu olayların uluslararası arenada tartışılıp Mısır devleti karşıtı bir tutuma neden olmasını engellemekti. 2013 yazında, Mısır'ın New York'taki Birleşmiş Milletler Daimi Temsilcisi, Mısır'daki durumu görüşmek üzere bir BM Güvenlik Konseyi toplantısı düzenlemeye yönelik hamleler olduğunu bana bildirdi. Bu durumu ABD Dışişleri Bakanı John Kerry'ye sorduğumda, girişimin Fransa’dan geldiğini söyledi. Fransa Dışişleri Bakanı Laurent Fabius ise girişimin arkasında ABD ve İngiltere olduğunu ısrarla vurguladı. Girişimin kim tarafından yapılacağını öğrenmekle ilgili daha fazla vakit kaybetmeden, veto etmelerini garanti altına almak için Rus ve Çinli yetkililerle istişarelerde bulundum.  
Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'nun Eylül 2013'teki toplantıları, dünyanın çeşitli ülkelerinden üst düzey katılım ışığında Mısır diplomatik hareketinin yeni bir aşamasını başlatmak için en uygun yerdi. Savunma yerine hücumu benimseyen bir diplomasi sergilemek niyetindeydik. Mısır’ın bölgesel ve uluslararası düzeyde aktif rolünü yeniden kazandığına dair güçlü bir mesaj vermek istiyorduk. Mısır heyetine Cumhurbaşkanı Adli Mansur’un başkanlık etmesi tartışıldı, ancak heyetin dışişleri bakanı düzeyinde olması kararlaştırıldı.  
21 Eylül 2013'te Birleşmiş Milletler Genel Kurulu (BMGK) toplantılarına katılmak için New York'a gittim. BM genel merkezinin önünde, yeni rejime muhalif olanlarla destekleyenler gösteri düzenlemekteydi. BM Mısır Daimi Misyonundan, Genel Kurul'un hazırlık görüşmeleri hakkında bilgi aldım. Bu bilgiler arasında, New York'taki Türk heyetinin Mısır'ın katılımı konusunda şu ana kadar herhangi bir açıklama yapılmadığını içeren kısa bir rapor da bulunmaktaydı. Toplantılara katılacak Türk heyeti tam olarak gelene kadar gelişmeleri yakından ve temkinli takip etme kararı aldık.  
BMGK toplantılarına katılan delegasyon başkanları için ABD başkanının ev sahipliğinde düzenlenen geleneksel resepsiyonda, Obama beni bir kenara çekti, Mısırlıların Mursi'nin yönetiminden duyduğu rahatsızlığı anladığını, ancak ABD Başkanı olarak, demokratik bir yönetim sağlanana kadar Mısır’a yapılan askeri yardımları askıya almak zorunda olduğunu söyledi. Bu pozisyonunu ertesi gün BMGK’ya hitaben yapacağı konuşmada açıklayacağını belirtti. Ben de özellikle açıklamanın yapılacağı yere ve zamana itiraz ederek; Mısır’ın ulusal güvenlik ihtiyaçlarının stratejik nitelikte olduğunu hatırlattım ve yardımların Amerika Birleşik Devletleri tarafından sürdürülebilir olması garanti edilmezse başka kaynaklara yönelmek zorunda kalabileceğimizi ifade ettim. Böylesi bir durumda konuşmanın akabinde bunu kabul edilemez bulduğumuzu basına açıklayacağımı belirttim.  
30 Haziran 2013'ten sonra Avrupa Birliği ile ilişkilerimiz düşmanca olmasa da kırılgandı ve geçiş dönemi boyunca hassas bir şekilde ele alınması gerekiyordu. Başta Fransa, İspanya, İngiltere, Yunanistan, İtalya ve Almanya olmak üzere Avrupa Birliği ülkeleri bizimle tam olarak hemfikir olmasalar da görüşlerimizi duymaya hevesli olduklarını gözlemledim. Mısır Fransa ile ilişkilerinde Suudi Arabistan’dan çok önemli bir destek aldı. 30 Haziran olaylarına müteakip, Kral Abdullah bin Abdülaziz'in talimatı üzerine Suudi Dışişleri Bakanı Prens Suud El Faysal, ülkesinin Mısır'daki yeni rejime tam destek sunduğunu Fransa’ya bildirdi. Mısır’daki yeni rejimin kategorik olarak reddedilmemesi ve Avrupa Birliği tarafından baskı yapılmaması yönünde uyardı. Fransızlarla konuşmadan önce benimle temasa geçen bakana, yaklaşımı ve bireysel çabalarından duyduğum memnuniyeti ifade ettim.  
Suudi temasından sonra, AB Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Catherine Ashton birkaç defa Mısır’ı ziyaret etti. Görüş ayrılıklarımız olsa da bir süre sonra Mısır yönetimi ile Müslüman Kardeşlerin uzlaşamayacağını anladı. Nitekim Muhammed Mursi hala cumhurbaşkanlığı görevine dönmekte ısrar ediyordu.  
Avrupa Birliği ile ilişkilerimiz, bazı çekinceler ve zaman zaman yaşanan gerginliklere rağmen, yavaş yavaş istikrar kazandı. Bazı birlik üyeleri Avrupa Konseyi'nin seçimleri gözlemlemek için delegasyon gönderme kararını tersine çevirmeye çalıştığında, Ashton ile soğuk bir konuşma yapmak zorunda kaldım. AB’nin sürekli demokratik sistem inşasından bahsettiğini, buna rağmen gözlemci göndermemelerinin anlaşılabilir olmayacağını belirttim. Ashton bazı İskandinav ülkelerinden gelen baskılara rağmen, gözlemcilerin katılmasını sağladı.  
Mısır’da Mursi'nin devrilmesinin ardından, seçimlere kadar sürecek geçiş döneminin 12 ay sürmesi planlanıyordu.  
Ocak 2014'te yeni anayasanın onaylanmasının ardından şiddet olayları patlak verince, Cumhurbaşkanı Adli Mansur, anayasada belirtilenin aksine cumhurbaşkanlığı seçimlerinin parlamento seçimlerinden önce yapılmasına karar verdi. Savunma Bakanı Abdulfettah Sisi geçerli oyların %96,91'ini alarak 8 Haziran 2014'te cumhurbaşkanı olarak yemin etti. 
Sisi seçildikten sonra, Mısır'ın Afrika Birliği'ne dönüşü ve dış politika ile ilgili meseleleri tartışmak için onunla temas halinde oldum. Yeni hükümetin kurulması beklenenden uzun sürmüştü, internet haberlerinden yeni kabinede yer almadığımı öğrendim. Benim için beklenmedik bir haber olsa da çok zor koşullarda başardıklarımla mutlu olduğum için rahatlamıştım.  

Nebil Fehmi anılarını kaleme aldı (1): ABD, Hüsnü Mübarek’in yerine hangi adayları destekledi?



Sudan’da kaynaklar ve yağmalanan zenginlikler için çatışma

Görsel: Peter Reynolds
Görsel: Peter Reynolds
TT

Sudan’da kaynaklar ve yağmalanan zenginlikler için çatışma

Görsel: Peter Reynolds
Görsel: Peter Reynolds

Şerif Muhammed

Sudan’da ordu ile ayrılıkçı paramiliter grup Hızlı Destek Kuvvetleri (HDK) arasında patlak veren iç savaş üçüncü yılını doldururken, ufukta barışçıl bir çözüm umudu görünmüyor. Bu savaş, savaşan tarafları meşruiyet kazanma umuduyla nüfuzlarını genişletmek için savaşmaya itiyor.

Sudan ordusu ve HDK, son aylarda kendi destekleri hükümetlerin kurulduğunu duyurdu. Sudan’da çatışan taraflar, dünyanın en kötü insani krizlerinden birine ve savaş suçlarına yol açan çatışmanın ardından uluslararası tanınma arayışına girdiler. Başta ABD, Suudi Arabistan ve Mısır'ın öncülüğündeki çabalar olmak üzere Sudan’da savaşı sona erdirmek için yapılan diplomatik çabalar çıkmaza girdi.

Londra King's Koleji Güvenlik Çalışmaları Fakültesi'nde kıdemli öğretim üyesi olan Dr. Andreas Krieg, “Sudan savaşında meşruiyet ve kaynaklar aynı madalyonun iki yüzüdür” değerlendirmesinde bulundu. Dr. Krieg, Al Majalla’ya verdiği röportajda, “Sudan ordusu ve HDK, savaş çabalarını finanse eden, nüfusu besleyen ve sadakat ağlarını sürdüren kaynaklar üzerinde kontrol sahibi olmadan hükümeti güvenilir bir şekilde destekleyemezler. Petrol ihracatı, altın satışı, tarımsal fazlalıklar veya gümrük gelirleri yoluyla işleyen bir ekonomi sergileyebilenler, iktidarı ele geçirme konusunda daha güçlü bir iddiaya sahip olacaklar” ifadelerini kullandı.

Sudan’da iç savaş, ordunun ve HDK adlı ayrılıkçı paramiliter grubun arasında üçüncü yılını doldururken, barışçıl bir çözüm umudu görünmüyor. Bu çatışma, savaşan tarafları meşruiyet kazanma umuduyla etkilerini genişletmek için savaşmaya itiyor.

Dr. Krieg: Tamamen ekonomik açıdan bakıldığında, HDK ülkenin en değerli doğal kaynaklarını kontrol ederken, ordu ise bu kaynakların uluslararası pazarlara ulaşmasını sağlayan limanları, kurumları ve altyapıyı kontrol ediyor.

Doğu'da limanlar ve tarım, Batı'da altın ve petrol

Halen üstünlüğü elinde bulunduran ordu, hayati önem taşıyan Kızıldeniz kıyılarını, tarım ürünlerini, kamu hizmetlerini, petrol taşımacılığı altyapısını, Sudan'ın elektriğinin çoğunu üreten hidroelektrik barajlarını, uluslararası yardımı ve başkent Hartum'u kontrol ediyor.

gy
Görsel: Peter Reynolds

Darfur ve Kordofan’da HDK, Sudan'ın altın ve hayvancılık zenginliklerinin yanı sıra, akasya ağaçlarından elde edilen ve esas olarak tatlandırıcılar ve diğer ürünlerin üretiminde kullanılan bir madde olan arap zamkının (akasya sakızı) çıkarıldığı alanların çoğunu kontrol ediyor. Dünyadaki arap zamkının yaklaşık yüzde 80'i Sudan tarafından karşılanıyor.

Dr. Krieg, değerlendirmesinde, “Tamamen ekonomik açıdan bakıldığında, HDK ülkenin en değerli doğal kaynaklarını kontrol ederken, ordu ise bu kaynakların uluslararası pazarlara ulaşmasını sağlayan limanları, kurumları ve altyapıyı kontrol ediyor” diye ekledi.

RANE Sahra Altı Afrika Güvenlik Analisti Muzungu: HDK'nın varlıkları önemli gelirler sağlasa da Sudan ordusu limanlar, finans kurumları, tarım arazileri ve devlet altyapısı üzerindeki kontrolü, ona daha güçlü bir stratejik temel sağlıyor.

Sudan Ordu Komutanı Orgeneral Abdulfettah el-Burhan ve HDK lideri Muhammed Hamdan Dagalu (Hamideti) Sudan'daki petrol kaynakları için savaşıyor. Bu kaynakların kontrolü, iki taraf arasındaki çatışmada belirleyici bir dönüm noktası olabilir.

Dr. Krieg, değerlendirmesini şöyle sürdürdü:

“Her iki tarafın da tanınması, meşruiyet, davranış ve uluslararası hukuka olduğu kadar kaynakların kontrolüne de bağlı. Ancak bu çıkmaz durum uzarsa, petrol, onu kontrol edenlerin Sudan’da meşru bir hükümet olarak kendilerini tanıtmak için kullanabilecekleri güçlü bir araç haline gelecek. Şu anda, uluslararası anlamda meşruiyet Sudan ordusunda kalmaya devam ediyor. Sudan ordusu, Sudan'ın Birleşmiş Milletler’deki (BM) resmi koltuğunu elinde tutuyor ve bir devlet kurumu olarak görülmeye devam ediyor.”

Orduya uluslararası destek

Sudan ordusunun HDK'dan çok daha fazla uluslararası siyasi destek gördüğü açık. İran, Sudan ordusuna silah ve insansız hava araçları (İHA) tedarik ederek, HDK'nın savaşta ilerleme kaydettiği ve Afrika'nın üçüncü büyük ülkesinde başkent Hartum da dahil olmak üzere daha fazla toprağın kontrolünü ele geçirdiği bir dönemde dengeleri değiştirdi.

vfgth
Sudan'ın başkenti Hartum'un 800 kilometre doğusundaki çöldeki Ariab altın madeni, 3 Ekim 2011 (AFP)

Bu güçlü dış destek, Sudan ordusunun son zamanlarda elde ettiği zaferlerle taçlandırıldı. Mart ayında Hartum'un kontrolünü geri alan ve kısa süre sonra aynı adı taşıyan eyalet üzerindeki hakimiyetini güçlendiren ordu ayrıca HDK'dan, ihracat gelirlerinin önemli bir kaynağı ve Sudan'ın büyük bir kısmına gıda sağlayan başlıca tarım merkezi olan el-Cezire eyaletinin kontrolünü de geri aldı.

Tehdit Değerlendirme ve Değişim Ağı'nda (RANE) Sahra Altı Afrika Güvenlik Analisti Hellen Abatoni Muzungu, konuyla ilgili Al Majalla’ya yaptığı değerlendirmede, “HDK'nın varlıkları önemli gelirler sağlasa da Sudan ordusu limanlar, finans kurumları, tarım arazileri ve devlet altyapısı üzerindeki kontrolü, ona daha güçlü bir stratejik temel sağlıyor” dedi.

Afrika'nın üçüncü büyük altın üreticisi olan Sudan’da bu kıymetli metal Darfur'un Libya, Çad ve Orta Afrika Cumhuriyeti ile olan sınırlarından kaçak olarak getiriliyor.

Sudan ordu, bu yıl hükümetini önemli bir ticaret yolu olan Kızıldeniz'deki Port Sudan'dan Hartum'a taşımayı planlıyor. Bu, ordunun üstünlüğünü sağlamak için atılan sembolik bir adım. Şehir harabeye döndükten sonra bu taşınma konusunda şüpheler var.

Darfur’dan altın kaçakçılığı

Çatışmaların yoğun olduğu ve kıtlık riskinin arttığı el-Faşir şehri hariç, Batı Darfur eyaleti şu anda HDK'nın kontrolü altında bulunan en önemli bölgelerden biri. HDK, bölgedeki sivillere karşı yıllarca süren ve yüzbinlerce kişinin ölümüne ve milyonlarca kişinin yerinden edilmesine neden olduğu düşünülen zulümlerin ardından, 2017 yılından bu yana Kuzey Darfur'daki altın madenleri üzerindeki kontrolünü sıkılaştırmış durumda.

Eski Cumhurbaşkanı Ömer el-Beşir'in iktidarı döneminde Darfur, isyancılarla aynı etnik gruba mensup kişilere karşı yürütülen yakıp yıkma kampanyasından büyük zarar gördü. O dönemde Cancavid milisleri olarak bilinen HDK, belirli toplulukları hedef alarak onlara sürekli hava saldırıları düzenledi.

dft
Başkent Hartum'un kuzeydoğusundaki Sudan çölünde bir altın madeni üretim hattında çalışan Sudanlı bir adam, 3 Ekim 2011 (AFP)

Burhan ve Hamideti, 2019 yılının nisan ayında Beşir’i devirmek için güçlerini birleştirdi ve onun 30 yıllık diktatörlüğüne son verdi. Ancak üç yıl sonra, aynı ay içinde, ikisi birbirine düşman oldu. O zamandan beri savaşın finansmanı için altın kaçakçılığı yapıldığına inanılıyor.

Şarku’l Avsat’ın Al Majalla’dan aktardığı analize göre Afrika’nın üçüncü büyük altın üreticisi olan Sudan’da bu kıymetli metal Darfur'un Libya, Çad ve Orta Afrika Cumhuriyeti ile olan sınırlarından kaçak olarak getiriliyor. HDK, bu metali ‘uluslararası pazarlar aracılığıyla yurt dışına kaçak olarak çıkarmakla’ suçlanıyor.

“RANE Sahra Altı Afrika Güvenlik Analisti Muzungu:

HDK'nın Kordofan üzerindeki kontrolünü güçlendirmesinin, mali tabanını ve siyasi etkisini genişletmesi, paralel hükümet yapılarını güçlendirmesi, çıkmazı derinleştirmesi ve Sudan ordusunun ulusal otorite iddiasını zayıflatacağı düşünülüyor.

Sudan ordusu geçtiğimiz haziran ayında Libya komutanına sadık savaşçıların HDK ile birlikte çatışmalara katıldığını duyurdu. Kenya, bu yılın başlarında HDK ve destekçilerinin kontrol ettikleri bölgeleri yönetmek üzere sözde birlik hükümetini ilan eden bir anlaşma imzaladıkları bir toplantıya ev sahipliği yaptı.

Kordofan’ın stratejik önemi ve petrol

Kordofan, Sudan ordusunun kontrolündeki Hartum eyaleti ile HDK'nın kontrolündeki Darfur arasında yer alıyor. Son aylarda, iki tarafın petrol zengini olan bu eyaletin kontrolünü ele geçirmek için rekabet etmesi nedeniyle, bölge şiddetli çatışmalara sahne oluyor. HDK şu anda Kordofan'ın kuzey, batı ve güney bölgelerini kontrol ediyor.

Sudan ordusu Kordofan'da galip gelirse, bu durum onları Darfur'daki HDK kalelerini tehdit edecek güçlü bir konuma getirecek. Eğer aksi bir durum olur ve HDK eyaletin kontrolünü ele geçirirse, Hartum'un kontrolünü geri kazanmaya bir adım daha yaklaşmış olacak.

gthy
Sudan’ın başkenti Hartum'un kuzeydoğusundaki Ariab çölündeki bir maden ocağından toplanan altın parçaları, 3 Ekim 2011 (AFP)

Muzungu, HDK'nın Kordofan eyaleti üzerindeki kontrolünü güçlendirmesinin (ki zaten büyük bir kısmını kontrol ediyor) mali tabanını ve siyasi nüfuzunu genişleteceğini, bunun da paralel hükümet yapılarını güçlendireceğini, çıkmazı derinleştireceğini ve Sudan ordusunun ulusal otorite iddiasını zayıflatacağını söyledi.

Kordofan'ın kontrolü, Sudan'ın petrol arzının büyük bir kısmının kontrolü anlamına da geliyor. Dr. Krieg, Kordofan'daki petrol sahalarının kontrolünün, pratik açıdan güç dengesini kesinlikle değiştireceğini belirtti. Petrol, Sudan'ın en önemli stratejik kaynağı olmaya devam ediyor, çünkü sadece iç tüketime yakıt sağlamakla kalmıyor, aynı zamanda ekonomisi neredeyse tamamen Sudan'ın boru hatları üzerinden kuzeye ham petrol pompalamaya bağlı olan Güney Sudan’dan transit ücretleri de elde ediyor.

Dr. Krieg: Sudan’ın toplumsal yapısı Libya’dan daha karmaşık. Kabile ağları, etnik milisler ve değişen ittifaklar, doğu-batı arasında net bir ayrışma olasılığını ortadan kaldırıyor. Sudan, birden fazla derebeyliğe bölünme riskiyle karşı karşıyadır.

Sudan’ı geçen bir boru hattı, Kızıldeniz kıyısına 150 bin varilden fazla petrol taşıyor.

Dr. Krieg, sözlerini şöyle sürdürdü:

“Port Sudan'a petrol akışının kesintisiz olmasını garanti edebilen taraf, hem ulusal hem de bölgesel düzeyde daha güçlü bir müzakere pozisyonuna sahip olacaktır. Orta ve uzun vadede, bu kontrol daha büyük bir diplomatik etkiye dönüşebilir. Güney Sudan gibi komşu ülkeler ve Çin gibi uluslararası yatırımcılar, petrol üretimini sürdüren otoriteyle anlaşmak zorunda kalacaklar. Bu durum, doğudaki petrol terminallerinin kontrolünün uluslararası tüccarları Bingazi'deki ayrılıkçı yönetimle anlaşmaya zorladığı Libya'daki deneyimi hatırlatıyor.”

Sudan umudunu yitirirken Libya senaryosu mu tekrarlanacak?

Libya, Muammer Kaddafi rejiminin 2011 yılında devrilmesinden ve öldürülmesinden bu yana, biri BM tarafından tanınan Trablus'ta, diğeri Temsilciler Meclisi’nin (TM) desteklediği Bingazi'de olmak üzere iki yönetim tarafından yönetiliyor.

 Her hükümet farklı varlıkları kontrol ediyor. Sudan'daki iki rakip hükümet uzun süre kutuplaşmış pozisyonlarını sürdürürse, bu bölünme benzer bir durum yaratacak ve siyasi geçiş ve ekonomik toparlanmayı neredeyse imkansız hale getirecek bir senaryo ortaya çıkacaktır. RANE’den Muzungu, “Her iki taraf da kesin bir zafer elde edemezse, kaynakların ve toprakların bu bölünmesi kalıcı hale gelecek ve iki rakip hükümetin yıllarca bir arada var olmasına yol açacak” yorumunda bulundu.

dfgt
Kuzey Darfur eyaletinin başkenti el-Faşir’deki hayvan pazarından çıkan yangından dumanlar yükseliyor, 1 Eylül 2023 (AFP)

Sudan’daki savaş on binlerce kişinin hayatına mal oldu, 12 milyondan fazla insanı yerinden etti ve 30 milyondan fazla insanı gıda yardımına muhtaç bıraktı. Ayrıca ekonomiyi de çok kötü bir duruma düşürdü. Mevcut durum uzun süre devam ederse, Libya'daki ikilemle benzer şekilde daha da kötüye gitmesi kaçınılmaz olacak.

Sudan'daki sosyal yapı, kabile ağları, etnik kökenli milisler ve değişken ittifaklar nedeniyle Libya'dakinden daha karmaşık olduğunu düşünen Dr. Krieg, bu durum, doğu ile batı arasında net bir ayrım yapılmasını zorlaştırıyor. Sudan, iki uyumlu devletin ortaya çıkması yerine, her biri farklı kaynaklara ve dış destekçilere dayanan çok sayıda feodal beyliğe bölünme riskiyle karşı karşıya.

Dr. Krieg’e göre bu anlamda, Libya ile yapılan karşılaştırma Sudan krizinin derinliğini yansıtmayabilir, zira Sudan sadece iki paralel hükümetle karşı karşıya değil, aynı zamanda rakip savaş ağalarının kaynakları tükettiği uzun süreli bir kaos olasılığıyla da karşı karşıya.


Suveyda'dan gelen yerinden edilmiş Suriyelilere yönelik eğitim, bazı Lübnanlı güçler arasında hoşnutsuzluk yaratıyor

Geçtiğimiz çarşamba günü Beyrut'tan ülkelerine dönüş yolculuğunda olan Suriyeli kadınlar ve çocuklar (EPA)
Geçtiğimiz çarşamba günü Beyrut'tan ülkelerine dönüş yolculuğunda olan Suriyeli kadınlar ve çocuklar (EPA)
TT

Suveyda'dan gelen yerinden edilmiş Suriyelilere yönelik eğitim, bazı Lübnanlı güçler arasında hoşnutsuzluk yaratıyor

Geçtiğimiz çarşamba günü Beyrut'tan ülkelerine dönüş yolculuğunda olan Suriyeli kadınlar ve çocuklar (EPA)
Geçtiğimiz çarşamba günü Beyrut'tan ülkelerine dönüş yolculuğunda olan Suriyeli kadınlar ve çocuklar (EPA)

Lübnan hükümetinin, yasal ikamet izni olmayan Suriyeli öğrencilerin devlet okullarına kaydolmasına izin verme kararı, Lübnan Kuvvetleri ve Özgür Yurtsever Hareket partileri arasında öfkeye yol açtı. Bu partiler, bu tür kararların ‘Suriyeli mültecilerin ülkelerine dönmelerine katkıda bulunmadığını, aksine Lübnan'da kalmalarını teşvik ettiğini’ düşünüyor.

Yeni kararlar

Lübnan hükümeti 9 Ekim'de, geçerli prosedürlere uygun olarak kendi adlarına veya velilerinden birinin adına oturma izni alma yahut yenileme sürecini başlatmış olan Suriyeli öğrencilerin, bunu kanıtlamak için Devlet Güvenlik Genel Müdürlüğü tarafından düzenlenmiş resmi bir belge sunmaları koşuluyla okula kayıt yaptırmalarına izin veren 19 sayılı kararı yayınladı.

Eğitim Bakanı Rima Karami 15 Ekim'de, hükümetin belirlediği koşulları karşılamayan öğrencilerin bile, kendileri için özel bir dosya oluşturulup Devlet Güvenlik Genel Müdürlüğü'ne iletilmesi şartıyla kayıt yaptırmalarına izin veren bir mutabakat metni yayınladı. Mutabakat metni ayrıca, Suriyeli öğrencilerin her zaman öğleden sonra derslerine katılmalarına izin verilmiş olmasına rağmen, ortaokul öğrencilerinin sabah derslerine kaydolmalarına da izin verdi.

XSDFRGT
Lübnan Eğitim Bakanı Rima Karami (Lübnan Ulusal Haber Ajansı – NNA)

Eğitim Bakanı cumartesi günü, mutabakat metninin ‘Bakanlar Kurulu'nun, hükümetin hiçbir bakanının itirazı olmaksızın oybirliğiyle kabul ettiği kararı yansıttığını’ doğruladı. Bakan, ‘projeyi Bakanlar Kurulu'na sunmadan önce inceleyen komitede farklı mezheplerden bakanların yer aldığını ve tüm görüşlerin dinlendiğini’ belirtti.

Karami, bu kararın ‘Lübnan'ın ulusal ve uluslararası taahhütlerine uygun olarak öğrencilerin eğitim hakkını garanti ettiğini ve (onlar hakkında bir veri tabanı oluşturarak) Suriyeli mültecilerin ülkelerine dönüşünü kolaylaştırmaya, sosyal ve insani riskleri azaltmaya ve geri dönenlerin resmi sertifikalara erişimini kolaylaştırmaya, ayrıca gayri resmi eğitimi düzenlemeye ve kontrol etmeye katkıda bulunduğunu’ ifade etti.

Suveydalı öğrenciler

Hükümetin kararı ve Eğitim Bakanlığı'nın mutabakat metni, son olayların ardından Suveyda vilayetinden kaçan Suriyeli öğrencileri kabul etmek için alınmış gibi görünüyor. İlerici Sosyalist Parti, çoğu Dürzi topluluğundan olan bu öğrencilerin Lübnan'da akademik yıla kaydolabilmeleri için ilgili yetkililerle önemli çabalar sarf etti.

DFRGT
Lübnan'daki Suriyeli mülteciler ülkelerine dönmeye hazırlanıyor. (EPA)

İlerici Sosyalist Parti Medya Komisyonu tarafından yapılan açıklamaya göre, hükümetin kararı ‘İlerici Sosyalist Parti'nin, yerinden edilmiş öğrencilerin resmi eğitime kaydolmalarını ve öğrenme gibi temel haklarından mahrum bırakılmamalarını sağlamak için yaptığı dikkatli takibin sonucudur.’

Kayıt dönemi bu ayın sonunda sona ereceğinden, mevcut akademik yıl için kaç Suriyeli öğrencinin kayıt yaptıracağı henüz belli değil.

‘Eğitime yönelik bir tehdit’

Güçlü Cumhuriyet Bloğu Milletvekili Razi el-Hac, hükümetin ‘ülkede yasadışı olarak bulunan Suriyelilerin anavatanlarına geri dönmeleri için bir plan sunduğunu’ hatırlatarak bu yeni önlemleri kınadı. Plan, 2025 yılı sonuna kadar geçerli oturma izni veya yasal statüsü olmayan tüm Suriyelilerin Lübnan'da yasadışı olarak bulundukları kabul edileceğini açıkça belirtmişti. El-Hac, “Hükümetin son kararı Suriyelilerin ülkelerine dönüşüne katkıda bulunmayacak” dedi.

El-Hac Şarku’l Avsat'a verdiği demeçte şu ifadeleri kullandı: “Lübnan Kuvvetleri'nin bakanlarının bu karara çekinceleri var... Sorun, bu kararın daha da ileri giderek, her zaman sadece Lübnanlı öğrencilere ayrılmış olan sabah döneminde Suriyeli öğrencilerin kaydolmasına izin vermesidir. Bu, Lübnan'da kamu eğitimi için ayrılan fonların neredeyse tamamen durduğu bir dönemde, devlet okullarına ek bir maliyet ve yük getiriyor ve bu da Lübnanlı öğrencilerin devlet okullarını terk etmesine yol açabilir.”

Özgür Yurtsever Hareket

Özgür Yurtsever Hareket'in milletvekilleri ve liderleri, hükümet ve Eğitim Bakanı'nın yanı sıra Lübnan Kuvvetleri bakanlarına karşı da şiddetli bir kampanya başlattılar. Çünkü onların bu karara onay verdiklerini ve itiraz etmediklerini ifade ediyorlar.

Güçlü Lübnan Bloğu Milletvekili Sezar Ebi Halil, “Suriyeli mültecileri devlet okullarına kaydetme kararı skandaldır. Bu adım, gizli yeniden yerleştirme politikasının devamıdır. En kötüsü de Lübnan Kuvvetleri bakanlarının, mültecilerin ülkelerine geri dönmelerini sağlayacak bir plan için baskı yapmak yerine, bu kararı kabul edip sessiz kalmalarıdır” şeklinde konuştu.

ZXCDFG
Geçtiğimiz çarşamba günü Beyrut'tan ülkelerine dönüş yolculuğunda olan Suriyeli kadınlar ve çocuklar (EPA)

Aynı bloğun üyesi Edgard Traboulsi, “Bu kararlar, Suriyelilerin yerinden edilmesini pekiştirecek ve uzatacak; Suriye'den başka kişilerin de çocuklarını Lübnan okullarına kaydettirmesine yol açacak. Oysa artık Lübnan'da kalmaları için hiçbir gerekçe kalmadı” ifadelerini kullandı. Özgür Yurtsever Hareket Başkan Yardımcısı Naci el-Hayek, bu kararları ‘Lübnan'a, Lübnanlı öğrencilere ve fiilen eğitim almayan Suriyelilere karşı bir suç’ olarak nitelendirdi. El-Hayek, “Suriye güvenli hale geldi ve yatırımlar burada başlamadan önce orada başladı. Biz ise onlara Lübnan'da kalmaları için teşvikler veriyoruz” dedi.

El-Hayek Şarku’l Avsat'a verdiği demeçte, “Yerinden edilmişlerin ülkelerine dönme zamanı geldi ve artık burada kalmaları için hiçbir gerekçe yok. Ne tür tavizlerin verildiği belirsiz ve Suriyelileri Lübnan'da hangi ittifakın tuttuğunu anlamak mümkün değil” ifadesini kullandı.

İnsani kriz

Öte yandan, Demokratik Buluşma Bloğu üyesi Dr. Bilal Abdullah, hükümetin kararına karşı yürütülen kampanyaya şaşırdığını belirterek, “Bu karar, Suveyda'daki olaylar ve İsrail ajanlarının kışkırttığı yerinden edilme ve katliamların yol açtığı büyük insani krizi çözmek için alındı” dedi. Abdullah, Şarku’l Avsat'a yaptığı açıklamada, bu kararın ‘öğrencilerin küçük bir kesimini etkilediğini’ kaydetti.

DRT
Suveyda'daki olaylar sırasında Beyrut'ta düzenlenen genişletilmiş Dürzi toplantısında konuşan Velid Canbolat (Şarku’l Avsat)

Abdullah sözlerini şöyle sürdürdü: “Konu şu anda Suriye yetkilileriyle siyasi olarak ele alınsa da, çözümün insani bir boyutu da var; Suriyeli mültecilerin Lübnan'da eğitim görmelerine olanak sağlanması. Lider Velid Canbolat'ın bölgeyi parçalama planına karşı çıkmasına kızan kişiler olmadığı sürece, bu konu fazla abartılmamalı.”

UNICEF'in tutumu

Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu (UNICEF) Lübnan Temsilcisi Marcoluigi Corsi, ‘Eğitim ve Yükseköğretim Bakanlığı'nın Lübnan'daki tüm çocukların statülerine bakılmaksızın eğitime erişebilmelerini sağlamak için gösterdiği çabaları’ memnuniyetle karşıladı. Corsi, Şarku’l Avsat'a yaptığı açıklamada, bu adımın ‘her çocuğun kaliteli eğitim alma temel hakkını gerçekleştirmede önemli bir adım’ olduğunu söyledi.

Corsi, “UNICEF ve bağışçı ortakları, Eğitim için Güven Fonu (TREF) aracılığıyla Eğitim ve Yükseköğretim Bakanlığı'na destek vermeye devam edecek. Bu destek, resmi eğitim sisteminin güçlendirilmesi, eğitim materyallerinin sağlanması, öğretmenlerin eğitilmesi ve özel ihtiyaçları olan çocuklar, mülteciler ve en savunmasız gruplar dahil olmak üzere Lübnan'daki tüm çocuklar için kapsayıcı, güvenli ve kaliteli öğrenme ortamlarının sağlanmasını içermektedir” ifadelerini kullandı.


Gazze’de ateşkesi sarsan şiddetli sarsıntılar

İsrail’in Gazze'nin güneyindeki Han Yunus'a düzenlediği hava saldırısında yaralanan yaralı bir çocuğu Nasır Hastanesi'ne taşıyan Filistinli bir adan (AP)
İsrail’in Gazze'nin güneyindeki Han Yunus'a düzenlediği hava saldırısında yaralanan yaralı bir çocuğu Nasır Hastanesi'ne taşıyan Filistinli bir adan (AP)
TT

Gazze’de ateşkesi sarsan şiddetli sarsıntılar

İsrail’in Gazze'nin güneyindeki Han Yunus'a düzenlediği hava saldırısında yaralanan yaralı bir çocuğu Nasır Hastanesi'ne taşıyan Filistinli bir adan (AP)
İsrail’in Gazze'nin güneyindeki Han Yunus'a düzenlediği hava saldırısında yaralanan yaralı bir çocuğu Nasır Hastanesi'ne taşıyan Filistinli bir adan (AP)

Gazze’de ateşkes anlaşmasının yürürlüğe girmesinin üzerinden henüz iki hafta geçmemişken şiddetli sarsıntılar yaşandı. İsrail ordusu, Hamas'ı ‘İsrail askerlerine karşı saldırı düzenlemekle’ suçladıktan sonra (Gazze Şeridi'nin güneyindeki) Refah’ta birkaç hava saldırısı düzenledi. Saldırıda en az 33 kişi öldü. İsrail ordusu dün akşam yaptığı açıklamada, Refah'ta meydana gelen ‘ciddi’ bir olayda Nahal Tugayı'ndan bir subay ve bir askerin öldüğünü duyurdu.

Ancak İsrailli bir güvenlik yetkilisi ateşkesin kurtarılmasına gerek olmadığını söyledi. İbranice yayın yapan haber sitesi Ynet'e açıklamalarda bulunan yetkili, saldırıların anlaşmayı zedeleyecek bir tepki olmadığını, bu yüzden endişelenecek bir durum olmadığını belirtti. Olayın anlaşmanın çöküşü değil, bir neden-sonuç ilişkisi olduğunu vurgulayan yetkili, “Bir ihlal oldu ve cezası kesildi” ifadelerini kullandı.

İsrailli yetkili, saldırıların Gazze Şeridi'nin güneyindeki Refah kentinde Hamas'ın üç ayrı silahlı çatışmada ateşkesi ihlal etmesinin ardından gerçekleştiğini iddia etti.

İsrail ordusu, askerlerinin Filistinli silahlı gruplar tarafından saldırıya uğramasının ardından Refah şehrine hava saldırıları düzenlediğini açıkladı.

DY
İsrail'in pazar günü Gazze Şeridi'nin orta kesimlerindeki el-Bureyc Mülteci Kampı’ndaki bir binayı hedef alan hava saldırısının ardından yükselen dumanlar (AFP)

İsrail hükümeti, Refah'ta saldırı düzenleyeceğini duyurduktan sonra bir toplantı düzenledi. İsrail Savunma Bakanı Yisrael Katz, toplantının ardından yaptığı açıklamada, ordunun Gazze Şeridi'ndeki Hamas hedeflerine karşı ‘güçlü bir şekilde harekete geçme’ talimatı aldığını açıkladı. Katz, İsrail askerlerinin üzerine ateş açılması veya ateşkesin ihlali durumunda Hamas’ın ‘ağır bir bedel ödeyeceği’ uyarısında bulundu.

Hamas’ın ‘İsrail askerlerini korumaya ve onlara zarar gelmesini önlemesi gerektiğini’ zor yoldan da olsa öğreneceğini söyleyen Katz, “Hamas bu mesajı anlamazsa, yanıt daha da sert olacak” ifadelerini kullandı.

İletişimi kesilmiş

Ancak Hamas'ın askeri kanadı İzzettin el-Kassam Tugayları dün sabah, Refah bölgesinde herhangi bir olay veya çatışma hakkında bilgisi olmadığını, çünkü bu bölgelerin işgal kontrolü altındaki kırmızı bölgeler olduğunu açıkladı. Ayrıca, bu yıl mart ayında savaşın yeniden başlamasından bu yana bölgede kalan gruplarla iletişimin kesildiğini kaydetti.

Öte yandan İsrailli yetkili, Tel Aviv'in ‘saldırıları gerçekleştirmeden önce ABD'yi önceden bilgilendirdiğini’ belirterek, Gazze'deki ateşkes anlaşmasının uygulanmasını izleme mekanizması çerçevesinde Washington ile yapılan koordinasyona atıfta bulundu.

DFRG
Gazze Şeridi'nin güneyindeki Han Yunus'ta İsrailli rehineleri Kızılhaç'a teslim eden Hamas üyeleri, 13 Ekim 2025 (Reuters)

Bu gelişmeler, ABD Dışişleri Bakanlığı'nın cumartesi akşamı ‘Hamas'ın yakında Gazze'deki sivillere karşı bir saldırı planladığına dair güvenilir raporlar’ olduğunu belirten sert açıklamasının hemen ardından yaşandı. Washington bunu ‘ateşkesin ihlali’ olarak değerlendirdi.

Hamas, ABD’nin suçlamalarını reddederken anlaşmaya bağlı olduğunu vurguladı ve İsrail'i Filistinlilere karşı sürekli ihlallerde bulunmakla suçladı.

Hamas tarafından yapılan açıklamada, “İsrail’in bu iddiaları yanıltıcı propagandasıyla tamamen uyumlu. Tüm bunlar işgalci İsrail’in halkımıza karşı işlediği suçları ve sistematik saldırılarını sürdürmesi için bir bahane oluşturuyor” ifadeleri yer aldı.

Ebu Şebab Grubu

İsrail ve Hamas'ın çatışma noktaları ve kayıplar hakkında kesin bir açıklama yapmaması üzerine, İsrailli yerleşimcilere yakın medya platformları, saldırının öncelikle İsrail tarafından desteklenen, Yasir Ebu Şebab liderliğindeki ve Refah'ın doğusunda faaliyet gösteren silahlı bir gruba yönelik olduğunu bildirdi.

İbranice yayın yapan bazı platformlara göre İsrail güçleri Ebu Şebab ve grubunun bulunduğu bölgeyi koruyor ve bu yüzden bölgeye saldıran Hamas üyeleriyle İsrail ordusu arasında çatışma yaşandı.

Hamas, bu bilgileri teyit etmezken ABD'nin açıklamasına verdiği yanıtta ve anlaşmanın ihlal edildiği iddialarını reddederek, “Yaşananlar tam tersini ortaya koyuyor. Cinayetler işleyen, insan kaçıran, yardım kamyonlarındaki malzemeleri çalan ve Filistinli sivillere karşı soygunlar yapan suç çetelerini kuran, silahlandıran ve finanse eden işgalci İsrail’dir. Görüntüler ve videolar aracılığıyla suçlarını kamuoyuna itiraf ederek, işgalci İsrail’in kaos yayma ve güvenliği bozma faaliyetlerine karıştığını doğruladılar” ifadelerini kullandı.

ABD yönetimine ‘işgalci İsrail’in yanıltıcı söylemlerini tekrarlamayı bırakması ve ateşkes anlaşmasını defalarca kez ihlal eden İsrail’i durdurmaya odaklanması’ çağrısında bulunan Hamas, bu ihlallerin başında, İsrail’in söz konusu çetelere destek vermesinin ve kontrolü altındaki bölgelerde onlara güvenli sığınak sağlamasının geldiğini vurguladı.

Hamas heyeti Kahire'de

Öte yandan Hamas dün akşam, Halil el-Hayya başkanlığındaki bir heyetin Kahire'ye ulaştığını ve heyetin arabulucular, gruplar ve Filistin güçleriyle ateşkes anlaşmasının uygulanmasını takip edeceğini duyurdu.

Hamas bir başka açıklamada, geçtiğimiz hafta imzalanan ateşkes anlaşmasının İsrail tarafından onlarca kez ihlal edildiğini belgelediğini söyledi. Anlaşmanın tüm şartlarını ‘harfiyen ve anlaşma ruhuna uygun olarak’ uygulamaya tamamen bağlı olduğunu vurgulayan Hamas, Arabuluculara, İsrail'in ‘ateşkese yönelik ağır ihlallerini’ durdurmak için müdahale etmeleri çağrısında bulundu.

FRT
Hamas'ın önde gelen liderlerinden Halil el-Hayya, 8 Ekim’de Mısır'ın Şarm eş-Şeyh kentinde Gazze'de ateşkes anlaşmasının açıklanmasından önce yapılan toplantıda konuşurken (Kahire el-İhbariyye)

Açıklamada, İsrail'in ateşkesin ilk gününden itibaren sivillere karşı korkunç suçlar işlediğini belirten Hamas, anlaşmanın imzalanmasından bu yana 46 Filistinlinin öldürüldüğünü ve 132 Filistinlinin de yaralandığını, bunların yarısının kadın, çocuk ve yaşlılar olduğunu vurguladı.

Bu tür saldırıları, ateşkes anlaşmasını baltalamak ve Gazze Şeridi'ndeki insani durumu istikrarsızlaştırmak için kasıtlı bir girişim olarak değerlendiren Hamas, İsrail'i ‘anlaşmada belirtilen sarı çizgiyi aşarak ve topçu ve insansız hava aracı (İHA) saldırıları ile sivillerin evlerine dönmelerini engelleyerek güvenlik hükümlerini ihlal etmekle’ suçladı.

Hamas, İsrail'i ayrıca ‘birçok temel gıda maddesinin girişini engellemek ve yakıt ve gaz tedarikini anlaşılan miktarın yüzde 10'unun altına düşürmekle’ de suçladı.

Hamas, İsrail’in altyapının yeniden inşasını engellediğini, tıbbi ekipman, ambulans ve inşaat malzemelerinin girişini önlediğini, ayrıca mahkumların serbest bırakılmasını geciktirdiğini ve onlara kötü muamelede bulunup işkence yaptığını belirtti.

HYU
İsrail'in Gazze’de ateşkes ve esir takası anlaşması kapsamında iade ettiği Filistinlilerin cenazeleri için el-Bureyj Mülteci Kampı’nda düzenlenen cenaze töreninden bir kare (AFP)

Hamas, İsrail’den teslim aldığı 150 Filistinlinin cesetlerinin bazılarının elleri bağlı olduğunu, bazılarında ise ‘asılma ve ezilme’ izleri bulunduğunu, bunun da ‘uluslararası hesap verebilirlik gerektiren bir savaş suçu’ olduğunu kaydetti. Hamas, İsrail'i ‘anlaşmanın bozulmasından veya çökmesinden tamamen sorumlu’ olan tarafın olacağını vurgulayarak arabuluculara, İsrail'i imzalanan anlaşmalara uymaya zorlamaları çağrısında bulundu.