Arap dünyasının durumu (4): Arap ülkelerinin ulusal güvenliği

Uluslararası toplumun ve Ortadoğu’nun güvenlik sahasında bir kaos ve değişim dönemi yaşanırken büyük güçlerin güvenlik kapsamı daraldı ve birçok şey açığa çıktı

Cezayir'in başkentinde bir araya gelen Arap liderler (AFP)
Cezayir'in başkentinde bir araya gelen Arap liderler (AFP)
TT

Arap dünyasının durumu (4): Arap ülkelerinin ulusal güvenliği

Cezayir'in başkentinde bir araya gelen Arap liderler (AFP)
Cezayir'in başkentinde bir araya gelen Arap liderler (AFP)

Nebil Fehmi
Bugünkü yazımız Arapların durumuna ilişkin kaleme aldığımız dördüncü ve son makale. Her ne kadar acil olarak değerlendirilmesi gereken uluslararası olaylardan ötürü ertelenmiş ve buna göre düzenlenmiş olsa da bu yazı dizisini Arap ulusal güvenliğine ilişkin açıklamalarla bitirmek belki de daha uygun olacaktır.
Arap ülkelerinin her birinin kendi ulusal güvenliğinin kavramlarını ve sınırlarını yöneten özel ulusal öncelikleri ve kaygıları olması gayet doğal bir durumsa da Arap ülkelerinin çoğunluğunun kavramları arasında, bölgesel düşüncelerin ulusal güvenlik kavramlarının belirginleşmesinde ve bunlarla ilgili kararların şekillenmesinde önemli bir yer ve ağırlığa sahip olması da dahil birtakım ortak özelliklerin bulunduğuna dikkat çekiliyor. Arapların büyük bir bölümü, Avrupa sömürgeciliği belasına maruz kaldıktan sonra politikalarını, kültürel birikimlerini, tarihlerini ve kimliklerini korumaya önem verdiler. Arap milliyetçiliğine yönelik görüşlerin ve duyulan heyecanın farklı olmasına rağmen buna bağlı kaldılar. Milli siyasi kimliğin korunması, Arap ülkelerinin ulusal güvenlik standartlarında özel bir yere sahiptir. Tıpkı Arap-İsrail çatışması ve özellikle uzun süredir herkesin aklını meşgul eden ortak bir mesele olan Filistin meselesinde olduğu gibi.
Göz ardı edilemeyecek bir diğer ortak nokta ise tarihi ve stratejik konumunun yanı sıra zengin enerji kaynakları Arap bölgesini Soğuk Savaş döneminde büyük güçler arasında bir rekabet sahasına dönüştürmesidir. Denizlerde seyrüsefer özgürlüğünü ve ucuz enerji kaynaklarına erişimi garanti altına alma arayışı çerçevesinde Arap bölgesine imrenilerek bakılması batıda, doğuda, kuzeyde ve güneyde bulunan Arap ülkelerinin ulusal güvenlik denklemlerine büyük uluslararası güçlerin değerlendirmelerinin ve hesaplarının dahil edilmesine neden oldu. Çoğu, güvenlik hesaplarında ve kararlarında bir süper güce bağımlı hale geldi.
Arap ülkeleri için ulusal güvenlik kavramını şekillendirmede bölgesel ve uluslararası meselelerin dahil edilmesi, Arap ülkelerinde ulusal güvenliğin doğru tanımlanmasında ve özellikle harekete geçmeyi ve ulusal askeri yeteneklerini kullanmayı gerektiren noktalarda bir dereceye kadar belirsizliğin olmasına yol açtı.  Çünkü karar yalnızca ulusal hesaplara bağlı ya da pratik bir şekilde uygulanabilir yahut sadece Arap tarafların elinde değildi.
Bazen Arap ülkeleri arasında, örneğin 1990'larda Yemen’deki durum gibi bölgesel ve ulusal kavramlar bakımından ya da Sovyetler Birliği'nin Mısır ve Suriye'nin Ekim 1973 savaşını başlatma kararı konusunda pek hoşnut olmadığı zamanlarda tanık olduğumuz gibi, Arapların arzuları ve kararları ile onları destekleyen büyük güçlerin tutumları bakımından bir çelişki ve çatışma ortaya çıkıyordu. Öte yandan Batılı ülkeler, Körfez ülkelerinin İsrail’i destekleyen ülkelere petrol ihraç etmeyi durdurma kararına itiraz ettiler. Bu ülkelerin birçoğunun, Mısır ve Suriye'yi desteklediği ya da diğer konularda Körfez ülkelerine güvenlik kalkanı sağladığı biliniyor.
Arap ülkeleri, geçtiğimiz günlerde ABD'nin yaptığı gibi, ulusal güvenliklerinin temellerini ve felsefesini ayrıntılı olarak tanımlayan resmi açıklamalar yayınlamaya alışkın değiller. ABD, Çin'in Amerikan çıkarlarına yönelik tehdidine özel olarak değinen resmi bir açıklamada bulunmuştu. Her ne kadar yakın geçmişte edinilen tecrübeler, Arap ülkelerinin birçoğunun güç kullanmaktan ya da tehdit etmekten çekinmedikleri ciddi belirleyicileri ve sorunları olduğunu kanıtlamış olsa da bunların çoğu, ulusal sınırların korunması ve komşu ülkelerin iç işlerine doğrudan ya da başka bir şekilde müdahale edilmesinin önlenmesiyle ilgiliydi. Yani, ulusal güvenliğin genellikle süper güçlerle stratejik dış, bölgesel Ortadoğu ve ülkelerimizin her birinin doğrudan çıkarlarını korumakla ilişkili ulusal olmak üzere üç çevreden oluşturulmuş ve bunlardan etkilenmiştir. Elbette her bir çerçevenin etki oranının bir ülkeden diğerine farklılık gösterdiği unutulmamalı.
Öte yandan, genel olarak Arapların tarih ve güvenlik konularında devraldıkları miras, sınırlar dışında güç kullanımını geciktiren iyi huylu bir Arap kültürü yarattı. Bu iyi huylu gecikmeye İran'ın Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) adalarını işgal ettiği gibi Arap ülkelerinin topraklarının bir kısmının işgal edilmesi sırasında ya da Mısır’ın Etiyopya ile güç kullanımı yerine müzakereyi tercih ettiği, halkının temel ihtiyaçları için bir tehdit oluşturan su anlaşmazlığında olduğu gibi çeşitli sınır anlaşmazlıklarının yaşandığı dönemde tanık olduk. Burada ret değil, erteleme ifadesini kullanmamın nedeni var. Mısır, iki yıl önce Türkiye'nin Sirte’den Cufra’ya kadar Libya’da belirli noktaları ihlal etmesinin ulusal güvenlik ihlali olarak kabul edildiğini ve sonuçları olacağını açıklamıştı. Bu açıklama, temel olarak ulusal diyalogda belirli coğrafi noktaların ötesine geçen güvenlik risklerine dayanan bu kavramın mantıklı ve geleneksel bir uygulamasıydı. Hamdolsun uyarı ciddiye alındı ​​ve doğrudan bir çatışma yaşanmadı.
Suudi Arabistan liderliğindeki Arap Koalisyonu ülkelerinin, komşu ülke Yemen’deki meşru hükümetin zarar görmesinin ulusal güvenliklerine karşı tehdit oluşturduğu düşündükleri başka bir olaya tanık olduk. Yani özellikle İran’ın desteği ve emelleri çerçevesinde, komşu ülkede meşruiyeti baltalama düşünceleriyle bölgesel güvenlik tehditlerini birleştiren bir meseleye şahitlik ettik. Bu aynı zamanda, Arap ülkelerinin ulusal vizyonlarının başlıca müttefikleri olan ABD’nin vizyonuyla ters düştüğü açık bir örnektir. Yemen meselesi, Suudi Arabistan liderliğindeki Arap koalisyonu ile güvenlik alanındaki ana müttefik ülke ABD arasında tanık olduğumuz bir çekişmeye neden oldu. Bu çekişmeye, petrol üretimindeki artışla ilgili olarak son haftalarda yeniden tanık olduk.
Eğer konu Filistin gibi kapsamlı bir bölgesel mesele değilse, güç kullanımına ilişkin Arapların daha çekimser kavramlarına ve düşüncelerine dair başka örnekler de var. Anayasası sınırlarının dışında güç kullanımını yasaklayan Cezayir'in durumunu buna örnek gösterebiliriz.
Arap ülkelerinin ulusal güvenliğinin hesapları, düşünceleri ve kültürü ne olursa olsun, uluslararası toplumun ve Ortadoğu’nun güvenlik sahasında bir kaos ve değişim dönemi yaşadığını söylersek abartmış olmayız. Büyük güçlerin güvenlik kapsamı daraldı ve birçok şey açığa çıktı. Bölgesel güvenlik dengesi Arapların çıkarları aleyhine bozuldu. Arap ülkelerinin ulusal güvenliğine yönelik tehditler artarak çeşitlendi. Bu tehditlerin bir kısmını bir noktadan diğerine hareket eden radikal akımlar, bir kısmını da uzun menzilli füzeler, uydulardan sağlanan iletişim, insansız hava araçları (İHA) ve yapay zeka uygulamalarına kadar uzanabilecek siber savaş gibi gelişmiş silahlar oluşturuyor. Bu yüzden Arap ülkelerinin geleneksel olmayan adımlarla ilgili kararlar alarak ve çalışmalar yaparak imkanlarını desteklemek için ulusal güvenlik konusuna gerekli ilgiyi göstermelerini umuyorum.
Bu adımları şöyle sıralayabiliriz:
1- Daha fazla dost edinmek, siyasi ve güvenlik alanında müttefikleri çoğaltmak
2- Güvenlik kabiliyetlerini artırma aşamasında çatışma ya da çatışmaların şiddetlenmesini önlemek için etkinliğini ya da diplomatik ve siyasi faaliyetlerini artırmak
3- Komşu ülkelerle bir güvenlik dengesi oluşturmaya özel bir önem vererek yakın gelecekteki tehlikelere hazırlık olarak yeni teknolojilere özel olarak odaklanmak, askeri ve güvenlik yeteneklerini çeşitli silah kaynaklarıyla güçlendirmek ve kendi yeteneklerini geliştirmek
4- Çoğu barışçıl ve askeri olmak üzere çift yönlü kullanım özelliğine sahip siber türevleri, uzaktan iletişim araçları, yapay zeka ve bazı ülkelerin ve akımların yasa dışı teknoloji kullanımına özel olarak odaklanarak yeni teknolojileri ülkelerine çekmek ve yerelleştirmek
*Bu makale Şarku’l Avsat tarafından İndependet Arabia’dan çevrilmiştir.
 



F-16 hamlesi, Ukrayna savaşının seyrini değiştirir mi?

Fotoğraf: AA
Fotoğraf: AA
TT

F-16 hamlesi, Ukrayna savaşının seyrini değiştirir mi?

Fotoğraf: AA
Fotoğraf: AA

Con Coughlin

ABD Başkanı Joe Biden’ın gelişmiş F-16 savaş uçaklarının Ukrayna’ya teslimatını destekleme kararı, ilk bakışta Kiev’in Rusya ile bir yıldır süren savaşında oyunun kurallarını değiştirecek gibi görünüyor. Öte yandan Ukrayna Devlet Başkanı Vladimir Zelenskiy, Rusya ordusu tarafından işgal edilen bölgeleri kurtarma çabalarına destek verilmesi adına ordusuna gelişmiş savaş uçakları temin etmeleri için Batılı müttefiklerine aylardır duygusal çağrılarda bulunuyor.

Ağırlıklı olarak Sovyet dönemi MiG-29'lara ve Su-27'lere sahip olan Ukrayna Hava Kuvvetleri, Ukrayna hava sahasını Rusya’nın saldırılarına karşı savunma konusunda harika bir iş çıkardı. On beş aylık yoğun çatışmalar sırasında ağır kayıplar vermiş ve mevcut savaş uçaklarının sayısını ciddi şekilde tüketmişti.

Ukrayna’nın savaş kabiliyetlerini artırmak için Batılı ülkelerden savaş uçakları temin etme girişimleri, Biden yönetiminin F-16’ların tedariki konusundaki isteksizliği nedeniyle birçok kez başarısız oldu. Ukrayna, Hava Kuvvetleri’ni geliştirmek için F-16’ları tercih ediyor.

ABD yapımı F-16'lara sahip olan ve bunları kullanan Hollanda, Belçika ve Danimarka gibi bir avuç Avrupa ülkesi, uçağın özel Amerikan teknolojisi kullanması nedeniyle uçağı geliştiren ABD’nin izni olmadan üçüncü bir tarafa devredemeyeceklerini bilseler de uçakları Ukrayna'ya tedarik etmeye istekli olduklarını ifade ettiler.

Biden yönetiminin, uçakların üçüncü tarafa devrine izin vermemek için öne sürdüğü birçok neden arasında Ukraynalı pilotların ABD teknolojisine hakim olacak şekilde eğitim görmedikleri ve bu eğitimi almalarının da uzun zaman alacak olmasının yanı sıra Beyaz Saray'ın Ukrayna'ya gelişmiş Batılı askeri teknolojileri sağlamanın Moskova ile gerginliğin artmasına yol açabileceği endişesi bulunuyor.

Ağırlıklı olarak Sovyet dönemi MiG-29'lar ve SU-27'ler ile donatılmış Ukrayna Hava Kuvvetleri, Ukrayna hava sahasını Rus saldırılarına karşı savunmak için harika bir iş çıkardı, ancak ağır kayıplar verdi.

Ukrayna Hava Kuvvetleri, ağırlıklı olarak Sovyet dönemi MiG-29 ve SU-27 model savaş uçaklarıyla donatılmıştır. Hava Kuvvetleri, Ukrayna hava sahasını Rusya’nın saldırılarına karşı savunmakta iyi iş çıkarsa da ağır kayıplar verdi.

Ancak hem Zelenskiy’nin hem de Avrupalı ​​müttefiklerinin aylarca süren yoğun lobi çalışmalarının ardından Biden, nihayet NATO müttefiklerine savaş uçaklarını tedarik etmeleri ve Ukraynalı pilotları eğitmeleri için yeşil ışık yaktı.

ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı Jake Sullivan, yaptığı açıklamada, Başkan Joe Biden’ın G7 Liderler Zirvesi sırasında karar hakkında ‘G7’deki ortaklarını bilgilendirdiği’ belirtirken ABD'nin Ukraynalı pilotların eğitimini denetleyeceğini de sözlerine ekledi.

Bu kararın, sadece aylar önce, geçtiğimiz şubat ayında olduğu gibi, Biden yönetimi açısından büyük bir değişimi temsil ettiğine şüphe yok. Biden, ABC News’ten David Muir’a verdiği röportajda Ukrayna’nın F-16'lara ihtiyacı olmadığını belirterek “Şu anda ordumuza göre F-16'ları göndermek için hiçbir gerekçe yok. Şimdilik bunu reddediyorum” demişti. ABD Savunma Bakanlığı (Pentagon) Savunma Politikalarından Sorumlu Müsteşarı Colin Kahl, mart ayında ABD'li temsilcilere, Başkan Biden’ın F-16'ların Ukrayna'ya transferini onaylasa bile Ukraynalı pilotların eğitiminin en az iki yıl kadar süreceğini söyledi.

Ancak tüm bu açıklamalar şimdi büyük bir yeniden değerlendirmeden geçiyor. Çünkü F-16 simülatörleri eğitimi vermek üzere çağrılan Ukraynalı pilotlar, sadece 3 ayda savaş uçağını uçuracak teknolojide ustalaşabileceklerini kanıtladılar.

Ukrayna’nın gelişmiş savaş uçağından edinme olasılığı, Moskova tarafından sert bir tepki verilmesi yetti de arttı bile. Rusya Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü, Ukrayna'ya F-16 tedarik edecek herhangi bir NATO ülkesinin ‘korkunç risklerle’ karşı karşıya kalacağı konusunda uyardı.

Ancak Moskova’nın geçtiğimiz yıl şubat ayında Ukrayna’ya savaş açmasından bu yana yaptığı birçok tehditte bulunsa da Ukraynalı pilotlar uçağı uçurabildiği sürece Rusya’nın Ukrayna’nın uçakları almasını engellemek için yapabileceği pek bir şey yok. Herhangi bir ülke gibi Ukrayna’nın da kendisini savunma ve istediği yerden askeri teçhizat alma hakkı vardır.

Ancak konuyla en alakalı endişe, en azından Kiev’in bakış açısından, bu uçakları elde etmek ne kadar sürer ve ne zaman gerçekten Ukrayna’nın harp çabalarına katkıda bulunabileceğidir.

F-16 simülatörleri konusunda eğitim vermek üzere çağrılan Ukraynalı pilotlar, 3 ay gibi kısa bir sürede F-16 uçuracak kadar ustalaşabileceklerini kanıtladılar.

Hiç şüphesiz F-16 gibi gelişmiş savaş uçaklara sahip olması Ukrayna Hava Kuvvetleri’ne ciddi bir ivme kazandıracak ve Ukraynalılara daha önce sahip olmadıkları yepyeni askeri yetenekler kazandıracak.

F-16’lar örneğin, Sovyet dönemi savaş uçaklarının çoğundan daha uzun menzilli bir radara sahipler ve bu özellik, düşman uçaklarıyla daha uzak mesafelerden çarpışmasını sağlar. Hedefi vurmak için radar içinde tutmaya gerek kalmadan füze fırlatabilir. Rusya’nın şu an bu yeteneğe sahip, ancak Ukrayna değil.

Ayrıca F-16'lar, GPS ve gelişmiş hedefleme sistemleri kullanarak lazer güdümlü hassas füzeler fırlatabiliyor, düşmana ait yer radarlarını hedef alabiliyor ve şu an savaşta kullanılan uçaklardan çok daha iyi bir doğrulukla vurabilir.  

Bu askeri teknolojiler Ukrayna’nın savaş sahasında elini güçlendirecek olsa da Ukrayna'ya gönderilecek F-16’larda bu teknik bileşenlerin tümünün mü yoksa sadece bir kısmının mı bulunacağı ve savaş uçaklarının Ukrayna'da cephe hattına getirmesinin ne kadar süreceği konusunda soru işaretleri ortaya çıktı.

Batılı müttefikleri son aylarda sayısız kere Kiev’e askeri destek açıklamasında bulunsalar da vaat ettikleri askeri teçhizatın tedarikinin gerçekleşmemesi, Ukrayna ordusunu uzun süredir planladığı bahar saldırısını ertelemeye zorladı.

İngiltere, Fransa, Almanya ve Polonya başta olmak üzere birçok Avrupa ülkesi, Batı’da bir ‘uçak ittifakı’ oluşturulmasını desteklese de şimdi benzer gecikmelerin F-16’ların tedariki çabalarını etkileyebileceği endişeleri söz konusu.

ABD Hava Kuvvetleri Sekreteri Frank Kendall, Biden’ın açıklamasının ardından beklemeye aldığı savaş uçaklarını Ukraynalıların fiilen teslim almasının biraz zaman alabileceğini belirtti.

F-16'ların Ukrayna savaşı üzerindeki potansiyel etkisinin fazla olmayacağını düşünen Kendall, F-16’ların tedarikinin ayrıntıları üzerindeki çalışmaların birkaç ay sürebileceğini sözlerine ekledi.

F-16 savaş uçağı, GPS ve gelişmiş hedefleme sistemleriyle lazer güdümlü hassas füzeler fırlatabilir, düşmana ait yer radarlarını hedef alabilir ve şu an savaşta kullanılan uçaklardan çok daha iyi bir doğrulukla hedefi vurabilir.

Hava Kuvvetleri Sekreteri Kendall, açıklamasını şöyle sürdürdü:

Bu yeteneğe sahip olmaları en iyi ihtimalle birkaç ay alacaktır. Düzenlenme yapılması gereken pek çok detay söz konusu. F-16’lar, Ukraynalılara şu anda sahip olmadıkları ekstra bir askeri yetenek kazandıracak olsa da büyük bir oyun değiştirici olmayacaktır.

Öte yandan ABD’li üst düzey bir güvenlik yetkilisi, uzun vadeli güvenlik çabalarının bir parçası olarak Ukrayna'ya eğitim ve ‘uçağın ne zaman, nereye ve nasıl teslim edileceği’ konusunda bir plan geliştirme çalışmalarının başladığını söyledi.

Bir diğer önemli konu da Ukrayna’ya F-16 tedarik edecek ülkelerle ilgili. Ukrayna’ya F-16 tedarik edilmesi için baskı yapan Polonya, 48 uçaklık F-16 filosunun tamamını Ukrayna’ya bağışlamayı reddetti. Belçika gibi diğer potansiyel bağışçılar da vazgeçebilecekleri F-16'ları olmadığını vurguladılar.

Biden'ın F-16’ların transferini onaylama kararı en nihayetinde savaş sahasında Ukrayna'ya büyük bir destek sağlayabilir, ancak uçaklar savaş sona ermeden tedarik edilmezse bu destek çok kısıtlı kalabilir.

*Bu makale Şarku’l Avsat tarafından Majalla dergisinden çevrilmiştir.


Arap bölgesini sarsan iki tehlike

Arap bölgesini sarsan iki tehlike
TT

Arap bölgesini sarsan iki tehlike

Arap bölgesini sarsan iki tehlike

Hasna el-Kunay’ir
İki şey, son birkaç yılda Arap bölgesini mahvetti ve mahvetmeye de devam ediyor.
Bunlardan ilki ve en tehlikesi, bölgenin Irak’ın işgalinden itibaren Amerikan eliyle yıkılmasıdır. Amerikalı dilbilimci Noam Chomsky, “Dünyayı Kim Yönetiyor” adlı kitabında bu konuyu şöyle değerlendiriyor: “Irak’ın işgali, 21’inci yüzyılda işlenen en büyük suçtur.” Irak, yıpratıcı bir kuşatmaya maruz kaldıktan sonra Amerikan askerî mekanizması katletmek, bozgunculuk çıkarmak ve Iraklının insanlık onurunu çiğnemek üzere geldi ve buradaki mezhepçilik fitnesini körükledi. Irak’ın işgali, Arap bölgesi ile diğer ülkelerde terörün yayılmasının doğrudan bir sebebiydi ve Amerika, Arap bölgesinde DEAŞ gibi yeni bir aşırılık ve terör ortamı oluşturmaya çalıştı. Ve bölgeye yönelik kötü niyetli planlarını hayata geçirmek üzere daha kaotik, acımasız, kasvetli ve kaynak tüketen yeni bir durum ortaya çıkarmak için planlar yaptı. Afganistan’dan dehşet verici bir şekilde çekilmesi de bu planların sonuncusu değil.
ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice, 2005 yılında Washington Post gazetesine yaptığı açıklamada ABD’nin demokrasiyi yaygınlaştırmak için Ortadoğu’da yapıcı kargaşayı yayma seçeneğine başvuracağını söylemişti. Bu teoriye göre toplum kargaşanın, şiddetin, dehşetin ve kanın en uç noktalarına ulaştıktan sonra o toplumu yeni bir kimlikle yeniden inşa etme imkânı doğar. Bu da -ABD’nin iddiasına göre- Arap ve İslam ülkelerini diktatörlükten demokrasiye taşımanın bir yoludur.
“Irak’ın işgali, Arap bölgesi ile diğer ülkelerde terörün yayılmasının doğrudan bir sebebiydi”
Daha sonra Amerika’da yönetimi Obama devraldı. “Hiç şüphesiz o, Arap bölgemize karşı en büyük komplocuydu. Çatışmanın devam etmesi, bölgedeki tüm tarafları tüketir; verimli ve faydalı bir çatışma” diyen teorisini gerçekleştirerek Arap bölgesini bölmek için çaba gösteren Obama, şerli yıkıcı projesine hizmet etmek için çalıştı. Nitekim İhvan-ı Müslimin (Müslüman Kardeşler) ile ittifak kurduğu projesinin yıkıcı etkileri bugün artık herkesin malumu. Arapların genel sessizliği, Arap ulusuna karşı komplocuların içinden geçtiği bir gedikti. Ülkemiz ve beraberinde BAE, bu komplo karşısında kararlı bir duruş sergilemeseydi Obama’nın şerli planları, tüm Arap ülkelerinde gerçekleşecekti.
Bölgeyi sarsan ikinci şey ise siyasi “mezhepçilik”. Bu tehlikenin temelleri, İslami veya ahlaki bir bağlılığı olmayan fırsatçı partiler ve siyasetçiler tarafından atıldı. Amaç, İbn Haldun’un tabiriyle “asabiyet”, günümüzün deyimiyle “halkçılık” üzerinden siyaset yapmaktı. Böylece siyasi fırsatçı, iktidara gelebilirdi. Irak, Lübnan ve Suriye gibi Arap toplumlarının yaşadığı krizi somutlaştıran “mezhepçilik” kavramı üretildi. Söz konusu ülkelerde mezhepçilik, bir öğreti, ideoloji ve diğer kimliklerin ve üst aidiyetlerin yerini alan, hatta onları aşmaya başlayan bir kimlik haline geldi.
“Obama, şerli yıkıcı projesine hizmet etmek için çalıştı. Nitekim Müslüman Kardeşler ile ittifak kurduğu projesinin yıkıcı etkileri bugün artık herkesin malumu.”
Bu düşmanlığın kıvılcımı, İran kanallarıyla Irak, Lübnan ve Londra’da onun hesabına çalışan ve çoğalan çeşitli cemaatlerin kanallarından sıçramaktadır. Bu kanallar her gün Ehl-i Beyt’in mağduriyetini dillendirmek, Sünniler ile Resulullah’ın ashabının sembol isimlerini karalamak, tarihî düşmanlığı kendi çıkarına kullanarak program yapmak için her fırsatı değerlendirmek suretiyle zehrini saçmaya devam ediyor.
Bu yüzden “Sünni taife” tabiri, İran ve onun Arap bölgesindeki ajanları tarafından ortaya atıldı. Maksat, Resulullah’ın ashabına, müminlerin annesi Hz. Aişe’ye ve devletler, hükümetler ve halklar düzeyinde tüm Sünnilere saldırmaktı.  Bununla birlikte Sünnilerin ülkelerinde Şiiliği yaymaya çalıştılar. Onlarla aynı fikirde olmayan herkes, Ehl-i Beyt’e düşman olmakla itham edildi. Bu Ehl-i Beyt’i de tekellerine aldılar; o kadar ki nesep olarak Hindistan’dan gelen Humeyni’yi bile Ehl-i Beyt’ten saydılar. Onların inancında Ehl-i Beyt düşmanlığı, Yahudilerdeki antisemitizm gibi bir silaha dönüştü.
Mezhepçiler kin, mağduriyet yalanları ve sözde zulüm kompleksi etrafında bir araya geliyor. Sünniler, kendilerini Müslüman ve sadece Müslüman olarak kabul ettikten sonra İslam’ın Sünni olmadığını ve Sünniliğin yalnızca bir mezhep olduğunu, yani Müslümanların yüzde 93’ünü temsil eden Sünnilerin, yüzde 93’lük bir mezhebi temsil ettiğini söyleyenler geldi. Mezhepçi İran rejiminin ve onun kayığına binenlerin mantığı budur. Müslüman çoğunluğuna mensup El-Kaide örgütü üzerinden terörün Sünnilerin, yani Müslüman çoğunluğunun ürünü olduğunu tüm dünyaya göstermek için dünyadaki Sünni imajının karalanmasındaki sebep de onlardır. Halbuki bu örgütün üyeleri, eğitimin, silahlanmanın ve terör operasyonlarına hazırlığın gerçekleştiği İran ve Suriye tarafından gözetiliyor.  
“’Sünni taife’ tabiri, İran ve onun Arap bölgesindeki ajanları tarafından ortaya atıldı. Maksat, Resulullah’ın ashabına, müminlerin annesi Hz. Aişe’ye ve devletler, hükümetler ve halklar düzeyinde tüm Sünnilere saldırmaktı.”
Bu algıya dayanarak ABD, Suriyeli devrimcileri desteklemekte tereddüt etti ve aralarında El-Kaide örgütünün varlığını gerekçe göstererek silahlanmalarını engelledi. Beşşar Esed’in ortaya attığı bu yalana Amerika, inanmak istediği için inandı. Azınlıklar için bir endişe üretti ve onları korumayı talep etti. Sonra siyasi bir çözüm ve demokratik bir iktidar devri için çağrıda bulundu. Ama Sünni vatandaşların maruz kaldığı kıyımları, insanlık suçlarını, soykırım ve etnik temizlik savaşını hiç dikkate almadı. Bu, Bush’un Irak’taki Şiileri, Saddam tarafından maruz bırakıldıkları durumdan kurtarmak için alelacele yaptığı şeylerle örtüşmüyor. Yani ki Amerika, Sünnilere yardım için acele etmeyip, aksine kurban sayısını artıracak çözümler bekleyerek işi yavaştan alıyor.
Bundan dolayı Irak, Lübnan ve Suriye’de Sünniler, saf dışı bırakılıyor, takip ediliyor ve bölgelerinden sürülüyor. İran tarafından işgal edilen Ahvaz’daki Sünniler de yapılan zulüm, uzaklaştırma ve hak gaspları nedeniyle yoğun sıkıntılar yaşıyor. İran, Husileri Yemen’deki Sünni hükümeti devirmeye teşvik etti ve onlara, en büyük Sünni devlet olan ülkemize karşı onun adına savaşmaları için para ve silah desteği sağladı. Bahreyn’de Arap Sünni çoğunluğuna ait meşru hükümete karşı isyancıları destekleyen de odur!
Sünnilere karşı uluslararası dayanışmayı teyit eden şeylerden biri, kendisine karşı devrimin başladığı zamanda Beşşar’a Rusya’dan gelen sonsuz destektir. Rusya Dışişleri Bakanı, Esed’e sundukları desteği, Suriye’de bir Sünni rejimin kurulmasını önlemek şeklinde gerekçelendirdi. Suriye’de Sünni mezhebi, bu komplocuların nazarında bir suçlama sebebi ve azınlıkları yok etmek için fırsat kollayan bir canavar haline geldi.
Sonuç olarak, ılımlı Sünnilerle ılımlı oldukları için mücadele ediliyor ve bu kesim, ihanet söylemiyle karşı karşıya kalıyor. Aşırılık yanlısı olanlarla da aşırı oldukları için mücadele ediliyor ve bu aşırılık, Sünnileri karalamak isteyen tüm komplocuların hedeflerini gerçekleştiriyor.
*Bu makale Şarku'l Avsat tarfından Majalla'dan  çevrilmiştir.


Yapay zeka nükleer savaşa yol açabilir mi?

Araştırmacılar, yapay zeka ile çalışan cihazlarda teknik bir hata olması ve bunun sonucunda silahların yanlışlıkla ateşlenmesi ihtimaline dikkat çekti (AFP)
Araştırmacılar, yapay zeka ile çalışan cihazlarda teknik bir hata olması ve bunun sonucunda silahların yanlışlıkla ateşlenmesi ihtimaline dikkat çekti (AFP)
TT

Yapay zeka nükleer savaşa yol açabilir mi?

Araştırmacılar, yapay zeka ile çalışan cihazlarda teknik bir hata olması ve bunun sonucunda silahların yanlışlıkla ateşlenmesi ihtimaline dikkat çekti (AFP)
Araştırmacılar, yapay zeka ile çalışan cihazlarda teknik bir hata olması ve bunun sonucunda silahların yanlışlıkla ateşlenmesi ihtimaline dikkat çekti (AFP)

Bir dizi teknoloji uzmanı, yapay zekanın dünya üzerindeki etkisiyle ilgili endişelerini dile getirerek, bunun bir nükleer savaşı ateşleyebileceğini vurguladı.
Şarku’l Avsat’ın Business Insider dergisinden aktardığı analize göre, New York Üniversitesi’nden bir araştırma ekibi, yapay zeka gibi tartışmalı konular hakkındaki görüşlerini değerlendirmek için geçen Mayıs ayında Doğal Dil İşleme alanındaki akademisyenler, endüstri profesyonelleri ve kamu sektörü çalışanlarıyla bir anket yaptı.
Araştırmaya göre, yanıt veren 480 kişiden yüzde 73’ü, yapay zekanın küresel iş gücü için yüksek bir risk oluşturduğunu ve bu yüzyılda ‘devrim niteliğinde toplumsal değişime’ yol açabileceğini kabul etti.
Daha da şaşırtıcı olan, ankete katılanların yüzde 36’sı, yapay zekanın ‘topyekün bir nükleer savaş’ düzeyinde ‘felaket sonuçlara’ neden olma gücüne sahip olduğu konusunda hemfikir olduklarını ifade etti.
Araştırmada yapay zekanın nükleer düzeyde nasıl bir felakete neden olabileceği açıklanmadı. Ancak araştırmacılar, bunun robotlar ve yapay zeka ile çalışan cihazlarda ‘yanlışlıkla silahların ateşlenmesine neden olabilecek’ teknik bir hatadan kaynaklanabileceğini belirtti.
AP tarafından Ocak ayında yayınlanan bir rapora göre, yapay zeka alanında askeri analistler ve araştırmacılar, Ukrayna’daki savaş ne kadar uzun sürerse, otonom ‘katil robotların’ savaş alanında kullanılma potansiyelinin o derece artacağına dikkat çekti.
Bilim insanları, teröristlerin yapay zeka silahlarını ele geçirmesi veya yazılımlarını kopyalamasından da endişe ediyor.
Ankete katılan uzmanlar gibi, birçok iş lideri de yapay zekanın toplumu dönüştürme potansiyeline sahip olduğu konusunda hemfikir.  
ABD’li milyarder Elon Musk, yakın tarihli bir konferansta yapay zekanın ‘uygarlığın geleceği için en büyük risklerden biri’ olduğunu söyledi. 
Eski Meta yöneticisi John Carmac, yapay zekanın sadece on yıl içinde insanlar gibi düşünüp hareket edebileceğine inanıyor.
Google eski CEO’su Eric Schmidt ise, yapay zekanın savaşlarda nükleer silahlar kadar büyük bir etkiye sahip olabileceğini düşünüyor.


Çin, Rus ekonomisini desteklemeye nasıl katkıda bulunuyor?

Çin ve Rusya devlet başkanları geçen yıl Pekin’de düzenlenen bir zirvede (AP)
Çin ve Rusya devlet başkanları geçen yıl Pekin’de düzenlenen bir zirvede (AP)
TT

Çin, Rus ekonomisini desteklemeye nasıl katkıda bulunuyor?

Çin ve Rusya devlet başkanları geçen yıl Pekin’de düzenlenen bir zirvede (AP)
Çin ve Rusya devlet başkanları geçen yıl Pekin’de düzenlenen bir zirvede (AP)

Rusya, Ukrayna’yı işgalini takip eden yılda, ekonomisini çökme tehlikesiyle karşı karşıya bırakan eşi benzeri görülmemiş Batı yaptırımlarıyla sarsıldı ve küresel ekonominin büyük bir kısmından dışlandı.
Ancak Moskova ile dostluğunun ‘sınırsız’ olduğunu ilan eden Çin, Kremlin’e bir can simidi olarak, küresel finansal sistemden dışlanmasının yansımalarını hafifletti.
Çin Dışişleri Bakanı Wang Yi, Çarşamba günü Moskova’ya yaptığı ziyarette Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ile bir araya geldi ve iki ülke arasındaki güçlü ilişkilerin altını çizdi.
Wall Street Journal ayrıca, Çin Devlet Başkanı Şi Cinping ve Putin’in Nisan veya Mayıs başında Moskova’da bir zirve düzenleyebileceğini bildirdi.
Şarku’l Avsat’ın CNN’den aktardığı analize göre, dünyanın en büyük emtia alıcısı, finansal ve teknolojik bir güç merkezi olan Çin’in Rus ekonomisini desteklediği üç yol şunlar;
Enerji satın almak
Batı’nın Moskova’ya yönelik yaptırımları arasında petrol satışlarına ambargo, ham petrol fiyatına üst sınır getirilmesi, banka işlemlerini mümkün kılan uluslararası mesajlaşma sistemi SWIFT’e erişimin engellenmesi ve yurtdışında tutulan Merkez Bankası varlıklarının dondurulması yer alıyor.
Bu hamleler, Rusya’nın savaşı finanse etme yeteneğini zayıflatmayı amaçlıyordu.
Ancak Rus hükümetine göre, Moskova mali gelirlerini artırmayı başardı.
Bunun başlıca nedeni, yüksek enerji fiyatları ve Rusya’nın ihracatı Çin ve Hindistan gibi diğer istekli alıcılara yönlendirme çabaları oldu.
Eurasia Group’ta Çin ve Kuzeydoğu Asya kıdemli analisti olan Neil Thomas konuya ilişkin şu değerlendirmeyi yaptı;
“Çin, Rusya’nın savaşını ekonomik olarak destekledi. Bu da, Batı’nın Moskova’nın askeri gücünü felce uğratma çabalarını zayıflattı. Şi Cinping, Çin’in giderek daha fazla izole edilen Rusya ile ilişkisini derinleştirmek istiyor. Moskova’nın ‘parya statüsü’ Pekin’in uluslararası çıkarları için ucuz enerji, gelişmiş askeri teknoloji ve diplomatik destek elde etmek için Moskova üzerinde daha fazla baskı kurmasını sağladı.”
Çin gümrük rakamlarına göre, Çin ile Rusya arasındaki toplam ticaret, 2022’de yüzde 30 artışla yeni bir rekor kırdı. Özellikle enerji ticareti, savaşın başlangıcından bu yana önemli ölçüde arttı.
Çin, Mart-Aralık döneminde bir önceki yılın aynı dönemine göre yüzde 45 artışla, Rusya’dan 50.6 milyar dolarlık ham petrol satın aldı.
Kömür ithalatı yüzde 54 artışla 10 milyar dolara, doğalgaz alımı ise yüzde 155 artışla 9.6 milyar dolara yükseldi. Bunlar, her iki tarafa da fayda sağladı.
Rusya’ya gelince, Batı fosil yakıtlardan kaçındığı için umutsuzca yeni müşterilere ihtiyaç duyuyor.
Şu anda ekonomisini durgunluktan çıkarmaya odaklanan Çin’in de, devasa imalat sanayisini çalıştırmak için ucuz enerjiye ihtiyacı var.
Her iki taraf da, önümüzdeki 25 yıl içinde Pekin’e daha fazla doğalgaz tedarik etmek için Rusya’nın Gazprom ve Çin Ulusal Petrol Şirketi arasında bir anlaşma da dahil olmak üzere bu ortaklığı daha da genişletmeyi planlıyor.
Moskova Devlet Uluslararası İlişkiler Enstitüsü’nde doçent olan Anna Kireeva, “Çin ekonomisinin 2023’te açılmasıyla birlikte, petrol ve diğer rafine petrol ürünleri de dahil olmak üzere Rusya’nın Çin’e yaptığı ihracatta daha fazla artış bekleyebiliriz” dedi.

Batılı tedarikçileri değiştirmek
ABD Kongre Araştırma Servisi’nin Mayıs tarihli bir raporuna göre, Rusya Çin’den makine, elektronik, ana metaller, araçlar, gemiler ve uçaklar satın almak için milyarlarca dolar harcıyor.
Analist Neil Thomas şu değerlendirmeyi yaptı;
“Çin’in Rusya’nın savaşına doğrudan destek verme konusundaki isteksizliğine rağmen, Pekin fırsatçı olduğu için ikili ilişkiler gelişmeye devam edecek. Şi, Putin’in desteğini giderek düşmanlaşan ABD’ye karşı stratejik bir ağırlık olarak değerlendiriyor, ancak Rusya’yla öncelikle Çin için yapabileceklerinden dolayı ilgileniyor.”
Rusya’nın ayrıca Batı pazarlarından yaptığı araba ve elektronik ithalatına alternatifler bulması gerekiyor.
Anna Kireeva, “Burada başka hiçbir büyük üretici, endüstriyel yetenekleri açısından Çin ile rekabet edemez” dedi.
Rus araştırma şirketi Autostat’ın son verilerine göre, aralarında Havel, Chery ve Geely’nin de bulunduğu Çin merkezli otomobil markaları, Batılı markaların piyasadan çekilmesinin ardından bir yılda pazar paylarını yüzde 10’dan yüzde 38’e çıkardı. Bu payın bu yıl daha da büyüyeceği tahmin ediliyor.
Tüketici elektroniğinde, Çin merkezli markalar 2021 sonunda akıllı telefon pazarının yaklaşık yüzde 40’ını oluşturuyordu.
Pazar araştırma şirketi Counterpoint’e göre, bir yıl sonra yüzde 95 pazar payıyla sektörü fiilen ele geçirdiler.

ABD dolarına alternatif sağlamak
Bazı Rus bankalarının finansal işlemler için SWIFT ile bağlantısı kesildikten sonra, Moskova doları terk etti ve Çin yuanını dolarla değiştirmeye çalıştı.
Rus şirketleri, Çin ile artan ticareti kolaylaştırmak için daha fazla yuan kullanıyor.
Kireeva’ya göre Rus bankaları da yaptırım risklerinden korunmak için yuan cinsinden daha fazla işlem gerçekleştirdi.
Moskova Borsası Başkanı’ndan alıntı yapan Rus medyasına göre, yuanın Rusya döviz piyasasındaki payı Ocak ayında yüzde 1’in altında iken, Kasım 2022’de yüzde 48’e yükseldi .
Rusya, Temmuz ayında Hong Kong ve İngiltere’den sonra kısa bir süre için dünyanın üçüncü büyük yuan ticaret merkezi haline geldi.
O zamandan beri en büyük 6 yuan ticaret pazarından biri olmaya devam eden Rusya, savaş öncesinde ilk 15’te bile değildi.
Reuters’ın haberine göre, Rusya Maliye Bakanlığı, uluslararası yaptırımlar nedeniyle tasarruflarının büyük bir bölümünü dondurduktan sonra, ülkenin egemen servet fonunun tutabileceği yuan rezervlerinin payını ikiye katlayarak, yüzde 60’a çıkardı.


Japonya, Almanya ve yeni uluslararası düzen (1)

Japonya askeri ve güvenlik alanlarında kendi kendine yetebilmeyi istiyor (AFP)
Japonya askeri ve güvenlik alanlarında kendi kendine yetebilmeyi istiyor (AFP)
TT

Japonya, Almanya ve yeni uluslararası düzen (1)

Japonya askeri ve güvenlik alanlarında kendi kendine yetebilmeyi istiyor (AFP)
Japonya askeri ve güvenlik alanlarında kendi kendine yetebilmeyi istiyor (AFP)

Nebil Fehmi
ABD, Rusya ve Çin başta olmak üzere siyasi arenadaki değişim ve bunun yeni uluslararası sistem üzerindeki yansımaları hakkında çokça ve haklı olarak konuşuyoruz. Zira bunlar gerçekten en çok merak edilen konuların başında geliyor ve diğer önemli ülkelerin tutumlarındaki ve İkinci Dünya Savaşı'nın sonundan beri uyguladıkları politikalarındaki değişimler açısından dikkatle takip edilmesi gereken uluslararası sahnede tanık olduklarımızın yansımaları arasında yer alıyor.
Burada İkinci Dünya Savaşı’nda yenilenler arasında yer alan Japonya, Almanya ve uluslararası topluma ve Batı arenasına tekrar ve kademeli olarak dönüşlerinin kabul edilmesinin yanı sıra sivil ve ekonomik kurumlarını yeniden inşa edebilmeleri için sivil yardım almaları karşılığında askeri ve güvenlik alanlarında onlara uygulanan dış baskıdan kaynaklanan ve ulusal yükümlülükler getiren politikaları kast ediliyor. Sonunda her ikisi de ekonomi açısından, bazen birer endişe kaynağı haline gelmelerine yol açan muazzam bir gelişme kaydettiler. 1990’lı yıllarda Japonya’nın ekonomisindeki büyük ivme hakkında söylenenleri hatırlayalım.
Almanya ve Japonya’nın politikalarında son dönemdeki değişiklikler, komşu ülkelerden onlara yönelik artan tehlike ve tehditlerinin yanı sıra ABD’nin onların güvenliğinin tüm sorumluluğunu üstlenmeye devam etme ve NATO çerçevesinde yükü tek başına taşıma konusundaki isteksizliğinin doğrudan bir sonucuydu. ABD’nin bu isteksizliği, müttefiklerini endişelendirirken, siyasi hareket için daha geniş bir alan sağlıyor ve ulusal caydırıcılık ve herhangi bir askeri tehdidi püskürtmek yahut yanıt vermek için milli bir yetenek edinmeye itiyor.
Bu yazı dizinin ilkinde, Japonya’yı ele alacağım. 1997-1999 yılları arasında Mısır'ın Tokyo Büyükelçiliği görevini yapma onuruna sahip oldum. Japon siyasi sistemi geçmişte, nükleer alanda ve askeri ve güvenlik sistemlerinde büyük teknolojik gelişmeler kaydetmesine ve yetenekler edinmesine rağmen askeriyesini güçlendirmekle aktif şekilde ilgilenmemeye özen gösterdi. Japonya topraklarında askeri üsler kurulması da dahil olmak üzere neredeyse tamamen ABD’nin güvenlik korumasına güvendi. Bu durum öyle bir boyuta ulaştı ki Japonya'nın askeri imkanları ya da hırsları olduğunu ima eden herhangi bir Japon politikacı derhal kınandı.
Geçtiğimiz yıllarda Asya'daki gelişmeleri takip eden herkes, Çin'in askeri alanda kaydettiği gelişmeler, siyasi hırsı ve özellikle Japonya tarafından yönetilen, ancak Çin ile Tayvan’ın üzerinde hak iddia ettikleri tartışmalı Senkaku adaları meselesine yönelik sert politikaları nedeniyle Japonya'daki gerilimin ve kaygının arttığının farkında. Bunun yanında Kuzey Kore liderinin nükleer ve balistik füzelerin geliştirilmesi konusunda kaydedilen ilerlemeyle son zamanlarda birçok kez komşu denizlerde füze denemesi yapmasının neden olduğu bazı endişeler de söz konusu. Rusya’nın bazı adalarla ilgili Japonya ile yaşadığı anlaşmazlık da Japonya’da büyük bir endişeyle takip ediliyor. ABD ile arasında bir soğuk savaş patlak vereceğinden ve Çin, Kuzey Kore ve Rusya arasında Japonya’ya karşı ittifaklar oluşturulduğundan bahsedilmesi de ​​endişeleri artırıyor.
Japonya’nın ulusal güvenlik teşkilatlarının tahminlerine göre Japonya ile ilgili stratejik durum ve siyasi atmosfer, İkinci Dünya Savaşı'ndan bu yana en yoğun, en gergin ve en karmaşık aşamasından geçiyor. 2022 yılının Aralık ayında yayınlanan üç rapora göre tüm bunlar, Japonları harekete geçirdi. Raporlar, Japonların önümüzdeki yıllarda ulusal güvenlik ve savunma konularına yönelik yeni yönelimlerini yansıtıyordu. Raporlara göre gayri safi yurtiçi hasıladan (GSYİH) Japonya Savunma Bakanlığı’na ayrılan yüzde 1’lik bütçe 2027'ye yılına kadar yüzde 20'ye çıkarıldı. Japonya Silahlı Kuvvetleri’nin envanterine füze savunma sistemleri eklenmesi ve askeri imkanların geliştirilmesinin ve sağlamlaştırılmasının önünde bir engel olan Japonya’nın savunma sistemindeki sivil ve askeri birimler arasında daha iyi bir koordinasyonun başlatılması çağrısında bulunuldu.
Yeni ve önemli hedefler arasında, savunma sisteminde atılacak ilk adım olarak ABD'nin sağladığı güvenliğe bel bağlanmaması ve Japonya’nın caydırıcılık gücünün artırılması ve herhangi bir saldırıyı püskürtme yeteneğini elde etmesi anlamına gelen Japonya’nın askeri yeteneklerinin geliştirilmesi çağrısı yer aldı. Bu hedefler arasında ayrıca ulusal yetenekleri desteklemek ve geliştirmek olarak nitelendirilebilecek savunma, teknoloji ve istihbarat alanlarındaki çalışmalara özel önem verilmesi ve diğerlerinin tek taraflı eylemlerde bulunmasına izin vermeyecek şekilde iklim değişikliği ve bölgesel siyasi denge üzerinde çalışılması da yer aldı. Bazı saldırı yeteneklerine sahip olmanın dikkate alınması ve bunların savunulması da yeni ve önemli hedeflerden biriydi. Bu da İkinci Dünya Savaşı'ndan bu yana Japonya'nın politikalarında, özellikle siber savaştan özel olarak bahsedilen temel bir değişiklik olarak karşımıza çıkıyor.
Bazıları, bu yeni adımların hırsla ve yavaş bir hızda atıldığını düşünebilir. Durum böyle de olabilir, ama Japonya'daki deneyimlerim, bu adımların uzun ve derinlemesine bir çalışmanın meyvesi olduğuna emin olmamı sağlıyor. Tam bir ciddiyetle ve kararlılıkla uygulanabilir. Burada en önemli şeyin sadece askeri etkinliğin artırılması olmadığını görüyorum. Çünkü Japonya’nın askeri yetenekleri ile komşularının çoğunun askeri yetenekleri arasında halen büyük bir uçurum söz konusu. Daha ziyade, Japonya'nın güvenlik ve askeri alanlarda giderek daha fazla ve daha iyi düzeyde kendi kendine yetebilme eğilimi olduğunu düşünüyorum. Bu tarz eğilimler, doğal olarak bölgedeki silahlanma yarışını körükler. Bununda ötesinde ABD gibi müttefikler de dahil olmak üzere doğrudan ikili dengeler konusunda herkesin yeniden hesaplarını gözden geçirmesine neden olur.
Japonya bu adımları atarak, en hassas eylemlerini değiştirmeye girişti. Bu, boş yere atılan bir adım değil. Batı dünyasıyla olan ittifakının yanı sıra bağımsız tutumlarını da dikkate alarak, siyasi yaklaşımını geliştirmek ve askeri, siyasi ve ekonomik alanlarda kendisini uluslararası arenada giderek daha aktif bir taraf haline getirecek daha iddialı duruşlar sergilemek amacıyla daha fazla düzenlemeye gideceğinin bir göstergesi olarak değerlendirilebilir.
*Independent Arabia’da yer alan bu makalenin çevirisi Şarku’l Avsat’a aittir.


Kuzey Anadolu Fayı’ndaki deprem senaryosu tekrarlayacak mı?

20. yüzyılda yaşanan depremlerin tarihini belirten harita (Romaine Jolivet)
20. yüzyılda yaşanan depremlerin tarihini belirten harita (Romaine Jolivet)
TT

Kuzey Anadolu Fayı’ndaki deprem senaryosu tekrarlayacak mı?

20. yüzyılda yaşanan depremlerin tarihini belirten harita (Romaine Jolivet)
20. yüzyılda yaşanan depremlerin tarihini belirten harita (Romaine Jolivet)

6 Şubat Pazartesi günü art arda Kahramanmaraş’ta meydana gelen iki deprem, Türkiye’nin yanı sıra Suriye’de de ölümlere neden oldu.
7.7 ve ardından meydana gelen 7.6 şiddetindeki deprem, 1939 Erzincan depremine yakın büyüklüğe sahipti.
1939’da Erzincan’da yaşanan, Kuzey Anadolu Fayı üzerindeki depreminin büyüklüğü 7,9 olarak kaydedildi.
Pazartesi günü meydana gelen 7.7 büyüklüğündeki deprem ise, başka bir bölgeden, Doğu Anadolu Fayı’nda yaşandı.
Bu depremin ardından akıllara şu soru geldi;
Türkiye’nin 20. yüzyılda tanık olduğu Kuzey Anadolu Fayı’ndaki deprem senaryosu tekrarlayacak mı?
Şarku’l Avsat’ın The Conversation sitesinden aktardığı analize göre, Kuzey Anadolu Fayı 20. yüzyıla yayılan 7 büyüklüğündeki bir dizi depremle bir dizi domino taşı gibi parçalandı.
Bu nedenle Türkiye’nin önümüzdeki yıllarda çok sayıda büyük deprem yaşamasından endişe ediliyor.
İki Fransız deprem uzmanı, Grenoble Üniversitesi’nden Romaine Jolivet ve Sorbonne’dan Laurent Jolivet tarafından kaleme alınan analizde, 7.7 şiddetindeki ilk depremden yaklaşık 9 saat sonra meydana gelen 7.6’lık ikinci depremin, bağımsız depremlerin birbirini takip edebileceğinin bir göstergesi olduğuna vurgu yapıldı.
İki uzman, artçı sarsıntıların depremlerden sonra bilinen bir tepki olduğunu ancak bunların daha küçük şiddetlerde olduklarını açıkladı.
1894’te, Japon sismolog Fusakichi Omori, artçı şokların sayısında zamanla logaritmik bir azalma gözlemledi.
Omori’nin gözlemlerine göre bilinen şey, en büyük artçının büyüklüğünün ana şoktan daha düşük olacağıdır.
Ancak Kahramanmaraş’ta saat 13:24'te Richter ölçeğine göre 7,6 şiddetinde ölçülen ikinci deprem, 1894’ten beri dünya çapında binlerce deprem için istatistiksel olarak doğrulanan bu modele uymuyor, bu nedenle bu bir artçı değil.
Ayrıca, bu bağımsız depremin Doğu Anadolu fayına 45 derece yönelimli görünen bir fay üzerinde meydana geldiğine de dikkat çekildi.
Mısır Ulusal Astronomik ve Jeofizik Araştırma Enstitüsü deprem bölümü başkanı Şerif El-Hadi, iki Fransız uzmanın söylediklerine katılarak, depremlerin sadece artçı sarsıntılara değil, başka bir depreme de neden olabileceğini vurguladı.
Şarku’l Avsat’a konuşan Hadi konuya ilişkin şunları söyledi;
“Deprem, yerkabuğundaki bir çatlağın, yani bir çatlağın saniyeler içinde hızla kaymasıyla meydana gelir. Tektonik plakaların yavaş hareket etmesi nedeniyle onlarca ila yüzlerce yıldır büyüyen enerjiyi aniden serbest bırakır. Bu olduğunda, açığa çıkan enerji depreme neden olur. Birbiriyle bağlantılı depremler vardır. Fay kırıldığında, depremler enerjinin bir kısmını serbest bırakır ve bir kısmını yer kabuğunda yeniden düzenler, bu da yeni depremlere yol açabilir.”
Çok aktif olan ve Anadolu ile Avrasya levhaları arasında yılda yaklaşık 2 santimetrelik bir yer değiştirmeyi barındıran Kuzey Anadolu Fayı üzerinde, 20. yüzyılda büyüklüğü 7’den büyük bir dizi deprem doğudan batıya yaklaşık 800 kilometre boyunca yaşandı.
Dolayısıyla Pazartesi günü yaşanan deprem, Türkiye’nin önümüzdeki yıllarda yeni bir büyük depremden ağır bir şekilde etkilenebileceğini talihsiz bir şekilde hatırlattı.
Hadi, bu depremlerle mücadelenin depreme dayanıklı altyapı ile hazırlanmaktan başka yolu olmadığını vurgulayarak, Kahramanmaraş merkezli depremlerden sonra depreme dayanıklı olmayan binaya yer olmadığına işaret etti.


Savaş, Rus seçkinlerini nasıl militarize etti?

Fotoğraf: AA
Fotoğraf: AA
TT

Savaş, Rus seçkinlerini nasıl militarize etti?

Fotoğraf: AA
Fotoğraf: AA

Eskiden Rus seçkinlerinin hırslı üyeleri, Rus liderler yarışmasına ve Rus cumhuriyetlerinin cumhurbaşkanları için eğitim programlarına katılarak pozisyon merdivenlerini tırmanırlardı. Şimdi ise bu, Ukrayna savaşının aracılığıyla gerçekleşiyor. Bu radikal akımı benimsemeyenler kendilerini dışlananlar arasında buluyor.
Rusya'daki bağımsız haber sitesi ‘Meduza’ muhabiri ve Carnegie Uluslararası Barış Vakfı’nda araştırmacı olan Andrey Pertsev, “Ukrayna savaşı, kariyer basamaklarını yükseltmek isteyen Rus seçkinleri için beklenmedik bir fırsat sundu” dedi.
Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin'in kaprislerine her zaman duyarlı olan Rusya'nın başkanlık yönetimi, Ukrayna ihtilafının sahte ‘gazilerini’ ödüllendirmeye giderek daha fazla hevesli bir hale geldi.
Kayırılanlar gerçek gaziler değil, aşırılıklarını göstermek için fotoğraf çekmek için savaşın ön saflarını ziyaret eden yetkililer ve politikacılar oldu. Bu tür meseleler, hükümetin kalitesi veya seçkinler arasındaki ilişkiler üzerindeki etkileri ne olursa olsun, Kremlin tarafından iyi karşılandı.
Pertsev, Carnegie Uluslararası Barış Vakfı tarafından yayınlanan bir raporda, “Bu eğilim, Birinci Genelkurmay Başkan Yardımcısı Sergey Kiriyenko ve Birleşik Rusya partisi Genel Sekreteri Andrey Turchak'ın haki renkli ordu kıyafetleriyle Ukrayna'da Rusya'nın işgal ettiği yerlerde görünmesiyle başladı. Ardından, Duma'dan (Rusya Federal Meclisi'nin alt meclisi) milletvekilleri Vitali Milonov, Sergey Sokol ve Dmitry Khubezov da dahil olmak üzere giderek daha fazla profesyonel politikacı ortaya çıktı. Duma milletvekillerinden oluşan ‘Cascade’ adlı özel bir yedek birimi var” ifadelerine yer verildi.
Bu konuda mükemmelleşenler var. Çita şehrinin Belediye Başkanı Alexander Sapozhnikov görevinden istifa edip savaşa gönüllü olarak katıldı. Primorski Krayı Valisi Oleg Kozhemyako da cepheyi ziyaret etti.  Devlet şirketi Rossokosmos'un eski başkanı Dmitry Rogozin de askeri bir üniforma giyerek cepheye gitti.
İçlerinden herhangi birinin gerçekten savaşa katılıp katılmadığını soran Pertsev, bu kişilerin savaş madalyası taktıklarını söylüyor. Bu bahsin işe yaramış göründüğüne dikkat çeken Pertsev, Başkan Putin bugünlerde savaşa gidenlerin yiğitliği hakkında çok konuştuğunu vurguladı.
Bu manzaraların ortasında, yönetici seçkinlerin radikalizmi ve militarizasyonu güçlü bir şekilde devam ediyor. Kursk valisi Roman Starovoyt, kötü şöhretli Wagner paralı asker grubu tarafından eğitildiğinden açıkça bahsediyor. Devlete ait propaganda televizyon ağı Rusya Today Genel Yayın Yönetmeni Margarita Simonyan da grubu ve kurucusu Yevgeniy Prigojin'e övgüde bulundu. Bu coşku tesadüf değil, Başkan Putin ‘askerlerin yaptıklarının sonuçlarıyla onları tekrar tekrar memnun etmelerini’ umuyor. Yönetim, kendisini bu kadar gururlandıracak herhangi bir kişiyi Başkan'a sunmaya çalışır. Örneğin, bu yıl yapılacak bölgesel seçimlerde yönetim, ‘savaş gazilerinin’ adaylıklarını destekleyecek ve Rus cumhuriyetlerinin yöneticilerini cepheyi ziyaret etmeye teşvik edecek. Buna yanıt verenler, ‘Cascade’ grubunda olduğu gibi özel ilgi görecek.
Buna rağmen Kremlin, bu çizgiye bağlı politikacıları kendine çekme konusunda engellerle karşılaşıyor ve bunların bir kısmını kendi yarattı. Son yıllarda, çeşitli yasama organlarına bağımsızların kabul edilmesini zorunlu kıldı. Bu, popüler olmayan Birleşik Rusya partisine düşman olan seçmenleri kızdırmaktan kaçınmayı amaçlıyor. Kremlin ayrıca bölgesel seçkinlere sağladığı sponsorluğu genişletti ve onların yasama meclisinde temsil edilmesini garanti etti. Karşılığında nispeten basit bir şey istedi: Kremlin'e bağlı cumhuriyetlerin başkanlarını desteklememe ve muhalefete katılmama sözü. Bugün, sadakati sürdürmenin riskleri artmış durumda ve maliyeti çok yüksek.
Örneğin, yeni yıl tatillerini Dubai'de geçiren Vologda Milletvekili Denis Dolzhenko, Birleşik Rusya partisinin Genel Sekreteri Andrey Turchak, bir üyeli bir seçim bölgesini temsil eden bağımsız bir milletvekili olduğunu keşfetmeden önce partiden ihraç edilmesi çağrısında bulundu.
Böylesi ciddi bir zor kullanma, Rus seçkinleriyle gerilimi artıracaktır. Ancak bu, Kremlin'in taleplerinin herhangi bir şekilde hafifletilmesine yol açmadı. Bir yıl önce Ukrayna'nın işgalini protesto etmek vatana ihanet olarak görülüyordu ve daha sonra çatışma konusunda sessiz kalmak öyle görülür oldu. Şimdi ise savaş için yeterli coşkunun olmaması şüpheye yol açıyor. Federasyon yönetiminin sembolik durumlar dışında yönetici ve vekilleri gerçek asker ve subaya dönüştürmesi pek olası değil. Bu nedenle, aldatma konusunda en yetenekli profesyoneller, sadece fotoğraf çektirmek için cepheyi ziyaret ederek kazandıkları ‘gaziler’ unvanı ile anılacaklardır. Ukrayna savaşı, mevki merdivenlerini tırmanmanın bir yolu haline geldi.
Öte yandan radikalleşmek için acele etmeyen politikacılar, kendilerini giderek daha fazla dışlanmış bulacaklar. Bu ilk önce il düzeyinde gerçekleşecek. Rus parlamentosunun iki meclisinde (Duma ve Federasyon) boş koltukları sahte ‘gazilerin’ işgal ettiği göz ardı edilemez ve bu yükseliş onların buna uygun olmalarından değil, Putin'in hoşuna gitmesinden kaynaklanıyor. Bu şekilde, düşük ve orta statüdeki Rus elitleri, ‘gaziler’ olarak bölünmeye başlayacak. Kendilerine geniş kapılar açılacak ve görevleri garanti altına alınacak. Bunlar, savaş zamanındaki hizmetlerine bağlı olarak iktidar koltuklarına ulaşmak için ‘siviller’ pahasına yükselecekler ve bu hizmetler, fotoğraf çektirmekten ibaret olacak.
Sonuç olarak Pertsev, rejimin siyasi ve idari yeterlilik cephesinin yerini, geri dönülmez bir şekilde yalnızca Başkan Putin'in kararsız kaprislerine uyacak şekilde şekillendirilmiş tutarsız yamalı bir yapıya bırakacağını söylüyor. Genç teknokratlar; ‘gaziler’ ve tüm Rusya Halk Cephesi koalisyonunun diğer eski üyelerinin yanında kalmaya devam edecek. Bu, sistem aşağı doğru sarmalını sürdürürken, yalnızca liderliğin dikkatini çeken herhangi bir işi arzulayanları üreten bir olumsuz seçim alıştırması anlamına gelir.


Ortadoğu'nun sonu: ABD’nin dış politikası, yeni gerçeklikle uyumlu olmayan eski bir haritayla sınırlandırılıyor

ABD’nin Ortadoğu'ya bakışı Soğuk Savaş döneminden miras (Andrea Ucini, Foreign Affairs)
ABD’nin Ortadoğu'ya bakışı Soğuk Savaş döneminden miras (Andrea Ucini, Foreign Affairs)
TT

Ortadoğu'nun sonu: ABD’nin dış politikası, yeni gerçeklikle uyumlu olmayan eski bir haritayla sınırlandırılıyor

ABD’nin Ortadoğu'ya bakışı Soğuk Savaş döneminden miras (Andrea Ucini, Foreign Affairs)
ABD’nin Ortadoğu'ya bakışı Soğuk Savaş döneminden miras (Andrea Ucini, Foreign Affairs)

Manal Nahas
Ortadoğu değişiyor, ama siyasi meselelere halen eski koşullara göre yaklaşılıyor. Foreign Affairs dergisi, geçtiğimiz yıl Nisan ayında yayınladığı bir makalede, 2021 yılının Aralık ayında Afrika ülkesi Etiyopya’daki taraflar; Addis Ababa ve Tigray Bölgesi arasında patlak veren iç çatışmada dört Ortadoğu ülkesinin oynadığı role değinerek bu değişimleri ele aldı. Türkiye'nin son yıllarda Afrika’daki çeşitli ülkelerde 40'a yakın konsolosluk açması, Somali'de büyük bir askeri üs inşa etmesi ve İsrail'in Batı Şeria'yı işgalinden kaynaklanan artan baskıları dengelemek amacıyla ‘Afrika'ya döndüğünü’ açıklaması ve yeni ittifaklar kurması, Afrika’nın koşullarındaki değişimin işaretleri arasında yer alıyor. Bununla birlikte Arap ülkeleri, gıda güvenliklerini korumak için bazı Afrika ülkelerinde büyük topraklar satın alıyorlar.
Yukarıda Foreign Affairs dergisi tarafından geçtiğimiz yıl Nisan ayında yayınladığı belirtilen ‘The End of the Middle East’ (Ortadoğu’nun sonu) başlıklı makalenin yazarı Marc Lynch, bu karmaşanın Afrika ile sınırlı olmadığını öne sürdü. Umman, kendisini Hint Okyanusu'nda bir ülke olarak görüyor. Körfez ülkelerinin Afganistan ve Pakistan ile güçlü ilişkileri var. Türkiye, Orta Asya ülkelerinin iç işlerine derinden müdahil oldu ve Azerbaycan'a askeri operasyonunda yardım etti. Son olarak ise tüm Körfez ülkeleri Çin ve diğer Asya ülkeleriyle bağlarını güçlendirdi.
Öte yandan ABD’nin dış politikası, halen gerçek siyasi haritadan daha dar ve eski bir Ortadoğu haritasıyla sınırlandırılıyor. Washington yönetimi, Soğuk Savaş yıllarından bu yana Ortadoğu'yu Arap dünyası yani -Komorlar, Moritanya ve Somali gibi coğrafi istisnalar dışında- Arap Birliği üyesi ülkeler ile İran, İsrail ve Türkiye arasında bir yere konumlandırdı. Arap Birliği'nin Ortadoğu’su ise coğrafi bağ, tarihi yakınlık ve sağduyulu bakış açısı ile gelişmiştir.
Bugün bölge ülkelerinin çoğunun halen kullanılan ve geleneksel olan haritanın dışında kaldığı da bir gerçek. Birçok düşmanlık geleneksel sınırların ötesine geçti ki ABD Savunma Bakanlığı (Pentagon) da bunu uzun zamandır biliyor. ABD Merkez Kuvvetler Komutanlığı (CENTCOM) tarafından izlenen bölge, Mısır, İran, Irak, Körfez ülkeleri, Afganistan, Cibuti, Eritre, Etiyopya, Kenya, Pakistan, Somali ve Sudan'ı kapsıyor. Bu ülkelerin bulunduğu harita, ABD Dışişleri Bakanlığı'nın Ortadoğu'su ile çelişiyor ve ötesine geçiyor.
Lynch makalesinde “Eski harita, mevcut büyük zorluklarla mücadele etme, mülteci krizlerini ve siyasal İslamcılığın yükselişini ele alma girişimlerini engelliyor ve otoriter rejimin sağlamlaşması sorununa neden oluyor. Bu dar haritaya bağlılık, ABD stratejisinin gözünü kör ediyor ve onu bölgeyi şekillendiren gerçek dinamikleri anlamaktan uzaklaştırıyor” diyerek bu tutarsızlığın altını çiziyor.

Soğuk Savaş döneminden kalma haritalar
Şarku’l Avsat’ın Independent Arabia kaynaklı haberine göre, ABD’nin Ortadoğu anlayışında tarihi bir zemin bulunmuyor. Kuzey Afrika ve Doğu Akdeniz'deki Arap devletleri ve halkları yüzyıllar boyunca Osmanlı İmparatorluğu'nun parçası oldular. Körfez kıyısında yaşayan halkların, Kızıldeniz'in diğer tarafındaki Afrika ile organik bağları var. Mısır ve Kuzey Afrika arasındaki İslam dini ile oluşan bağlar, Sahra Altı Afrika ülkelerinin derinliklerine kadar uzanıyor. ABD, Ortadoğu için ileri görüşlü bir yaklaşım yerine modern bir kaynaktan, yani sömürgecilikten ve 19. yüzyılın sonu ile 20. yüzyılın başında büyük Avrupa ülkelerinin politikasından gelen bir formülü benimsedi. Fransız sömürgeciliğinin mirası ve etnik sınıflandırma, Fransız Afrika'sını Arap Mağrip ve Fransız Berberilerinden ayıran iki faktördür. Akdeniz havzasında ve güney beyaz Avrupa'da ikamet eden kültürel olarak benzer bir nüfus ile Kuzey Afrika ve Arap Yarımadası'nda denizin ötesinde ikamet eden Yakın Doğu halkları arasında sağlam bir engel oluşturan da bu etnik kökendir.
Fransa ve İngiltere’nin 19. yüzyıldaki emperyalist projeleri, Kuzey Afrika ile Doğu Akdeniz'i bir araya getiren farklı bir başlangıç ​​noktasını ortaya çıkardı. İngilizler, Hindistan ve ‘Uzak Doğu’ ya da diğer bir deyişle Asya'daki sömürge çıkarlarına aracılık ettiğini belirtmek için bölgeye ‘Yakın Doğu’ adını verdiler. Süveyş Kanalı'nın açılmasının ardından bölgenin önemi artmış ve İngiltere’nin emperyalist çıkarları Arap Yarımadası'nı kuzeyi, doğusu ve güneyi olarak ayırmış, Mısır ve Levant bölgeleri olarak birleştirmiştir. İngiltere’nin 1971 yılına kadar bölgede süren hakimiyeti, yeni güçlerin ortaya çıkmasından ve Ortadoğu'nun özelliklerini şekillendirmeye başlamasından sonra uzun bir süre eski sömürge sınırlarını oluşturmaya devam etti.
“Bugün bölge ülkelerinin çoğunun halen kullanılan ve geleneksel olan haritanın dışında kaldığı da bir gerçek.”
ABD Dışişleri Bakanlığı, İkinci Dünya Savaşı'nın ardından, Soğuk Savaş'ın ortalarında Ortadoğu için İngiltere-Fransa yaklaşımının bir kombinasyonunu benimsedi ve bu kombinasyonu, ‘petrole erişmeye devam etmek, İsrail'i korumak ve Kuzey Afrika'daki İngiliz ve Fransız çıkarlarını Sovyetler Birliği’nin etki alanı dışında tutmak’ şeklinde sıralanabilecek olan amaçlarına uyarladı.
ABD’nin 1950’li ve 1960’lı yıllardaki ekonomik ve politik öncelikleri, bu haritanın Arap Birliği üyesi ülkelerin oluşturduğu daire ve siyasi çevrelerle sınırlandırılmasına katkıda bulundu. Ulusal savunma eğitimiyle ilgili 1958 tarihli yasa uyarınca federal kaynaklar, Soğuk Savaş önceliklerine hizmet eden bölgesel çalışmalara yönlendirildi. Yeni eğilimle dünya ayrı ayrı bölgelere ayrıldı. Ortadoğu da bu bölgelerden biriydi. Bu bölgelendirmeyi yapan uzmanların ele aldıkları konuların dengesinde bu ülkeler kadar önemli olan Sahra Altı Afrika'nın ya da Afganistan ve Pakistan'ın içinde bulunduğu koşullara aşina olmaları beklenmiyordu.
“ABD’nin Ortadoğu’su, petrol yolları ve sömürgecilik tarihi çerçevesinde çizilmiştir.”
Soğuk Savaş döneminin Mısır Devlet Başkanı Cemal Abdulnasır, Ortadoğu'nun yapay olmayan bir kültürel ve siyasi birlik olarak gösterilmesine katkıda bulunanlardan biriydi. Filistin davası ve sömürgecilikten kurtulmak için verilen mücadeleler, Arap dünyasının birleşmesine ve ortak hareket etmesine yol açtı. Mısır’daki ve Kuzey Afrika ülkelerindeki etnik tutumlar, Ortadoğu'yu Sahra Altı Afrika ülkelerini etnik ve kültürel olarak ayırdı. Orta Asya'nın büyük bir bölümünün Sovyetler Birliği'ne dahil edilmesi, Azerbaycan, Kazakistan ve Türkmenistan gibi ülkelerin Soğuk Savaş'tan ve savaşa sahne olan bölgeden dışlanmasını meşrulaştırdı.
Bu yaklaşım, ulusal ve bölgesel coğrafi sınırları aşan birçok toplumsal ve siyasi gücü gözden kaçırıyordu. Farklı kesimlerden siyasetçiler ve gözlemciler, 11 Eylül saldırılarını ‘Arap Ortadoğu'sunun hastalıklarının meyvesi’ olduğu konusunda hemfikir. Arap kültüründeki ‘cihat’ eğilimine ilişkin sayısız analizde ve yorumda Afrika, Güney Asya ve dünyanın diğer ülke ve bölgelerindeki İslami radikalizm ve diğer dini radikalizm biçimlerinin yükselişi göz ardı edildi. ABD politikasındaki, Müslümanların her zaman radikal İslami rejimlere eğilimli oldukları varsayımı, gerçek siyasi reformları desteklemede başarısız olmasının üstünü kapatıyor.
ABD politikası, Ortadoğu’yu neden yapılandırma ve Irak'ı otoriterlikten ve mezhepçi şiddetten ‘temizleme’ niyetiyle başlayan Irak’ın işgalini meşrulaştırdı. Bu tür niyetler, ABD’nin 2010-2011 yılları arasında Arap dünyasını kasıp kavuran halk ayaklanmaları dalgasını öngörememesine neden oldu.
Tunus ve Mısır'da başlayan protesto hareketlerinin diğer bölgelere yayılması, Ortadoğu’nun jeopolitik sahnesinin bir olduğunun kanıtı niteliğindeydi. ABD politikası, bu sürecin sonunda nüfuzu artan ülkelerin Arap olmayan İran, İsrail ve Türkiye olduğunu fark etmedi. Nüfuz sahibi yerli gruplar, ülkelerindeki halkların dayanışmasını kendilerine yönelik bir tehdit olarak gördüler.
Bölge ülkeleri ile söz konusu nüfuz gruplarının ülkeleri arasındaki geleneksel sınırların giderek anlamsızlaşması ve rolünü yitirmesi daha olası. Sudan’da 2018 yılında başlayan halk devrimi, 2021 yılındaki askeri darbe ve Mısır'ın arabulucu rolü ile Afrika Birliği'nin (AfB) arabulucu rolünün iç içe geçmesi, ülkenin askeri ve sivil taraflar arasında kaldığını gösteriyor. Son yıllarda, siyasi ağırlık merkezi Kuzey Afrika'dan Sahel ülkelerine kayarken Libya’daki iç savaş, Orta Afrika üzerinden Avrupa’ya göç dalgalarının yanı sıra bölgedeki silah ve uyuşturucu kaçakçılığını tırmandırıyor. Fas, Batı Afrika'daki dini nüfuzunu desteklemek ve genişletmek zorunda kalırken Cezayir, Mali'deki güvenlik operasyonlarına dahil oldu. Bu da adeta Ortadoğu'nun geleneksel tanımının kapsamından fiilen ayrıldığının bir kanıtıydı. DEAŞ’ın nüfuzu, bölgesel olmaktan ziyade küreseldir. Yemen'e Husilere karşı verilen destek komşu ülkelerle sınırlı kalmayıp Eritre, Pakistan ve Sudan'a kadar uzandı.
Büyük göç dalgaları, ülkelerin demografisi üzerinde etkili olurken sosyal paylaşım siteleri ve e-iletişim araçlarıyla birlikte Hint Okyanusu ve Körfez gibi birbirinden çok uzak bölgeleri birbirine bağladı. Zengin ülkeler küresel finans piyasalarına yatırım yaptı. Bu ülkelerin bir kısmı bölgesel merkezler olarak kalmayıp uluslararası kapitalist merkezlere dönüştü. Filistin davası gibi yerel güçleri birleştiren siyasi konuların önemi azaldı. Ortadoğu, 75 yıl boyunca bölge siyasetine yön veren ABD’nin önceliklerinin meyvesi olurken ABD'nin konumu zayıfladı ve bölge jeopolitik bütünlüğünü kaybetti. Bir yandan ABD, Ortadoğu’dan çekilmeye çalışırken diğer yandan Ortadoğu ülkeleri, eğilimlerini ve planlarını kanıtlamak için inisiyatif aldılar. Böylece Körfez ülkeleri, merkezi Hint Okyanusu olan bir haritaya yönelerek Kuzey Afrika ülkelerine güneyde ve kuzeyde olmak üzere kıyının iki yakasını kapsayan bir harita verdi. İran ise nüfuzunu parçalanmış haldeki Lübnan, Suriye ve Yemen’e kadar genişletti. Bölge ülkeleri sahneye çıktı. Örneğin, Çin ile ABD ya da Avrupa ile ilişkilerinden farklı ilişkiler tesis edildi. Çin, bölgesel siyasete yeni faktörler eklenmesine yol açtı. İran ile Arap ülkeleri arasında ekonomi, altyapı, ticaret ve petrol tedariki için aracı oldu.


Nükleer krizin ortasında gerçekleşen İran'daki saldırılarda İsrail izleri

Nükleer krizin ortasında gerçekleşen İran'daki saldırılarda İsrail izleri
TT

Nükleer krizin ortasında gerçekleşen İran'daki saldırılarda İsrail izleri

Nükleer krizin ortasında gerçekleşen İran'daki saldırılarda İsrail izleri

Tahran, bir yandan özellikle dünya güçleriyle yapılan nükleer anlaşmanın çökmesiyle Ortadoğu'daki rakibi İsrail ile gizli bir savaş yaşarken, diğer yandan insansız hava araçları (İHA) ile düzenlenen ve İsrail’in parmağı olduğundan şüphelenilen saldırıların hedefi oldu.
Son yıllarda İran'ın askeri, nükleer ve endüstriyel tesislerinin çevresinde çok sayıda patlama ve yangın meydana geldi. Patlamalar, İran'ın nükleer programı konusunda İsrail ve ABD ile yaşanan gerginliğin gölgesinde zaman zaman endişelere yol açtı.
İsrail uzun süredir, Washington ile Tahran arasındaki dolaylı müzakerelerin 2015 tarihli nükleer anlaşmanın canlandırılmasıyla sonuçlanmaması halinde İran'a karşı askeri bir operasyon başlatılması tehdidinde bulunuyor.
Batılı haber ajanslarının ‘İran'ın nükleer silah programının beyni’ olarak nitelediği Muhsin Fahrizade'nin, Tahran'a göre uydu kontrollü bir silah kullanılarak 2020 yılının Kasım ayı sonlarında öldürülmesinin ardından iki ülke arasındaki gerilimin yeni bir aşamaya girmesiyle saldırılar arttı.
İşte İsrail'in arkasında olduğundan şüphelenilen ve İran’ın çeşitli alanlarda hizmet veren tesislerini hedef alan başlıca saldırılar:
*2021 yılının nisan ayında Natanz Nükleer Tesisindeki birinci nesil santrifüjlerin bulunduğu bir bölümü hedef alan gizemli saldırı. Saldırı, tüm santrifüj cihazlarının bozulmasına ve elektrik devresinin hasar görmesine neden oldu.
Tahran, İranlı teknisyenlerden birini ‘İsrail adına çalışmakla ve tesisin yer altındaki bu bölümüne bomba yerleştirmekle’ suçladı. Natanz Nükleer Tesisi’nin toprak üstündeki bir bölümünde daha önce bir patlama olmuştu. Böylece Natanz Nükleer Tesisinde iki yıl içinde gerçekleşen ikinci saldırı oldu.
Tahran, buna misilleme olarak Natanz Nükleer Tesisi sahasında yüzde 60 oranında zenginleştirilmiş uranyum üretimine başladığını duyurdu. Bu oran, nükleer bir bomba yapmak için gereken yüzde 90 sınırına oldukça yakın.
*2021 yılının haziran ayında başkent Tahran'ın batısındaki Kerec şehrinde bulunan ve santrifüj montajı için kullanılan TESA Tesisi drone ile hedef alındı. İran, saldırıdan İsrail'i sorumlu tuttu.
İran, saldırıya misilleme olarak İsfahan'da yeni bir santrifüj üretim tesisi açıldığını duyurdu ve TESA Tesisindeki Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’na ait (UAEA) güvenlik kameralarının çalışmasını durdu.
*2022 yılının şubat ayının ortalarında, İsrail’e ait 6 İHA, İran Devrim Muhafızları Ordusu’nun (DMO) Kirmanşah eyaletinin Mahideşt bölgesinde yer alan askeri üssünü hedef aldı. Saldırı sonucunda yüzlerce İHA’dan oluşan bir filonun tamamı imha edildi. İran Yüksek Milli Güvenlik Kurulu tarafından yapılan açıklamada, askeri üsteki bir yakıt deposunun patladığı belirtildi. Daha sonra İran, İsrail ordusunun karargâhı olduğu iddiasıyla Erbil Havaalanı yakınlarındaki bir villayı 10 balistik füze ile hedef aldı.
*2022 yılının mayıs ayında, başkent Tahran'ın güneydoğusunda yer alan Parşin Askeri Tesisi bir İHA tarafından hedef alındı. ABD'li yetkililer New York Times gazetesine yaptıkları açıklamada, İran Savunma Bakanlığı tarafından İHA geliştirmek amacıyla kullanılan bir binaya bir kamikaze İHA’nın patladığını söylediler. Daha sonra olayda bir mühendisin hayatını kaybettiği açıklandı. İranlı kaynaklar, bir İHA’nın Parşin Askeri Tesisi yakınlarından havalandığını belirttiler.


Tanklar Ukrayna'daki savaşın gidişatını değiştirebilir mi?

Abrams model tankların gerçek gücü, Alman yapımı Leopard 2 tanklarının önünü açacak olmasıdır (New York Times)
Abrams model tankların gerçek gücü, Alman yapımı Leopard 2 tanklarının önünü açacak olmasıdır (New York Times)
TT

Tanklar Ukrayna'daki savaşın gidişatını değiştirebilir mi?

Abrams model tankların gerçek gücü, Alman yapımı Leopard 2 tanklarının önünü açacak olmasıdır (New York Times)
Abrams model tankların gerçek gücü, Alman yapımı Leopard 2 tanklarının önünü açacak olmasıdır (New York Times)

Ukrayna'nın geçtiğimiz hafta Batı’dan aldığı gelişmiş muharebe tankları büyük ses getirse de tanklar, Kiev'in savaşı kazanmasını sağlayacak nihai çözüm olmayacak. Bunun yerine ABD ordusu, Ukrayna'ya Rusya’nın savunmasını kırmasını sağlayacak en iyi şansı vermek amacıyla kendi vizyonuna göre bir ordu oluşturmaya çalışacak.
ABD ve müttefiklerinin bunu yapmak için yalnızca gönderileceğine dair söz verilen tankları, zırhlı araçları ve gelişmiş mühimmatı sağlamaları yeterli değil. Aynı zamanda Ukrayna ordusuna tüm yeni ekipmanı kullanmayı öğretmek için de ‘özelleştirilmiş bir eğitim programı’ sunmaları gerekiyor. Bu da ABD ordusunun ‘birleşik silahlı savaş’ diye tanımladığı durum çerçevesinde oldukça hızlandırılmış bir eğitim süreci olacak ve ABD birliklerinin ustalaşması yıllar değilse de aylar alacaktır.
Yeni askeri yardımla ilgili kararlar, Beyaz Saray ve NATO için hassas bir denge unsuru haline geldi. Öyle ki bir yandan Kiev'e savaş alanındaki mevcut çıkmazı aşabilmesini sağlayacak yeni imkanlar verilmek istenirken diğer yandan Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin'i savaşın kapsamını genişletmesine yol açacak şekilde kışkırtmak istemiyorlar.
Uydu görüntüleri, Rusların ön hatlar boyunca birincil ve ikincil savunma siperleri inşa ettiğini ortaya çıkardığında, ABD hükümetinin analistleri yıl boyunca 2023 yılında ölümcül bir çıkmaza girilebileceğini tahmininde bulunmaya başladılar. Durmuş olan çatışmanın Rusya'nın yararına olmasından endişe eden ABD ve müttefikleri, savaşı Ukrayna'nın lehine çevirmek için son haftalarda daha ciddi tartışmalara girdiler. ABD Dışişleri Bakanlığı Siyasi İşlerden Sorumlu Müsteşarı Büyükelçi Victoria Nuland, Perşembe günü Senato'ya verdiği brifingde, “Onları (Ukraynalıları) Putin'in stratejik olarak başarısız olduğunu hissetmesiyle, uzun vadede gelecekleri için en yararlı olan haritada kalmalarını sağlayabilecek en iyi konuma getirmek istiyoruz” ifadelerini kullandı.
Savaşın ilk yılının büyük bölümü, Rusya ve Ukrayna arasındaki karşılıklı topçu bombardımanlarıyla geçse de sahada tanklarla bazı çatışmalarda yaşandı. Ukrayna, tankları Harkov dışındaki karşı saldırılarında kullandı. Tanklar, Ukrayna’nın bu konuda elde ettiği en büyük başarıydı. Ancak daha önemli silahlar da vardı. Bunlardan bazıları hızlı hareket eden zırhlı savaş araçlarıydı.
Öte yandan savaşın bir sonraki aşamasında, Ukrayna ordusu Rusya’nın siper hatlarını hedef alacak. Fakat bu hatları, sadece bir tabur tankın üzerlerinden geçmesiyle aşamaz. Bunun için hedefleri tespit eden piyadelere, bu siperlere ateş açan tanklara, koruma ve destek sağlayan topçulara ve tüm bunlar arasında sağlanacak koordinasyonla yapılacak bir saldırıya da ihtiyaç var. Tüm bu silahların bir araya getirilmesi, ABD’nin muharebe operasyonlarının bel kemiğini ve ABD ordusundaki en yoğun eğitimin odak noktasını oluşturuyor.
Her ne kadar tanklar ilgi odağı olsa da askeri analistlere göre Batı ülkelerinin Ukrayna’ya sağladığı son silah yardımlarının önemli bir kısmını ABD'nin gönderdiği  (109 adet) Bradley model savaş araçları ve Avrupalı ​​müttefikler tarafından gönderilecek çok sayıda topçu parçası olabilir. Ukrayna’nın yeni zırhlı birimleri oluşturulmasına yardımcı olacak tüm bu teçhizata büyük olasılıkla Alman yapımı Leopard 2 tankları da eklenecek. Kiev, Batı ülkelerinden bu teçhizatın tamamının gelmesiyle ek üç tugay daha oluşturabilir.
Washington'daki Deniz Analiz Merkezi'nde (CNA) Rusya uzmanı Michael Kofman, teçhizatın en önemli kısmının zırhlı savaş araçları, toplar ve hassas güdümlü mühimmat olduğunu belirterek tedarik edileceği söylenen az sayıda tankın teçhizat içinde daha az öneme sahip olduğunu söyledi.
Ukrayna ordusunun bu tür manevraları yapabilmesini sağlamak için, ABD ve Avrupa ülkelerinin daha fazla askeri eğitim vermelerinin gerekeceğini söyleyen Kofman, “ABD aylarca Ukrayna'ya ordunun yeni eğitimler almasını gerektiren karmaşık sistemler göndermekten kaçındı, ama artık bu tutumunu değiştirdi. ABD önce topçu parçaları, ardından uzun menzilli füze sistemleri ve son olarak da Ukrayna dışında eğitim verilmesini gerektiren Patriot füze savunma sistemi gönderdi” dedi.
Başlarda Ukraynalı askerlerin savaş alanından çıkarılmasıyla ve Kremlin'in ABD'nin Ukrayna askerlerine eğitim vermesini doğrudan bir provokasyon olarak göreceğiyle ilgili endişelerden ötürü bir isteksizlik durumu hakimdi.
Fakat ABD’li askeri yetkililer, Oklahoma'da devam eden Patriot füze savunma sistemleri eğitimi ve Almanya'da ABD tarafından kullanılan bir hava üssünde sürdürülen yoğun savaş oyunları eğitimi ile bu korkuların ortadan kalktığını kabul ediyorlar.
ABD, ilk kez böyle bir eğitimi üstlenmiyor. Daha önce de Irak ordusuna ve biraz daha az olması kaydıyla Afgan ordusuna eğitimler vermeye çalıştıysa da başarısız oldu. Ancak Ukrayna ordusu teknik olarak yetenekli olduğunu defalarca kez kanıtladı ve yeni teçhizatın nasıl kullanılacağını öğrenme konusunda ne kadar istekli olduğunu gösterdi.
Columbia Üniversitesi'nden Prof. Stephen Biddle, konuyla ilgili değerlendirmesinde, “Ukraynalılar, yıllardır Ruslara karşı savaşan, önde gelen ve profesyonel olan bir orduya sahipler ve 2022 yılına kadar Batı modeli bir eğitim aldılar. Bu yüzden orada sıfırdan başlamıyorlar” şeklinde konuştu.
Prof. Biddle, değerlendirmesini şöyle sürdürdü:
“Doğru motivasyon ve doğru türde bir komuta yapısıyla donatılmış ordular, çok hızlı uyum sağlar ve öğrenirler. Orduların asla değişmediği şeklinde bir bakış açısı vardır. Bu yanlış. Motive olduklarında ve uygun şekilde düzenlendiklerinde çok hızlı değişebilirler.”
Diğer taraftan bazı analistlere göre ABD’nin Ukrayna’ya sunabileceği en etkili silah, hassas güdümlü füzeler. Ukrayna ordusu, aldıkları eğitim ve geleneksel bakış açısıyla topçu silahlarına odaklanıyor. Rusya’nın mühimmat depolarını ve komuta merkezlerini vurdukları Yüksek Hareket Eden Topçu Roket Sistemi’ni (HIMARS) hızlı ve etkili bir şekilde kullanmalarını sağlayan da bu deneyimdir.
Rusya, lojistik merkezlerini HIMARS'ın menzilinden geri çekerek duruma uyum sağladı. ATACMS sistemi gibi daha uzun menzilli ve daha gelişmiş bir füze ile bu hedefleri vurabilir. Ancak şu anda Rusya topraklarını doğrudan hedef alabilecek silahların Ukrayna’ya gönderilmesi masada olan bir konu değil, çünkü bunun Putin'i rahatsız edebileceği düşünülüyor. ABD, savaş süresince Ukrayna'ya daha güçlü silahlar tedarik etme fikrine açık olsa da Rusya topraklarını doğrudan hedef alabilecek silahların Ukrayna’ya gönderilmemesi konusundaki kararlılığını korudu.
ABD’li yetkililer, ABD’nin Ukrayna’ya gönderileceğini açıkladığı (31 adet) Abrams model tankların gerçek gücünün, Alman yapımı Leopard 2 tanklarının yanı sıra daha fazla topçu ve zırhlı savaş aracı gönderilmesinin önünü açacağını itiraf ettiler. Yeni silah tedariklerinin tek başına Ukrayna’nın savaş gücünü Rusya’ya karşı kazandıracak kadar artırması pek olası olmasa da yabancı yetkililer ve analistler bunların önemli ölçüde yardımcı olacağını söylüyorlar.
Tanklar, Bradley sınıfı zırhlı araçlarını kullanan piyadelerin kontrol ettikleri bölgeleri ellerinde tutmasını ve Rusya’nın ilhak ettiği bölgeleri geri almasını sağlayarak siper hatlarını aşabilir.
Tanklar ayrıca hem Ukrayna'ya hem de Rusya'ya ABD’nin desteği konusunda önemli mesajlar gönderiyorlar. Rusya için tanklar, Batı’dan silah akışının azalmadığını, aksine arttığını kanıtlıyor.
ABD Ulusal İstihbarat Konseyi'nin Rusya ve Avrasya eski sorumlusu Andrea Kendall-Taylor Ukrayna açısından bunun büyük bir moral artışı sağladığını belirterek, halkın halen ülkelerini müzakereye zorlamak yerine topraklarını geri alması için savaşmasını desteklediğini söyledi.
*Bu makale bir New York Times hizmetidir.