SDG lideri Mazlum Abdi Şarku’l Avsat’a konuştu: Ankara'nın İHA’ları DEAŞ’a karşı mücadele eden SDG’nin en iyi liderlerini öldürdü

SDG lideri Mazlum Abdi: Şam ile diyalog turları olumlu sonuç vermedi. SDG dağıtılamaz. Suriye-Türkiye normalleşmesine karşı uyarıyoruz.

Haseke kırsalındaki SDG üyeleri, 7 Eylül (AFP) SDG lideri Mazlum Abdi (küçük resim)
Haseke kırsalındaki SDG üyeleri, 7 Eylül (AFP) SDG lideri Mazlum Abdi (küçük resim)
TT

SDG lideri Mazlum Abdi Şarku’l Avsat’a konuştu: Ankara'nın İHA’ları DEAŞ’a karşı mücadele eden SDG’nin en iyi liderlerini öldürdü

Haseke kırsalındaki SDG üyeleri, 7 Eylül (AFP) SDG lideri Mazlum Abdi (küçük resim)
Haseke kırsalındaki SDG üyeleri, 7 Eylül (AFP) SDG lideri Mazlum Abdi (küçük resim)

Suriye Demokratik Güçleri (SDG) lideri Mazlum Abdi, Şarku’l Avsat’a verdiği röportajda, Ankara ile Şam arasındaki kapsamlı normalleşmeye karşı uyardı. Bu yaklaşımın Ankara’nın çıkarlarını yansıttığını ve Suriyelilerin geleceği ve iradesi için büyük riskler taşıdığını söyleyen Abdi, ‘(normalleşmenin) ciddi bir siyasi çözüm üretmekten uzak olacağını’ öne sürdü. Abdi, “Şam ile Ankara arasındaki böyle bir normalleşmeye karşı durulması gerektiği konusunda tüm kesimleriyle Suriye halkını uyarmalıyız” ifadelerini kullandı.
Suriye meselelerine dahil olan ülkelerin çoğunun, Türkiye’nin ülkenin kuzeyinde olası bir askeri operasyonunun ‘Suriye halkına sıkıntı vereceğine’ ikna olduğunu söyleyen Abdi, Türk ordusunun insansız hava araçları (İHA) ile son iki yılda DEAŞ’a karşı mücadele eden SDG’nin en iyi askeri liderlerini hedef alan 70 hava saldırısı düzenlediğine işaret etti.
Kendisine yönelten bir soruya verdiği yanıtta, Şam ile SDG arasında birkaç diyalog turu gerçekleştiğini, ancak somut sonuçlara ulaşılamadığını açıklayan Abdi, “SDG’yi şu ya da bu şekilde dağıtmak askeri açıdan mümkün değil. Bu güçler, Suriye topraklarını savunmak için sürekli sahada görev yapıyorlar. Ayrıca farklı bir örgütsel yapıya da sahipler. Bu güçleri ve mahremiyetlerini korumamız ve desteklememiz halkımızın ve topraklarımızın çıkarınadır” şeklinde konuştu.
Adem-i merkeziyetin ‘siyasi bir çözüme giriş’ olduğunu söyleyen SDG lideri, Suriye rejiminin çöküş tehdidiyle karşı karşıya kaldığında fiili olarak adem-i merkeziyete göre hareket ettiğine dikkati çekti. Siyasi çözüm bulunamadığı sürece mantıken ne ABD’nin ne de Rusya’nın Suriye’deki varlığının sonsuza kadar devam edebileceğini kaydeden Abdi, “Söz konusu tarafları, müzakere edilmiş bir siyasi çözümün garantörü olmaya ve topraklarımızdaki dış müdahaleye ve işgallere son verilmesi için baskı yapmaya çağırmalıyız” dedi.
İşte SDG lideri Mazlum Abdi ile e-posta aracılığıyla yapılan röportajın tam metni:

-Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esed ile normalleşme olasılığına dair birçok sinyal verdi. Bu normalleşmeye yönelik beklentileri nasıl değerlendiriyorsunuz?
Aslında iki taraf arasındaki güvenlik ilişkileri yıllardır sürüyor. Şimdi de aralarında kapsamlı bir normalleşmeden bahsediliyor. Ankara için normalleşme, Suriyeli mültecilerin sınır dışı edilmesi ve Suriye’nin kuzeydoğusundaki demokratik özerk yönetim formülünün baltalanması şartına bağlı. Türk ordusunun sancağı altında faaliyet gösteren askeri grupların geleceğini belirlemeye yönelik bir uzlaşı modelinden bahsedenler var.
Bu yaklaşımın Ankara’nın çıkarlarını yansıttığına ve Suriyelilerin geleceği ve iradesine yönelik önemli riskler taşıdığına inanıyoruz. Ayrıca,  bu uzlaşı modeli, örneğin Dera'da gördüğümüz gibi kısa sürede yeniden sorunların patlamasına yol açacak geçici bir taktikten ibarettir. Genel olarak bahsettikleri normalleşme, ciddi bir siyasi çözüm üretmekten uzak. Suriyelilerin özellikle de bunca yıl süren yıkıcı savaştan sonra çektikleri sıkıntılar bu şekilde ele alınamaz.

-Şam ile Ankara arasında Moskova'nın arabuluculuğunda bir anlaşmaya varılması konusunda endişeli misiniz?
Bunu çok ciddiye alıyoruz ve bununla ilgili bir takım tedbirler alıyoruz. Böyle bir anlaşma, yıllardır terörle mücadele eden ve topraklarını cesurca savunan halkımızın iradesini hedef alır. Anlaşmanın içeriğinin Suriyeli mültecileri siyasi nedenlerle kullandığından bahsetmiyorum bile.
Türkiye’nin iç işlerimize müdahale etme politikasını kemikleştirdiğinden ve bunu kalıcı bir ağırlık unsuru haline getirmesinden ötürü tüm kesimleriyle halkımızı bu anlaşmaya karşı durmaları konusunda uyarmalıyız. Eğer bir anlaşma olacaksa bu, siyasi partiler arasında açık bir siyasi diyalog başlatarak ve yalnızca Suriyelilerin iradesini yansıtan bir anlaşma olmalı. Tüm zorluklara rağmen ülkemizin geleceği hala bizim elimizde. Acılı ve fedakâr halkımızın pahasına yapılan anlaşmalarla değil, Suriyeliler olarak kendimize yakışan bir formülle hareket edeceğiz.

-MİT Başkanı Hakan Fidan ile Suriye İstihbarat Başkanı Ali Memluk ile bir araya geldi. Görüşmede SDG'ye karşı güvenlik alanında iş birliği konuşuldu. Bu, sizi endişelendiriyor mu?
Dediğimiz gibi, aralarında devam eden güvenlik ilişkileri vardı. Şimdi de Türkiye'de seçimlerin yaklaşmasıyla Türk tarafı kamuoyu önünde adımlar atmaya başladı. Suriye rejimi, Suriyeliler pahasına bu tür pazarlıklara girmemeli. Öte yandan Suriye'nin egemenliğini korumak amacıyla dış müdahaleleri püskürtmek için ülkenin birliğini yıllardır savunan SDG, DEAŞ’la Mücadele Uluslararası Koalisyonu (DMUK) ile birlikte terör örgütlerinin kalıntılarının izini sürmeye devam ediyor. Mücadele ettiğimiz terörizm, Suriye’nin tamamını tehdit ediyor. Güçlerimiz terörle mücadele ederek Şam, Halep, Dera, Lazkiye ve diğer şehirlerde tüm Suriyelileri koruyor. SDG'nin varlığı, ülkenin küresel terörizme ve dış müdahaleye karşı birliğinin güvencesidir. Şam, ulusal çıkarlara öncelik vermeli ve dar siyasi hesaplara çekilmeyi reddetmeli.

-Cumhurbaşkanı Erdoğan, Suriye'nin kuzeyinde askeri bir operasyon başlatma tehditlerinde bulundu ve ‘güvenli bir bölge’ kurulmasından söz etti, ancak böyle bir operasyon gerçekleşmedi. Bu konuda ne söylemek istersiniz?
Türkiye’nin tehditleri hiçbir zaman son bulmadı. Bu tehditler halen Türkiye'nin gündeminde. Herkes böyle bir askeri operasyonun, Suriye halkına, ülkenin birliğine ve egemenliğine felaketler getireceğinin farkında.
Suriye meselesine dahil olan ülkelerin çoğunun da böyle düşündüğüne inanıyoruz. Ancak tehlikenin geçtiği söylenemez. Meşru müdafaa hakkı kesinlikle meşru bir haktır. Bu çerçevede çalışıyoruz ve olası bir gelişmeye karşı önlemler alıyoruz.

-Türkler, 2019 yılı sonlarında yapılan anlaşmalara ve uzlaşılara uymadığınızı ve Kürtlerin çoğunluğunu oluşturduğu Halk Koruma Birlikleri’nin (YPG) Türkiye sınırlarından 32 kilometre kadar içeriye çekilmediğini söylüyorlar. Bununla ilgili ne söyleyeceksiniz?
Bu tür açıklamalar, savaşı sürdürmek ve vatandaşlarına karşı savaşı sürdürmelerinin gerekçelerini savunmak amacıyla açıkça yapılan bir propaganda kategorisine giriyor. Biz anlaşmalara bağlı kaldık ve halen kalmaya devam ediyoruz. Asıl karşı taraf bu anlaşmaları ihlal ediyor. Garantör ülkelere Türkiye’nin devam eden ihlallerinden caydırılması gerektiği konusunda her zaman çağrıda bulunuyoruz. Türkiye işgalci bir güç ve bizim topraklarımızı terk etmeye hiç niyeti yok. Her gün DEAŞ hücrelerine karşı operasyonları yöneten en iyi askeri liderleri İHA’lar ve suç ortaklarıyla birlikte hedef alıyor.

-İHA’lı saldırılar devam ediyor mu?
Evet. Ankara, son iki yılda 70'in üzerinde İHA’lı bombardıman gerçekleştirdi. Sadece bu yıl içinde bölgelerimizi ve güçlerimizi hedef alan 59 İHA saldırısı düzenlendi. Türkiye'de seçimler yaklaşırken Erdoğan, Türk kamuoyunu kendi politikalarının yol açtığı ağır krizlerden uzaklaştırmaya, sorunlarını daha çok savaşa girerek ve radikal gruplarla yakınlaşarak ülke dışına yönlendirmeye çalışıyor.

-Washington size ne gibi güvenceler verdi?
ABD, askeri operasyonlara karşı olduğunu resmen açıkladı. Ancak bu açıklamanın, Türkiye’yi ihlallerinden caydırmak için yeterli olmadığına inanıyoruz. Çünkü Ankara savaşa başka yönlerden yaklaşmaya devam ediyor. Bu yüzden hem Moskova'yı hem de Washington'ı Ankara’yı aralarında imzalanan mutabakatlara, gerginliği azaltma mekanizmasına ve angajman kurallarına uymaya sağlam bir şekilde zorlamaya çağırıyoruz.
Suriye'nin kuzeydoğusunda ve Afrin'den Serekaniye’ye  (Resulayn) kadar tüm işgal altındaki bölgelerde savaş suçları işleyenlerin hesap vermesi için kanunlar ve yasal mekanizmalar harekete geçirilmeli.

-Rusya’nın arabuluculuğunda Şam ile diyaloglarınız hangi aşamada?
Şam ile temas halindeyiz. Birkaç diyalog turu gerçekleşse de olumlu sonuçlara ulaştığımızı söyleyemeyiz.
Ülkemizi kurtarmanın tek yolunun diyalog olduğuna inanıyoruz. Şam dahil olmak üzere Suriye'deki taraflarla diyaloga ve uzlaşıya her zaman açığız. Diyaloga ulusal çıkarlar, vatandaşların hakları ve ülkenin birliğinin korunması açısından bakıyoruz.

-Rusya, Türkiye'nin askeri operasyon tehditlerinin ardından Kamışlı Havalimanı'ndaki konumunu takviyelerle güçlendirdi. Bu takviyeler hakkında ne düşünüyorsunuz? Sizce takviyeler sizi desteklemek için mi yoksa tam tersi için miydi? Yahut Washington'ı taciz etmek için mi yapıldı?
Aslına Rusya ile tansiyonu düşürme çabaları ve Türkiye ile imzalanan mutabakatların uygulanması konusunda koordinasyonu sürdürüyoruz. Rusya, bu adımı lojistik meseleler çerçevesinde atmış olabilir. Sahada gerçek bir değişiklik göremedik.

-Şam daha önce SDG'nin dağıtılmasını ve üyelerinin düzenli orduya katılmasını şart koşuyordu. Sizin bu konudaki görüşünüz nedir?
Bunu pratikte ele alacak olursak bilindiği üzere SDG, terörle mücadele ve ülkenin kuzeydoğusundaki topraklarının savunması alanlarında çok yoğun bir şekilde çalışıyor. SDG üyelerinin belirli bir özgünlüğü var. Söz konusu bölgeler içinde faaliyet gösterirler. Meşruiyetlerini de Kürtler, Araplar ve Süryaniler gibi toplumsal çevreden alıyorlar. Ayrıca terörle mücadelenin bir sonucu olarak kurumsal ve ortak çalışma alanlarında deneyimler edindiler.
SDG üyelerini bu ya da şu şekilde dağıtmak askeri olarak mümkün değil. Bu güçler, şu an konuşlu oldukları Suriye’nin kuzeydoğusu da dahil olmak üzere Suriye topraklarını savunmak için aralıksız saha görevleri gerçekleştiriyorlar. Ayrıca farklı bir örgütsel yapıya da sahipler. Bu güçleri ve mahremiyetlerini korumamız ve desteklememiz halkımızın ve topraklarımızın çıkarına.

-Özerk Yönetim’in geleceği ne olacak? Şam'ın âdem-i merkeziyet önerisiyle ilgili ne düşünüyorsunuz?
Maalesef âdem-i merkeziyet fikri, ülkede akl-ı selim bir sesin olmaması yüzünden çarpıtıldı. Şam, Dera, Suveyda, İdlib, Lazkiye ve Kamışlı sorunlarının mevcut krizi üreten bürokratik merkezle çözülemeyeceğini düşünüyoruz. Şam'da, Türkiye ile iş birliği yapan gruplara karşı yürütülen savaşta bir miktar ilerleme kaydedildiğine ve bununda merkezi modelin doğruluğuna işaret ettiğine dair bir yanılgı var. Gerçeklikten uzak olan bu yanılgı, gelecekte yeni bir krizin sinyalini veriyor. Burada Suriye rejiminin, çökme riskiyle karşı karşıya kaldığında fiili olarak âdem-i merkeziyete göre hareket ettiğini hatırlatmakta fayda var.
Âdem-i merkeziyeti siyasi çözümün giriş noktalarından biri olarak görüyoruz. Vatandaşların geleceklerini ve yaşam tarzlarını belirleme iradesini güçlendiren âdem-i merkeziyet, onlarca yıldır ötekileştiren bölgelerin kalkınma umutlarını yeşertir. Âdem-i merkeziyet, ulusal uyumu da artırır. Şu an Suriye'deki herkes, ülkede olayların patlak vermesinin ardından merkezi rejimi eleştiriyor. Buna Şam rejimi de dahil. Zorlukların üstesinden gelebilmek için ülkenin tüm bölgelerine sorumluluklar, görevler ve haklar dağıtılmalı. Anayasamız, vatandaşlarımızın ve oluşumlarımızın hakları ve ulusal ve ekonomik güvenliğimiz ile genel ilkeler üzerinde fikir birliği merkezi olmalı. Âdem-i merkeziyet, bu ilkelerin yerel olarak uygulamasını sağlar. Vatandaşların ve oluşumların anavatana bağlılığı yerel kapsamına dayanıyor. Bu yüzden vatandaşların hakları için ödün verilmesi, mükemmel bir siyasi ve ahlaki eylemdir.

-Sizce Ukrayna’daki savaş, Fırat'ın doğusundaki denklemleri ve Türkiye ile Rusya'nın rolünü nasıl etkiledi?
Angajman kurallarıyla ilgili denklemler aynı kalsa da enflasyon oranı, gıda güvenliği, enerji ve emtia fiyatlarında artış üzerinde etkileri oldu. Türkiye’nin Ukrayna dosyasında artan nüfuzunu yakından takip ediyoruz. Maalesef Ankara bu rolü kendi çıkarcı gündemi ve Suriye'nin kuzeydoğusundaki bölgelerimize yönelik savaş politikalarını güçlendirmek için kullanıyor. Suriye meselesiyle ilgilenen uluslararası taraflarla yaptığımız görüşmelerde, Türkiye'nin projelerini bölgemizde hayata geçirmek için söz konusu rolden yararlanmaması gerektiğini konuşuyoruz. Biz de bu konuda kendi tedbirlerimizi alıyoruz.

-ABD Başkanı Joe Biden'ın seçilmesinden sonra ABD’nin Suriye’deki askeri varlığı daha istikrarlı hale geldi. Washington'ın uzun bir süre Suriye’de kalacağını düşünüyor musunuz?
Mantıken ne ABD’nin ne de Rusya’nın Suriye’deki askeri varlığı sonsuza kadar sürebilir. Halen siyasi bir çözüme varılamadı. Bu yüzden onları müzakere edilmiş bir siyasi çözümün garantörü olmaya ve topraklarımızdaki dış müdahaleye ve işgallere son verilmesi için baskı yapmaya çağırmalıyız.
Bir de terör sorunu var, çünkü terörle tek başına yerel imkanlarla mücadele edilemez. Bu yüzden DMUK ile iş birliği yapılması gerekiyor. Aynı şey Rusya'nın askeri varlığı için de geçerli. Sonuç olarak, siyasi bir çözüm için ciddi girişimlerde bulunulmalı.

-Özerk Yönetim, Fırat'ın doğusuna yatırım yapılmasının önünü açan bir karar yayınladı. Bu çerçevede herhangi bir proje başlatıldı mı?
Mevcut zorlukları göz önüne alarak, gelir kaynaklarını ve ekonomiyi çeşitlendirme politikasını benimsemeyi hedefliyoruz.  İhtiyaçlarımızı karşılamak için yatırımları teşvik ediyoruz. Bu tür projeleri pratikte başlatmaya çalışıyoruz.

-ABD Savunma Bakanlığı’na fon kullanım yetkisi verilmesine ve ABD’nin Suriye’nin kuzeydoğusunu yaptırımlardan muaf tutması hakkında neler söyleyeceksiniz?
Bölge, terör ve sonuçları nedeniyle büyük hasar gördü. Bu tür muafiyetlere olumlu bakıyoruz. Bölge sakinlerinin yaşam standardını yükseltmeyi, iş olanaklarını güvence altına almayı ve özellikle altyapı, elektrik, su ve tarım alanlarında projeler geliştirmeyi hedefliyoruz.



Mustafa el-Kazımi Irak'a hangi nedenlerle döndüğünü ve yeni dünya düzenini nasıl gördüğünü anlattı

Irak eski Başbakanı Mustafa el-Kazımi (Nur Eyyub – Al Majalla)
Irak eski Başbakanı Mustafa el-Kazımi (Nur Eyyub – Al Majalla)
TT

Mustafa el-Kazımi Irak'a hangi nedenlerle döndüğünü ve yeni dünya düzenini nasıl gördüğünü anlattı

Irak eski Başbakanı Mustafa el-Kazımi (Nur Eyyub – Al Majalla)
Irak eski Başbakanı Mustafa el-Kazımi (Nur Eyyub – Al Majalla)

İbrahim Hamidi

Eski Irak Başbakanı Mustafa Kazımi iki yılı aşkın bir sürelik ‘savaşçı molasının’ ardından Irak'a döndü. Titiz hesaplamaları ve adımlarıyla tanınan Kazımi'nin dönüşü birçok soru işaretine ve spekülasyona yol açtı. Tüm bunlara bir de ülkesine 7 Ekim 2023'ten sonra Ortadoğu'nun büyük dönüşümlere sahne olduğu ve ABD Başkanı Donald Trump'ın yeniden Beyaz Saray’a dönüşüyle dünyanın yeni bir döneme girdiği bir dönemde dönmüş olması eklendi.

Saddam Hüseyin’in iktidarı döneminde sürgünde gazeteci olarak çalışan Kazımi, Irak'ta, bölgede ve dünyada, müttefikler ve çatışan taraflar arasındaki geniş ilişki yelpazesiyle tanınıyor. Kazımi aynı zamanda Bağdat'taki büyük değişimin ardından iç ve dış dönüşümler, krizler ve değişimler arasında bağlantı kurabilen, sinyallerin ve değişimlerin anlamlarını okuyabilen az sayıdaki isimden biri.

Kazımi’ye Irak, Ortadoğu'daki değişimler ve yeni dünya düzeni hakkında pek çok soru sordum. Bir kısmı Londra'da gerçekleşen röportaj, 26 Mart 2025 tarihinde e-posta yoluyla yazılı olarak tamamlandı.

Kendisine Bağdat'a dönüşünün ne anlama geldiğini, seçimlere katılmayı planlayıp planlamadığını ve ne tür garantiler istediğini, ABD askerlerinin Irak’tan çekilmesini ve Irak'ta Tahran ile Washington arasındaki ilişkileri, Beşşar Esed rejiminin düşmesinden sonra Ortadoğu’yu ve Hizbullah’ın başarısızlıklarını, ABD Başkanı Donald Trump'ın İran'a yönelik ‘azami baskı’ tehditlerini, Suudi Arabistan-ABD ilişkilerini, yeni dünya düzenini, ABD, Çin ve Rusya arasındaki ilişkileri ve Arap ülkelerinin uluslararası konumunu sordum.

İşte Şarku’l Avsat’ın Al Majalla’dan aktardığı  Mustafa el-Kazımi röportajın tam metni:

*Sayın Başbakan, iki yılı aşkın bir aradan sonra Irak'a geri döndünüz. Dönüşünüz hangi sebeplere dayanıyor?

Öncelikle bana bu fırsatı verdiğiniz için teşekkür ederim. Başbakanlık görevimi tamamladıktan sonra Irak'tan ayrılmaya karar verdim. Bu kararın kendince sebepleri ve gerekçeleri vardı. Kişisel olarak böyle bir çalışma döneminden sonra bir mola vermeye ihtiyacım vardı. Sorumluluk üstlendiğim dönem sadece başbakanlıkla sınırlı değildi, Milli İstihbarat Teşkilatı'nın başında bulunduğum 2016 yılından görevi mevcut Başbakan'a devrettiğim 2022 yılının ekim ayına kadar uzanıyordu.

Bazı kardeşler benim ‘savaşçı molası’ verdiğimi söylediler. Bu tanımda bir miktar doğruluk payı var. Birçok görüşmede tepede durduğumu ifade ettim. Bu da bir yandan durumun takibi ve gözlemlenmesiyle karışık bir mola, diğer yandan da görüşler, fikirler ve yaklaşımlar geliştirmenin yanı sıra deneyimin değerlendirilmesi, kaydedilmesi ve belgelenmesi için çalışma anlamına geliyordu. Özellikle bölgeyi ve dünyayı kasıp kavuran değişimler aynı zamanda sükûnet ve esneklik gerektirdiğinden, mevcut koşullara ve karmaşıklıklara rağmen uygun çözümler üretmemize yardımcı oldu. Duygulara kapılmamalı ve Irak'ın, halkının ve bölgenin genel çıkarlarını gerçekleştirmek için ahlaki, insani ve ulusal değerleri korumalıyız.

Beşşar Esed rejiminin çöküşü ve Lübnan'da Hizbullah'ın yaşadığı gerilemenin Irak’a yansımaları olacak. Henüz fırtınanın içindeyiz, dolayısıyla bu sonuçların kapsamını ve niteliğini tam olarak kestirmek zor.

Bölgedeki gelişmeler ve bunların genel olarak Arap dünyasına, özelde ise Irak'a yansımaları, engellerin aşılmasına ve hesapsız maceralardan uzak bir şekilde gerçeğe hızlı bir şekilde dönülmesine katkıda bulunacak fikirleri üretmeye açık bir şekilde çalışmak ve başlatmak için beni daha fazla motive etti.

Mola bitti İbrahim Bey. Arap dünyasındaki durumun bir parçası olmaya çalışmanın zamanı geldi. Irak, bu uzlaşıdan ve bu eğilimden sapmayan bir Arap ülkesi ve bundan uzak kalamaz. Bu derinlik başka bir derinlikle yer değiştiremez.

*Önümüzdeki seçimlere katılmak için ittifaklar kurmak istediğiniz doğru mu?

Önümüzdeki seçimlere katılma, ittifaklar kurma ya da koalisyonlara katılma konusunu zamana bırakıyorum. Çok sayıda ve çeşitli seçeneklerimiz var. Vizyonumuzla örtüşen ve farklı yaklaşımları paylaşan güçler ve partilerle açık ve kesintisiz olarak iletişim halindeyiz. Bu konu halen tartışılıyor.

İki önemli noktaya değinmek istiyorum. Bunlardan birincisi, eğer önümüzdeki seçimlere katılmaya karar verirsek özellikle 2005 yılından bu yana geçmiş seçimlerde yaşadığımız tecrübeler çerçevesinde, bu seçimlerin adil olacağına ve en üst düzeyde şeffaflığa sahip olacağına dair garantiler talep ediyoruz. Daha önce pek çok zorluk, aksaklık ve haksızlık yaşandı.

cfvgthy
Al Majalla Genel Yayın Yönetmeni İbrahim Hamidi eski Irak Başbakanı Mustafa Kazımi ile bir röportaj gerçekleştirdi (Al Majalla)

İkincisi olarak seçimlere katılalım ya da katılmayalım, iktidarda olsun ya da olmasın, hükümete ya da siyasi sisteme yakın yahut muhalif olsun herkes, ulusal ve tarihi sorumluluklarını üstlenmeli. İçinde bulunduğumuz dönem ortak yarar için, Irak'ın iyiliği için çalışmamızı gerektiriyor. Çünkü fiyasko ve başarısızlığın bedelini hepimiz, Irak ve Iraklılar ödeyecek. Ben de her zaman bundan korkuyor ve buna karşı uyarıyorum.

*ABD, askerlerini bir takvim dahilinde Irak’tan geri çekmeye karar verdi. Sizce bunun Irak üzerinde nasıl bir etkisi olacak?

Hükümetim döneminde, ABD muharip güçlerinin Irak'tan çekilmesini tamamladık, ancak belirli sayıda askeri danışmanı bulundurmaya devam ettik. Onlara güvenlik güçlerimizin bazılarını eğitme ve DEAŞ çeteleriyle mücadele edebilmeleri için gerekli tavsiye ve desteği sağlama görevi verdim.

Bu anlaşmayı ve etkilerini değerlendirme sürecinde değilim. Ancak Irak'ın Amerika Birleşik Devletleri ile olan ilişkisinin stratejik ve önemli olduğu ve bundan taviz verilemeyeceğini söylemek istiyorum. Bu ilişkiyi nasıl güçlendireceklerini ve geliştireceklerini araştırıp ABD’nin yeteneklerinden, uluslararası konumundan ve Irak'a bir devlet, kurumlar ve halk olarak hizmet etme potansiyelinden yararlanmak yetkili kardeşlerimizin görevi.

Daha önemli ve talihsiz olan bir diğer konu ise Irak halkına cehaletle birlikte ikiyüzlülüğün ihraç edilmesidir. Bir yandan ABD ile bağların koparılması çağrısında bulunurken diğer yandan gizlice ve üstü kapalı bir şekilde köprüler kurmaya ve Irak içinde ve dışında ABD’li yetkililere kimliklerini sunmaya çalışan sahte slogancılardan bahsediyorum!

*Irak’a döndüğünüzde bölge çok değişmişti. Örneğin Beşşar Esed rejimi düşmüş ve Hizbullah başarısızlığa uğramıştı. Bu durum Irak'a da yansıdı mı?

Elbette. Beşşar Esed rejiminin düşmesi ve Lübnan'da Hizbullah'ın yaşadığı gerilemenin Irak'a yansımaları olacak. Henüz fırtınanın içindeyiz, dolayısıyla bu sonuçların kapsamını ve niteliğini tam olarak kestirmek zor. Sanırım önümüzdeki birkaç ay içinde bu daha da netleşecek.

Ne yazık ki, Irak'taki silahlar sınırların dışından kararlaştırılmış ve Irak'ın oyun sınırlarını aşan anlaşmaların bir parçası olarak birçok kez kullanılmıştır. Bu kesinlikle kabul edilemez.

En önemlisi başkalarının deneyimlerinden ders çıkarmaktır. Iraklılar olarak, başkalarıyla aynı hataları yapmamak için kendi deneyimlerimizden ve başkalarının deneyimlerinden ders almalıyız. Aynı hataları yapmak ne haklı gösterilebilir ne de kabul edilebilir. Bugünün dersi, başkalarının deneyimlerini iyi anlamak, koşulları, faktörleri ve sonuçları iyi okumak ve bir sonraki aşamayı doğru bir şekilde kurmaktır. Ancak bu şekilde daha sonra bir gerileme yaşamaktan kaçınırız. Devlete, devletin tercihine ve devletin kurumlarına inanmalıyız, çünkü herkesi koruyan onlardır, tersi değil.

*Irak ve İran arasındaki ilişkiyi nasıl görüyorsunuz?

Irak ve İran arasındaki ilişkinin, her iki ülkenin özgünlüklerine saygı göstererek ve her iki ülke için de en iyisini elde etme çabası çerçevesinde, olumlu etkileşim ve iyi komşuluk temelinde olması gerekiyor. Irak'ın iç işlerine her türlü müdahaleyi reddediyorum. Her iki ülkenin de çıkarlarını korumak için Irak'ın İran'ın arka bahçesi olmasına izin verilmesine karşıyım.

Burada, İran’daki ilgili kardeşlerimi, genel olarak bölgeye ve özelde Irak'a ilişkin vizyonlarını yeniden gözden geçirmeye ve ikili iş birliği ve iletişimde devlet ve kurum mantığını yerleştirmeye çağırıyorum.

Bölgemizde değişimler yaşanıyor. Herkesin bu değişimlere ayak uydurması gerekiyor. Herkes, bölge ülkeleri ile halklarının çıkarlarına hizmet eden iş birliği ve ekonomik entegrasyon ilkeleri doğrultusunda çalışmalı. Ancak bu şekilde güvenlik ve istikrarın temelleri atılıp hiç kimsenin çıkarına olmayan bir çatışmaya herkesi itebilecek pervasız maceralar önlenebilir.

*Devletin kontrolü dışındaki silahlar ne olacak?

Silahlar devletin kontrolü dışında olduğu zaman Irak öldü demektir. Uluslararası toplum ve bölgesel komşular, devletin, devlet kurumlarının ve halkın iradesi olmaksızın savaşa ve barışa karar verme konusunda risk almaya ve ileri gitmeye hazır taraflara ve milislere sahip bir devletle uğraşmamaları konusunda uyarıyor.

Ne yazık ki, Irak'taki silahlar sınırların dışından kararlaştırılmış ve Irak'ın oyun sınırlarını aşan anlaşmaların bir parçası olarak birçok kez kullanılmıştır. Bu kesinlikle kabul edilemez. ABD karşıtı sloganlar atanlar, ABD’nin hükümetle koordineli olarak bulundurduğu askerlerini ‘işgal’ olarak değerlendirirken, devlet ve hükümet bu askeri varlığı dünyanın en güçlü askeri gücüyle güvenlik iş birliği ve stratejik ortaklığın bir parçası olarak görüyor.

Bu çelişkiyi nasıl açıklayabiliriz? Daha önce de söylediğim gibi, Irak halkının kasıtlı olarak cehaletiyle birleşen bir ikiyüzlülük var ve bu onlara çok pahalıya patlayacak. Çünkü halk artık gerçekleri ayırt edebiliyor.

*Pekin’deki anlaşmanın zeminini hazırlayan Suudi Arabistan-İran görüşmelerinin Bağdat’ta yapılmasında rol oynadınız. Üzerinden geçen iki yılın ardından anlaşmayı nasıl görüyorsunuz?

Bu görüşmeler karşılıklı iyi niyetlerle yapıldı. Irak, coğrafi konumu, yakınlığı ve iki komşusuyla da olan etkileşimi sayesinde bunun görüşmelere uygun ve elverişli bir zemin hazırlayabildi. Müzakerelerin sayısı beş tura ulaştı. Bu turlarda iki taraf arasında açıklık ve şeffaflık ön plandaydı. İki taraf arasında çözüm bekleyen konuların çoğu ele alındı. Irak, aradaki boşlukları doldurmaya istekli bir arabulucu olabildi, fakat -açıkça söylemek gerekirse- Irak bu tür görüşmelerin sonuçlarının garantörü olamaz. Bu tür görüşmelerin bölgesel değil, uluslararası bir garantöre ihtiyacı olduğu bir gerçek. Çin de her iki tarafa görüşmenin sonuçlarının garantörü olmayı önerdi.

7 Ekim'den önceki bölge ile sonraki bölge aynı değil. Sadece çatışmaların yaşandığı coğrafyada değil, bir bütün olarak bölgesel sistemde de büyük değişimler yaşandı.

Bölgemizde yaşanan onca şeyden sonra, bu diyaloğun bazılarının zaman kazanmak ve bir aşamayı geçmek için kurduğu geçici bir diyalog olarak değil, yeni bir strateji ve herkese olumlu yansıyacak farklı bir bölgesel yaklaşım için temel bir diyalog olarak görülmesini umuyorum. Ben halen her iki tarafta da iyi niyetin var olduğuna ve bu anlaşmayı geliştirme potansiyelinin bulunduğuna inanıyorum.

*Irak İran'ın komşusu. Trump İran'a ya azami baskı uygulayacağını ya da bir anlaşma yapacağını söylüyor. Siz bunu ve Irak üzerindeki etkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Başkan Trump, ABD'nin hasımlarına karşı azami baskı politikası uyguluyor. Bu bağlamda İran'a baskı uyguluyor ve davranışlarını değiştirmeye zorlamak için güç kullanma tehdidinde bulunuyor. Ancak bu politikayı daha tehlikeli kılan en temel değişken, 7 Ekim 2023 tarihinden bu yana Ortadoğu'da yaşanan büyük çalkantıların ortasına denk gelmesidir. Bu durum, iki taraf arasındaki gerilimi tırmandırırken bir yandan İran-Irak ilişkilerinin diğer yandan da ABD-Irak ilişkilerinin seyrini doğrudan etkiliyor.

fergt
ABD Başkanı Donald Trump, 2020 yılında ilk başkanlık döneminin sonlarında dönemin Irak Başbakanı Mustafa el-Kazımi'yi Beyaz Saray'da ağırladı (AFP)

Washington ve Tahran arasındaki gerilimin niteliği ne olursa olsun, Irak'ın menfaati bunun olumsuz yansımalarını kontrol altına almayı ve iki taraf arasında diyalog kanalları açabilecek etkin bir rol sahibi olmasını gerektiriyor. Aynı durum, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Katar gibi bölge ülkeleri için de geçerli.

Irak, ABD-İran çatışmasının somut jeostratejik ve tarihi gerçeklerine en fazla cevap veren ülke konumunda olduğundan bu boşluğu doldurmada ve perspektifleri yakınlaştırmada yapıcı bir rol oynamayı hak ediyor. Irak'ın, temel çıkarlar, ulusal güvenlik ve Arap derinliği olmak üzere bu üç temele dayanan dengeli bir vizyon temelinde değişikliklere uyum sağlama yeteneğine sahip olması da önem taşıyor.

Öte yandan İran’daki kardeşlerimizi bölgedeki, özellikle de Irak'taki deneyimlerini değerlendirmeye ve koşulları tek tarafın yararına kullanmak yerine çözümü düşünmenin ve çözüm bulmanın yanında komşularla ilişkilerde devlet ve kurumları kavramına geçmeye ve devrim fikrini kendi sınırlar içinde tutmaya ve onu ihraç edip orada burada sorun yaratmamaya dayalı kapsamlı bir vizyon geliştirmeye çağırıyorum.

*7 Ekim 2023 olaylarının ardından yeni bir bölgesel düzenin şekillenmekte olduğundan bahsediliyor. Siz bunun hakkında ne düşünüyorsunuz?

Bölgenin 7 Ekim öncesiyle sonrasında aynı olmadığı kesin. Sadece çatışmaların yaşandığı coğrafyada değil, bir bütün olarak bölgesel düzende de büyük dönüşümler yaşandı. Ancak tamamen yeni bir bölgesel düzenden bahsetmek için henüz çok erken.

Bölgedeki tüm aktörler yaşananları objektif ve cesur bir şekilde yeniden okumalı. Uzun süreli savaşların ardından zayıflık dengelerine dayalı bir stratejik alana girmek yerine bölge halklarının çok boyutlu ve çoğulcu çıkarlarıyla uyumlu bir siyasi bütünleşme mantığı oluşturmak üzere bazı dersler ve ibretler çıkarmalı. Bölgedeki bazı ülkelerin tanık olduğu ekonomik-kalkınma rönesansının temeli olarak her zamankinden daha acil hale gelen siyasi-güvenlik istikrarını tesis etmek için gerçekçilik ve dengeli sorumluluğu harmanlayan stratejik seçeneklere açık olmalı.

Son otuz yıl, uluslararası sistemi Soğuk Savaş'ın gerçeklerine ve Sovyetler Birliği'nin çöküşüne uygun perspektifler temelinde şekillendirmeye yönelik yoğun girişimlerin yaşandığı bir dönem oldu.

Bölge ülkeleri arasında iş birliği, etkileşim ve ağ oluşturma alanları yaratmak ve küresel düzeyde ekonomik varlıklarını arttırmak için gerçek bir fırsatla karşı karşıyayız. Bu da çeşitli güçlerin inandığı, kendini dayatabilecek yeni bir gerçeklik üretebilecek yeni bir yaklaşım gerektiriyor.

Irak’ın devlet, hükümet, kurumlar ve aktif güçleri bunu dikkatle okumalı.

*Tüm bunlar Trump'ın ikinci başkanlık döneminin başlarında gerçekleşiyor. Trump’ın yeniden başkan seçilmesi ve bölgemiz üzerindeki etkisi hakkında ne düşünüyorsunuz?

Trump’ın ikinci dönemi, birinci döneminden farklı değil. Ortadoğu'ya yönelik dış politikası ilk dönemindeki politikasının bir uzantısı. Yine “Önce Amerika” ilkesiyle yola çıkıyor. Ekonomiye öncelik veriyor ve savaşa başvurmadan düşmanlarını kontrol altına almayı amaçlayan ‘baskıcı güç’ stratejisine çerçevesinde düşmanlarına karşı azami baskı politikasını izliyor. Trump yönetiminin yeni politikası ve uygulamaları temelde 7 Ekim sonrası yaşanan önemli gelişmelerin bıraktığı siyasi iklim ve stratejik dönemeçlerden dolayı farklılaşıyor. Bu da bölgedeki denge haritasının yeniden çizilmesi için ABD'nin aktif ve yoğun olarak katılım göstermesini gerektiriyor.

Burada, ABD'nin uluslararası arenada ve önemli meselelere yönelik politikasının Trump’ın şahsına indirgenemeyeceğini belirtmemiz gerekiyor. Bu konuda temelde belirleyici olan ABD'nin bölgedeki ve dünyadaki çıkarlarını ve ABD ulusal güvenliğinin korunmasını dikkate alan derin kurumsal yapısıdır.

Bu kritik tarihi anda, bölgede barışı ve istikrarı sağlamak için ABD ile olgun bir stratejik ortaklık üzerinde düşünmeli ve bu tür bir iş birliğini kalkınma ve ilerleme yollarına hizmet etmek ve nesillere gelecek vaat eden bağlamlar oluşturabilecek yaratıcı fırsatlar sağlamak için kullanmalıyız.

*Trump, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ile anlaşmaya varmak ve Çin Devlet Başkanı Şi Cinping ile rekabet etmek istiyor. Üç ülke arasındaki ilişkileri ve bunların dünya üzerindeki etkilerini nasıl okuyorsunuz?

Son otuz yıl, uluslararası sistemi Soğuk Savaş'ın gerçeklerine ve Sovyetler Birliği'nin çöküşüne uygun perspektifler temelinde şekillendirmeye yönelik yoğun girişimlerin yaşandığı bir dönem oldu.

Ancak bu rekabet tek kutuplu sistemde köklü bir değişikliğe yol açmadı. Uluslararası sistemin bu tek kutuplu yapısını değiştirme girişimleri, başta Çin ve Rusya olmak üzere, uluslararası arenadaki yerlerini ve rollerini yeniden kazanmaya çalışan ve özellikle jeostratejik etki alanlarında ABD’yi zayıflatmaya çalışan bazı uluslararası güçlerin ana hedeflerinden biri oldu ve olmaya devam ediyor.

ABD, özellikle dünyanın tanık olduğu jeopolitik ve ekonomik değişimler çerçevesinde uluslararası arenadaki gücünün ve liderlik rolünün geleceğiyle ilgili bazı zorlukla karşı karşıya.

ABD için Çin, ABD Merkezi İstihbarat Teşkilatı (CIA) Direktörü William Burns'ün de belirttiği gibi, ‘21. yüzyılın en önemli jeopolitik tehdidini temsil ediyor’. Bu yüzden ABD vizyonu ve bundan kaynaklanan stratejiler ve taktikler açısından Rusya'dan farklı. Washington, küresel ekonomik dümene liderlik etmek için kızışan güç yarışında en tehlikeli rakip olarak Pekin ile karşı karşıya. Her ikisi de uluslararası sistemin doğasını yeniden tanımlamayı ve onu hem ekonomik hem de askeri açıdan çok kutuplu bir kimliğe taşımayı hedeflediğinden, ABD'nin tek taraflılığına karşı koymak Çin-Rusya ilişkilerinin en önemli ayağını oluşturuyor.

Rusya-Ukrayna savaşı ve Beşşar Esed rejiminin düşmesinin ardından, uluslararası piramidin tepesine doğru çıkmaya başlayan Rusya'nın, ABD'nin dünya düzeni liderliğine tehdit oluşturan uluslararası bir güç olmaktan ziyade uluslararası boyutu olan bölgesel bir güç haline geldiğini söyleyebiliriz. Gerçekte ABD, Rusya-Çin stratejik ittifakı ile çatışma halkalarını dağıtmayı başardı. Washington, ABD’ye karşı giderek büyüyen bir tehdit olarak gördüğü Çin'i kuşatmayı amaçlayan stratejilerine kendini adama fırsatı buldu. ABD yönetimi, bu bakımdan pusulayı Çin'in yükselişini engellemeye çevirmek için bölgede ve uluslararası alanda meşgul olduğu arenaları azaltmaya çalışıyor. Dolayısıyla, ABD'nin Rusya-Ukrayna çatışmasını sona erdirme girişimi ve Trump'ın Putin ile yakınlaşması, Trump'ın ‘şahsi diplomasi’ ilkesine olan inancına, yani Putin ve Kuzey Kore lideri Kim Jong-un ile şahsi bağlantılar kurarak Rusya ve Kuzey Kore ile çelişkileri yönetme ve onları dizginleme çabasına ek olarak anlaşılabilir.

dfergty
Kazımi Londra'da Al Majalla Genel Yayın Yönetmeni İbrahim Hamidi’ye röportaj verdiği sırada (Nur Eyyub – Al Majalla)

Trump, küresel ekonominin dümenine geçmek isteyen Çin’i engelleyecek kararlı adımlar atmak için zamana karşı yarışıyor. Çünkü ABD'yi büyük zorluklardan kurtarıp sürdürülebilir fırsatlara ulaştırmayı başaran istisnai bir lider olarak tarihe geçmek istiyor.

*Yeni dünya düzenine nasıl bakıyorsunuz?

ABD, teknolojik, ekonomik, kültürel, askeri ve diplomatik olmak üzere çeşitli alanlarda üstünlüğünü korumaya çalışarak, uluslararası kurumlara ve Varşova Paktı'nın dağılmasından sonra uluslararası arenada tek başına kalan Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü'ne (NATO) liderlik ederek ve başta Çin ve Rusya olmak üzere potansiyel rakiplerinin bir süper güç seviyesine yükselmesini engellemeye çabalayarak uluslararası sistem üzerindeki liderliğini sürdürmenin yollarını arıyor.

Günümüzün akışkan ve karmaşık dünyasında, uluslararası haritayı basit kavramlara indirgemeyen çok boyutlu bir okumayı tercih ediyorum.

ABD, özellikle dünyanın tanık olduğu jeopolitik ve ekonomik dönüşümler çerçevesinde uluslararası arenadaki gücünün ve liderlik rolünün geleceğiyle ilgili bazı zorlukla karşı karşıya. Bundan dolayı gücün artık tek bir kutbun elinde toplanmadığı, ancak üç boyuta bölünmüş bir modele göre dağıtıldığı ve böylece birden fazla gücün aynı anda etkileşime girdiği söylenebilir.

ABD, gerek bütçe gerek teknoloji gerekse dünyanın dört bir yanında sahip olduğu askeri üsler bakımından olsun askeri güç açısından açık ara tek taraflı hakim güç olmaya devam ediyor. ABD'nin askeri üstünlüğü Washington'ı eşsiz bir konuma oturtuyor. Ancak yükselen güçleri, özellikle de sessiz ve derinden devasa silah cephanelikleri geliştirmeye ve geçtiğimiz yüzyıldaki Sovyetler Birliği'nden farklı olarak ABD’nin gücüyle rekabet edebilecek bir askeri yapı inşa etmeye çalışan Çin'i izlemesi ve takip etmesi gerekiyor.

Başta Körfez’dekiler olmak üzere Arap ülkelerinin kalkınma deneyimleri cesaret verici olmanın da ötesinde, küresel düzeyde sıçramalar ve sınırlar çiziyor. Bu da kardeş Arap ülkeleri tarafından desteklenecek bir projeyle ilerlemek için bir teşvik ve motivasyon oluşturuyor.

Ekonomik güç düzeyinde, on yılı aşkın bir süredir ABD, Avrupa Birliği (AB), Çin ve Japonya gibi büyük ekonomik güçler arasındaki hararetli rekabet başta olmak üzere çok kutupluluk yönünde bir tablo çiziliyor. Buna yansımaları ve etkileri nedeniyle uluslararası arenada büyük önem kazanan Hindistan ve Brezilya gibi yeni oyuncular ekleniyor.

Burada dikkat edilmesi gereken üçüncü bir boyut daha var. O da ulus ötesi ilişkilerle ilgili boyuttur. Geleneksel anlamda devletleri temsil etmeyen geleneksel olmayan güçler bu boyutta etkileşime girer ve bu boyutta ulus ötesi terörizm, uluslararası suç ve siber güvenlik gibi zorluklar ortaya çıkar. Salgın hastalıklar ve iklim değişikliği gibi tüm insanlığın karşı karşıya olduğu ortak sorunlar uluslararası iş birliği yapılmasını gerektirdiğinden tek bir güç tarafından ele alınamamalı. Bu boyutta güç, çok çeşitli ölçeklere dağılmış olup, tek kutupluluk ya da çok kutupluluk kavramlarını, uluslararası gerçekliğin ve mücadelelerinin karmaşıklığını tanımayan basit bir kavram haline getiriyor.

*Arap ülkelerinin bu küresel sistemdeki konumlarını, rollerini ve katkılarını nasıl görüyorsunuz?

Arap dünyasının engin potansiyeline, bol kaynaklarına ve zengin medeniyet mirasına yakışacak şekilde küresel sahnede anlamlı bir etki kazanmasının en etkili yolu Arap entegrasyonu projesidir. Bu proje, çabaları birleştirecek, içerideki çelişkileri yapıcı bir farkındalıkla yönetecek ve Arap siyasi dokusunu yeniden yapılandırmak ve Arap dünyasının küresel meseleleri şekillendirmesine izin verebilecek muazzam enerjisini ortaya çıkarmak için gizli yetenekleri kullanacak. Bir süre önce, bölgemizi etkileyen kronik krizleri aşmak üzere tasarlanmış bir girişim olan ‘Yeni Levant (Maşrık) Projesi'ni önermiştim. Bölgenin çıkmaza girmiş gerçekliğine meydan okuyan Yeni Levant Projesi, maceracı ya da gerçekçi olmayan bir vizyon sunmaktan ziyade gerçekliğin akışkanlığına ve karmaşıklığına ayak uyduran, dönüşümün üretilmesine olanak tanıyan bir öneridir. Proje, bölgedeki kilit oyuncular olan Irak, Mısır ve Ürdün arasında stratejik ve yapıcı bir entegrasyon öngörüyor. Irak zengin doğal kaynaklara, Mısır büyük bir nüfusa ve önemli bir endüstriyel uzmanlığa, Ürdün ise önemli bir jeostratejik konuma sahip. Bu özelliklerin hepsi, bölgede kendi kabiliyetlerine dayalı yeni bir rota çizmek ve kendine daha fazla inanan ve yapısal ilerleme için dayanışmanın gerekliliğine daha fazla ikna olmuş bir bilinci yeniden üretebilecek hayati bir model oluşturmak için her ülkenin güçlü yanlarından karşılıklı olarak faydalanmak üzere iş birliği yapmak üzere bir araya getirilebilir.

Yeni Levant Projesi, ne yazık ki bölgesel söylemlerimizin çoğunda pratikten ziyade retorik bir değer haline gelen entegrasyon ilkesine yaptığı vurguyla öne çıkıyor.

Böyle bir projenin özellikle Körfez İşbirliği Konseyi’ndeki (KİK) kardeşlerin vizyonunu tamamlayacağını ve ortak Arap eylemine dayalı yeni bir Ortadoğu inşa etmek için ufuklar açabileceğini ve gerçek fırsatlar yaratabileceğini düşünüyorum.

Başta Körfez’dekiler olmak üzere Arap ülkelerinin kalkınma deneyimleri cesaret verici olmanın da ötesinde, küresel düzeyde sıçramalar ve sınırlar çiziyor. Bu da kardeş Arap ülkeleri tarafından desteklenecek bir projeyle ilerlemek için bir teşvik ve motivasyon oluşturuyor. Çünkü ortak çıkarlar bu tür bir gücün engellenmesini değil, yükselmesini gerektiriyor. Bu güç, daha güvenli, gelişmiş ve ileri bir stratejik ortam yaratma ve sadece stratejik kısırlık üreten çatışma alanlarını boğma çerçevesinde etkili ve verimli ekonomik, siyasi ve güvenlik dinamiklerine dayanıyor. Bu da Arap dünyasını, küresel sahnede öne çıkan eylemin sadece bir alıcısı olmanın ötesine taşıyıp uluslararası dönüşümlerin oluşumuna daha fazla dâhil ediyor.