İsrail’in ‘suikast listesinde’ yer alan İslami Cihad liderleri kimler?

İslami Cihad’ın önde gelen liderlerinden Halid Mansur ve diğer Filistinlilerin cenaze töreni (Reuters)
İslami Cihad’ın önde gelen liderlerinden Halid Mansur ve diğer Filistinlilerin cenaze töreni (Reuters)
TT

İsrail’in ‘suikast listesinde’ yer alan İslami Cihad liderleri kimler?

İslami Cihad’ın önde gelen liderlerinden Halid Mansur ve diğer Filistinlilerin cenaze töreni (Reuters)
İslami Cihad’ın önde gelen liderlerinden Halid Mansur ve diğer Filistinlilerin cenaze töreni (Reuters)

İsrail ordusunun İslami Cihad kuzey bölgesi lideri Teysir el-Caberi’yi öldürülmesinin ardından İslami Cihad liderlerinden Halid Mansur, Ziyad el-Mudallal ve Rifat Şeyh el-Eyd de son iki gün içerisinde öldürüldü.
İsrail’in hazırladığı ve çok sayıda liderin yer aldığı ‘suikast listesinde’ yer alan liderler kimler?

İslami Cihad güney bölgesi komutanı Halid Mansur
İsrail, Mansur’a suikast düzenlemeye kararlıydı ve bunu gerçekleştirmek için çok sayıda füze kullandı ve çok sayıda evi yok etti.
İsrail Başbakanı Yair Lapid, İslami Cihad’ın en çok aranan liderlerinden biri olarak tanımlanan Mansur’un öldürülmesinde elde edilen ‘başarıyla’ övündü.
Harekete 1988 yılında orta öğrenim döneminde katılan Mansur, İsrail tarafından askerler ve yerleşimcilerin ölümüne yol açan operasyonların beyni olarak görülüyordu.
Şu ana kadar, en tehlikelisi 2014’te olan suikast girişimlerinden kıl payı kurtulan Mansur, Ortak Harekat Odası liderlerinden biri olmasının yanı sıra Kudüs Tugayları Askeri Meclisi üyesiydi.

İslami Cihad kuzey bölgesi komutanı Teysir el-Caberi
Caberi, üç yıl önce Baha Ebu el-Atta’nın evine düzenlenen hava saldırıyla öldürülmesinden sonra Kuzey Tugayı’nın liderliğini üstlendi.
1980’lerde gençlik yıllarında harekete katılan Caberi, Gazze İslam Üniversitesi’nde okurken hareketin öğrenci kolu başkanlığı ve operasyon departmanı da dahil olmak üzere çeşitli pozisyonlarda yükseldi.
İsrail, en sonuncusu geçen yıl olmak üzere birkaç kez ona suikast düzenlemeye çalıştı. Cuma günü Gazze merkezindeki evine düzenlenen hava saldırısıyla bu kez öldürmeyi başardı.

İslami Cihad Hareketi Genel Sekreteri Ziyad en-Nehale 
Şu ​​anda Tahran’da ikamet eden Nehale, İranlı yetkililere ve Lübnan Hizbullah’ına çok yakın bir isim.
1953 tarihinde Gazze’de dünyaya gelen Nehale, 1971’de tutuklandı ve İsrail’e karşı hareket etmekten ömür boyu hapis cezasına çarptırıldı. 1985’te Celile anlaşması olarak bilinen ünlü takas anlaşmasıyla serbest bırakıldı.
İslami Cihad Hareketi’nin ilk askeri kanadının kuruluşuna katılan Nehale, aynı yıl Lübnan’ın güneyine sınır dışı edilmeden önce 1988’de tekrar tutuklandı.
Ekim 1995’te Genel Sekreter Fethi Şikaki’nin öldürülmesinden sonra, Hareketin Şura Konseyi, genel sekreter olarak Ramazan Şallah’ı ve yardımcısı olarak da Nehale’yi seçti.
ABD Dışişleri Bakanlığı, 2014 yılında Ziyad en-Nehale’yi terör listesine aldı ve hakkında bilgi vereceklere veya yakalanmasına yardım edeceklere 5 milyon dolar ödül vadetti.
Nehale, Şallah’ın hastalanmasının ardından 2018’de İslami Cihad’ın liderliğini devraldı.

İslami Cihat Hareketi’nin askeri kanadının komutanı Ekrem Acuri
Nehale’nin yardımcısı olan Acuri şu anda Şam’da yaşıyor ve İran Devrim Muhafızları’na çok yakın bir isim.
Gazze’de dünyaya gelen Acuri, daha sonra Suriye’ye yerleşti.
İsrail, 13 Kasım 2019’da Şam’daki evini hedef alarak suikast düzenlemeye çalıştı.
Şam’ın Mezze bölgesindeki evine düzenlenen hava saldırısında kendisi sağ kalsa da, oğlu hayatını kaybetti.
İsraillilere göre, hakkında fazla bilgi olmayan Acuri biraz gizemli bir figür.
İsrail medyası, Acuri’nin öncelikli olarak İslami Cihad füzelerinin geliştirilmesinden sorumlu olduğunu ve harekete önemli ölçüde İran askeri desteği sağladığını öne sürdü.
İsrail’in hedef alınacaklar listesinde İslami Cihad Siyasi Bölüm Başkanı Muhammed el-Hindi, Ahmed el-Mudallal ve Halil Batş gibi diğer yetkililerinin isimleri de var.

Etkili bir İsrail silahı: Suikastlar
Mansur ve Cebari’nin öldürülmesi, İsrail’in en etkili silahlarından biri olarak gördüğü suikast politikasına ışık tuttu.
İsrail’de yurt dışı operasyonlarının arkasındaki el Mossad ve iç istihbarat teşkilatı Şin Bet bu suikastları gerçekleştirmek için çalışıyor.
İsrail, Filistinlilerle yaşanan çatışma sırasında Batı Şeria ve Gazze Şeridi’nin yanı sıra Arap ve Avrupa ülkelerinde askeri ve siyasi yetkililere, aydınlara, büyükelçilere, aktivistlere ve yazarlara suikast düzenledi.
Bunlardan en öne çıkanı, 1988 yılında Tunus’ta öldürülen Halil el-Vezir idi.
Filistin lideri Yaser Arafat’ın yardımcısı Vezir, Fetih hareketindeki ilk askeri yetkiliydi.
1973’te Fetih hareketinin üst düzey liderleri olan Kemal Advan, Kemal Nasır ve Yusuf El Neccar Lübnan’da düzenlenen suikast ile öldürüldü.
El Fetih’in İsrail’deki özel operasyonlar şefi Ali Hasan Salame 1979’da Beyrut’ta, 2000’de Filistin Halk Kurtuluş Cephesi Genel Sekreterliği’ne seçilen Ebu Ali Mustafa ise 2001’de Ramallah’taki ofisine yönelik saldırıda öldürüldü.
Hamas’ın kurucusu Şeyh Ahmed Yasin, 2004 yılında Cuma namazından sonra camiden çıktığı sırada öldürüldü. Aynı yıl suikast düzenlenen hareketin önde gelen lideri Abdulaziz er-Rantisi de yaşamını yitirdi.
2012’de Kassam Tugayları Başkomutan Yardımcısı Ahmed Caberi, 2019’da ise Kudüs Tugayları komutanı Baha Ebu el-Atta öldürüldü.
İsrail bu silahı sadece Filistinlilere karşı değil, düşman olarak gördüğü diğer örgütlere karşı da kullandı.
1992’de Lübnan’da Hizbullah Genel Sekreteri Abbas Musavi’yi ve 2008’de Suriye’de Hizbullah komutanı İmad Muğniye’yi öldürdü.
Irak, İran ve Sudan’ın çeşitli yerlerinde İsrail’in parmağı olduğuna inanılan başka suikastlar da var.
1987’de ilk intifadanın patlak vermesinden bu yana İsrail bu silahı kullandı, aktivistleri sahada öldürmeye başladı ve ardından ikinci intifadada bunu geliştirdi.
İsrail, savaş zamanlarında veya diğer belirli zamanlarda etkinleştirilen bir suikast listesi hazırlıyor.
İsrail medyası, suikastın bir sonraki hedefi olarak İslami Cihad Hareketi Genel Sekreteri Ziyad en-Nehale ve hareketin askeri kanadının komutanı Ekrem Acuri’ye odaklandı.
Buna ilişkin ima, İsrail Savunma Bakanı Benny Gantz’ın Demir Kubbe sistemlerinin yer aldığı bir tesise yaptığı ziyaret sırasında dile getirdiği açıklamalarda görüldü.
İslami Cihad Hareketi’nin yurt dışındaki yöneticilerinin bedel ödeyecekleri tehdidinde bulunan Gantz, “Yurtdışında restoranlarda oturan, Tahran, Suriye ve Lübnan’daki otellerde kalan İslami Cihad’ın liderleri halklarından kopuk” dedi.
Bu liderlerin şiddetin artması nedeniyle Gazze sakinlerinin geçim kaynaklarına ciddi şekilde zarar verdiğini söyleyen Gantz, onların da bedel ödeyeceklerini söyledi.
İsrail ordusundan bir sözcü ise bugün yaptığı açıklamada, mevcut çatışmanın sadece Gazze ve Batı Şeria’yı değil, diğer alanları da içerdiğini söyledi ve “Ulaşacağımız hedeflerimiz var” dedi.



Trump, Putin'i Ukrayna'daki savaşı sona erdirmeye zorlamak için yeni bir strateji mi benimsedi?

Görsel: AFP/Al Majalla
Görsel: AFP/Al Majalla
TT

Trump, Putin'i Ukrayna'daki savaşı sona erdirmeye zorlamak için yeni bir strateji mi benimsedi?

Görsel: AFP/Al Majalla
Görsel: AFP/Al Majalla

Samir İlyas

ABD Başkanı Donald Trump, başkan seçilmesinden neredeyse bir yıl sonra Rusya'nın Ukrayna'ya yönelik savaşını sona erdirememesi üzerine, son haftalarda yaptığı açıklamalar ve attığı adımlarla Rusya'ya baskı uygulama yaklaşımında değişiklik sinyalleri verdi. Öte yandan nükleer silahlarla ilgili açıklamaların artmasıyla birlikte Moskova ve Washington, kendi nükleer silahlarının caydırıcı gücünü teyit etmek için füze testleri gerçekleştirdi, nükleer savaş başlıkları taşıyabilen belirli silah türlerini modernize etti ve tam ölçekli nükleer testlerin yeniden başlatılması olasılığının önünü açtı. Her iki tarafın da nükleer silahların konuştuğu bir üçüncü dünya savaşının patlak vermesi tehdidini önlemek için Ukrayna’daki savaşın çözülmesi gerekiyor. Ayrıca iki süper güç arasındaki son büyük stratejik denge ve silah kontrol anlaşması olan ve önümüzdeki şubat ayında sona erecek Yeni START Anlaşması’nın uzatılması da dahil olmak üzere çeşitli mutabakat ve anlaşmalara varmak için ‘gerilimi tırmandırarak azaltma’ ilkesini kullanması olasılığı da söz konusu.

İkinci kez Beyaz Saray'da başkanlık koltuğuna oturduğundan beri dikkat çekici bir değişiklik gösteren Trump, Rusya merkezli Rosneft ve Lukoil enerji şirketlerine yaptırım uygulama kararı aldı. Trump, 16 Ekim'de Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ile ‘çok verimli’ olarak nitelendirdiği bir telefon görüşmesinin ardından, 22 Ekim’de ‘Rusya ile Ukrayna arasındaki bu utanç verici savaşı sona erdirme olasılığını görüşmek’ üzere Budapeşte'de yapılması önerilen Rusya-ABD zirvesini iptal etme kararıyla gözlemcileri şaşırttı. Trump, NATO Genel Sekreteri Mark Rutte ile yaptığı görüşmede “Başkan Putin ile görüşmeyi iptal ettik. Bunun uygun olmadığını düşündüm” dedi. Görüşmede istenen hedefe ulaşacaklarına inanmadığını belirten Trump, bu yüzden görüşmeyi iptal ettiğini, ancak bunu gelecekte gerçekleştireceklerini vurguladı. Durma noktasına gelen müzakerelerden duyduğu hayal kırıklığını dile getiren Trump, “Açıkçası, tek söyleyebileceğim, Vladimir (Putin) ile her konuştuğumda iyi sohbetler yapıyoruz, ancak sonra hiçbir sonuç çıkmıyor” dedi.

Öyle görünüyor ki ABD, Rusya'yı müzakere masasına geri döndürmek için uygulanan ekonomik baskıya güveniyordu. Rus yetkililerin tekrarladığı talepler ve koşullar bu baskıdan daha ağır basıyordu. Bu talepler ve koşullar, Ukrayna'nın tamamen ‘teslim olması’ ve Avrupa'nın İkinci Dünya Savaşı'ndan bu yana ilk kez zorla siyasi haritasında bir değişikliği kabul etmesini gerektiriyordu. Yaşlı Kıta’ya ve dünyaya, Rusya'nın çıkarlarını dikkate alan ve NATO'nun genişlemesini engelleyen yeni bir güvenlik sistemi dayatacaktı. Trump yönetimi, eş zamanlı olarak başta Çin ve Hindistan olmak üzere Rusya üzerinde etkisi olan güçlerle, onları Rusya’dan petrol satın almayı sürdürmekten vazgeçirmek, Kremlin'i ateşkesi kabul etmeye zorlamak ve bazı tavizler sunmak amacıyla bir diyalog ve müzakere süreci başlattı.

Trump, Washington'da Orta Asya ülkelerinin liderleriyle yaptığı zirvede, Kremlin'in ‘arka bahçesi’ olarak görülen bu ülkelerle ekonomik ve yatırım iş birliğini güçlendirmeyi amaçladı.

Trump, geçtiğimiz cuma günü Washington’da Orta Asya liderleriyle düzenlenen zirvede Kremlin'in ‘arka bahçesi’ olarak görülen ve geleneksel olarak Rusya ve Çin'in nüfuz alanı olarak kabul edilen bu ülkelerle ekonomik ve yatırım iş birliğini güçlendirmeye çalıştı. Trump, bu ülkelerin siyasi, güvenlik ve ekonomik ilişkilerini çeşitlendirme ihtiyacını ve terör korkularını ve birçoğuna karşı Ukrayna deneyiminin tekrarlanma olasılığını, ABD'yi on yıllardır ihmal ettiği bir bölgede yeniden kilit oyuncu haline getirmek için kullandı. Trump, Belarus’u ve Belarus lideri Alexander Lukaşenko’yu kazanmaya yönelik girişimlerde bulunduğuna dair dikkat çekici bir hamle ile Belarus'tan tutukluların serbest bırakılması için müzakerelere yardımcı olan John Cole'u Minsk'e özel temsilci olarak atadı. Trump, tutukluları serbest bıraktığı için ‘saygıdeğer’ Belarus Devlet Başkanı Lukaşenko’ya teşekkür etti. Öte yandan ABD Hazine Bakanlığı, birkaç gün önce, Belarus'un ulusal havayolu şirketi Belavia’ya uygulanan kısıtlamaları kaldırarak, Lukaşenko'nun kullandığı başkanlık uçağıyla ilgili işlemlerin yapılmasına izin verdi. Tüm bu adımlar, 2020 başkanlık seçimleri sonuçlarının manipüle edildiği ve protestocuların bastırıldığı suçlamalarının ardından Washington ve Brüksel'in Belarus'a uyguladığı yıllarca süren izolasyon ve yaptırımlardan sonra, Minsk'e kademeli olarak açılmanın devamı niteliğindeydi.

Uyarı ateşi

Rusya’nın küçük bir nükleer motorla sınırsız uçabilen ‘Burevestnik’ füzesinin ve yine nükleer motorla çalışan ‘Poseidon’ kruvazörünün test edildiğini duyurmasının ardından Trump, ekim ayı sonlarında sosyal medya platformu Truth Social üzerinden yaptığı bir paylaşımda, ABD Savunma Bakanlığı’na ‘karşılıklı olarak’ nükleer testlere başlanması talimatı verdiğini duyurdu. Paylaşımında ayrıca bu sürecin ‘derhal’ başlaması gerektiği belirten Trump, kararın ‘diğer ülkeler tarafından yürütülen test programları çerçevesinde’ alındığını açıkladı.

Ukrayna, Rusya ile yapılacak herhangi bir görüşme veya müzakerenin savaşın baskısı altında yapılmaması ve sonuçlarının Rusya'nın lehine önceden belirlenmemesi gerektiğine inanıyor.

ABD, 5 Kasım'da nükleer savaş başlıkları taşıyabilen ‘Minuteman III’ adlı kıtalararası balistik füzenin testini gerçekleştirdi. Trump'ın kararlarının, ülkesinin olası bir gerilime hazır olduğu ve yanıt vermek yahut ilk saldırıyı gerçekleştirmek için birçok araca sahip olduğu mesajını verdiği açıktı. Bununla birlikte hem Rusya hem de ABD, yıkıcı bir silahlanma yarışına girmenin ilk tercihleri olmadığını ve dünyada yaygın yıkıma neden olabilecek sorunları çözmenin en iyi yolunun müzakereler olduğunu belirten mesajlar göndermeye devam etti.

Trump'ın son kararları Rusya'yı zorlu seçimlerle karşı karşıya getiriyor. ABD, askeri açıdan Ukrayna'ya Rusya'nın 2 bin 500 kilometre derinliğindeki hedefleri vurabilecek Tomahawk füzeleri tedarik etmesine karşı çıkmasına rağmen, gerekirse Rusya'ya karşı tırmanışa geçmeye ve acı verici bir şekilde yanıt vermeye hazır olduğunu da teyit ediyor. Siyasi açıdan ise Budapeşte’deki zirvenin iptal edilmesi, Trump'ın, Putin'in sözlerden eyleme geçmesini ve en azından mevcut savaş hattı boyunca ateşkes dahil olmak üzere, bir çözüme katkıda bulunacak tavizler vermesini istediğini gösteriyor. Ekonomik açıdan da Trump'ın yaptırımları Rusya ekonomisinin kalbine darbe vuruyor. Rusya’nın devlet kontrolündeki petrol devi Rosneft'in ülkenin en büyük petrol şirketi olduğunu ve Rus petrolünün yüzde 40'ını (2024'te günde 5,2 milyon varil) ürettiğini söylemek yeterli. Lukoil ise günde yaklaşık 1,6 milyon varil ile ikinci sırada geliyor.

sdfrgt
ABD Başkanı Donald Trump ve Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, ABD'nin Alaska eyaletine bağlı Anchorage kentindeki Elmendorf-Richardson Ortak Üssü'nde bir araya geldi, 15 Ağustos 2025 (Reuters)

Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov ile Marco Rubio arasındaki telefon görüşmesi, zirvenin ertelenmesinde belirleyici bir rol oynamış olabilir. Rubio, Moskova'nın ciddi tavizler vermek istemediğini sezmiş gibi görünüyor. Bu yüzden zirveyi iptal etmeyi önermiş ve Trump'ı, Kremlin'i tavrını yumuşatmaya zorlayabilecek bir ‘uyarı ateşi açma’ görevi görecek yaptırımlar uygulamaya teşvik etmiş olabilir.

Karmaşıklıklar ve anlaşmazlıklar

Savaşı sona erdirmek için öncelikler konusunda Moskova ile Kiev arasında var olan derin görüş ayrılıkları, çözüm çabalarının başarısızlıkla sonuçlanmasına yol açtı. Ukrayna siyasi bir çözüm için ön koşul olarak ateşkes anlaşmasına varılmasında ısrar ederken, Rusya sahada gerilimin azaltılması için kapsamlı bir anlaşma yapılması gerektiğini savunuyor. Kiev, Rusya ile yapılacak herhangi bir görüşme veya müzakerenin savaşın baskısı altında yapılmaması ve sonuçlarının Rusya'nın lehine önceden belirlenmemesi gerektiğine inanıyor. Öte yandan Moskova, kapsamlı bir barış anlaşması sağlanmadan önce ateşkesin, Rusya'nın taleplerini ve koşullarını karşılaması ve çatışmanın temel nedenlerini çözeceğini düşünüyor. Bu da Kiev'e askeri kapasitesini yeniden inşa etme ve savaşı uzatma fırsatı verebilir.

Rusya'nın inkarlarına rağmen, Putin'in toprak takası fikrini açık bir taahhüt olmaksızın, yalnızca bir müzakere taktiği olarak ortaya atmış olması ihtimali zayıf.

Avrupa, resmi tamamlamak için Putin'in zaferinin ve sınırları zorla değiştirmedeki başarısının, Kremlin'in Moldova, Estonya, Letonya ve Litvanya gibi diğer ülkelere askeri müdahale iştahını kabartacağından korkuyor.

Budapeşte'nin zirve yeri olarak seçilmesi, Macaristan Başbakanı Viktor Orban’ın Kremlin ile yakın ilişkisi nedeniyle Kiev ve büyük Avrupa başkentlerinden eleştiri alsa da yer seçimi bir engel teşkil etmedi. Öyle ki Ukrayna Devlet Başkanı Volodimir Zelenskiy, ilerlemedeki yavaşlık ve ağır insan kayıplarına rağmen, Donetsk, Zaporijya ve Harkiv bölgelerinde açıkça Moskova'nın lehine gelişen savaşı sona erdirmek için Budapeşte'de yapılması önerilen zirveye Trump ve Putin ile birlikte katılmaya hazır olduğunu açıklamıştı.

Rusya’nın savaşın temel nedenlerini ele almaktaki ısrarcılığına rağmen, Trump'ın Budapeşte'de bir zirve düzenleme önerisini neye dayandırdığı tam olarak bilinmiyor. Zira Moskova'nın son dönemdeki tutumu değişmemişti.

rtr56y
ABD Hava Kuvvetleri, Kaliforniya'daki Vandenberg Hava Kuvvetleri Üssü'nde geliştirme amaçlı bir test sırasında patlamaya yol açmayan bir Minuteman III kıtalararası balistik füzesi fırlattı, 5 Şubat 2020 (AFP)

Washington Post, Wall Street Journal (WSJ) ve diğer bazı ABD gazeteleri tarafından aktarılan sızıntılar doğruysa, ayrıntılarla ve uzun tartışmalarla ilgilenmeyen Trump, daha önce Özel Temsilcisi Steve Witkoff'un başına geldiği gibi Putin'in önerilerini yanlış anladı ve Rubio’nun zirve hazırlıklarına katılması, Rusya'nın gerçek tutumunu ortaya çıkardı. Batı basını, Putin’in Trump’a, Donetsk ve Luhansk'tan oluşan Donbas bölgesi üzerinde tam kontrol sağlaması karşılığında Zaporijya ve Herson bölgelerinin bir kısmını ilke olarak Ukrayna’ya devretmeye hazır olduğunu söylediğini bildirdi. Şarku’l Avsat’ın al Majalla’dan aktardığı analize göre bu öneri, Putin'in Alaska’daki zirvede açıkladığı Rusya’nın taleplerinde bir geri adım ve ‘diplomatik olarak geliştirilebilecek olası esnekliğin’ bir göstergesiydi. Ancak Kremlin, bu sızıntıları derhal yalanladı ve çatışmanın temel nedenlerini ele alan bir anlaşmaya varıldıktan sonra ateşkes için sunduğu toprak talepleri ve öne sürdüğü koşulların geçerliliğini koruduğunu vurguladı.

Rusya’nın inkârına rağmen, Putin'in herhangi bir net taahhüt olmaksızın, sadece bir müzakere taktiği olarak toprak takası fikrini gerçekten önermiş olabileceği ihtimali göz ardı edilemez. Zaporijya ve Herson bölgelerinin devredilmesinin, Rusya’nın savaşının ana stratejik hedeflerinden biri olan, Moskova’nın 2014 yılında ilhak ettiği Kırım Yarımadası ile Rusya toprakları arasında bir kara koridoru oluşturma hedefiyle çelişeceği iyi biliniyor.

Budapeşte’deki zirvenin ertelenmesiyle, ABD’nin uzlaşı çabaları, Alaska zirvesini rayından çıkaran aynı çıkmazı aşmak için yapılan tüm girişimlerin başarısızlıkla sonuçlanmasının ardından, başlangıç noktasına geri döndü. Washington, coğrafi konum Alaska'dan Budapeşte'ye değişmiş olsa da eski hesaplamaların ve pozisyonların tekrarlandığı kapalı bir müzakere ortamıyla karşı karşıya kaldı.

Budapeşte’deki zirvenin yapılamayıp girişimin başarısız olması, diplomatik yolun güç dengelerinin esiri olmaya devam ettiğini ve gelecekteki herhangi bir anlaşmanın ancak tüm taraflar, savaşı sürdürmenin maliyetinin potansiyel kazançlarından daha ağır bastığını fark ettiğinde sonuç vereceğini ortaya koydu.

Füze testleri yapma ve Rosneft ile Lukoil'e yaptırım uygulama kararları, bu hamlenin pozisyonlarında gerçek bir değişiklik mi yoksa sadece siyasi koşulların dayattığı zorunlu bir yeniden konumlanma mı olduğu konusunda soru işaretleri yaratıyor. Budapeşte’deki zirvenin başarısızlığı ve ardından Washington’da yaşanan keskin iç eleştiriler sonrasında Trump, müzakere kanalları yoluyla bir atılım elde edemediği diplomatik başarısızlığını telafi etmek amacıyla, Moskova'ya karşı sert tutumunu gösteren ve Kremlin'e karşı hoşgörülü olduğu yönündeki suçlamaları önleyen pratik adımlarla siyasi dengesini yeniden sağlamaya çalıştı. Yaptırımlar uygulayarak da hem Amerikalılara hem de Avrupa’daki müttefiklerine, ABD’nin halen Rusya'yı caydırmak ve Ukrayna meselesinde inisiyatifi yeniden ele geçirmek için askeri, siyasi ve ekonomik araçları kullanma kapasitesine sahip olduğu mesajını vermek istedi.

dfrgt
Rusya tarafından Kiev’de füze ile hedef alınan bir gıda deposu, 25 Ekim 2024 (AFP)

Öte yandan Trump’ın son hamlelerinin, son birkaç haftadır sergilediği inişli çıkışlı tutumunun bir uzantısı olduğu ve uzlaşı arzusu ile kararlı görünme çabası arasında tereddüt ettiğini ortaya koyduğu da düşünülebilir. Dolayısıyla yaptırımlara başvurmasının stratejik bir değişiklikten çok, Avrupa'nın Trump'ın dayatmaya çalıştığı siyasi rotayı değiştirmeye çalıştığı bir senaryoda, çok taraflı çözüm seçeneğini yeniden canlandırarak ve istenen çözümü şekillendirmede Avrupa'nın rolünün merkezi önemini vurgulayarak, kendisini yeniden konumlandırmak için gerekli bir girişim olduğu anlaşılabilir bir durum.

Açık uçlu sonuçlar ve iç içe geçmiş olasılıklar

Ukrayna'da yaşanan gerilim, Trump ve Putin'in Alaska’da gerçekleştirdikleri zirveden bu yana tırmanmaya devam ediyor. Rusya ordusu ilerleme kaydederek daha fazla toprak işgal etmeyi başardı. Balistik füzeler ve İHA’larla Ukrayna'nın enerji sektörünün çoğunu tahrip ederek halkın günlük hayatını zorlaştırdı ve bazı tavizler verilerek savaşın sona erdirilmesini isteyenlerin sayısını artırdı. Bu durum Avrupa için de maliyeti artırıyor. Bir yandan Ukrayna'ya ekonomik ve askeri destek için ödenecek fatura yükselirken, diğer yandan Ukrayna, savaşın başlamasından bu yana kaçan milyonlarca insanın yanı sıra yüzbinlerce Ukraynalı için de güvenli bir sığınak olarak görülmeye başlıyor.

Budapeşte’deki zirvenin yapılamayıp girişimin başarısız olması, diplomatik yolun güç dengelerinin esiri olmaya devam ettiğini ve gelecekteki herhangi bir anlaşmanın ancak tüm taraflar savaşı sürdürmenin maliyetinin potansiyel kazançlarından daha ağır bastığını fark ettiğinde sonuç vereceğini ortaya koydu. Rusya ve ABD’nin oyalanarak zaman kaybetmedikleri, aksine siyasi, ekonomik ve askeri güçlerini toplayarak ve felaketin eşiğinde oynayarak birbirlerine baskı uygulamaya çalıştıkları açık. Durum ne kadar ciddi olursa olsun Trump'ın başkanlığı döneminde alıştığımız gibi, yeni sürprizlerin yaşanması ihtimali de var. Örneğin, sadece Ukrayna'daki sorunları değil, güvenlik ve Dünya'daki yaşamın devamı ile ilgili sorunları da çözmek için Putin ile yeni bir zirve önerisiyle gelebilir. Çünkü Trump, istenen çözümlerin kendisine gelecek yıl Nobel Barış Ödülü için reddedilmeyecek bir adaylık kartı kazandırmasını umuyor.

*Bu analiz Şarku’l Avsat tarfından Londra merkezli al Majalla dergisinden çevrilmiştir.


ABD-Çin ilişkileri: Şu anda nerede ve nereye doğru gidiyor?

ABD Başkanı Donald Trump ve Çinli mevkidaşı Şi Cinping (AFP)
ABD Başkanı Donald Trump ve Çinli mevkidaşı Şi Cinping (AFP)
TT

ABD-Çin ilişkileri: Şu anda nerede ve nereye doğru gidiyor?

ABD Başkanı Donald Trump ve Çinli mevkidaşı Şi Cinping (AFP)
ABD Başkanı Donald Trump ve Çinli mevkidaşı Şi Cinping (AFP)

Nebil Fehmi

Donald Trump'ın 30 Ekim'de Güney Kore'de Şi Cinping ile yaptığı görüşmenin sonuçları, en azından Trump'ın görev süresinin geri kalanında ABD-Çin ilişkileri üzerindeki potansiyel etkisi nedeniyle geniş çaplı bir ilgi görüyor. Göstergeler, her iki tarafın da gerginliği azaltarak ve temkinli ilerleyerek durumu yönetme arzusunda olduğunu gösteriyor.

 

Bilhassa Trump'ın gümrük tarifelerini daha da yükseltmesi ve diğer ticari önlemleri artırmasının ardından, her iki tarafın da halihazırdaki güçlü ve zayıf yönleri üzerinde duruluyor. Bunlar arasında Çin'in ABD’den soya fasulyesi alımlarını durdurması ve yarı iletkenlerin, silah sistemlerinin, otomobillerin ve hatta akıllı telefonların üretimi için gerekli olan ağır nadir toprak elementleri üzerindeki kontrolü yer alıyor. Bu arada Trump, Çin'in eş zamanlı uluslararası ve yerel ekonomik zorluklarla karşı karşıya olduğunun ve bunun bilhassa gelişmiş yapay zekâ çiplerinin ihracatı yeniden başlarsa ve ABD Tayvan'a askeri desteğini çekerse, kapsamlı bir ekonomik mücadeleye girme isteğini azaltabileceğinin farkında.

Kovid-19 pandemisi dönemi hariç, son on yılda Çin'i neredeyse düzenli olarak ve 2025 yazının başından bu yana da üç kez ziyaret ettim. Görüşmeler büyük ölçüde jeopolitik nitelikteydi ve katkılarımın odağında öncelikle küresel düzen ve Ortadoğu vardı, ancak ABD ile ilişkiler hem Çinliler hem de Amerikalılar için önemli bir ilgi noktası. Bu nedenle, Çin-Amerikan ilişkilerini daha derinlemesine inceleme ihtiyacı hissettim.

ABD-Çin ilişkileri; düşmanca mı yoksa rekabetçi mi? Bu sorunun cevabı, kişinin güvenlik, ekonomi, teknoloji veya ideoloji gibi çalıştığı alana bağlı olarak önemli ölçüde değişiyor. Aslında, iki ülke arasındaki gerilimler her ikisinin de karmaşık bir karışımı; özünde rekabetçi, ancak ulusal güvenlik ve siyasi kimlik söz konusu olduğunda genellikle düşmanca bir davranışa dönüşüyor.

2022 ABD Ulusal Güvenlik Stratejisi, Çin'i “uluslararası düzeni yeniden şekillendirme niyetine ve giderek artan bir şekilde bu güce sahip tek rakip” olarak tanımlıyor. Bu, etkileşim ve entegrasyonu vurgulayan önceki formülasyonlardan önemli bir sapmayı temsil ediyor. Strateji, teknoloji, ekonomik nüfuz ve askeri hazırlıkta “Çin'i geride bırakma” ihtiyacının altını çiziyor.

Pentagon'un Ulusal Savunma Stratejisi de bunu yansıtıyor ve Çin'i ABD'nin askeri modernizasyonu ve stratejik planlamaları konusunda “ivme belirleyici meydan okuma” olarak nitelendiriyor. Obama'nın “Asya'ya yönelme”sinden Trump'ın “stratejik rekabeti” ve Biden'ın “bağları koparmak yerine riskleri azaltma” çağrısına kadar, birbirini takip eden ABD yönetimleri temel bir konuda hemfikirler: Çin artık küreselleşmede bir ortak değil, sistemik bir rakiptir.

Pekin'in resmi dili daha diplomatik olsa da niyeti aynı derecede açık. Çin'in ulusal güvenlik ve savunma alanı ile ilgili resmi belgelerinde, egemenliğin ve toprak bütünlüğünün korunmasının ve “Çin ulusunun büyük ölçekli yenilenmesinin” altı çizilmektedir. Bu belgeler, ABD'yi Çin'in yükselişini kontrol altına almaya çalışan, içişlerine (özellikle Tayvan, Hong Kong ve Güney Çin Denizi) müdahale eden ve böylece Soğuk Savaş zihniyetini sürdüren bir taraf şeklinde göstermektedir. Ancak bu belgeler aynı zamanda Çin'in “hegemonya peşinde koşmadığı” ve “insanlık için ortak geleceğe sahip bir toplumu” desteklediği konusunda ısrar ederek, barışçıl niyeti yansıtırken, stratejik kararlılığı da haklı göstermektedir.

1990'lardan bu yana ABD-Çin ilişkileri büyük ölçüde etkileşim ve karşılıklı bağımlılıkla karakterize edilmiştir. Washington, Çin'in Dünya Ticaret Örgütü'ne (2001) katılımını memnuniyetle karşıladı ve ekonomik entegrasyonun siyasi ılımlılığı teşvik edeceğini varsaydı. 2008 küresel finans krizi, Çin milliyetçiliğinin yükselişi ve ABD'nin fikri mülkiyet hırsızlığı ve teknoloji transferi konusundaki artan endişeleri, bu tonlamayı değiştirdi.

21. yüzyılın ilk on yılında, ticaret anlaşmazlıkları, yaptırımlar ve Huawei tartışması daha derin bir güvensizliği somutlaştırdı. Kovid-19 salgını ve yanlış bilgilendirmeyle ilgili karşılıklı suçlamalar, pozisyonları daha da sertleştirdi. Günümüzde ise ikili ajanda, ekonomik, teknolojik, askeri ve ideolojik olmak üzere tüm stratejik alanlarda rekabeti kapsıyor.

Ekonomik alanda rekabet baskın, ancak düşmanca eğilimler de artıyor. ABD, gelişmiş yarı iletkenlere ihracat kontrolleri uyguladı, yabancı yatırımlarla ilgili incelemelerini sıkılaştırdı ve nadir toprak elementleri ve ilaçlar gibi kritik sektörlerde Çin tedarik zincirlerine olan bağımlılığı azaltmaya çalıştı. Pekin, kendi yabancı yaptırım karşıtı yasasını çıkardı, bazı temel madenlerin ihracatına kısıtlamalar getirdi ve “çifte dolaşım” stratejisi kapsamında kendi kendine yeterliliği hızlandırma çabalarını sürdürdü.

Teknolojik hakimiyet, merkezi öneme sahip sayılıyor. Washington, (Japonya, Güney Kore ve Tayvan ile) Chip 4 gibi ittifaklar kurarak inovasyon ve icat alanındaki üstünlüğünü korumaya çalışırken, Çin'in “Made in China 2025” planı robotik, yapay zeka ve yeşil enerji alanlarında liderliği hedefliyor. Her iki taraf da teknolojik bağımlılığı stratejik bir zafiyet olarak görüyor, bu da ekonomik rekabeti yarı güvenlik mücadelesine dönüştüren bir duruş.

Rekabetin düşmanca davranışlara en çok yaklaştığı nokta ise askeri boyut. ABD, özellikle Tayvan ve Güney Çin Denizi konusunda Çin saldırganlığını caydırmak için tasarlanmış Hint-Pasifik stratejisi, QUAD (Japonya, Hindistan, Avustralya ve ABD) ile AUKUS (Birleşik Krallık, Avustralya ve ABD) aracılığıyla ittifaklarını ve ortaklıklarını sürdürüyor. Çin ise donanmasını genişletti, yapay adalarını güçlendirdi, nükleer cephaneliğini modernize etti ve Tayvan yakınlarında sık sık askeri tatbikatlar gerçekleştirdi. Her iki tarafın savunma önlemleri, diğeri için kışkırtıcı görünüyor.

“Stratejik felsefe” arasındaki fark yanlış anlamaları derinleştiriyor. Sun Tzu'nun “Savaş Sanatı”nda vücut bulan geleneksel Çin düşüncesi, sabrı, aldatmayı ve dolaylı avantajı, yani savaşmadan kazanmayı önemsiyor. Bu yaklaşım, Pekin'in uzun vadeli stratejisini teyit ediyor; açık bir çatışma yerine ticaret, diplomasi ve ekonomik kaldıraç yoluyla kademeli etki.

Buna karşılık, Amerikan “stratejik kültürü” genellikle “anlaşma sanatı” mantığını yansıtır. Trump'ın nüfuz, görünür güç ve anlaşmaya dayalı müzakerelere odaklanması, hızlı ve somut kazanımlar arayan daha anlık ve sonuç odaklı bir yaklaşım ortaya koyuyor. Bu iki zihniyet -biri örtülü, diğeri aleni- etkileşime girip çatıştıkça, yanlış anlamalar çoğalıyor. Şarku’l Avsat’ın Independent Arabia’dan aktardığı analize göre Washington, Çin'in kademeli tavrını manipülasyon olarak görebilirken, Pekin Amerikan açık sözlülüğünü provokasyon olarak görebiliyor.

İdeoloji de rekabeti şekillendiriyor. Trump'tan önce, ABD kendisini uzun süre liberal demokrasinin ve kurallara dayalı düzenin savunucusu olarak tanımlarken, Çin Komünist Partisi bu çerçeveyi Batı'nın bir egemenlik aracı olarak görüyordu. Şi Cinping liderliği, parti egemenliği ve ideolojik disiplin konusundaki Marksist-Leninist vurguyu yeniden canlandırırken, ABD’li yetkililer rekabeti giderek daha fazla “demokrasi ve otoriterlik” arasında bir rekabet olarak nitelendiriyor.

İç siyaset bu ayrışmayı pekiştiriyor. ABD'de Çin'e yönelik partizan şüphecilik yoğunlaştı ve hem Demokratlar hem de Cumhuriyetçiler ticaret, güvenlik ve insan hakları konusunda daha sert duruşları destekliyor. Çin'de ise milliyetçilik ve tarihsel aşağılanmayla ilgili anlatılar, Amerikan baskısına karşı dik durmanın siyasi zorunluluğunu vurguluyor.

Binaenaleyh, her iki taraf da kendi iç hedef kitlesine diğeriyle aynı şekilde hitap ediyor ve bu da uzlaşma alanını daraltıyor.

Artan sürtüşmeye rağmen, her iki taraf da açık bir çatışmanın felaketle sonuçlanacağının farkında. Ekonomileri iç içe geçmiş durumda; Çin, aralarında ABD'nin önemli müttefiklerinin de bulunduğu 120'den fazla ülkenin en büyük ticaret ortağıyken, ABD Çin'in birincil ihracat noktası, teknoloji ve finans kaynağı olmaya devam ediyor. Küresel zorluklar (iklim değişikliği, pandemiler, finansal istikrar ve nükleer silahsızlanma) hâlâ iş birliği gerektiriyor.

Dolayısıyla, kontrollü rekabet bir motto haline geldi. Washington “güvenlik bariyerlerinden” bahsederken, Pekin “karşılıklı saygı ve barış içinde bir arada yaşama” çağrısında bulunuyor. Ancak güvensizlik kökleşmiş durumda ve iş birliği çabaları bile rekabetçi bir bakış açısıyla değerlendiriliyor.

Günümüz ABD-Çin ilişkileri, ara sıra yaşanan düşmanlık patlamaları ile sürekli rekabetin bir karışımıdır. Bu patlamalar karşılıklı caydırıcılık, ekonomik bağımlılık, rekabetin kaçınılmaz olduğu, ancak doğrudan çatışmanın kendi kendini yenilgiye uğratmak olduğu ortak bilinci tarafından sınırlandırılıyor.

Sun Tzu'nun da dediği gibi, “Savaşın en büyük sanatı, düşmanı savaşmadan alt etmektir.” Ve Amerikan pragmatizminin de belirttiği gibi, en iyi anlaşma her iki tarafı da ayakta tutan anlaşmadır. ABD-Çin ilişkilerinin geleceği, liderlerinin bu iki felsefeyi ne kadar iyi uzlaştırabildiğine bağlı olacaktır.

*Bu analiz Şarku’l Avsat tarafından Independent Arabia’dan çevrilmiştir.


Şukri el-Kuvvetli'den Ahmed eş-Şara'ya Suriye-ABD ilişkileri

Görsel: Axel Rangel García
Görsel: Axel Rangel García
TT

Şukri el-Kuvvetli'den Ahmed eş-Şara'ya Suriye-ABD ilişkileri

Görsel: Axel Rangel García
Görsel: Axel Rangel García

Sami Mubayyed

Suriye, ABD Başkanı Donald Trump ile Suriye Cumhurbaşkanı Ahmed eş-Şara arasında 14 Mayıs 2025 tarihinde Riyad'da Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Selman’ın katılımıyla gerçekleşen tarihi görüşmenin ardından bugün bir dönüm noktasında bulunuyor. Trump ve Şara, geçtiğimiz eylül ayında New York'ta düzenlenen Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurul toplantıları sırasında ikinci kez bir araya geldi. İki lider arasındaki üçüncü görüşme ise bugün Beyaz Saray'da gerçekleştirilecek.

Şara’nın ABD ziyareti, Suriye tarihinde bir cumhurbaşkanının Beyaz Saray'ı ilk ziyareti olacak. Muhammed Ali el-Abid, 1932 yılında cumhurbaşkanı olmadan önce, yani 1908'de Osmanlı İmparatorluğu büyükelçisi olarak güven mektubunu sunmak üzere ABD’yi ziyaret etmişti. Nazım el-Kudsi de 1961 yılında cumhurbaşkanı seçilmeden yıllar önce, yani 1944'te büyükelçi olarak bir ziyaret gerçekleştirmişti. Suriye’nin eski cumhurbaşkanlarından Şukri el-Kuvvetli 1958 yılında görevinden ayrıldıktan sonra 1960'lı yılların başlarında ABD’yi ziyaret etti. Ancak bu ziyaretin amacı tıbbi tedaviydi. Houston'da kalan Kuvvetli, Washington'ı ziyaret etmedi. Liderler düzeyindeki zirvelere gelince, Hafız Esed’in iktidarı döneminde birkaç zirve düzenlendi. Bunlar 1974 yılında Şam'da Richard Nixon, 1977 yılında Cenevre'de Jimmy Carter, 1990 yılında yine Cenevre'de George H. W. Bush ile ve 1994'te Şam'da ve 2000'de Cenevre'de Bill Clinton ile gerçekleşen zirvelerdi. Her zirvede, müzakere masasına birkaç önemli konu getirildi ve Suriye'nin dış politikasında radikal bir değişiklik yaşandı. Bugün de Şam'ın DEAŞ’la Mücadele Uluslararası Koalisyon’a (DMUK) katılacağına dair söylentiler artarken, benzer bir durum yaşanıyor.

xcd
Eski Suriye Cumhurbaşkanı Şukri el-Kuvvetli'nin 1948 tarihli bir fotoğrafı (AFP)

Şarku'l Avsat'ın al Majalla’dan aktardığı habere göre 1944 yılında Washington'da Suriye Büyükelçiliği'nin açılmasından bu yana gerçekleşen Suriye-ABD zirvelerinin tarihi kronolojisi:

Gerçekleşmeyen zirve: Kuvvetli-Roosevelt Zirvesi (1945)

Tıpkı günümüzde Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Selman'ın Trump ve Şara’yı Riyad'da bir araya getirmede oynadığı önemli rol gibi, dedesi Kral Abdulaziz de 1945 yılında Mısır'da dönemin Suriye Cumhurbaşkanı Şukri el-Kuvvetli ile ABD Başkanı Franklin Roosevelt'i bir araya getirmeye çalışmıştı. Bu görüşme, Roosevelt'in Yalta Konferansı'ndan dönüşü ve 14 Şubat 1945'te Suudi Arabistan Kralı Abdulaziz ile yaptığı ünlü görüşmenin ardından, iki ülkenin büyükelçiliklerini karşılıklı olarak açmasından bir yıl sonraydı. Suriye cumhurbaşkanı seçilmeden 24 yıl önce, 1908 yılında Osmanlı'nın Washington büyükelçisi iken Başkan Theodore Roosevelt ile görüşen Muhammed Ali el-Abid dışında hiçbir Suriye lideri daha önce bir ABD başkanıyla görüşmemişti. Theodore Roosevelt, 1910 yılının nisan ayında Beyaz Saray'dan ayrıldıktan sonra Şam'a geldi, ancak yerel liderlerle görüşmedi.

Kuvvetli ile Roosevelt arasındaki görüşme, ABD Başkanı’nın sağlık durumunun kötüleşmesi nedeniyle gerçekleşmedi, ancak bu görüşmenin amacı Suriye'yi Birinci Dünya Savaşı'nda müttefiklerin safına çekmekti. Bu amaç, Suriye Cumhurbaşkanı Kuvvetli’nin 17 Şubat'ta İngiltere Başbakanı Winston Churchill ile Suudi Arabistan Kralı Abdulaziz'in ayarladığı görüşmede bir araya geldiğinde gerçekleşti. O gün Suriye, Nazi Almanyası'na savaş ilan etti ve karşılığında aynı ayın sonunda San Francisco'da düzenlenen BM kurucu konferansına katılması için davet edildi.

Suriye-ABD ilişkileri, Roosevelt'in ölümünden sonra ve 1948 Filistin Savaşı sırasında, Şam'ın Soğuk Savaş'ta Sovyetler Birliği ile ittifak kurmaya karar vermesiyle bozuldu. İki ülke arasındaki ikili ilişkiler, 1957'de Kuvvetli'nin son başkanlığı sırasında kesildi ve 1961'de Mısır ile birliğin dağılmasından sonra yeniden başlatıldı. Arap ülkeleri ile İsrail arasında 1967 yılında patlak veren Altı Gün Savaşı sırasında tekrar kesilen ilişkiler, Hafız Esed'in iktidara gelmesinden dört yıl sonra, 1974 haziranında yeniden kuruldu.

Gerçekleşen ilk zirve: Esed-Nixon Zirvesi (1974)

15 Haziran 1974 tarihinde dönemin ABD Başkanı Richard Nixon, bir yandan barış sürecini ilerletmek, diğer yandan Washington'da çalkalanan ‘Watergate’ skandalını örtbas etmek amacıyla, bir ABD başkanının Suriye'ye yaptığı ilk resmi ziyaret kapsamında Şam'ı ziyaret etti. O dönemde ABD, dönemin Mısır Cumhurbaşkanı Enver Sedat ile Arap-İsrail savaşını sona erdirmek için çalışmaya başlamıştı. Nixon, Suriye'nin barış sürecinde ülkesinin ortağı olmasını istiyordu, ancak dönemin Dışişleri Bakanı Henry Kissinger, Esed'e İsrail'in 1967'den beri işgal ettiği Golan Tepeleri'nden çekileceğine dair yazılı bir taahhüt vermeyi reddetti. Ziyaret, iki ülke arasındaki anlaşmazlıkları ortadan kaldırmayı ve diplomatik ilişkileri tam olarak yeniden kurmayı başardı, ancak barış süreci açısından pek bir sonuç elde edemedi. Nixon, Şam ziyaretinden iki aydan kısa bir süre sonra, 8 Ağustos 1974'te görevinden istifa etti.

ABD, Suriye ordusunun Filistinli silahlı örgütleri Lübnan'dan çıkarmak için Lübnan'a girmesine karşı çıkmadı, ancak Esed barış yolunda ilerlemedi ve Mısır Cumhurbaşkanı Sedat'ın Kudüs ziyaretinin önde gelen ve en yüksek sesi çıkaran muhalifi oldu.

İkinci zirve: Esed-Carter Zirvesi (1977)

Hafız Esed, 9 Mayıs 1977'de Gerald Ford'un ardından Beyaz Saray'da başkanlık koltuğuna oturan Jimmy Carter ile Cenevre'deki Intercontinental Otel'de bir araya geldi. Carter, Suriye'yi barış sürecine yeniden dahil etmek istiyordu, ancak Esed'in bu görüşmeye katılmadaki amacı, Müslüman Kardeşler (İhvan-ı Müslimin) ile giderek şiddetlenen gerilimi ve 1976 yılından beri Suriye'nin Lübnan savaşına müdahalesinin yarattığı yansımalar çerçevesinde, iç ve dış politikadaki konumunu güçlendirmekti. ABD, Suriye ordusunun Filistinli silahlı örgütleri Lübnan'dan çıkarmak için Lübnan'a girmesine karşı çıkmadı, ancak Esed barış yolunda ilerlemedi. Bununla birlikte Suriye, Mısır Cumhurbaşkanı Sedat'ın 1977 kasımındaki Kudüs ziyaretinin ve 1978 tarihli Camp David Anlaşmaları’nın önde gelen ve en yüksek sesi çıkaran muhalifi oldu. Carter, 1981 yılında görevinden ayrıldıktan sonra Suriye'ye birkaç ziyaret gerçekleştirdi. 1983 martında Şam'da Esed ile görüşen Carter, ardından 1987 ve 1990 yıllarında Esed ile yeniden bir araya geldi.

Suriye-ABD ilişkileri, Lübnan iç savaşı sırasında iniş çıkışlara tanık oldu. ABD’li yetkililerin Şam'ı defalarca kez ziyaret etmelerine rağmen Esed, Başkan Reagan ile yüz yüze görüşmedi, ancak telefonla görüştü.

Üçüncü zirve: Esed-Bush Zirvesi (1990)

Suriye-ABD ilişkileri, Lübnan iç savaşı sırasında iniş çıkışlara tanık oldu. Donald Rumsfeld ve George Shultz gibi ABD’li yetkililerin Şam'ı defalarca kez ziyaret etmesine rağmen Esed, Başkan Ronald Reagan ile yüz yüze görüşmedi, ancak telefonla görüştü. 1983 yılının ekim ayında Deniz Piyadeleri kışlasına düzenlenen saldırının ardından aynı yılın sonlarında, Suriye'nin Lübnan'daki güçleri ABD ordusu tarafından hedef alındı. 1984 yılının başlarında Suriye, Lübnan'da gözaltına alınan ABD subayı Robert Goodman'ın serbest bırakılması için iş birliği yaptı.

dfrgt
ABD Başkan Donald Trump, Suudi Arabistan'ın başkenti Riyad’da Suriye geçici Cumhurbaşkanı Ahmed eş-Şara ile tokalaşırken, 14 Mayıs 2025 (Suudi Arabistan Kraliyet Divanı/AP)

Daha sonra 1990 ağustosunda dönemin Irak Devlet Başkanı Saddam Hüseyin'in Kuveyt'i işgali ve Saddam’ı Kuveyt’ten çıkarmak için ABD liderliğindeki uluslararası koalisyonun kurulması gibi gelişmeler yaşandı. Riyad'ın talebi üzerine Suriye, Kuveyt ve Suudi Arabistan'ı korumak için bu koalisyona katılmayı kabul etti ve 23 Kasım 1990' tarihinde Esed, Cenevre'de dönemin ABD Başkanı George H. W. Bush ile bir araya geldi. Bu zirve, içeriği ve sonuçları açısından öncekilerden daha önemliydi ve Suriye'nin Kuveyt'i kurtarmak için Çöl Fırtınası Operasyonu'na ve ardından Madrid Barış Konferansı'na resmi olarak katılmasının önünü açtı. Aynı yılın ekim ayında Baabda Sarayı'nda General Mişel Avn'ın yenilgisinden sonra Suriye’ye Lübnan'daki savaşı sona erdirmesi için yeşil ışık yakıldı. Şam, Avn'ın Fransa'ya güvenli bir şekilde gitmesini kabul etti ve ABD, Suriye güçlerinin Lübnan'da kalmasına zımni onay verdi. Birçok kişi bunu, Kuveyt'in kurtarılmasındaki rolünün bir ödülü olarak gördü.

Başkan Clinton, 27 Ekim 1994 tarihinde Suriye'nin başkenti Şam'a ilk ziyaretini gerçekleştirdi. Bu ziyaret, yirmi yıl önce Richard Nixon'ın ziyaretinden sonra bir ABD başkanının Şam'a yaptığı ikinci ziyaret oldu.

Dördüncü Zirve: Esed-Clinton Zirvesi (1994)

Bu zirve, Bill Clinton'ın Cumhuriyetçilerin adayı olarak göreve gelmesinden bir yıl sonra ve 1993 eylülünde Beyaz Saray'da dönemin Filistin Devlet Başkanı Yaser Arafat ile İsrail Başbakanı İzak Rabin arasında arabuluculuk yaptığı Oslo Anlaşmaları'ndan birkaç ay sonra, 16 Ocak 1994 tarihinde gerçekleşti. Zirve, dönemin ABD Başkanı Clinton’a İzak Rabin tarafından, İsrail'in Golan Tepeleri'nden çekileceğine dair açık ve net bir taahhüt verilmesinden sonra barış sürecini ilerletmek amacıyla Cenevre'de düzenlendi. Clinton, zirvede İsrail ile güven inşa etme konusunda ayrıntıları ele aldı, ancak Esed, kendi tarafında herhangi bir girişimden önce çekilmenin gerçekleşmesini istedi. Esed, Suriye'deki Yahudilere uygulanan yasağı kaldırarak, onların İsrail hariç istedikleri herhangi bir yere göç etmelerine izin vermesi yönündeki ABD’nin talebini kabul etti.

Beşinci Zirve: Esed-Clinton Zirvesi (1994)

ABD Başkanı Clinton, 27 Ekim 1994 tarihinde Suriye'nin başkenti Şam'a ilk ziyaretini gerçekleştirdi. Bu ziyaret, yirmi yıl önce Richard Nixon'ın ziyaretinden sonra bir ABD başkanının Şam'a yaptığı ikinci ziyaret oldu. Clinton'ın Şam’ı İsrail ile Ürdün arasındaki savaşı sona erdiren Vadi Araba Anlaşması'nın imzalanmasından iki gün sonra ziyaret etti. Clinton, Suriye ile müzakereleri daha ileri bir aşamaya taşımak için Filistinli silahlı grupların Şam'dan çıkarılması ve Suriye'nin Hizbullah'a verdiği desteğin kesilmesini şart koştu. Her ne kadar önemli bir ilerleme kaydedilmemiş olsa da bu zirve, Hafız Esed'e bölgesel politikada büyük fayda sağladı ve ardından 1999 şubatında Kral Hüseyin'in cenazesi sırasında Clinton ile kısa bir görüşme daha yaptı.

1990'lı yıllarda Suriye-İsrail görüşmeleri, ABD'nin arabuluculuğunda ve Başkan Clinton'ın doğrudan himayesinde gerçekleştirildi.

Altıncı ve son zirve: Esed-Clinton Zirvesi (2000)

1990'lı yıllarda Suriye-İsrail görüşmeleri, ABD'nin arabuluculuğunda ve Başkan Clinton'ın doğrudan himayesinde gerçekleştirildi. Esed, dönemin Suriye Genelkurmay Başkanı Hikmet eş-Şihabi’yi Washington'a göndererek dönemin İsrail Genelkurmay Başkanı General Amon Lipik Şahak ile görüşmesini kabul etti. Ocak 2000'de, dönemin İsrail Başbakanı Ehud Barak ve Suriye Dışişleri Bakanı Faruk eş-Şara, Başkan Clinton'ın katılımıyla Shepherdstown'da doğrudan görüşmeler gerçekleştirdi. Bu müzakereler, Binyamin Netanyahu'nun ilk başbakanlık döneminde (1996-1999) yaşanan bir çıkmaz ve ilerlemenin durma noktasına gelmesinin ardından, Rabin'in Kasım 1995'te İsrailli bir radikal tarafından suikasta kurban gitmesinin ardından ‘Rabin'in mirasına’ saygı göstereceğine söz veren Ehud Barak'ın göreve gelmesiyle başladı. Suriye-İsrail müzakerelerinin son aşamasında, Clinton'ın Faruk eş-Şara'dan Esed'in Taberiye Gölü üzerinde ortak egemenlik ilkesini kabul etmeye tamamen hazır olduğunu anladığını söylemesi üzerine tartışmalar yaşandı. Bunun üzerine Clinton, 26 Mart 2000 tarihinde Cenevre'de Suriye cumhurbaşkanı ile bir görüşme talep etti.

Bu arada Hafız Esed hastaydı ve tek endişesi, oğlu Beşşar'ın halefi olması için uygun bir zemin hazırlamaktı. Ancak ABD’nin teklifini kabul etmedi. Başta bu teklifi kabul ettiği iddialarını da reddetti. Toplantı sadece birkaç dakika sürdü, tutanak tutulmadı ve eli boş olarak Şam'a dönen Hafız Esed 10 Haziran 2000'de öldü.