Şarku’l Avsat’a röportaj veren Paul Bremer, Baas’ı dağıtma ve orduyu ayrıştırma kararlarında ‘hatalı olduklarını’ itiraf etti: 'ABD’nin, çıkarları tehdit altında olduğunda BM’nin onayını alması gerektiğini düşünmüyorum'

Kissinger yaklaşımını benimseyen diplomat, Şarku’l Avsat’a savaşın sırlarını anlattı ve Irak’ın Saddam’ın gidişiyle 20 yıl sonra daha iyi durumda olduğunu belirtti

Paul Bremer’in yanında Başkan Bush, Savunma Bakanı Rumsfeld ve Genelkurmay Başkanı Richard Myers, Saddam’ın iki oğlu Kusay ile Uday’ın Musul’da öldürüldüğüne dair Beyaz Saray’da açıklama yaparken (Getty Images)
Paul Bremer’in yanında Başkan Bush, Savunma Bakanı Rumsfeld ve Genelkurmay Başkanı Richard Myers, Saddam’ın iki oğlu Kusay ile Uday’ın Musul’da öldürüldüğüne dair Beyaz Saray’da açıklama yaparken (Getty Images)
TT

Şarku’l Avsat’a röportaj veren Paul Bremer, Baas’ı dağıtma ve orduyu ayrıştırma kararlarında ‘hatalı olduklarını’ itiraf etti: 'ABD’nin, çıkarları tehdit altında olduğunda BM’nin onayını alması gerektiğini düşünmüyorum'

Paul Bremer’in yanında Başkan Bush, Savunma Bakanı Rumsfeld ve Genelkurmay Başkanı Richard Myers, Saddam’ın iki oğlu Kusay ile Uday’ın Musul’da öldürüldüğüne dair Beyaz Saray’da açıklama yaparken (Getty Images)
Paul Bremer’in yanında Başkan Bush, Savunma Bakanı Rumsfeld ve Genelkurmay Başkanı Richard Myers, Saddam’ın iki oğlu Kusay ile Uday’ın Musul’da öldürüldüğüne dair Beyaz Saray’da açıklama yaparken (Getty Images)

Büyükelçi ve ABD'nin Irak'taki sivil yöneticisi Paul Bremer ile bu röportajı yapmak üzereyken ona, Irak-ABD çifte vatandaşı bir arkadaşım kulağıma fısıldayarak, “Bu sadece bir büyükelçi değil, bir başkan. Irak’ı bir yıldan fazla yönetti” dediğini belirttim.
Kissinger ekolündeki diplomat, ABD Başkanı George Bush’un Irak savaşının ardından Irak’taki Saddam Hüseyin rejimini devirmek amacıyla 19 Mart 2003 gecesi ilan ettiği Geçici Koalisyon Yönetimi’nin başkanı sıfatıyla Beyaz Saray’da Başkan Bush’la baş başa oturdu. Bush ona şu onurlu iki vazifeyi verdi: Ekonominin çarkını işletmek ve Irak’ta yeni bir yönetim yolu oluşturmak. Diplomat, eski Dışişleri Bakanı Henry Kissinger’dan ve ABD’deki Yale ve Harvard üniversiteleri ile Fransa’daki Siyasal Araştırmalar Enstitüsü’nden mezun olduktan sonra özel sektörden öğrendiklerini de yanına alarak bu vazifeyle donanımlı bir şekilde Irak’ta gitti.  
Paul Bremer, üstünü açmaktan kaçındığı birçok sır saklıyor. 9 Nisan 2003’te Saddam rejiminin tamamen yıkılmasından sonra Irak devleti ile Baas Partisi’nin oradaki belgelerine pek değinmedi. Bana mizahi bir üslupla, 9 Mayıs 2003’te başlayıp 28 Haziran 2004’te biten görevini “başarıyla tamamladıktan” sonra ABD’li avukatlara “Irak’taki işinden elde ettiğinden daha fazlasını” ödediğini söyledi. Yayınlamam için sırlarını ifşa etmesini şaka yollu teklif etmem, Şansölye Angela Merkel döneminde ulusal güvenlik danışmanı olup şu an Münih Güvenlik Konferansı Başkanı olarak görev yapan eski BM Almanya Temsilcisi Christoph Heusgen ile komik bir anısını paylaşmak için bir fırsat doğurdu. Ben de “Bununla şöhretimiz uçacak, ama iki farklı şekilde…” dedim. Şarku’l Avsat röportajına fiili olarak başlamadan önceki bu diyaloğumuz ABD’li diplomata kahkaha attırdı.

Kendisiyle yaptığımız uzun röportajda oldukça önemli detaylar açıklayan Bremer, ABD’nin BM Güvenlik Konseyi’nden bu konuda yetki alamamış olmasına rağmen savaş kararının “isabetliliği” konusunda ısrarcı oldu. Saddam liderliğindeki Baas Partisi ile savaşı, Hitler liderliğindeki Alman Nazi Partisi’nin yenilgisine yol açan savaşla karşılaştıran diplomata göre ABD’nin çıkarları, uluslararası hukuktaki yükümlülüklerinden önceliklidir. Kendisini şu meşhur iki emrini vermeye sevk eden de bu olmuş: Baas Partisi’ni dağıtmak ve Irak ordusunu ayrıştırmak. Başkan Bush Jr.’ın ekibi ile “bin yıllık Sünni iktidarını bitiren” dönemin, özellikle Başkan Yardımcısı Dick Cheney, Savunma Bakanı Donald Rumsfeld ve o dönemdeki yardımcısı Paul Wolfowitz gibi mimarlarının stratejisini yansıtan yüz emir verdiği görevi kapsamında “iki hata” yaptığını itiraf ediyor. Dışişleri Bakanı Colin Powell ve Ulusal Güvenlik Danışmanı Condoleezza Rice’ın Celal Talabani, Mesud Barzani, Ahmed Çelebi, İyad Allavi, Abduluzeyr el-Hakim, Muhammed Bahr el-Ulum, Gazi el-Yaver, Adnan Paçacı ve “Amerikalı imajıyla” Irak’ta hala varlığını sürdüren etkili diğer Iraklı isimlerden oluşan Irak muhalefetine açılan “Washington penceresi” ile ilişkide iki farklı rol oynadığına da dikkat çekiyor.
O zamandan bugüne Irak’ta en önemli ve en etkili tek bir isim, Bremer’i ağırlamayı veya onunla görüşmeyi reddetti, o da Ayetullah Ali es-Sistani.
İşte Şarku'l Avsat'ın Bremer ile olan röportaj metni:

-Irak’taki savaşın 20’nci yıldönümü yaklaşıyorken, o döneme dair değerlendirmeleriniz nedir?
Siz de bilirsiniz, pek çok kişi 20 yıl geriye bakmaktan bahseder, ben de baktım. Vardığım ilk nokta, Başkan Bush’un Saddam Hüseyin’i devirmek üzere harekete geçmek için verdiği isabetli karar oldu. İkinci nokta da şu: Iraklıların bugün kendilerini içinde buldukları zor duruma rağmen ve meseleye göreceli bir bakış açısından bakınca bence 20 yıl sonra Irak şu an, Saddam gittiği için daha iyi bir durumda.

-Iraklılar çok ağır bedeller ödedi, keza Amerikalılar da!
Evet, bu doğru. Ancak Iraklılar için epey faydası da oldu. Artık hükümetlerini seçebiliyorlar. ABD’de biz de artık Saddam Hüseyin’in, planladığı gibi kitle imha silahları arayışına geri dönmesi durumuyla karşı karşıya kalmıyoruz. Devrilmesinin ardından ele geçirdiğimiz belgelerden biliyoruz ki o, kitle imha silahları edinme çabalarını yinelemeyi planlıyordu.
 
“Nükleer” Irak ve İran

- Bölge şimdi daha mı iyi bir durumda? Böyle mi düşünüyorsunuz?
Aslında bölge daha iyi bir durumda. Zira Saddam iktidarda kalsaydı bölge bugün, nükleer olarak silahlanmış İran’ın karşısında duran nükleer bir Irak’la yüzleşecekti. Obama yönetimi esnasında gerçekleştiği gibi, nükleer programı durdurmak için İran’la bir anlaşmamız olmayacaktı. İranlılar, nükleer programlarına devam edecekti ve bu, bölgeyi çok daha istikrarsız bir hale getirecekti. Biz de en az iki nükleer güçle karşı karşıya kalacaktık: İran ve Irak.

4 İran 2003’te Irak’ın merkezindeki Divaniye çölünde ABD güçleri (AFP)

-Sizce bu, İran’ı nükleer silah üretmeye daha fazla teşvik etmiş olamaz mı?
Ben Irak’tayken ABD istihbarat teşkilatları İran’ın kaygılanarak programını yavaşlattığı (ama durdurmadığı) sonucuna ulaştı. Obama yönetimiyle varılan anlaşmanın, İranlılar tarafından her geçen gün baltalandığını biliyoruz. Şu an orada bir sorun çıkması yönünde gerçek bir tehdidimiz var.

BM’ye “gerek yok”

-ABD savaş için BM Güvenlik Konseyi’nin onayını alamadı. Bu yüzden savaş yasadışıydı; siz de öyle mi görüyorsunuz yoksa farklı bir görüşünüz mü var?
50 yıldır dış politikanın içindeyim. Yaygın bir kanıya göre geniş uluslararası bir desteğe sahip olmak her zaman tercih edilir. Ancak ABD’nin, çıkarları tehdit altında olduğunda BM’nin onayını alması gerektiğini düşünmüyorum.

-Ruslar şu an, Bakan Colin Powell’ın kitle imha silahları ve başka şeyler olduğunu söylemek üzere BM’ye gösterdiği şeyi kullanıyor. Orada hiçbir şey yoktu. Irak’taydınız ve hiçbir şey bulamadınız. Bunun farkında mıydınız?
Hayır, farkında değildim. Burada bazı şeyler hakkında kesin olmak önemlidir. İstihbarat, Saddam’ın ciddi bir şekilde kitle imha silahları edinmeye çalıştığını ifade etti, bunun doğru olmadığı açık. Ancak şunu da unutmayalım: Saddam’ın bu silahları geliştirmek için çalıştığından emin olan sadece Amerikan istihbarat teşkilatları değildi; Fransızlar, Almanlar, Britanyalılar ve Ruslar da buna inanıyordu. Bu ülkelerin istihbarat teşkilatlarının hepsi ABD ile anlaştı. Ben de şimdi desem: Peki, bu yanlış değil miydi? 2000 seçimlerini kazanmış olsaydı Al Gore da dahil olmak üzere herhangi bir ABD Başkanı, Amerikan halkı için 3000 Amerikalının hayatına mal olan çok büyük ve şok edici o olayın yaşandığı 11 Eylül’den sonra Amerikan istihbarat değerlendirmelerine bakar ve şöyle derdi: Saddam konusunda bir şeyler yapmamız gerek. Şimdi, hiçbir şey bulamadığımızı söylemek de doğru değil. Çok yetenekli bir araştırmacı olan Charles Duelfer, Saddam’ın planlarını, personelini ve kitle imha silahları projelerini saklı tutuğunu ve bunları yeniden başlatmaya kararlı olduğunu belirtti.

-Sayın Büyükelçi, az önce epey dikkat çekici bir şey söylediniz: Amerikan çıkarları, uluslararası hukuktan üstündür…
Hayır, söylediğim şey şu: Amerika’nın çıkarları savunmak için BM’den onay almamız gerektiğine dair bir uluslararası hukuk maddesi yok.

- Öyleyse, savaşın yasal dayanağı nedir?
ABD’deki yasal dayanak, bir başkanlık kararıydı.

-Yani savaşa karar veren akıl Başkan Bush muydu? Daha önceki görüşmelerinizde bunun sadece Saddam Hüseyin’i değil, aynı zamanda Irak’ta bin yıldır devam eden Sünni iktidarı devirmek için de yapıldığından bahsetmiştiniz. Bu sadece Irak’ta değil, tüm bölgede derin yankılar bırakacaktı.
Öncelikle; başkan, kararlar alan kişidir. Bundan sonrasına gelince, Irak’tan ayrıldıktan uzun bir süre sonra şu sonuca vardım: 90’lı yıllardaki terör saldırıları ve 11 Eylül saldırılarının ardından demokrat veya cumhuriyetçi olsun fark etmez, herhangi bir ABD Başkanı, istihbaratın Bush’a sunduğu şeyi kabul ederdi. ABD Kongresi’ni hatırlarsanız, gerek Temsilciler Meclisi’nde gerek Senato’da siyasilerin çoğunluğunun ilginç bir şekilde büyük bir farkla Irak’a karşı bir saldırı başlatmayı onayladıklarını görürsünüz.  

-O zaman bu, tek bir adamın kararı değildi.
Hayır, hayır.

12 Nisan 2003’te, ABD güçlerinin işgal ettiği Bağdat’taki bir hastanede iki çocuğunu bulamayan Iraklı bir kadının arkasında duran iki deniz piyadesi (AFP)

-ABD, bunun yapılması gereken bir iş olduğu sonucuna vardı.
Aynen. Bush bu kararı alırken ülke genelinde siyasi bir görüş birliği olduğunu söylemek adil olur kanısındayım.

-Yanlışsam düzeltin… Gerçekçi politikaya inanmanız bakımından, Kissinger yaklaşımını benimsemiş bir diplomat olarak ABD’deki yeni muhafazakârlara ait bir planı nasıl uygulayabilirsiniz… Böyle bir şey nasıl olur?
Ben yeni veya eski muhafazakârların ya da herhangi bir tarafın planını uygulamadım. Ben ABD Başkanı’nın talimatıyla bir plan uyguladım. Başkan bana dedi ki: İki vazifen var: biri, ekonomi çarkını Irak halkı yararına yeniden işletmeye çalışmak, ikincisi de temsili bir yönetim yolunu benimsemek üzere Iraklılara yardımcı olmak. Bu iki emir bana Başkan’dan geldi, ben de uyguladım.

Başkan ve ben

-Bu sadece bir duyuru muydu?
Hayır, sadece bir duyuru değildi. Başkan beni, Oval Ofis’teki küçük yemek odasında baş başa öğle yemeğine davet etti. Yalnızca o ve ben vardık; görüşmeleri not alan yok, bizden başka kimse yok…

-Ama biliyorsunuz ki Başkan, “Büyük Ortadoğu Projesi” ve Irak işgaliyle bağlantılı başka meseleler hakkında çok şey söylüyordu. Ayrıca, bunun sadece Irak’ta değil, bölgede on yıllar sürecek yankıları olacağını da açıkça söyledi. 20 yıl sonra, haklılığı ispatlandı.
Evet, doğru. Başkan’ın bu kararı hafife aldığını sanmıyorum. Bence bunun yankıları olacağının farkındaydı. Ama ben de hedefini anladım; hedefi Iraklıların ülkelerini ekonomik ve siyasi olarak geri almalarına yardım etmekti.

-Saddam’ın devrilmesinden kısa bir süre sonra, işgalin ardından Irak valisi olarak atanan ABD’li General Jay Garner’ın yerini aldınız. Bu nasıl oldu? Niçin ayrılmaya karar verdi?
General Garner’a epey saygım var ve bence, çok zorlu şartlar altında oldukça iyi bir iş çıkardı. Bildiğim kadarıyla adım, bir şekilde Savunma Bakanı Rumsfeld’in önüne sürülmüş.

-Siz nasıl olduğunu bilmiyor musunuz?
Masasında benim de adım olduğunu bilmiyordum. Elinde başka kişilere ait 12 veya 14 isimden oluşan bir liste vardı. Nasıl bir seçim sürecinden geçtiğini bilmiyorum. Öyle ya da böyle, nihayetinde beni Başkan’a tavsiye etmiş.

-Irak’ta Bir Yılım adlı kitabınızda bundan bahsetmişsinizdir belki; Garner, işgalden sonraki 90 gün içinde bir seçim düzenlemek istedi. Kulağa pek gerçekçi gelmiyordu. Size gerçekçi geldi mi?
Hayır, hayır. Ülkeden ayrılmadan önce Başkan, Ulusal Güvenlik Konseyi, Başkan Yardımcısı, Savunma ve Dışişleri bakanları ile görüşmeler yaptım. Başkan’ın yanı sıra Savunma Bakanı Rumsfeld ve Dışişleri Bakanı Colin Powell dahil diğerlerinden gelen tek açık mesaj, yeterli zamanımızın olacağıydı. Bana sorulduğunda şöyle dedim: Bence de bu en az bir yıl, belki iki yıl alacak. Uzun bir zaman gerektirecek, sabırlı olmalıyız. Radyoda Garner’ı herkese, 10 gün içerisinde bir hükümet atayacağını söylerken duydum. Kitabımda şunu yazdım: “O an neredeyse otoyoldan sapıyordum.” Çok şaşırmıştım…

-Irak’a gönderilme süreciniz hızlandırıldı. Ayrılmadan önce aldığınız en iyi tavsiye neydi?
İnsanların bana verdiği en iyi tavsiye, Irak halkı için mümkün olduğunca hızlı bazı ekonomik faydalar sağlamaya çalışmam oldu. Saddam, Irak ekonomisini gerçekten yıkıp geçmişti. Tek bir örnek vereyim: Bağdat’a geldiğimde ülke genelinde sadece 300 MV elektrik üretiyorduk; sizin de bildiğiniz üzere bu miktar, küçük bir köye bile yetmez.

İspanya’dan Angola’ya

- Evet, ülke kuşatma altındaydı. En azından bunun bir gecede gerçekleşmediği söylenebilir mi?
Hayır. “Gıda karşılığında petrol” programındaki yolsuzluğu çok geçmeden öğrenmemize rağmen, ülke BM’nin uyguladığı yaptırımlardan dolayı daha önce bir şekilde zarar gördü. Saddam iktidara geldiğinde Irak’ta kişi başına düşen milli gelir İspanya’dakinden daha yüksekti. Dünya Bankası bize, 2002’de Irak’ın GSYİH’sinin Angola’nınkinden daha düşük bir seviyeye gerilediğini bildirdi. Sorunuza cevap olarak, aldığım ikinci tavsiye de mümkün olan yönetim şekli veya nasıl bir hükümet istediklerine dair geniş bir yelpazede Iraklılarla görüşme sağlamaya çalışmaktı.

-Tabii o dönemde Amerika tarafından kimlerle buluştuğunuzu belirtmiştiniz. Burada, ABD’de bulunan Iraklı muhaliflerden biriyle görüştünüz mü?
Hayır, herhangi biriyle görüştüğümü hatırlamıyorum. Belki bir ya da iki kişiyle görüşmüşümdür…

-Kenan Mekkiye’yi tanıyor musunuz? ABD’nin seçim düzenleyip demokratik bir yapı seçmek yerine Geçici Koalisyon Yönetimi oluşturmasını eleştiriyordu…
Evet, Mekkiye’ye büyük saygım var. Bir alternatif olduğuna inanan insanlar bana bundan bahsedemedi. 1975 yılından beri Irak’ta bir nüfus sayımı yapılmadı, seçim bölgeleri için bir sınır da yoktu, yasama ve yürütme erkleri arasında fiili bir ayrım da. Tam bir diktatörlük söz konusuydu. Irak’ta hızlı bir şekilde seçim yapmanın bir yolu yoktu.

-O zaman, General Garner’ın bu konuda yanıldığı söylenebilir…
Sanırım Garner, yanlış anladı. Washington’ın düşünme biçiminden haberdar edilmedi.

Baas ve Naziler

-Irak’a gidip uzun bir emir ve kararname listesi çıkardınız. Bunlardan ikisi geniş kapsamlı sonuçlar doğurdu. Biri Baas Parti’sini dağıtmak, diğeri Irak ordusunu ayrıştırmak olan bu iki karar, belirli bir plana göre mi alındı? Bunu niçin yaptınız? Bu iki karar, ülkeyi oldukça kötü bir duruma soktu.
Doğrusu, bu iki karardan herhangi birinin Irak’ı mutlak anlamda kötü bir duruma soktuğunu düşünmüyorum. Bana göre ikisi de isabetli kararlardı. Nereden geldiklerine gelince. 2002 yılı başında, yani işgalden bir buçuk yıl önce Dışişleri Bakanlığı, Arapça konuşan ve 1980 yılında ABD’nin Bağdat’taki büyükelçiliğinde çalışmış olan Amerikalı diplomat Ryan Crocker öncülüğünde Washington’da hazırlanan bir araştırmayı yayınladı. Büyükelçi Crocker, “Irak’ın Geleceği” başlıklı bir çalışmaya öncülük etti. Bir yıl süren bu çalışma boyunca kendisi ve Dışişleri Bakanlığı, Savunma Bakanlığı ve istihbarat teşkilatındaki çalışma arkadaşları, çoğu sürgünde olan yüzlerce, belki de binlerce Iraklıyla bir araya gelerek Irak’ın geleceğinin nasıl olması gerektiği hakkında konuştu. Çalışma şu iki neticeyi sonuç verdi: Saddam’dan sonra Irak’ta Baas Partisi’ne yer olamaz. Niçin? Çünkü Baas Partisi, halkı kontrol etmek ve korkutmak için Saddam’ın elinde siyasi bir araç olarak rol oynadı.  Arap dünyasındaki Baas partileri, sizin de iyi bildiğiniz gibi Nazi Partisi’ne benzer şekilde kuruldu. Bununla birlikte Saddam, Hitler iktidarının 3 katı kadar bir süre hüküm sürdü. Bu nedenle netice, Saddam sonrası Irak’ta Baas Partisi’ne yer olmadığı yönündeydi. Irak için yola çıkmamdan tam olarak bir gün önce Rumsfeld yönetimindeki Pentagon’da üçüncü adam olan (Politikadan Sorumlu Savunma Bakanlığı Müsteşarı) Dow Faith’ten bir emir taslağı teslim aldım. Bu, Baas Partisi’nin tasfiyesine yönelik bir belge taslağıydı ve Dışişleri Bakanlığı’nın onayladığı çalışmanın sonucuyla tamamen uyumluydu. Faith bana belgeyi vererek, “Bu emri yarın çıkarmayı düşünüyoruz” dedi. Pazar günüydü; şu cevabı verdim: “Peki, biraz bekleyin. Garner’ın Irak’taki (İmar ve İnsani Yardım Ofisi’nden) bazı çalışanlarıyla konuşmak istiyorum.” Daha sonra ABD’nin, 1945 yılında II. Dünya Savaşı sonunda Almanya’da işgal gücü olarak aldığı kararlardan hareketle oluşturulan Baas Partisi’ne ilişkin emri verdim. Nazi Partisi’ni tasfiye etmek için çok geniş bir programları vardı ve Nazi Partisi ile herhangi bir bağlantısı olan hiç kimsenin tepeden tırnağa hiçbir rol oynamasına izin verilmemişti. Buna karşılık ABD hükümetinin formüle ettiği Baas’ı tasfiye planı, parti liderlerinin yalnızca yüzde 1’ini hedef aldı.
Ancak bu noktada, kapsamı oldukça dar bir emri uygulama sorumluluğunu Iraklı siyasetçilere yüklemekle hata ettim. Çünkü sonrasında uygulama alanını genişletmeye ve öğretmenlere varana kadar mümkün olduğu kadar çok Baasçıyı işlerinden uzaklaştırmaya çalışan Iraklılar arasında farklı taraflar arasındaki bir çekişmenin aracına dönüştü. Yapmam gereken şey (…) 5 Iraklı hâkimden oluşan bir heyet seçip onlara şunu söylemekti: Baas Partisi’nin tasfiyesine siz nezaret edeceksiniz. Ama ben bu işi siyasetçilere devretmekle hata yaptım. Onların yüzlerce, hatta binlerce öğretmeni işten çıkardıklarını duyduğumda Milli Eğitim Bakanı yanıma geldi. Bu sebeple kararnameyi yenilemek zorunda kaldım. İşte bu yüzden hataydı.

-Irak ordusunu dağıtmak. Bu konuda da bir hata yaptınız…
Evet ve hayır. Size daha önce bahsettiğim “Irak’ın Geleceği” adlı çalışma, Irak’ın askerî gücünü inceledi. II. Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan modern Irak ordusu, Baasçılar ve Saddam Hüseyin iktidara gelene değil takdire şayan ve sorumlu bir rol oynadı. Ama bundan sonra Irak ordusu, Irak halkı üzerinde zorlayıcı kontrol için temel bir araç haline geldi. Özünde Iraklılar arasındaki tartışmaları içeren “Irak’ın Geleceği” çalışması, yine aynı şeyi söylüyordu: Saddam sonrası Irak’ta bu orduya yer yok. 9 Nisan 2003’te Bağdat düştüğünde Pentagon, Amerikalı generaller ve General John Abizaid, Irak’ta Irak ordusunun, silahlarıyla konuşlandırılmış tek bir taburu olmadığını söyledi. Ordu personelleri evlerine gitti. Irak ordusu, Amerikan ordusu kadar büyüktü ve yaklaşık 700 bin personelden oluşuyordu. Ordunun subay birliklerinin çekirdeği büyük oranda Sünnilerden oluşurken acemilerse çoğunlukla Şii idi. Bu ordu, 1988’de Halepçe kasabasına yönelik kitle imha silahları kullanımı da dahil olmak üzere, BM’nin 80’li yıllarda Kürtlere karşı bir imha savaşı olarak değerlendirdiği operasyona karıştı. Saddam Hüseyin, I. Körfez Savaşı’ndan sonra güneydeki Şii ayaklanmasını bastırmak için de aynı orduyu, özellikle de Cumhuriyet Muhafızları tugaylarını kullandı. Hata neredeydi, diye sorarsanız, “ayrıştırmayı” tercih etmekti, derim. Soru şuydu: Orduyu çağırmalı mıyız? Bazı Amerikalı subaylar, orduyu çağırma ihtimalinden bahsetti. Kürtler bunu duyunca, iki Kürt lider Barzani ile Talabani bana, “Irak ordusunu çağırırsanız Irak’tan ayrılırız” dedi. Bu bir iç savaşı ateşleyecekti. Ayetullah es-Sistani’nin talimatıyla kurulan koalisyonla işbirliği içinde olan Şiiler de bu söylentiyi duydu. Şeyh Abdülaziz el-Hakim bana, “O orduyu geri getirirseniz sizinle işbirliği yapmayacağız” dedi.  

Demokrasi mi yoksa bir iç savaş mı?

-Sayın Büyükelçi, siz demokratik bir Irak inşa etmek istediniz…
Doğru.

-Bunun yerine, sizin yönetiminizde ülkeyi bir iç savaşa sürüklediniz. Anlattığınız hataların ne boyutta olduğunu bilemem, ama olan bu.  
Hayır, bir iç savaş değil; olan şey El-Kaide’nin ortaya çıkışıydı. Hakikatin bu olduğunu biliyoruz, zira Zerkavi, Bin Ladin’e gönderdiği bir mektupta bunu yazmıştı. El-Kaide’nin hedefi, Şiiler ile Sünniler arasında bir savaşın fitilini ateşlemekti. Bu, çok açık. Zerkavi’nin mesajından haberdar olmanız gerekir. Ben ve Koalisyon henüz oradayken gerçekleştirdikleri korkunç saldırıların sebebini bu yolla anlattı. Önce BM konutuna karşı yapılan ve Sergio de Mello’nun ölümüne sebep olan saldırıdan sonra, 30 Ağustos 2003’te Necef’te bir camiye büyük bir saldırı düzenlendi ve bu saldırıda yüzlerce Şii öldü. Yani, El-Kaide’nin amacı bir savaş çıkarmaktı. Siz de demokrasileri yok diyorsunuz; bu doğru değil. Seçimler yaptılar ve bu, Bağdat’ın kurtarılmasından bir veya bir buçuk yıl sonra türünün ilk örneğiydi. Ocak 2005’in başlarında Iraklılar, 5 ulusal seçim ve bir anayasa referandumu olmak üzere 6 seçim düzenledi. Ayrıca, bizim ayrılışımızdan bu yana 6 kez barışçıl iktidar devrine tanık oldular. Hiçbir Arap ülkesi, böyle bir şeyi başardığını söyleyemez.

ABD’nin Irak modeli

-Rusya, BM’de bunu kullanıyor. Oraya gittiğimde şu soruyu sorduklarını görüyorum: Colin Powell’ın buraya getirdiği şeyi hatırlıyor musunuz? ABD’nin Baas Partisi’ni dağıtma planı hatırınızda mı? Biz de Nazileri dağıtıyoruz. Bunun ABD’nin dünyanın farklı noktalarındaki stratejileri veya politikaları üzerindeki etkisini nasıl görüyorsunuz?
Bu durumdaki herhangi bir başkan, ki Başkan Bush’un böyle bir durumda olduğundan emin olduğumu söyleyebilirim, karşı karşıya kaldığı herhangi bir kararı düşünmek zorundaydı. Soru, bunun ABD’nin diğer çıkarları üzerindeki etkisi çerçevesinde Saddam’la ne yapılması gerektiğiydi. Eminim Bush da bunu yaptı. Karar verdi ve bence kararı isabetliydi; Saddam’ın kendi yolunda gitmesine izin veremezdik. Bu yüzden Saddam’dan kurtulmak için Irak’ı işgal etmek gibi zor bir karar aldı ve bence başarılı da oldu. ABD politikasının Bangladeş ve Ukrayna’da olup bitenler üzerindeki etkisine gelince… bu ayrı bir konu olabilir.

-Hayır, başkanlar da dahil olmak üzere bazı Amerikalıların daha sonra Irak savaşının bir felaket olduğunu söylemesinin nedeni bu.
Pardon, bunu kim söyledi?

-Hepsi. Bu savaşın bir felaket olduğunu söyleyenleri işitmediniz mi?
Evet, ben de diyorum ki onlar yanılıyor. Size daha önce siyasi ve ekonomik olarak gerçekleştirdiğimiz başarı hakkında söylediklerimin arkasındayım.

-O zaman size göre Irak bugün daha iyi bir durumda, öyle mi?
Kesinlikle. Irak nereden bakarsanız bakın bugün daha iyi bir durumda… Arap Baharı, Tunus’ta başladı; Tunus nereye gitti? Bugünkü Tunus’a bakın…

-Hiçbir şey yok.
Ama Iraklılar, DEAŞ’ın varlığına ve yüzleştikleri onca soruna rağmen üst üste 6 kez hükümetlerini seçtiler.

-Arap Baharına karşı iyi duygular beslemiyorsunuz sanki?
Üzgünüm, ama başarılı olamadı. Irak ise bugün yolsuzluk yüzünden çok sıkıntı çekiyor. Hiç şüphe yok.

-Yeni Irak modelini Lübnan modeline örnek alarak mı ortaya koydunuz?
Hayır.

-Irak, Saddam’ın liderliğinde laik bir ülkeydi. Sizse Sünnilerin bin yıl ülkeye hükmettiğini söylüyorsunuz. Sonra Irak’ı Arap komşularından çekip alarak İran’ın kucağına attınız…
Sadece orada bulunduğum dönem hakkında emin olarak konuşabilirim. İranlılar hiçbir şekilde orada varlık göstermiyordu.

-En azından el-Hekîm ve Iraklı diğer muhalif isimler orada ikamet ediyordu.
Bazıları Suriye’de yaşıyordu, bazıları Londra’da, kimi Almanya’da kimi de Fransa’da idi. Abdülmehdi Fransa’daydı. (…) çalıştığımız bir model yok. Biz önemli olduğunu düşündüğümüz şeyi yaptık: Irak’ta kurulmakta olan yapı, temsili bir hükümetin varlığını teşvik etmeliydi. Ve anayasa oluşturma meselesinde iş yeniden Iraklılara düşüyordu, bunu fiilen başardılar da; bizim herhangi bir yönlendirmemiz olmadan federal bir sistem kurdular.

-Neden birçok yerde Irak’ı bin yıldır Sünniler yönetirken şimdi buna bir son verdiniz diye övünüyordunuz?
Doğru, bu sadece gerçeğe dair bir açıklamaydı, fazlası değil.

Suriye Baası

- Suriye Baas hükümetinin, Irak’taki koalisyon güçlerine karşı mücadelede sözde Irak direnişini desteklediği çok açıktı. Irak’taki yönetiminiz sırasında da böyleydi. Bu duruma karşı nasıl bir tutum benimsediniz? Suriye hükümetiyle konuşmaya çalıştınız mı yoksa bunu engellemek için bir şeyler mi yaptınız?
Amerikalı yetkililerle Suriyeliler arasında yapılan belirgin bir tartışmadan haberdar değil. Ama Irak’taki koalisyon güçlerinin Suriye desteğinden yana endişeli olduklarını çok iyi biliyorum. Özellikle de Suriye tarafından desteklenen ve bazen başta Libya olmak üzere Kuzey Afrika’da konuşlandırılan ve Suriye’de eğitilip sonra el-Kaim’deki sınır kapısından sızan kişilerden yana…

-Bu durum karşısında bir şeyler yapmanız gerekmez miydi?
Elimden gelen her şeyi yaptım.

-Bunda İran’ın da rolü var mıydı?
Ben orada bulunduğum süre boyunca İranlıların bu konu herhangi bir parmağı olduğuna dair bir delil yoktu.

İranlılar korktu

-Daha sonra keşfettiğimiz bile denemez, El Kaide örgütünün bazı üyelerini İran’da barındırdıkları bugünlerde haber platformlarında yayınlanır oldu.
Bu, o zamanlar sahip olduğumuz bilgiler dahilinde değildi. En önemlisi, Zerkavi’nin Ocak 2004’te araya girebildiğimiz konuşmasıydı; bu belliydi, ama o, İranlı değil Ürdünlüydü.

-Daha önce terörle mücadelede görev aldınız, bu yüzden tüm tehlikelerin tamamen farkındaydınız.
Evet, ben Reagan yönetiminde terörle mücadeleden sorumluyken İran, 1983’te Beyrut’ta Hizbullah’ın gerçekleştirdiği bombalı saldırı sebebiyle terör devleti ilan edilmişti. Yani, terör devleti olduğu konusunda en ufak bir şüphe yoktu. Yine de İran, dikkat çekmemeye çalışıyordu. Halbuki önceleri ben onlara Persler demeyi tercih ediyordum, çünkü kendilerini öyle görüyorlardı ve daima İndus Nehri’nden Akdeniz’e uzanan kadim Pers İmparatorluğu açısından düşünüyorlardı. Burası Pers İmparatorluğu ve Irak’taki boş alanın iki katını işgal edebilir… Onlara henüz Irak’ı vermiyorum, Irak hala ayakta. Ama şurası kesin ki Lübnan’a gidip bunu yaptılar, Suriye onlar için hala biraz daha zor. Bununla birlikte İran’da muhakkak sorunlar var, ancak 2003 sonbaharında Tahran’daki insanların bakış açısıyla düşünürseniz doğu sınırlarında bir Amerikan ordusu, batı sınırlarında da bir ordu vardı. 2003’te görünüşe bakılırsa istihbarat teşkilatları, basında okuduklarına göre, İran’ın aktif nükleer programını durdurduğu sonucuna vardı.  

-Afganistan’da olduğu gibi Irak’ta da durum kötüleşirken İranlıları, sınırlarındaki iki azılı düşmandan uzaklaştırdınız. Amerikalılar harika bir şey yaptı, ama yine de onlarla konuşmanız gerekiyordu… İranlılarla görüştünüz mü?
Hayır, kendisiyle konuşacağım bir İranlı yoktu.

Sistani ile ihtilaf

-Onlarla konuşmaya ihtiyaç da duymadınız?
Kendisiyle konuşmak istediğim tek İranlı Sistani idi. Ancak o bunu kabul etmedi. Sorun yok; durumu anlayışla karşıladım ve ısrar etmedim. Bunu fiili olarak talep etmedim bile. Oradayken Sistani ile çok iyi bir bağlantım vardı.

-Kim üzerinden?
Birkaç aracı. Meselenin üzerine eğildim ve 13 ay boyunca Sistani ile dolaylı yoldan 48 görüşme fırsatı buldum.

-Bu görüşmeler sözlü müydü yoksa yazılı mı?
Genellikle sözlüydü, bazen de yazılı.

-Öyleyse ondan mektuplarınız var?
Onun benden gönderilen mektupları var (Gülüyor).

-Ama sizde de ondan gönderilmiş mektuplarınız var?
Mektuplar var, ama o yazıp göndermiyordu. Bu, onun mevki ve seviyesindeki bir insan yapamayacağı bir şey. Yine de konuya bütüncül olarak bakarsam onun bu meselede faydalı ve etkin bir rol oynadığını söyleyebilirim bence. O, seçimlerin düzenlenmesinden ve hükümetlerini seçmeleri için Iraklılara fırsat verilmesinden yanaydı. Bu, onun yerleşik inancıydı ve doğal olarak benim de görevim buydu.

-Onunla aranızda gerginliğin hüküm sürdüğü dönemler de oldu, değil mi?
Doğru, Irak’ta ve genel olarak bölgedeki önemini göz önüne alarak, yapmaya çalıştığımız şeyin, kendi hükümetlerini seçebilmeleri için Iraklılarla siyasi bir süreç inşa etmek olduğunu anladığından emin olmak istedim. Sorun da burada yatıyor: Şöyle ki BM Özel Elçisi Sergio de Mello Irak’a gelişinden kısa bir süre sonra, Haziran 2003 başlarında Sistani ile görüşmeye istedi ve benden bir görüşme talep etti. İki görüşme yaptık; biri benim ofisimde, diğeri de onun ofisinde. Sonra da Sistani ile görüşmek için Necef’e gitti. Daha sonra Sistani’den aktaran birinden duyduğuma göre De Mello, Sistani’ye ABD’liler 1945’te müttefik güçlerin komutanı Douglas MacArthur aracılığıyla Japonya’da benimsediklerine benzer bir şekilde siyasi bir yapı kurmak için anayasa hazırlayacaklar demiş, bu asla doğru değil.
Bu yüzden Sistani ile görüşmelerin çoğu, benim açımdan onu görüşmelerimiz hakkında bilgilendirmeye yönelikti. Eminim ki Irak hükümetinde yapmak istediklerimize ilişkin görüşmelerimiz hakkında onu bilgilendiren başkaları da vardı. Ben de bir anayasa hazırlığına dair bir niyetimiz olmadığını ona açıklamaya çalışıyordum. Bir diğer mesele de onun hemen seçim yapılması konusundaki isteğiydi ki yukarıda belirttiğim nedenlerden dolayı bu mümkün değildi. BM de bunun mümkün olmadığını düşünüyordu. De Mello da bunu anladı. Bu yüzden Sistani ile görüşmelerin muhtevası aşağı yukarı, siyasi olarak başarmaya çalıştığımız şeyin, yani bizim değil Iraklıların hazırladığı bir anayasanın ve seçimlerin yapılmasına dair büyük resmi anlamasını sağlamak ve bunu başarmanın zorluğunu anlatmakla ilgiliydi. Sonunda olayı iyice anladı, Ayetullah Sistani’nin seçimleri hemen yapamayacağımızı anladığı Ocak 2004’te netleşene kadar 6-7 ay geçti. Bir anayasa gerekliydi, takip ettiğimiz sıra da buydu. Anayasa Ocak ve Şubat 2004’te hazırlandı ve ilk seçimler 2005’te yapıldı.

-Sonunda tebrikini aldınız mı?
Onun tebrikinin peşinde değildim. Her şeyden önce onu durumdan sürekli olarak haberdar etmeye çalışıyordum ve bence hedefimizin ne olduğunu anladı. Hakkında temasa geçtiğimiz başka meseleler de vardı, ama temasların temel hedefi buydu. Onun rolünün faydalı ve yardımcı olduğunu düşünüyorum.

Saddam’ın yakalanması

-Saddam yakalandığında nasıl görünüyordu ve nasıl yerin altındaydı?
Sorun şuydu ki iki oğlu Temmuz 2003’te Musul’da güçlerimize saldırdığında ve öldürüldüklerinde bunu duyurmamız gerekiyordu, ama Iraklıların bize inanıp inanmayacaklarından emin değildik. Bu yüzden ordu, Rumsfeld ve ekibi, iki cesedi görmek ve onların gerçekten Saddam’ın oğulları olup olmadığından emin olmak için bir grup patolog ve doktoru bir araya getirdi. Çünkü Cenevre Sözleşmesi’ne göre ölü askerlerin fotoğraflarının gösterilmemesi gerekiyor ki bu, Rusya’nın Ukrayna’da sürekli yaptığı bir şey. Bu doğal olarak ilginç bir şeydi, zira Irak’ta 15 saattir ortalıkta iki oğlu bizim öldürdüğümüze dair söylentiler dolaşıyordu ve kimse gerçeği bilmiyordu, ta ki otopsi yapan Iraklı adli tıp doktorları bunu doğruladı. O zaman Bağdat, Basra, Musul ve Kerkük’te kutlama ateşleri açıldı; bu temmuzda yaşandı. Aynı ikilemle Saddam meselesinde de yüzleştik. Vardığımız karar, bir grup Iraklının onu Bağdat Havalimanı’nda karşılamasına izin vermek gerektiği yönündeydi. Bu nedenle Yönetim Konseyi üyelerine, onunla görüşmek ve gelmek isteyen herhangi birine eşlik etmek için davet gönderildi. Sonunda 4 kişi vardı: Adnan Paçacı, Ahmed Çelebi, Muvaffak er-Rebii, Adil Abdülmehdi. Saddam oradaydı ve onu sesinden ve diğer tüm özelliklerinden hemen tanıdılar. Hiç şüphe yoktu. O dönemde Yönetim Konseyi Başkanı olan Paçacı’nın duyuru sırasında hazır bulunmasının önemli olduğunu hissettim. Ve böylece duyuruldu.

-Saddam’ı daha önce gördünüz mü? Onunla konuştunuz mu?
Hayır, hiçbir şey söylemedim. En ufak bir fikri yoktu, ben kapıda duruyordum.

-Öncesinde?
Hayır, onunla hiç konuşmadım.

-Ona soru sormak için merak duymadınız mı? Size yardımcı olacak birçok sırra sahipti.
(Gülüyor) Sanmıyorum. Belki ona (şaka yollu) nükleer silahların yerini sorardım (gülüyor).

-Ahmed Çelebi ve İyad Allavi ile iyi ilişkileriniz oldu mu?
Evet, o ikisiyle çok konuşuyordum. Keza Talabani, Barzani, elbette Muvaffak er-Rebii, Abdülaziz el-Hakim ve “Basra Aslanı” romanının yazarı Ziya Cubeyli ile de. Bu isimlerle çok zaman geçirdim.

“Adn Cenneti”!

-Irak’ta karşılaştığınız en garip şey nedir?
Yok, hayır. Bu soruyu cevaplamak çok zor. Garip diyemem ama en ilgi çekici şeylerden biri Irak’ın Bataklıklarını (Ahvar) gezmek ve sazdan yaptıkları evleri görmekti. Bence şu an yok. Beni üzen, Saddam’ın Ahvar Araplarına karşı yürüttüğü kampanya kapsamında suların akışını başka yöne çevirerek onların hayatını tehlikeye attığını bilmektir. Bence bölge kayboldu ve çok değişti; bu çok garipti. Bir keresinde Dicle ile Fırat nehirlerinin birleştiği yerde bir helikopterle uçarken pilot bana, “Aşağıda, iki nehrin birleştiği noktadaki palmiye ağacını görüyor musunuz? İşte burası Adn Cenneti!” dedi.

-O halde, başarılarınızla gurur duyuyorsunuz…
İyi hissediyorum.



Andri Snaer Magnason: Günümüzde her şeyi sonuna kadar sömürme eğilimindeyiz

İzlandalı yazar Andri Snaer Magnason, Mantova, İtalya, 10 Eylül 2021 (Getty Images)
İzlandalı yazar Andri Snaer Magnason, Mantova, İtalya, 10 Eylül 2021 (Getty Images)
TT

Andri Snaer Magnason: Günümüzde her şeyi sonuna kadar sömürme eğilimindeyiz

İzlandalı yazar Andri Snaer Magnason, Mantova, İtalya, 10 Eylül 2021 (Getty Images)
İzlandalı yazar Andri Snaer Magnason, Mantova, İtalya, 10 Eylül 2021 (Getty Images)

Nesrein El-Bakhshawangy

Yazar, müzisyen, belgesel film yapımcısı ve çevre aktivisti Andri Snaer Magnason, şiir, roman, tiyatro, çocuk ve genç yetişkin edebiyatı ve bilimsel kitaplar yazarak İzlanda Edebiyat Ödülü'nü tüm dallarında kazanan tek isim. Magnason, “LoveStar: A Novel” (Love Star) adlı kitabıyla 2016 yılında Fransa'da En İyi Yabancı Bilim Kurgu Romanı ödülü de dahil olmak üzere birçok ödül kazandı.

Magnason, 1973 yılında doğdu, İzlanda Dili ve Edebiyatı bölümünde okudu. Ancak çevre ve iklim değişikliği konuları ilgisini çeken yazar, yazılarında başlıca olarak bu konuları ele aldı. Ülkesinin temiz enerjiye geçmesi ve ulusal dilin önemi gibi alanlarda sıkı çalışmalar yapmak üzere 2016 yılında cumhurbaşkanlığı seçimlerinde adaylığını koydu. Çalışmaları İngilizce, Fransızca, Japonca, Arapça ve Türkçe dahil olmak üzere 30'dan fazla dile çevrildi.

İşte Şarku’l Avsat’ın Al Majalla’dan aktardığı İzlandalı yazar Andri Snaer Magnason röportajın tam metni;

*Çevre ve iklim değişikliği hakkında yazmaya ilk olarak ne zaman ilgi duymaya başladınız?

Milenyumun başlarında İzlanda'daki birçok önemli yer kentleşme tehdidi altındaydı. Örneğin, belirli bir kaz türünün dünyadaki en büyük yuvalama alanı sular altında kalmıştı. Bunun gibi tehdit altındaki pek çok yerin yazabileceklerimden çok daha önemli olduğunu hissettim. Bu alanları koruyup koruyamayacağımı, dünyaya bir roman ya da yeni bir kitapla yapabileceğimden daha fazla katkıda bulunup bulunamayacağımı merak ettim. Daha sonra bu düşüncelerimi, bazen doğrudan, kurgusal olmayan bir biçimde, bazen de bilim kurgu, şiir ya da çocuk kitaplarında konu etrafında örmenin bir yolunu buldum ve bunları bir kitaba dönüştürdüm.

LoveStar: A Novel kitabında en son aşkın, ölümün ve dinin sonuna kadar sömürülmesi gerektiğini gösterdim.

Teknoloji ve özgürlük

*LoveStar: A Novel adlı romanınız teknoloji ve özgürlük arasındaki çatışmayı ele alıyor. Sizi bu romanı yazmaya iten neydi?

LoveStar: A Novel oldukça çılgın bir roman. İçinde bulunduğumuz çağın mitlerine karşı ilerleme ve teknoloji dünyasını keşfetmek ve şu anki trajik tanrılarımızı incelemek istedim. Yani Elon Musk ya da Steve Jobs gibi girişimciler dünyada devrim yarattılar, ama aynı zamanda kendilerini de yok ettiler. Onlar bana dünyayı istila eden ve bedenlerini ya da ruhlarını ele geçiren fikirlerin sadece ev sahipleri gibi görünüyorlar. Bu roman sosyal medyanın hayatımıza girmesinden önce yazıldı. Bu yüzden Jobs ve Musk'ın romanın ilham kaynağı olduğunu söylemek yanlış olur. Bu roman onları bu yolculuğa çıkmadan önce yazıldı. Yaklaşan internet çağının vaat ettiklerini, bağlantı ve veri çağını ve bu gelişen teknolojilerin sonuçlarını keşfetmek istedim. Sahte haberler, bilgi balonları ve kişiselleştirilmiş derecelendirmeler kitapta geçse de bunlar o zamanlar gündemde olan konular değildi. George Orwell’ın 1984 adlı kitabını, Kurt Vonnegut ve Aldous Huxley'in eserlerini, kendi zamanlarının gerçekliğine nasıl tepki verdiklerini ve bizim gerçekliğimiz için ne tür bir tepki hayal ettiğimi düşünüyordum. Uluslararası şirketlerin etiği ‘eğer biz yapmazsak başkası yapacak, o yüzden biz de yapmalıyız’ şeklindedir.

sdwcfvrgbt
LoveStar: A Novel adlı romanın kitap kapağı

*Peki bu romanda modern kapitalizmi ve onun toplum üzerindeki etkisini eleştirirken size ilham veren neydi?

Ben bunu daha çok araştırma, taklit ve deney olarak görüyorum. Doğanın ya da insan etkileşimlerinin ve kültürün giderek daha fazla alanının metalaştığını hissettim. Yeni teknolojinin, daha önce mümkün olmayan insan ilişkilerinden yararlanma ve bunlardan faydalanma olanaklarını nasıl açacağını düşündüm. Hiçbir şeyin kendi haline bırakılamayacağına, çağımızda her şeyi sonuna kadar sömürme eğiliminde olduğumuza tanık olmaktan ilham aldım ve bu romanda en son aşkın, ölümün ve dinin sonuna kadar sömürülmesi gerektiğini gösterdim. LoveStar: A Novel, bu 'kaynakları' sonuna kadar kullanmanın yollarını buluyor.

İklim değişikliği meseleleri

*Bize “On Time and Water” (Zaman ve Suya Dair: Bir Buzula Ağıt) adlı kitabı yazma sürecinden bahseder misiniz? Kitabın beyaz perdeye uyarlanma fikri nasıl ortaya çıktı ve filme nasıl hazırlandınız?

Yaşadığım zamanın ve mekânın bir yazarı olarak, bu konu benim için yazılması gereken en önemli konuydu. İklim değişikliği meseleleri üzerine yazılan çoğu yazının ilgi çekici olmadığını ve hatta yapay zeka tarafından yazılmış gibi tahmin edilebilir olduğunu gördüm. Bu konuların akıbetini öngörebildiğimi ve anlatı yoluyla bunlar hakkında beyin fırtınası yapabildiğimi fark ettim. İletişim yeteneği, bilimsel konuları ortalama bir insana açıklamak için büyük önem taşısa da bunun ötesine geçilmesi gerektiğini hissettim. Daha derin bir yaklaşım gerekiyordu. Bu dilden daha büyük bir şey. Zira bu temiz enerji dünyasına doğru bir paradigma değişimiyle ilgili ve bir paradigma değişiminde dil ve normlar yıkılmaya başlar.

ccdfvrbg
On Time and Water romanının kitap kapağı

İçinde yaşadığımız zamanı anlamadığımızı nasıl anlayabiliriz? Kitap ailemle ilgili, büyükannem ve büyükbabam 1950'lerde buzul kaşifleriydi. Kitap, bir yandan da zamanı ele alıyor. Çünkü 2100 gerçekten ne anlama geliyor? Biz bunu nasıl anlıyoruz? Kelimeler ne anlama geliyor? Olaylar 1000 ya da 2000 yıl sonra hala iklim değişikliği olarak adlandırılacak mı yoksa başka bir isimle mi anılacaklar?

Yeni nesillerin ‘nasıl çiftçilik yapılır, nasıl inşaat yapılır, nasıl seyahat edilir?’ gibi pek çok şeyi yeniden keşfetmesi gerekiyor.

Çocuklar ve çevre

*Bir çocuk edebiyatı yazarı olarak, sizce çocukları ve gençleri çevreyle ilgili konularda erken yaşta eğitmek önemli hedeflere ulaşılmasına nasıl yardımcı olabilir?

Çocukların ve gençlerin tüm eğitim metotlarıyla temiz enerjiye geçişin önemi konusunda bilinçlendirilmesinin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Çünkü geçtiğimiz yüzyılın tasarım yöntemleri, alışkanlıkları ve endüstrisi artık eskidi. Yeni nesillerin ‘nasıl çiftçilik yapılır, nasıl inşaat yapılır, nasıl seyahat edilir?’ gibi pek çok şeyi yeniden keşfetmesi gerekiyor. Benim yaşıma geldiklerinde tüm dünyanın temiz enerjiye ihtiyacı olacak. Bu büyük bir değişim ve zorluk. Bugün doğan bir çocuk 2100 yılı civarında emeklilik yaşına ulaşacak. Şu anda dünyamız gelecekte istikrarlı olacak şekilde tasarlanmamıştır.

tynm
The Casket of Time (Yonder) kitabının kapağı

Bir genç yetişkin romanı olan The Casket of Time'da modern hikayeleri antik destanlarla birleştirirken karşılaştığınız zorluklar oldu mu?

Yeni bir eser yazarken karşılaşılan başlıca zorluk, eserin çerçevesini belirlemektir. Eser bir seri mi olmalı? Üç kitap mı, beş kitap mı? Ya da çok uzun bir kitap olabilir. Ama ben uzun kitaplardan ziyade kısa ve konu odaklı hikayeleri seviyorum. Bu yüzden geleceğin ve geçmişin hikayelerini bir arada örmek ve bunları mantıklı, şaşırtıcı ve izleyiciler için eğlenceli hale getirmek zordu, ama umarım başarmışımdır.

Bir resim bin kelimeden daha fazlasını anlatabilir, ancak bir kelime de bin resimden daha fazlasını anlatabilir.

*Kişisel internet sitenizde “Ben Noam Chomsky ve Lewis Carroll'un gayrimeşru oğluyum” diye yazmışsınız. Onların yazıları çalışmalarınızı nasıl etkiledi?

Chomsky'nin dilbilim teorilerini inceledim. Carroll ise beni vahşi ve eğlenceli hayal gücüyle etkiledi. Kelimelere ve dile olan ilgi ve hayal gücünüzü ne kadar genişletebileceğinizi görmek gibi şeyler zihnimde takılıp kaldı.

*“Dreamland” (Düş ülkesi) kitabınızın belgesel film haline getirilmesiyle birlikte, edebiyatın görsel eserlere dönüştürülmesinin önemini nasıl görüyorsunuz?

Gerek sözlü anlatıcılık gerek kitapta yazılı, gerekse müzikal ya da film olarak olsun hikayelerin farklı ifade biçimleri her zaman ilgimi çekmiştir. Farklı formlardan çok şey öğrendiğimi düşünüyorum. Her ifade biçiminin kendi kuralları ve kendi büyüsü vardır. Bir resim bin kelimeden daha fazlasını anlatabileceği gibi bir kelime de bin resimden fazlasını anlatabilir.

*Sizi 2016 yılında İzlanda cumhurbaşkanlığı seçimlerinde aday olmaya iten neydi? Sizce bir şair ve romancı böyle bir makamda ne kadar başarılı olabilir?

İzlanda cumhurbaşkanı devletin bir temsilcisidir. Doğrudan bir gücü olmasa da nüfuzu vardır. Benim gündemim İzlanda dilinin korunmasının önemi konusunda farkındalık yaratmak ve İzlanda'nın iklim değişikliğinin etkileri konusunda küresel bir eylem örneği haline gelmesini sağlamaktı. Cumhurbaşkanlığı daha çok kelimeler, kavramlar ve vizyonla ilgili. Bu, bugün her zamankinden daha önemli olduğu için gündeme getirebileceğimi düşündüğüm bir konuydu.

*Tüm ilgi alanlarınız arasında en çok neyle gurur duyuyorsunuz ve neden?

Belki çocuklarım! Dört tane çocuğum var. Ama birçok ülkedeki insanlara ulaşan çok farklı türde sanat yapma becerimle gurur duyuyorum. İzlandaca yazmak ve çeviri yoluyla Arapça konuşulan ülkelerdeki biriyle konuşmak ve yazının hala sınırları aşabildiğini görmek harika. Bununla gurur duyuyorum.

*Belgesel film yapımcısı olarak yaptığınız çalışmalar yazarlığınızı nasıl etkiledi?

Kariyerimi tarımdaki gibi bir tür ürün rotasyonu olarak görüyorum. Ürün rotasyonunda bir yıl patates ekersiniz, ertesi yıl arpa ve sonra belki de bir yıl boyunca tarlada yabani otların büyümesine izin verirsiniz. Böylece her tarla diğerini besler. Of Time and Water'ı yazarken kendimi bir belgesel film çekiyormuş gibi hissettim. Bilim insanlarıyla, yaşlılarla, Dalai Lama gibi kişilerle röportajlar yaptım. Ama sonra elimdeki malzemenin o kadar büyük olduğunu fark ettim. Bunun kitaplaştırılması gerektiğini düşündüm ve şimdi de bir belgesel film oldu.

*Belgesel filminiz “The Hero's Journey to the Third Pole - a Bipolar Musical Documentary with Elephants” (Kahramanın Üçüncü Kutba Yolculuğu: Fillerle Bir Bipolar Müzikal Belgesel) adlı belgesel filminiz, bipolar bozukluğu olan kişilerle ilişkili ruh sağlığı sorunları ve yaratıcı yetenekler konusunda farkındalık yaratmayı mı amaçlıyor?

Akıl hastalıkları üzerine tartışmak zor ve hassas bir konu. Filmimde, bipolar bozukluk şikayeti olan iki kahramana kendileri hakkında konuşma şansı verdik. Filmde tıpkı hepimiz gibi çok sempatik iki insan görüyoruz. Yani hayatlarının bir noktasında normal biri gibi muamele görüyorlar. Ancak hastalığın depresif evrelerinde karanlık zamanlardan geçerken manik evrelerinde yıldızlara dokunacak kadar coşkulu olabiliyorlar. Ardından farklı bir bilinçle ve hepimizin bir şekilde öğrenebileceği yeni bir insanlık durumu anlayışıyla geri dönüyorlar.