Erbil’in Bağdat ile yapılan ‘anlaşmalar’ sayesinde petrol akışının durmayacağına güveni tam

Geçtiğimiz ocak ayında akaryakıt için sıraya giren Kerküklüler (Getty)
Geçtiğimiz ocak ayında akaryakıt için sıraya giren Kerküklüler (Getty)
TT

Erbil’in Bağdat ile yapılan ‘anlaşmalar’ sayesinde petrol akışının durmayacağına güveni tam

Geçtiğimiz ocak ayında akaryakıt için sıraya giren Kerküklüler (Getty)
Geçtiğimiz ocak ayında akaryakıt için sıraya giren Kerküklüler (Getty)

Fransa’nın başkenti Paris'teki Uluslararası Ticaret Odası (ICC) Tahkim Mahkemesinin Irak'ın açtığı petrol ihracatına ilişkin davada Türkiye aleyhine karar almasının ardından Irak Kürt Bölgesel Yönetimi’nin (IKBY) başkenti Erbil'deki yetkililerin çoğu, petrolün Irak’ın federal hükümetinden bağımsız olarak ihraç edilememesi konusunda endişeli gibi görünmüyor.
IKBY Başbakanı Mesrur Barzani, konuyla ilgili olarak Twitter hesabından yaptığı açıklamada, Bağdat ile kısa bir süre önce yapılan anlaşmalar ICC Tahkim Mahkemesinin kararına ilişkin sorunu çözmemizin temelini oluşturduğunu söyledi. Barzani, Erbil’den bir hükümet heyetinin yakında bazı temaslarda bulunmak üzere Bağdat’ı ziyaret edeceğini de sözlerine ekledi.
Kürt yetkililerin Bağdat’la yapılan anlaşmalara duyulan güvenle ilgili açıklamalarına dün bir yenisi daha eklendi. Rudaw Medya Ağı'na konuşan Barzani’nin Hizmet ve Yatırım İşlerinden Sorumlu Yardımcısı Rebaz Hamlan, Irak hükümeti bu kararın alınması için uzun süredir Türkiye ile çalışıyor ve bunun yanı sıra IKBY’nin petrol konusunda Irak hükümeti ile yaptığı bir anlaşma var” ifadelerini kullandı. IKBY petrolünün satışının asla durmayacağının altını çizen Hamlan, IKBY hükümetinden bir heyetin Bağdat'ta Irak hükümeti ile petrol ihraç mekanizmasını görüştüğünü ve petrolün yeni bir mekanizma aracılığıyla satılıp ihraç edileceğini belirtti. Petrol ihracatının durdurulmasının maaşların ödenmesinde sorun teşkil edeceğini düşünen Hamlan, “Ama biz çalışanlara maaşlarını ödemeye devam edeceğimizin garantisini veriyoruz” dedi.
IKBY Temsilciler Meclisi Petrol ve Doğalgaz Komitesi Başkan Yardımcısı Nehru Revandizi, dün yaptığı açıklamada, IKBY’den Türkiye'nin Ceyhan Limanı’na yapılan petrol ihracatının durdurulması kararının geçici olduğunu söyledi. Revandizi, düzenlediği basın toplantısında, “Edindiğimiz bilgilere göre IKBY ile Irak hükümeti arasında, Temsilciler Meclisi 2023 yılı bütçesini onaylayana kadar petrol ihracatının sürdürülmesi konusunda anlaşmaya varılacak” ifadelerini kullandı. IKBY’den petrol ihracatının yeniden başlaması için en kısa sürede bir anlaşmaya varılacağına inancının tam olduğunu söyleyen Revandizi, Paris’teki mahkemenin Türkiye aleyhine ve Irak lehine karar vermesinin Bağdat-Erbil ilişkilerini aksatmayacağının altını çizdi.
Paris merkezli ICC Tahkim Mahkemesi, 1973 yılında imzalanan Irak-Türkiye Boru Hattı Anlaşması’nın hükümlerini ihlal ettiği gerekçesiyle Türkiye aleyhine ve Irak lehine karar vermişti. Bu karar, IKBY’nin yıllardır yaptığı gibi Türkiye'nin Ceyhan Limanı’na petrol ihracatına devam edememesi ve bunun sonucunda IKBY ekonomisinin gerileyebileceği anlamına geliyor.
Petrol uzmanı Hamza El-Cevahiri ise Kürt yetkililerin güven verici tutumlarının kararla ilgili hiçbir şey yapamamalarından kaynaklandığını düşünüyor. Şarku’l Avsat’a konuşan Cevahiri, ICC Tahkim Mahkemesi kararının Türkiye için bağlayıcı olduğu açık. Türkiye, karara uyacağını Irak hükümetine bildirdi. Böylece, petrol ihracatı ve satışı yalnızca Irak Milli Petrol Şirketi (SOMO) tarafından yapılacak. Gelirleri Irak Merkez Bankası'na gönderilecek. Ardından yetkili taraf olan Irak Maliye Bakanlığı’na geri dönecek” ifadelerini kullandı.
Irak ile petrol ihracat anlaşmasını ihlal etmesinden ötürü Türkiye’nin Irak’a ödeyeceği tazminat miktarıyla ilgili çelişkili rakamlara da değinen Cevahiri, tazminat konusunun henüz net olmadığını, ancak Irak'ın 2014 yılına kadar en az 26 milyar (84 milyon dolar) dinar tazminat alması gerektiğini ve eğer sonraki yıllar dikkate alınırsa bu rakamın 60 milyar dinara  (195 milyon dolar) çıkabileceğini belirtti.
Irak Petrol Bakanlığı tarafından cumartesi günü yapılan açıklamada, Paris’teki ICC Tahkim Mahkemesinin Irak lehine verdiği nihai kararın memnuniyetle karşılandığı duyuruldu.   Bakanlık, SOMO'nun Türkiye'nin Ceyhan Limanı üzerinden yapılan petrol ihracatı faaliyetlerini yönetmeye yetkili tek kuruluş olduğunu vurguladı.
Açıklamada, Irak'ın davayı kazanmasının ardından alacağı tazminatın miktarına değinilmezken Irak'ın Türkiye ile olan iyi ve köklü ilişkilerin derinliği vurgulanarak Türk tarafı rahatlatılmaya çalışıldı. ICC Tahkim Mahkemesinin kararının Irak’ın anayasal yetkilerini ve ülkenin tüm zenginlikleri üzerindeki egemenliğini koruduğu belirtilen açıklamada, bu kararın ortak çıkarlara ulaşmada Türkiye-Irak ilişkilerinin gelişmesine ve genişlemesine engel teşkil etmediğinin altı çizildi.
Bakanlık, Irak petrolünün Türkiye'nin Ceyhan limanı üzerinden ihraç edilmesine ilişkin mekanizmaların, nihai kararın verilmesinden sonra elde edilen yeni verilere göre IKBY’nin ve Türkiye’nin ilgili makamlarıyla görüşüleceğini bildirdi.
Erbil’in Bağdat’tan bağımsız olarak petrol ihraç etmesi meselesi yıllardır iki taraf arasındaki en büyük çekişmeli sorunlardan biri olarak gündemde kalmaya devam etti. ICC Tahkim Mahkemesi kararı, bu karmaşık ve uzun süren anlaşmazlığın çözümü için kapıyı aralayabilir. Bunun yanında Bağdat hükümeti, müzakerelerde güçlü bir konuma sahipken Erbil ve Ankara’nın konumları daha zayıf kalıyor.

IKBY’de 18 Kasım’da genel seçimlere gidiyor
Diğer taraftan IKBY Başkanlık Sözcüsü Dilşad Şahab, dün, başkent Erbil'de düzenlediği basın toplantısında, genel seçimlerin 18 Kasım'da yapılacağını duyurdu. IKBY Meclisi’nin görev süresi, siyaset sahnesinde yaşanan gerilim ve kriz nedeniyle bir yıl uzatılmıştı. Şahab, yaptığı açıklamada, tüm siyasi partilerle görüşüldüğünü, tamamının taleplerini dile getirdiğini ve şu an için hiçbir partinin seçim yapılmasına itiraz etmediğini kaydetti.
IKBY’nin 111 sandalyeli Meclisi, geçtiğimiz ekim ayında, aynı ay içinde yapılması gereken seçimleri, Kürdistan Demokrat Partisi (KDP) ve Kürdistan Yurtseverler Birliği (KYB) arasında seçim bölgeleri dağılımının mekanizmasına ilişkin yaşanan siyasi anlaşmazlıklar nedeniyle erteleyerek görev süresini bir yıl daha uzatmıştı.



Kutsal metinlerin tercümeleri kültürler arası köprüler mi yoksa ayırma duvarları mı?

Lina Jaradat
Lina Jaradat
TT

Kutsal metinlerin tercümeleri kültürler arası köprüler mi yoksa ayırma duvarları mı?

Lina Jaradat
Lina Jaradat

Samir Ebu Hevaş

Walter Benjamin, 1923 yılında kaleme aldığı ‘The Task of the Translator’ (Çevirmenin Görevi) başlıklı ünlü makalesinde, kötü bir çevirmeni, yalnızca orijinal dilden başka bir dile ‘bilgi aktaran’ kişi, kötü çeviriyi ise ‘temeli olmayan içeriğin yanlış aktarımı’ olarak tanımlar. Bununla orijinal dilin doğasında bulunan ve o dilin ötesine geçen küçük farklılıkları kasteden Benjamin'in Charles Baudelaire'in şiirinin Almancaya çevirisine giriş olarak yazdığı makalesinde bu konunun en çok şiir çevirisinde ortaya çıktığı açıkça görülüyor. Cahiz, Kitab’ul-Hayevan adlı kitabında Arap şiirindeki mucizenin ölçü ve kafiyeler olduğunu belirterek Arap şiirindeki bumucizevi unsur kaybedilmeden Arapçadan Yunancaya aktarılmasının imkansız olduğunu söyler. Cahiz’e göreçevirmen, iki dil hakkında da eşit derece bilgi sahibi olmalı. Bu da çevirmenin her iki dilde de tam bir yeterliliğe sahip olması gerektiği anlamına geliyor. Cahiz ayrıca çevirmenin bir dilden diğerine çevirdiği konu hakkında da bilgi sahibi olmasının önemine işaret eder. Cahiz’e göre çevirdiği konuları ve temel esaslarını anlamayan, inceliklerini bilmeyen birinin tıp, astronomi, mühendislik ve aritmetik konularında tercüme yapması makul değil. Peki ya dini ilimlerde tercüme yapankişinin durumu nedir?

İhanet ve dürüstlük

Cahiz, kitabında şunları söylüyor:

Geometri, astroloji, aritmetik ve fonolojiyle ilgili kitaplar hakkında böyle söylüyoruz. Peki ya bu kitaplar, Allah'a dair, kendisine helal olan ve olmayanla ilgili bilgilerin olduğu, hatta tabiattaki anlamların düzeltilmesinden bahsetmek isteyen dini kitaplarsa ya da hangi bilginin doğru veya hangisinin yanlış olduğunu yahut neye doğru neye yanlış deneceğini, doğruyla yanlışın ismini, hangi anlamlara geldiğini, eş anlamlarını, mana kaybolunca o ismin değişip değişmeyeceğini, mananın manasının bilinmesi, mananın manasının yorumlanması vb. gibi bilgilerden bahseden kitaplarsa?

Yalan (bu durumda geleneksel olarak ihanetle aynı manadadır) ve dürüstlük (doğruluk) sözcüklerinin manaları için Allah’ınkelamını aktarmaktan daha uygun bir yer olabilir mi? Örneğin İngiliz dilbilimci William Tyndale'in 1536 yılında İncil'i Yunancadan İngilizceye çevirdiği için idam edilmesine hükmeden karar cümlesinde geçen ‘sapkınlık’ kelimesi bu duruma en uygun kelimedir. Uğruna binlerce kişinin çarmıha gerildiği ve söz konusu kararda çevirinin inançsızlıkla bir tutulduğu, onu tek bir eylem veya tek bir ‘suç’ haline getiren geniş kapsamlı bir kelime.

Yorum, metinlerin diller ve kültürler arasında aktarılmaya başlanmasından bu yana çeviri sürecinin ayrılmaz bir parçası olmuştur.

Esasında Tyndale, Kutsal İncil'i (Eski Ahit, Eksik Ahit ve Yeni Ahit) tercüme ettiği için idam edilmedi. Sapkınlıkla suçlanmasının asıl nedeni, İncil’in çevirisini yapmak için kilise yetkililerinden izin almamasıydı. Çevirisinde o kadar hata vardı ki ‘hatalarını aramak denizde su aramakla aynı’ görülüyordu. Çağdaşı filozof Thomas More'a göre kilise, önce 1526 yılında Tyndale’in kitabını yasakladı, sonra 1529 yılındaonu sapkınlıkla suçladı. Tyndale’i idama götüren dolaylı neden ise Tyndale’in dönemin İngiltere Kralı VIII. Henry'nin Aragonlu Catherine ile evliliğinin Anne Boylen ile evlenmesi için iptal edilmesini desteklemeyi reddetmesiydi. Bunu siyasi kötü niyetlilik olarak tanımlanabiliriz. Bu sebep, Tyndale’i suikasta uğraması için yeterliydi, ama çarmıha gerilip yakılması için yeterli değildi. Burada da İncil çevirisi bunun için yeterli oldu. İronik olansa More'un da Tyndale'den bir yıl önce aynı ‘siyasi’ nedenden dolayı idam edilmesidir.

Araştırmacılar Kevin Wendell ve Anthony Pym, (Oxford Handbook of European Thinking on Secular Translation, 2011çerçevesinde) yaptıkları çalışmada Tyndale'in idamına benzer bir başka olaya, yani Platon’un diyaloglarını ‘yanlış tercüme etmekle’ de suçlanan Fransız çevirmen Etienne Doulet’nin 1545 yılındaki idamına dikkati çektiler. Metinleri kelimenin tam anlamıyla tercüme edenlerin ‘bilgi eksikliği’ olduğunu düşünen Doulet, Platon'un ‘öldükten sonra bir daha var olmayacaksın’ sözünü yorumlamış ve buna ‘kesinlikle hiçbir şey olmayacaksın’ ifadesini eklemiştir. Bu yorum, o dönemde kilise yetkilileri tarafından ahiret hayatının inkar edilmesi olarak değerlendirildi ve Doulet’nin kılıçtan geçirilmesi gerektiğine hükmedildi.

Değişim süreci

Tüm bu gerçekler ve daha birçokları, yorumun, metinlerin diller ve kültürler arasında aktarılmaya başlanmasından bu yana çeviri sürecinin ayrılmaz bir parçası olduğunu teyit ediyor. Kelimeler bir bağlamda kullanılmadığı ya da bir başka kelimeyle yan yana gelmediği zaman yalındır. Yani herhangi bir kelime barındırdığı her anlama gelebilir, fakat bir dizi kelimenin bir veya daha fazla ifadede birleştiği durumlar, bu kelimelere başka bir hayat verir. Ancak bu hiçbir şekilde o kelimenin nihai anlamı ya da yapılabilecek en son yorumu demek değildir. 

Abdusselam Bin Abdulali, geçtiğimiz şubat ayında Al-Majalla’da yayınlanan ‘Yeniden çeviri neden yapılır?’ başlıklı makalesinde şu ifadelere yer verdi:

“Bazı metinler, yayınlandığında 'bozulmamış' kalsa ve çarpık bir el değmemiş olsa bile, anlayış, yorum ve onlara verilen değer bakımından büyük dönüşümlere uğrar. Hatta bazıları hala yeni okumalara konu olur. Bu yüzden çevirileri düzeltmenin temelde varsa önceki çevirilerdeki hataları gidermeyi amaçladığını söylemeliyiz. Bunu atlayamayız.Belki de çevirilerdeki değişimi anlamak için çevirinin kalitesi ya da kalitesizliğini belirleyen kriter olarak doğru ve yanlışı bir kenara bırakmak gerek. Çünkü hatalı ya da doğru çeviri yoktur. Belki bu konuda uyumsuz çevirilerin ve daha uygun çevirilerin olduğunu söylemekle yetinebiliriz.”

En nihayetinde çeviri, çevirmen ile alıcı arasında bir değişim sürecidir. Tıpkı çeşitli biçimleriyle yazmanın, yazar ile okuyucu arasında bir değişim süreci olması gibi. Metni hiç bitmeyen bir yorum süreci içerisinde bir eser haline getiren de bu özelliktir. Zira okuması, daha doğrusu okumaları bitmez ve değişim süreci olmadan hem orijinal metin hem de çevrilen metin eksik kalır. Metin, bir dilden diğerine, bir kültürden başka kültüre, bir dönemden öteki döneme yolculuğa başladığı andan itibaren, tıpkı orijinal metin gibi, ana dilinde okunabilir hale gelir. Alıcısına ve alınma koşullarına göre değişir. Belki bir çevirinin doğru ya da yanlış olduğunu söylerken dikkat edilmesi gereken de tam olarak budur. İncil'in İbranice, Yunanca ve Latince kaynaklara ya da Avrupa dillerinedayanan ilk tercümeleri hakkındaki kapsamlı tartışmalardakarşımıza çıkan da tam olarak budur. Tartışma, dilbilimsel olmaktan çıkıp teolojik ve bazen de politik boyuta taşınmıştır.

Allah’ın kelamı

Öte yandan dini metinler, Tevrat'ın önce Yunancaya, sonra daLatinceye çevrilmesiyle uzun bir süre boyunca çeviri çalışmalarının ana motivasyon kaynağı oldu. Ardından Yeni Ahit’in, Kur'an-ı Kerim'in ve diğer kutsal kitapların tercümeleri geldi. Burada söz konusu çevirilerin amacınınkutsal metni alışılagelmiş dil sınırlarının dışına taşıyarak, başka dilleri konuşan halklara yaymak, böylece Allah'ınkelamını aktarmak, belki de tebliğde bulunmak olması dikkati çekiyor. Bu tür metinlerin çevirilerinde eylem olarak çeviri, bazen insanlar arasında kurulmak istenen köprülere paralel olarak, dinler arasında sınırlar çizme biçimi olarak da değerlendirilebilir. Konuyu sadece üç İbrahimi din olan Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam dini kapsamında ele aldığımızda mesele daha da içinden çıkılmaz bir hal alıyor. Bazı çevirilerin aynı mantık ve bağlamda olmasından vedolayısıyla bu dinlerle aynı amaca hizmet etmesinden dolayıbenzerlikler bulmak yerine, farklılıklar yarattığını ve var olanfarklılıkları artırdıklarını görüyoruz.

Bazı çevirilerin bu dinlerle aynı amaca hizmet etmesinden dolayı benzerlikler bulmak yerine, farklılıklar yarattığını vevar olan farklılıkları artırdıklarını görüyoruz.

Bu noktada örneğin Tevrat’ın tercümelerinin öncelikle diğer kültürlere yönelik olmaktan ziyade başta Avrupa ülkeleri olmak üzere dünyanın dört bir yanındaki ülkelere yayılmış Yahudilere yönelik olduğunu belirtmekte fayda var. Yani Yahudi din adamlarının Tevrat’ı Latinceye çevirmelerindeki hedef kitle yine Yahudilerdi. Aynı durum, İslam dini için de geçerli Kur’an-ı Kerim’in çevirileri (mealleri), özellikle resmi olanları, daha doğrusu yarı resmi olanları, çünkü resmi çevirileri yoktu, diğer milletlerden ve kültürlerden Arapça konuşmayan Müslümanlar için yapıldı. Kur’an-ı Kerim mealleri, Yahudiliğin aksine Hıristiyanlıkla paylaşılan aynı amaca yani, Müslüman olmayanlar ya da herhangi bir dine inanmayan halklar arasında İslam dinini yayma ve tebliğ etme amacına da hizmet ediyordu. Biraz da antik dünyadan ve Yunan dünyasından günümüze kadar uzanan Yahudilik ve Hıristiyanlık dinlerinin antropolojik, dilsel ve kültürel kökenlerine girmeden, yalnızca Arapçadan İngilizceye çeviri üzerinde duracağım. Bu konudaki en açık örneğin ‘celale’kelimesinin tercümesi olduğunu söyleyebiliriz.

Kur’an-ı Kerim’in çevirileri (mealleri)

Kur'an-ı Kerim’in (Fransızca, İtalyanca, Almanca, Rusça ve İspanyolcaya yapılan önceki tercümelerden sonra) İngilizceye tarihi ilk tercümesi, İskoç Alexander Ross (1590 - 1654) tarafından yapıldı. Ancak bu çeviriyi doğrudan Arapçadan değil, İskenderiye konsolos vekili André Du Ryer’in Fransızcaya çevirisinden yapmıştı. Ross’un veya 12. yüzyıldan 20. yüzyıla kadar ondan önce ya da sonra Kur’an-ı Kerim’in çevirisini yapanların Kur’an-ı Kerim hakkındaki görüşleri ne olursa olsun bu çevirilerin büyük çoğunluğu ‘düşmanını tanı’ ilkesiyle yapılmıştı. Teolojik argümanlar açısından bakıldığında bunlar köprüler kurmaya yönelik kültürel bir çabadan daha fazlasıdır. Bunun dışında bizi ilgilendiren, Ross’un çevirisinde (Almanca kökenli) İngilizce God ifadesi kullanılan ‘celale’ (büyüklük, ululuk, yücelik) sözcüğünün çevirisidir. Daha sonraki birçok tercümede de gördüğümüz üzere (bir dilin başka bir dile fonetik aktarımı olan harf çevirisi yapılmış ve) Allah lafzı yerine kullanılmamıştır.

Aynı durum, Kur'an-ı Kerim'in bir Müslüman tarafından Arapçadan İngilizceye yapılan tarihteki ilk tercümesi için de geçerli. İnternetteki Kur'an-ı Kerim tercümeleri sözlüğüne göre bu çeviri, Ahmed Abdulhakim Han adında Ahmedilikmezhebinden bir Hint tarafından 1905 yılında yayınlandı. Bu çalışma, Kur'an-ı Kerim'in tamamının tercümesinin içermediğinden gerek kapsamı gerekse boyutu bakımından, tercüme olarak güvenilir bulunmuyor. Ancak Han’ıntercümesinde bizi, üstü kapalı olarak diğer dinlere, özellikle de Hıristiyanlığa yanıt vermeyi amaçlaması ilgilendiriyor. Çevirmen, kısa tuttuğu giriş bölümünde, “Kur'an-ı Kerim’indilinin yüceliğini ve derinliğini, her kelimesine vahiy rehberlik etmedikçe, hiçbir insanın onu hiçbir insan diliyle tam olarak ifade etmesi mümkün değildir” sözleriyle Kur'an-ı Kerimmetnini fiilen tercüme etmenin ‘imkansız oluşuna’ anlamlı bir gönderme yaparak, dil ile kutsal arasındaki bağı ihmal etmiyor. Çevirmen, Fatiha suresinin tercümesinde (daha doğrusu yorumunda) Arapçada isimlerin başına gelen belirleme edatı ‘El’ (elif ve lam harflerinden oluşur/lam-ı tarif) takısı kısmına geçtiğinde bunun ‘God’ kelimesi yerinekullanılan Allah lafzının başında ‘elif ve lam’ harflerinin belirleme edatı El takısı bağlamında değil, daha ziyade birçok güncel argümanda da gördüğümüz gibi İngilizceye ‘All the Praises are for Allah’ olarak çevirdiği ‘Hamd alemlerin Rabbi Allah'adır/Allah’a mahsustur’ şeklindeki ikinci ayete ilişkin genel açıklama bağlamında olduğunu söylüyor. Allah lafzınınelhamdülillah (Hamd Allah’adır) kelimesi gibi lam-ı tarife ihtiyacı olmadığını yineliyor. Han’ın açıklamasına göre hamd, kapsamlılığı ima eder ve ilahlığa dair ve vasıf olarak yalnızca Allah'ın layık olduğu tüm yüce güçlere ve sıfatlara işaret eder. Daha sonra hamd kelimesine neden bu kadar kutsallık verdiğini açıklarken dini bir duruş sergileyen Han, “Yalnızca bozulmuş fıtratta, sapkın vicdanda ve batıl inançlı kültürlerde insana, güneşe, yıldıza, aya veya surete herhangi bir varlığa daha yüksek güçler atfedilebilir” diyerek Hıristiyanlığa ve diğer bu tür inançlara sahip dinlere üstü kapalı göndermede bulunuyor.

Lina Jaradat
Lina Jaradat

Kur’an-ı Kerim’in İngilizceye çevirisini ikinci kez, bazı kaynaklara göre 1911 yılında, bazı kaynaklara göre ise 1912 yılında yapan kişi ise Mirza Ebu’l-Fazl isimli Bengalli (günümüzde Bangladeşli) bir din adamıydı. Arapça ve İngilizceyi akıcı olarak konuşabildiği açık olsa da çevirisi,kendisinden önce Kur'an-ı Kerim tercümesi yapanların çevirilerinde olduğu gibi, çeşitli hatalarla ve zayıflıklarlagölgelenmişti. Çevirmen de çevirisinde hatalar ve zayıflıklar olduğunu kabul ediyor. Fakat bunların bazılarının ‘Hint matbaasının şeytanına’, yani tipografik hatalardan kaynaklandığını söylese de mesele bunun çok ötesine geçiyor. Ancak ‘celale’ kelimesini İngilizceye çevirirken ‘God’kelimesini kullanmaya karar vermesi burada büyük bir önem taşıyor. Ne ondan önce ne de ondan sonra gördüğümüz gibi, bugüne kadar God kelimesi Allah lafzı yerine kullanılmadı. Onu ve ondan öncekileri bu seçimi yapmaya neyin ittiğinibilmiyorum, ama muhtemelen tek rasyonel ve mantıklı seçenek bu gibi görünüyordu.

Arap olmayan Müslümanlar

20. yüzyılın ilk yarısına kadar İngilizceye ondan fazla Kur'an-ı Kerim tercümesi yapıldı. Burada söz konusu tercümelerin özellikle Hindistan, Malezya veya Pakistan'dan gelen Arap olmayan Müslümanlar tarafından yapılması dikkati çekiyor. Biri sonradan Müslüman olan iki İngiliz vatandaşı tarafından tamamlanan iki Kur’an-ı Kerim tercümesi var. Bunlardan ilki 1956 yılında Irak asıllı bir Yahudi ve (kültürel ve coğrafi bakımdan) bir Arap olan Nesim Yusuf Davud (1927 - 2014) tarafından yapılan çeviridir. Halen en çok satan Kur'an-ı Kerim’in İngilizceye çevirisi budur ve bugüne kadar 70 bakı yapmıştır. Davud, 1945 yılında Irak hükümetinin verdiği bursla eğitimini tamamladıktan sonra Londra Üniversitesi'nde İngiliz edebiyatı okurken bu çeviri üzerinde çalıştı. Ardından Penguin Books kurucusu Allen Lane tarafından ‘Binbir Gece Masalları’ kitabını (1954) tercüme etmeye, ardından da Kur'an-ı Kerim çevirmeye davet edildi.

20. yüzyılın ilk yarısına kadar Kur'an-ı Kerim’in İngilizceye çevirilerinin Arap olmayan Müslümanlar tarafından yapılmasıdikkati çekiyor.

Bundan sonra, tümü yukarıda adı geçen coğrafi bölgelerden gelen ve bu ülkelerdeki Müslümanlar (Arap Müslümanlar dünyadaki Müslümanların yüzde 20’sini oluşturuyor) tarafından yapılan Kur’an-ı Kerim’in yaklaşık 17 İngilizceçevirisi daha geldi. Hatta 1980 yılında Lübnan'daki Araplar tarafından Sünni ve Şii meclisler tarafından görevlendirilen ve Prof. Muhammed Yusuf Zayed'in (ö. 1994) katılımı ve liderliğinde Beyrut Amerikan Üniversitesi'ndeki bir grup profesör tarafından Kur’an-ı Kerim’in İngilizce tercümesi yayınlandı. Bazıları bu çalışmanın Nesim Yusuf Davud tarafından yapılan çevirisinin yenilenmiş bir versiyonundan başka bir şey olmadığını, hatta yeni versiyonun da bazı yerlerdeki çeviri ikilemlerini ve belirsizlikleri çözüme kavuşturmadan olduğu gibi aktardığını düşünüyor.

Kur'an-ı Kerim'in tercüme edildiği diller arasında en fazla çevri yapılan dil olan İngilizceye peş peşe 100’den fazla tercümenin yapılmasıyla ilgili tartışma halen devam ederkenArapça konuşmayanlar tarafından yapılan çevirilerin Arapça konuşanlara kıyasla daha fazla olduğuna dikkat çekiliyor. Bir başka dikkat çekilen husus ise Kur'an-ı Kerim’in, büyük bir dini kurum tarafından açıkça arkasında durulması anlamında ‘resmi olarak’ Arapça tercümesinin bulunmamasıdır. Belki debu, her Kur’an tercümesinin sonuçta çevirmen(ler)in kişisel çabasından başka bir şey olmadığı ve metnin Arapça dilindeki orijinaliyle aynı olamayacağı düşüncesinden kaynaklanıyordur. Ne var ki Kur'an-ı Kerim’in çevirilmesinin caiz olup olmadığına dair üst düzey din alimlerinin verdikleri fetvaların olduğunu ve bunların hepsinin bu çekinceyi barındırdığını görüyoruz. 

Bu çevirilerle ilgili ciddi sonuçlara varmak özellikle yorum denilen özet ve açıklayıcı olmayan metin tercümesi de dahil olmak üzere birden fazla çeviri türüyle karşı karşıya olduğumuz için derinlemesine çalışmalar gerektirdiğinden Kur’an-ı Kerim’in İngilizceye tercümesinde ‘el-nakhara’ (harf çevirisi/transliterasyon) ilkesinin hâlâ mevcut olduğunu görüyoruz. Bu tercümelerin ortaya çıkışından günümüze kadar, oryantalist (şarkiyatçı) olarak nitelendirilebilecek kişilerin tercümeleri ile Müslümanların tercümeleri arasındaki çoğu durumda ortak bir faktör bu olmuştur.

El-Celale lafzı

El-Celale kelimesine gelince, Kur’an-ı Kerim’in İngilizce tercümelerinde Allah lafzının God kelimesi yerine kullanılarak diğer dinlerden (özellikle Hıristiyanlıktan) farklı olarak Allah’ın ‘herhangi bir ilah’ değil, tek ilah olduğunun vurgulanması amaçlanıyor. Bu tercümelere göre lam-ı tarifinrolü budur. Bazılarında el-Rab ifadesi de el-nakhara ilkesine göre aynı rolü oynuyor.

Eğer bu olay, İslam dini içinde yaşanmış ve somutlaştırılmışsa, diğer semavi dinler arasında bundan daha azını beklememeliyiz.

Çarpıcı olansa aynı yöntemi benimseyen oryantalistler tarafından yapılan çevirilerin de sanki tersine de olsa bu mantığı benimsiyormuş gibi olmalarıdır. Allah lafzının olduğu gibi kullanılmasının onaylanmasıyla söz konusu ilahın God kelimesinin ifade ettiği gibi herhangi bir ilah değil, Müslümanların ilahı olduğu anlaşılıyor. Bu kullanımın meşruiyetini bizzat Müslümanların kullanmasından alıyor.

Her iki durumda da sonuç, medyada ve sosyal medya aracılığıyla daha incelikli olan, dinleri ve kültürleri birbirine yakınlaştırmaya yönelik tüm çabalara rağmen giderek büyüyen ve çevirileri kimin Allah'a doğru şekilde ibadet ettiği, O'na dua ettiği ve (dini metinler aracılığıyla) O'na doğru şekilde yaklaştığı konusunda bir tartışmaya dönüştüren bir uçurumun yaratılmasına katkıda bulunan bizzat Tanrı'nın önünde olmadığımız yönündeki öneri ya da yanılsamadır. 

Gazze Şeridi’ndeki son savaşta, Gazze’nin şehirlerinden birinde bir cami bombalanmak üzereyken video kaydı yapan İsrailli bir asker, dinleyicilerine İbranice seslenerek bugünden sonra burada İbraniceden başka hiçbir dilde dua edilmeyeceğini, oradaki camilerin minarelerinde ‘Allah-u ekber’ (Allah büyüktür) ifadesi yerine ‘Dinle, ey İsrail! Tanrımız olan rab tek rabdir’ duasının edileceğini söylüyor.‘Çevirideki zayiat’ aşırılık yanlısı İslamcı hareketlerin doğuşuna katkıda bulunmuş olabilir. Zira DEAŞ ya da El Kaide gibi örgütlerde gördüğümüz gibi, takipçileri ve destekçilerinin çoğunluğunu Arapça konuşmayanlar oluşturuyor. Dili, bir anlam ve fikir taşıyıcısı olarak değil, ritüel semboller olarak görürler. Eğer bu gerçeklik İslam dininiçinde yaşanmış ve somutlaşmışsa, o zaman diğer semavi dinler arasında da bundan daha azını beklememeliyiz.

*Bu makale Şarku’l Avsat tarafından Londra merkezli Al Majalla dergisinden çevrilmiştir.


Halid Meşal: Hamas savaşın durdurulması ve askerlerin çekilmesi de dahil İsrail’le müzakere şartlarına bağlı kalıyor

İsrail’in Gazze Şeridi’nin güneyindeki Refah şehrini hedef almasının ardından dumanlar yükseliyor (AFP)
İsrail’in Gazze Şeridi’nin güneyindeki Refah şehrini hedef almasının ardından dumanlar yükseliyor (AFP)
TT

Halid Meşal: Hamas savaşın durdurulması ve askerlerin çekilmesi de dahil İsrail’le müzakere şartlarına bağlı kalıyor

İsrail’in Gazze Şeridi’nin güneyindeki Refah şehrini hedef almasının ardından dumanlar yükseliyor (AFP)
İsrail’in Gazze Şeridi’nin güneyindeki Refah şehrini hedef almasının ardından dumanlar yükseliyor (AFP)

Hamas’ın yurt dışı sorumlusu Halid Meşal, hareketin Gazze’de ateşkes anlaşmasına varmayı amaçlayan müzakerelerde, savaşın durdurulması ve İsrail güçlerinin Gazze Şeridi’nden çekilmesi de dahil olmak üzere şartlarına bağlı kaldığını bildirdi.

Şarku’l Avsat’ın Arap Dünyası Haber Ajansı’ndan (AWP) aktardığı habere göre Meşal bugün yaptığı açıklamada, “Müzakerelerde, saldırıların durdurulması, İsrail güçlerinin Gazze’den çekilmesi, yerinden edilenlerin, özellikle Gazze’nin kuzeyindeki kendi bölgelerine geri dönmesi, gerekli her türlü yardımın, barınmanın, yeniden imarın sağlanması ve kuşatmanın sona erdirilmesi konusunda ısrar ediyoruz” dedi.

Meşal, Hamas’ın bu hedeflere ulaşmadığı sürece İsrailli rehineleri serbest bırakmayacağını dile getirerek, hareketin ‘sahadaki savaştan daha az şiddetli olmayan bir müzakere savaşı yürüttüğü’ vurguladı.

İsrail medyasında bugün yer alan haberlerde, Savaş Konseyi’nin Hamas’la rehine ve tutuklu takası konusunda anlaşmaya varmayı amaçlayan müzakerelerdeki gelişmeleri görüşmek üzere bu gece toplanacağı bilgisi verildi.

Medyada dün yer alan haberlere göre İsrail, Gazze’de ateşkes ve takas konusunda anlaşmaya varılması amacıyla yapılan görüşmelerde Hamas’ın son teklifini reddetmesinin ardından Katar’dan müzakere ekibini çağırmaya karar verdi.


Irak'ta 8 bin idam mahkumunun, cezaevlerindeki yoğunluğun azaltılması için infaz edilmesi istendi

Fotoğraf: AA
Fotoğraf: AA
TT

Irak'ta 8 bin idam mahkumunun, cezaevlerindeki yoğunluğun azaltılması için infaz edilmesi istendi

Fotoğraf: AA
Fotoğraf: AA

Irak cezaevlerinde yaklaşık 8 bin idam mahkumu tutuklu bulunuyor.

Channel8’de yer alan habere göre; Irak Temsilciler Meclisi İnsan Hakları Komitesi, hapishanelerdeki aşırı kalabalığı azaltmak için idam cezası alanların infaz emirlerinin imzalamasını istedi.

Irak Parlamentosu İnsan Hakları Komitesi Üyesi Zuhayir Fatlavi, yaptığı açıklamada ülkedeki cezaevlerinin aşırı derecede kalabalık olduğunu söyledi.

Fatlavi’ye göre aşırı derecedeki yoğunluk hem hizmetlerin aksamına yol açıyor hem de mahkumlar arasında hastalıkların yayılmasına neden oluyor.

2014’ten bu yana 8 bin kişinin terör suçundan idam cezasına çarptırıldığını hatırlatan Fatlavi, o tarihten bu yana kimsenin idam edilmediğini belirtti.

Zuhayir Fatlaw, Cumhurbaşkanı Abdüllatif Reşid’in 8 bin idam mahkumunun cezasını onaylamasını isteyerek “Onları hapiste tutmak yerine cezalarının infazı için gerekli onayı verin” çağırısında bulundu.

Irak Parlamentosu İnsan Hakları Komitesi Üyesi Zuhayir Fatlavi, af tasarısına da değinerek, “Komite herkesin haklarına kavuşabilmesi için af tasarısının onaylanması hızlandırmak için de çalışmalarını yoğunlaştırdı” diye konuştu.

 

Independent Türkçe


Saddam Hüseyin'in devrilmesi ile 7 Ekim saldırısı arasında İran

İran Dini Lideri Ali Hamaney, 5 Şubat'ta Tahran'da hava kuvvetleri subaylarıyla yaptığı bir toplantı sırasında iki savaş uçağı modeli arasında (AFP)
İran Dini Lideri Ali Hamaney, 5 Şubat'ta Tahran'da hava kuvvetleri subaylarıyla yaptığı bir toplantı sırasında iki savaş uçağı modeli arasında (AFP)
TT

Saddam Hüseyin'in devrilmesi ile 7 Ekim saldırısı arasında İran

İran Dini Lideri Ali Hamaney, 5 Şubat'ta Tahran'da hava kuvvetleri subaylarıyla yaptığı bir toplantı sırasında iki savaş uçağı modeli arasında (AFP)
İran Dini Lideri Ali Hamaney, 5 Şubat'ta Tahran'da hava kuvvetleri subaylarıyla yaptığı bir toplantı sırasında iki savaş uçağı modeli arasında (AFP)

Eli el-Gasifi

Irak'ın işgali ve Saddam Hüseyin rejiminin devrilmesinin üzerinden 21 yıl geçti ve bölge halen uluslararası ve bölgesel güç mücadeleleri, iç çatışmalar, ekonomik ve sosyal krizlerle boğuşuyor. ABD'nin demokrasi vaadi Irak topraklarına erken düştü ve hatta sadece Bağdat'ta değil, çok az istisna dışında tüm bölgede kaosa dönüştü. Kaosun kapılarını çalmadığı ülkeler bile kendilerini korumak ve bölgesel yangının kendilerine sıçramasını önlemek için büyük çaba sarf etmek zorunda kaldı.

ABD'nin Bağdat'ı işgalinden önce Irak ve bölge istikrarlı değildi. Rejimlerin çoğu gerçek bir meşruiyete sahipti ve halklarına güvenlik ve refah sağlamak için çalışıyordu. Üstüne üstlük, bu rejimlerin birçoğu onlarca yıl boyunca iç ve dış bahanelerle baskıya maruz kalmıştı. Aynı şekilde devam etme kabiliyeti sona ermek üzereydi. Özellikle de güvenlik, gıda, eğitim ve sağlık kalemlerinde toplumun tek parti yönetimine teslim edilmesi bu durumu daha da zorlaştırdı. Tüm bu hizmetlerin kalitesindeki farklılıklarla beraber zorlayıcı sosyal sözleşmeler de işin cabasıydı. Sadece bölgedeki değil küresel ölçekteki sosyal ve ekonomik dönüşümler göz önüne alındığında ciddi zorluklarla karşılaşmaya başlanılmıştı.

Ancak, ABD'nin Irak'ı işgali bölgede yeni zorluklar yarattı ve yıkıcı kaosa ve hatta ‘cehenneme’ doğru gidişi hızlandırdı. Tam da bu noktada ABD’liler, sanki tüm bu yıkım bölgede demokrasi, özgürlük ve sosyal adaletin karanlığıyla sona erecek bir geçiş evresiymiş gibi ‘yaratıcı kaos’ teorisini geliştirmeye çalıştılar.

Yeni muhafazakârlar tarafından desteklenen Amerikan bölge projesi Irak'ta çöktü ve yerini İran projesi aldı.

‘Yeni muhafazakârlar’ tarafından desteklenen Amerikan bölge projesi Irak'ta çöktü ve yerini Irak'tan başlayarak İran projesi aldı. ABD’liler Saddam Hüseyin rejimini, düşüşünden sonraki güne ilişkin net bir vizyona sahip olmadan devirdi. Bu durum İran'ın ABD'nin Irak'ı işgalini değerli ve yeri doldurulamaz bir fırsat olarak görmesi ve sonuna kadar kullanması için yeterli oldu.

İran Bağdat'ta patlak verdi ve oradan Şam, Beyrut ve Yemen'e kadar yayıldı, ta ki artık dört Arap ülkesinin başkentlerini kontrol ettiğini söyleyene kadar. Bu, İran etkisinin 2003'ten önce bu ülkelerde mevcut olmadığı anlamına gelmiyor; aradaki fark bu etkinin son yirmi yılda artmış ve kurumsallaşmış olmasıdır. Daha da önemlisi, Tahran nüfuz alanlarını bir kara koridoruyla Akdeniz'e bağlayabilmiştir ki bu İran için mevcut rejimle sınırlı olmayan stratejik ve tarihi bir hedeftir.

FOTO: Liderlerinden birinin 16 Şubat'ta Güney Lübnan'da düzenlenen cenaze törenine katılan Hizbullah üyeleri (EPA)
Liderlerinden birinin 16 Şubat'ta Güney Lübnan'da düzenlenen cenaze törenine katılan Hizbullah üyeleri (EPA)

İran, Bağdat'tan Beyrut'a uzanan güçlü nüfuzu olmasaydı, Arap Baharı olarak adlandırılan sürecin gidişatını, özellikle de Suriye'de bu denli etkileyemezdi. Bu iki başkent arasındaki ‘direniş koridoru’, Suriye'deki rejimin ve Suriye savaşının başından beri onun yanında savaşmaya koşan Hizbullah'ın siyasi, askeri ve mali tedarikini güvence altına almak için yeterliydi. Başka bir deyişle, Suriye'deki rejimin koşa koşa gittiği ‘güvenlik çözümü’ İran destekli bir çözümdü. Aksi takdirde rejim İran'ın desteğinden emin olmasaydı bu kadar güçlü ve hızlı bir şekilde bu çözüme gidemezdi. Hamas, Beşşar Esed'in muhaliflerini destekleyerek farklı bir bahse girdi ama sonunda yaklaşık 10 yıllık bir ‘uzaklaşma’ ve yabancılaşmanın ardından İran'ın kucağına geri döndü.

Beyrut'taki bilgi sahibi Filistinli kaynaklara göre, Hamas’ın Tahran ve ‘direniş ekseni’ ile ilişkilerini yeniden kurma nedenlerinden birinin, askeri cephaneliğini geliştirme ihtiyacı olduğu ifade ediliyor. Hamas'ın bu dönüşü 7 Ekim 2023 olayını anlamanın bir yönünü oluşturmaktadır. Elbette bu durum, İran'ın 7 Ekim saldırısında da -her ne kadar bunu bildiğini inkâr etse de- var olduğunu ve en azından 2003'ten bu yana bölgedeki olaylarda yer aldığını ya da bu tarihten sonra bu olaylardaki varlığının daha güçlü ve etkili hale geldiğini söylemeyi mümkün kılıyor.

Saddam'ın devrilmesi ile Hamas saldırısı arasında neredeyse yirmi yıl geçtiğinden, İran'ın bölgeye yönelik stratejisinde saldırıdan savunmaya doğru bir kayma olduğu söylenebilir.

Ancak Tahran'ın bu inkârı, İran'ın 7 Ekim'den sonraki davranışını anlamada tesadüfi ve önemsiz bir mesele değildir. Aksine bu davranışı anlamada kilit bir faktördür ve bu nedenle bölgede yeni bir İran stratejisi oluşturması temelinde ele alınmalıdır. Aksa Tufanı’ndan bu yana İran'ın doğrudan savaşa girmemeye ve aynı zamanda İsrail'e ve ABD'nin bölgedeki çıkarlarına karşı vekaleten saldırıları desteklemeye dayalı ikili bir strateji benimsediği doğrudur. Ancak 7 Ekim'deki Hamas saldırısını desteklememesi onu ABD'nin Irak'ı işgali sırasındaki pozisyonundan farklı olarak savunma pozisyonuna sokmuştur. Bu işgalin arifesinde, ‘Saddam'ı değiştirmek ve yeni rejimin oluşumuna katılmak için muhalefetle birlikte çalışırken, aynı zamanda ABD işgalini engellemek için Şam'la birlikte çalışmaya’ dayanan ikili bir stratejiye dayalı olarak saldırgan bir pozisyonda konumlanmıştı.

FOTO: Bağdat'ın güneybatısındaki Kerbela kentinde bir caminin yakınından geçen ABD Abrams tankı, 7 Nisan 2003. (Reuters)
Bağdat'ın güneybatısındaki Kerbela kentinde bir caminin yakınından geçen ABD Abrams tankı, 7 Nisan 2003. (Reuters)

Dolayısıyla, Saddam'ın devrilmesi ile Hamas saldırısı arasında yaklaşık yirmi yıllık bir boşluk varken, İran'ın bölgedeki stratejisinde saldırıdan savunmaya doğru bir kayma olduğu söylenebilir. Gerçi İran'ın konumlanışının artık yapısöküme uğratılması gerekiyor. Zira bu konumlanma tamamen savunmaya yönelik değil, savunma ve saldırı arasında gidip geliyor. Ancak tüm bunlar Tahran'ın son yirmi yılda inşa ettiği nüfuz mevzilerinin savunulması çerçevesinde gerçekleşiyor. Bu noktada 2003'ten beri olduğu gibi İran'ın saldırgan bir hamlesiyle karşı karşıya değiliz. Bu durum, 7 Ekim'den bu yana İsrail ile topyekûn savaş çatısı altında kontrollü bir çatışmaya giren İranlı milislerin, özellikle de güney Lübnan'daki Hizbullah ve Yemen'deki Husilerin davranışlarından çıkarılabilir. Irak'taki İran yanlısı gruplara gelince, 28 Ocak'ta Ürdün-Suriye sınırında ABD'ye ait Kule 22’ye yaptıkları saldırının ardından, ABD'nin kendilerine yönelik tepkisinin genişlemesinden ve İran'ın bunu sınırlayacak bir saha gerçekliği yaratmamasından korkarak savaştan erken çekildiler.

Bu da bizi İsrail'in Gazze Şeridi'ne yönelik savaşı bağlamında ABD'nin İran'a yönelik caydırıcılığına getiriyor. İran’ın bölgedeki vekil güçlerinin devam eden saldırıları göz önüne alındığında, ABD’nin caydırıcılığının mutlak olmadığını söyleyebiliriz. Bu durum Tahran'ın saldırıdan savunmaya geçmesine neden oldu. Gerçi bu dönüşümün göstergeleri savaştan önce ortaya çıkmaya başlamıştı. Ancak savaş bunu hızlandırdı ve İran için kaçınılmaz bir seçim haline getirdi. Bu da Tahran yönetiminin savaşın sona ermesinin ardından yeniden saldırıya geçme ihtimaline ilişkin temel bir soruyu gündeme getirdi.

Kesin olan şu ki Tahran yeni döneme bölge ülkeleriyle arasını soğutmaya çalışarak giriyor.

Böyle bir dönüşümün zor olması ve bunun için bölgesel ve uluslararası koşulların mevcut olmaması muhtemeldir. Bu, İran'ın bölgedeki nüfuzundan herhangi bir şey kaybetmeye razı olacağı anlamına gelmiyor, ancak en azından bölge ülkelerine karşı çatışmacı olmamaya çalışacak ve en önemlisi Tahran ile Beyrut arasındaki ‘direniş koridoru’ olmak üzere stratejik bölgesel kazanımlarını savunmaya devam edecektir. ABD ve İsrail ise bu kordioru, güç kullanarak bozmaya ya da kullanışlılığını sınırlandırmaya çalışıyor. Ancak daha da önemlisi, 7 Ekim ABD'yi bölgedeki varlığını azalttığı izleniminin ardından bölgeye ‘geri döndürdü’ ve bu da ABD’lileri bölgeden uzaklaştırmaya çalışan İran için büyük bir meydan okumadır.

Washington ile Tahran arasında yeni bir ‘birlikte yaşama’ aşamasıyla mı yoksa bir ‘çatışmayla’ mı karşı karşıyayız?

Her iki durumda da, iki taraf arasındaki gelecekteki ‘ilişkinin’ dinamiklerini kristalize etmek, kurallarını ve tavanlarını belirlemek zaman alacaktır. Ancak kesin olan şu ki Tahran, tıpkı 21 yıl önce Irak'ta olduğu gibi Gazze'de de ‘ertesi günün’ belirsizliği göz önüne alındığında hatları henüz netleşmeyen yeni bir döneme bölge ülkeleriyle arasını soğutma çabasıyla giriyor. Bunun işaretleri, rejimin mevcut tutumunun Tahran'ın Arap dünyasına açılmaya çalışırken 7 Ekim saldırısını ‘sahiplenmemesiyle’ uyumlu olduğu Suriye'de ve bir Hizbullah güvenlik yetkilisinin kısa süre önce Birleşik Arap Emirlikleri'ni (BAE) ziyaret ettiği Lübnan'da şimdiden görülebilir.

*Bu makale Şarku’l Avsat tarafından Londra merkezli AL Majalla dergisinden çevrilmiştir.


UNRWA: İsrail’in Gazze’deki saldırıları sonucu 13 bin 750 çocuk öldü

Gazze Şeridi’ndeki çocuklar (Reuters)
Gazze Şeridi’ndeki çocuklar (Reuters)
TT

UNRWA: İsrail’in Gazze’deki saldırıları sonucu 13 bin 750 çocuk öldü

Gazze Şeridi’ndeki çocuklar (Reuters)
Gazze Şeridi’ndeki çocuklar (Reuters)

Birleşmiş Milletler (BM) Yakın Doğu’daki Filistinli Mültecilere Yardım ve Bayındırlık Ajansı (UNRWA), Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu’nun (UNICEF), İsrail’in Gazze Şeridi’nde 7 Ekim’den bu yana düzenlediği saldırılarda 13 bin 750 çocuğun öldürüldüğünü doğruladığını bildirdi.

UNRWA tarafından bugün yayınlanan raporda, UNICEF’in Gazze’de ateşkes çağrısında bulunan Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK) kararının Pazartesi akşamı onaylanmasından saatler sonra yaklaşık 10 çocuğun öldürüldüğüne ilişkin raporlarına atıfta bulunuldu.

UNRWA’nın raporunda, “BMGK kararının kabul edilmesine rağmen, İsrail güçleri Gazze kentindeki Şifa Hastanesi yakınındaki Rimal bölgesi, Han Yunus merkezi ve yine Han Yunus’taki Emel ve Nasır hastaneleri çevresi başta olmak üzere Gazze genelinde askeri operasyonlara devam etti” denildi.

BMGK’da geçtiğimiz Pazartesi akşamı yapılan oylamada, Ramazan ayı boyunca Gazze Şeridi’nde derhal ateşkes sağlanması ve tüm rehinelerin derhal ve koşulsuz olarak serbest bırakılması çağrısında bulunan karar tasarısı kabul edildi.

BMGK’nın seçilmiş üyeleri tarafından sunulan ve Arap Grubu tarafından desteklenen karar tasarısı, 14 oy çokluğuyla kabul edilirken, ABD oylamada çekimser kaldı.


Sudan savaşı etnik bağlılıkları parçalayarak, sivil yönetimlerin siyasallaşmasını önünü açıyor

Kabilelerin siyasete dalmaları onları doğal rollerini oynamaktan alıkoydu. (İndependent Arabia - Hasan Hamid)
Kabilelerin siyasete dalmaları onları doğal rollerini oynamaktan alıkoydu. (İndependent Arabia - Hasan Hamid)
TT

Sudan savaşı etnik bağlılıkları parçalayarak, sivil yönetimlerin siyasallaşmasını önünü açıyor

Kabilelerin siyasete dalmaları onları doğal rollerini oynamaktan alıkoydu. (İndependent Arabia - Hasan Hamid)
Kabilelerin siyasete dalmaları onları doğal rollerini oynamaktan alıkoydu. (İndependent Arabia - Hasan Hamid)

Savaş, yansımalarının yanı sıra insani bir felakete neden oldu ve milyonlarca Sudanlıyı ülke içinde ve dışında yerinden etti. Ordu ve Hızlı Destek Kuvvetleri (HDK) arasındaki savaş, bölünmeleri ve kabile ayrılıklarını daimî kıldı. Sivil yönetimlerin çatışmanın iki tarafı arasındaki bağlılıkları sarsıldı. Her ne kadar kabilelerin siyasete müdahil olması, onların toplumsal barış aracı olarak doğal rollerini oynamalarına engel olsa da savaş gerçeği, birçok sivil yönetimi etnik veya bölgesel temelde seferberlik operasyonları yoluyla ya da siyasi ve güvenlik baskılarıyla savaşı körükleyen bir insan kaynağına dönüştürdü. Peki savaş, ister orta ister kuzey ister doğu veya batı Sudan'da olsun sivil yönetimlerin süregelen siyasallaşmasını ve bunu takip eden bölgesel kabile seferberliğini nasıl derinleştirdi? Bazı liderleri devam eden savaşa dahil olduktan sonra sivil yönetimlerin akıbeti ne oldu?

FOTO: Doğu Sudan'daki Bağımsız el-Emudiyye Koordinasyonu lideri Muhammed el-Emin Türk (Independent Arabia - Hasan Hamid)
Doğu Sudan'daki Bağımsız el-Emudiyye Koordinasyonu lideri Muhammed el-Emin Türk (Independent Arabia - Hasan Hamid)

Kanlı bölünme

Bu bağlamda, eski vali ve Kasha Çatışma Çözümü ve Barış Teşvik Merkezi Direktörü Abdulhamid Musa Kasha, “Sudan'ın hem doğusunda, hem merkezinde hem de batısındaki bazı kabilelerin mevcut savaşa ilişkin tutumunun başarısız olduğu değerlendirmesinde bulundu. Kasha, “Çünkü bu savaş, tek bir askeri kuruma, yani orduya dahil olan iki taraf arasındaki bir savaştır. Her iki tarafın liderlerinin açıklamalarına göre, HDK’nin silahlı kuvvetlere tabi olduğunu kabul ettikleri gözüküyor. Kabilelerin siyasallaşması ve çatışma alanına girmesi savaş krizini derinleştirmiş ve kapsamını genişletmiştir. Bu durum, acilen ele alınmadığı takdirde toplumun tüm bileşenleri arasındaki sosyal dokuyu etkileyecektir” ifadelerini kullandı.

Bilgelerin yokluğu

Kasha'ya göre, bilge aşiret ve kabile liderleri, bilgelikleriyle ordu ve HDK arasındaki anlaşmazlığı kontrol altına almak için arabulucu olabilir ve çekişmeyi önleyebilirlerdi. Çatışmanın ve sorunun bir parçası olmak yerine çözümün bir parçası olabilirlerdi. Şu anki mevcut sahne, aşiret liderlerinin olumsuz tutumunun bir eseridir. Kasha, “Hiç şüphe yok ki bazı aşiretlerin, etnik ve bölgesel bağlar, siyasi ve güvenlik baskıları sebebiyle savaşa katılması, yerel yönetimlerin rolünü zayıflattı. Bu da yerel yönetim liderlerinin arabuluculukta oynamaları gereken rolün farkında olmalarını engelledi. Çatışma savaştan önce ve sonra çözülebilirdi ama ne yazık ki bu gerçekleşmedi” dedi.

(FOTO ALTI) Sudan'daki sivil idarenin başı Sultan Sıddık Vadaa (Independent Arabia - Hasan Hamid)
Sudan'daki sivil idarenin başı Sultan Sıddık Vadaa (Independent Arabia - Hasan Hamid)

Silahlanma tehlikesi

Şarku’l Avsat’ın Independent Arabia’dan aktardığı habere göre Kasha sözlerini şöyle sürdürdü: “Silah taşımanın ve silahların vatandaşlar arasında yayılmasının bazı sakıncaları var. Bazıları, hükümetin kendilerini koruyamaması halinde nefsini ve malını savunmak için silah taşımak zorunda kalabilir. Bunlar iktidarın tanıdığı yetki alanına girenlerdir. Ancak vatandaşların silah taşımasının gerekçeleri ne olursa olsun, sıkı kontroller olmaksızın bu iki ucu keskin bir kılıç olmaya devam edecektir.”

Güney Darfur Eyaleti Kabileleri Yerel Yönetimi İcra Ofisi, HDK’ye desteğini açıklamıştı. Bu durum, savaşın her iki tarafına karşı aşiretlerin uyum durumunu güçlendirdi. Yürütme ofisinde Beni Hilba, Tarcem, Hebbaniye, Fellata, Mesiriye, Tayşa ve Güney Darfur'daki Rizigat kabilelerinden yerel liderler yer alıyor. Ofis, HDK’ye verdiği desteği Sudan halkının sivil yönetim, özgürlük, barış ve demokrasiye olan istek ve özlemini gerçekleştirmekle gerekçelendirdi.

Milliyetçilik ve kabilecilik arasında

Bu arada siyaset bilimci Abdurradi et-Tahir, HDK liderliğinin yaptığı en büyük hatalardan birinin Darfur'daki bazı kabile ve aşiret liderlerinin sözde sadakat yemini etmesini kabul etmesi olduğunu belirterek, “Bu da halkı devletin projesi yerine kendi projesine sadakat arasında bölmek anlamına geliyor” dedi. Et-Tahir, Cuba Barış Anlaşması'nı imzalayan ve imzalamayan silahlı hareketlerin, HDK'nin savaşını belki de bazı dış çevrelerce desteklenen bir aşiret projesine dayandırdığını erkenden fark ettiklerini, bu nedenle önce tarafsız bir duruş sergilediklerini, ‘daha sonra HDK tarafından korkunç yağma ve terör ihlallerine maruz kalan orduyu ve sivilleri desteklemeye yöneldiklerini’ belirtti.

Et-Tahir, Darfur'da meydana gelen iç bölünmelerin derinleşmesini önlemek amacıyla orduya, Sudan'ın orta, kuzey ve doğusundaki bazı seferberlik bölgelerinde meydana gelen kutuplaşmadan uzak durarak söylemini milliyetçilik yönünde değiştirmesi çağrısında bulundu.

Gelecekteki dönüşümler

Et-Tahir, mevcut çatışmanın tüm ülke ve özellikle de batısı üzerindeki sonuçları ve yansımaları konusunda uyarıda bulundu. HDK güçleri için sosyal kuluçka merkezini temsil etmesi ve aynı bölgedeki kabile bileşenleri arasındaki gerilimler ve şu anda ertelenmiş gibi görünen gizli çatışmalar nedeniyle bu savaşın nihai tiyatrosunun Darfur'da olacağı beklentisini dile getirdi. Et-Tahir, savaşın ülkedeki sivil düzenin geleceği üzerinde yansımaları olabileceğini, savaştan sonra statülerinin yasallaştırılması ve düzeltilmesinin yeniden ele alınmasıyla gelecekte sivil yönetimlerin gerçekliğinde ve rolünde büyük değişikliklere yol açabileceğini ve bunun da sistemin yapısında temel değişikliklere yol açabileceğini öne sürdü.

Kötü rol

Bu bağlamda, kabile aktivisti ve araştırmacı Ali Mansur, özellikle Darfur'daki sivil yönetimlerin, bölgenin etnik bileşenleri arasında uzun vadeli barış içinde bir arada yaşamayı ve uzlaşmayı onaylayan 1922 Nyala Konferansı'ndan bu yana genişletilmiş rollerinin doğasına aykırı olarak, bu savaşta kötü bir rol oynadıklarını düşünüyor. Mansur, “Geçmişte yerel yönetim, kontrolü ele alıp topluluklarını iyi bir yönetim modeliyle toplumsal barışa ve bir arada yaşamaya yönlendirebiliyordu” ifadesini kullandı.

Tarihsel olarak, birbirini izleyen tüm hükümetler ve partiler, kökleri bağımsızlık öncesine kadar uzanan siyasallaşma ve kabile militanlığı sürecine katkıda bulundu. Darfur ve Kordofan bölgelerindeki ordu güçleri, bir dereceye kadar Havazime kabilesine ek olarak Rizigat ve Müseyriye kabilelerine dayanıyordu. Bu kabileler sınır kabileleri olarak Güney Sudan'da silah taşıyanlarla cephe hattında yer aldılar.

Mansur sözlerini şöyle sürdürdü: “Darfur'daki tüm kabilelerin bu savaşta HDK’yi desteklediğini söylemek zor. Ancak bölgedeki kabilelerin üyeleri şu ya da bu şekilde mevcut durumun yaratılmasına katıldılar. Böylece vaziyet, 1980'lerden bu yana siyasi elitleri silahlandırmaya ve daha sonra HDK’yi üretmeye hazırladı.”

İyileşme zor

Mansur, ülkenin bir sonraki aşamada toparlanabilmesi için toplumsal yapının yeniden gözden geçirilmesi gerektiğine dikkat çekti. “Ancak aşiret liderleri arasında bedel ödeyecek olanlar var. Özellikle de savaşı destekleyerek rolünü kaybedenler. Özellikle de isimleri seferberlik ve kışkırtmayla anılanlar” diyen Mansur, sözlerine şöyle devam etti: “Meydana gelen ihlallerin birçoğunda Darfur'daki bazı sivil yönetimlerin liderleri en büyük sorumluluğu taşımaktadır. Özellikle de bazıları HDK lehine aşiret temelinde gençleri harekete geçirme çağrısı yaptığı ve buna katıldığı için mesuldür. Tüm haklar ve kutsallar ile kamu ve özel mülkiyete yönelik ihlaller iade edilerek ihlal vakaları gerçek adalete uygun bir şekilde ele alınmadıkça, bu hakların zorla geri alınmasına ilişkin gelecekteki tepkiler savaşın bıraktığı kindar ruhun içinde gizli kalacaktır.”

Kayıp miras

Uzlaşma ve barış içinde bir arada yaşamaya yönelik sistemler kuran kabilelerin katkılarıyla Darfur'daki yerel yönetimlerin tarihi mirasının kaybolmasından üzüntü duyduğunu belirten Mansur, “Ancak bazı yerel yönetimlerin savaşın tarafı haline geldiği açık” dedi.

Sudan'da sivil idarenin rolü el-Func, Darfur, Tegli ve el-Musebbiat sultanlıkları dönemine kadar uzanmaktadır. Ancak, 1937-1942 yılları arasında İngiliz-Mısır ikili yönetimi döneminde İngiliz yönetimi, Sudan'da idareyi ve kamu hizmetini geliştirmek için Marshall Raporu olarak bilinen ve bağımsızlıktan sonra ulusal hükümetler tarafından takip edilen rapor doğrultusunda sivil idarenin çalışmalarını yasallaştırmıştır.

Yerel yönetim sistemi, yerel topluluklardaki bu yönetimlerin başkanlarının idari ve yarı-yargısal yetkilerine dayanmaktadır. İsimleri ve yapıları bölgenin doğasına ve coğrafi konumuna göre değişmektedir. Şeyhler, belediye başkanları ve nazırlar bulunmaktadır. Eskiden sadece kabile bileşenlerinin işlerini yönetmekte uzmanlaşmış olan yerel yönetimin yetki ve otoriteleri, Ömer el-Beşir rejiminin onları siyasi olarak istihdam etme ve eski iktidardaki Ulusal Kongre Partisi'ne sadakatlerini sağlama girişimleri sırasında genişledi. Bu durum, bu yönetimlerin bileşenleri arasındaki çatışmaları güçlendirdi. Ayrıca aşiret bileşenleri ve liderlerinin siyasi kutuplaşması olgusu yoğunlaştıkça daha önce istikrarlı olan bir dizi bölgenin istikrarsızlaşmasına katkıda bulundu.


Hizbullah’ın İsrail’in kuzeyindeki Kiryat Shmona’ya düzenlediği saldırıda bir kişi hayatını kaybetti

Lübnan-İsrail sınırının genel görünümü (DPA)
Lübnan-İsrail sınırının genel görünümü (DPA)
TT

Hizbullah’ın İsrail’in kuzeyindeki Kiryat Shmona’ya düzenlediği saldırıda bir kişi hayatını kaybetti

Lübnan-İsrail sınırının genel görünümü (DPA)
Lübnan-İsrail sınırının genel görünümü (DPA)

İsrail merkezli Haaretz gazetesi, Lübnan’dan İsrail’in kuzeyindeki Kiryat Shmona kasabasına bu sabah düzenlenen füze saldırısında 25 yaşındaki bir kişinin öldüğünü bildirdi.

Hizbullah tarafından yapılan açıklamada ise bugün erken saatlerde Lübnan’ın güneyindeki Habbariye bölgesine yönelik saldırıya yanıt olarak, İsrail’in kuzeyindeki Kiryat Shmona bölgesinin düzinelerce füzeyle hedef alındığı bildirildi.

İsrail ordusu, kuzeydeki Kiryat Shmona’ya en az 30 füze fırlatıldığını duyurdu.

İsrail ordusu ayrıca, Lübnan’ın güneyindeki Habbariye bölgesine savaş uçaklarıyla düzenlenen hava saldırısında ‘terörist’ olduğunu iddia ettiği bir kişinin hedef alındığını açıkladı.

Ordunun açıklamasında, söz konusu kişinin Cemaat-i İslami üyesi olduğu ve geçmişte İsrail topraklarına farklı yollardan saldırılar gerçekleştirdiği öne sürüldü.

Açıklamada, aynı hava saldırısında ‘sabotajcı’ olarak tanımlanan çok sayıda kişinin de öldürüldüğü bilgisi verildi.

Lübnan resmi haber ajansı NNA’da yer alan haberde, İsrail’in Habbariye kasabasındaki saldırılarıyla Cemaat-i İslami grubuna bağlı Lübnan Ambulans Derneği’nin merkezini hedef aldığı bildirildi.

Söz konusu saldırının binanın yıkılmasına, içeride bulunan yedi sağlık personelinin ölümüne ve dört sivilin yaralanmasına yol açtığı bilgisi de verildi.


Tunus'ta muhalif lider Şükrü Beliyd'e suikast davasında 4 kişiye idam cezası

Tunus'ta muhalif lider Şükrü Beliyd
Tunus'ta muhalif lider Şükrü Beliyd
TT

Tunus'ta muhalif lider Şükrü Beliyd'e suikast davasında 4 kişiye idam cezası

Tunus'ta muhalif lider Şükrü Beliyd
Tunus'ta muhalif lider Şükrü Beliyd

Tunus'ta 2013 yılında öldürülen muhalefet liderlerinden Şükrü Beliyd'e suikast davasında 4 kişiye idam cezası verildi.

Terörle Mücadele Mahkemesi Başsavcı Yardımcısı Eymen Şatiba, devlet televizyonuna yaptığı açıklamada Beliyd davasına ilişkin bilgi verdi.

Sol eğilimli muhalif siyasetçi Demokrat Yurtseverler Partisi Genel Sekreteri Beliyd'in 6 Şubat 2013'te başkent Tunus'taki evinin önünde uğradığı silahlı saldırıda hayatını kaybetmesinin ardından başlatılan soruşturma kapsamında yargılanan 23 kişiden 4'üne idam cezası verildiğini belirtilen Şetiba, sanıklardan 2'sine ömür boyu, diğerlerine ise 2 yıldan 120 yıla kadar değişen hapis cezaları verildiği aktardı.

Şetiba, Beliyd suikastını planlayan ve uygulayanlara yönelik verilen bu cezaların ardından söz konusu suikastı finanse eden ve suikastçılara koruma sağlayanlara ilişkin dava sürecinin devam edeceğini söyledi.

Yıllardır devam eden Beliyd suikastı davasında Nahda Hareketi suçlanmış, ancak Hareket defalarca bu suikastla ilişkilerinin olmadığını belirtmişti.

Tunus'ta muhalif liderlere suikast

Tunuslu siyasetçi Beliyd'in Şubat 2013'te ve muhalefet liderlerinden Muhammed Brahmi'nin Temmuz 2013'te öldürülmesinin ardından Nahda Hareketi önderliğindeki koalisyon hükümeti, protestolar ve siyasi kaosu engellemek adına istifa ederek görevini teknokrat hükümete bırakmıştı.

Geçen yıllar içinde suikastlara ilişkin soruşturmada ciddi bir ilerleme kaydedilememesi muhalefetin yoğun eleştirilerine neden olmuştu.


Lübnan’ın güneyindeki Rmeish’ten İsrail’e füze fırlatılmasını istemeyen halk ile Hizbullah arasındaki anlaşmazlık yeniden ortaya çıktı

Rmeish kasabasında geçtiğimiz Pazar günü yapılan Palmiye Pazarı kutlamaları (Sosyal medya)
Rmeish kasabasında geçtiğimiz Pazar günü yapılan Palmiye Pazarı kutlamaları (Sosyal medya)
TT

Lübnan’ın güneyindeki Rmeish’ten İsrail’e füze fırlatılmasını istemeyen halk ile Hizbullah arasındaki anlaşmazlık yeniden ortaya çıktı

Rmeish kasabasında geçtiğimiz Pazar günü yapılan Palmiye Pazarı kutlamaları (Sosyal medya)
Rmeish kasabasında geçtiğimiz Pazar günü yapılan Palmiye Pazarı kutlamaları (Sosyal medya)

Lübnan’ın güneyindeki bazı Hristiyan kasabalarından İsrail’e füze atılmasını istemeyen bölge halkı ile Hizbullah arasındaki anlaşmazlık yeniden ortaya çıktı.

Bu konu, Hizbullah üyelerinin sınır kasabalarındaki evlerin yakınına füze platformu yerleştirdiğine dair bilgilerle dün tekrar gündeme geldi.

Sınır kasabası Rmeish’in sakinleri, bölgelerinin İsrail’e füze fırlatmak için kullanılmasını reddederek seslerini yükseltti.

Sosyal medyada yer alan görüntülerde, Rmeish kasabasında Hizbullah’a ait dört çeker araçların ortaya çıktığı ve hemen ardından İsrail tarafından Rmeish eteklerine doğru bir top mermisi atıldığı görüldü.

Hizbullah daha sonra yaptığı açıklamada, Rmeish ve Ayta eş-Shaab’ın karşısında bulunan, İsrail ordusuna ait 91. Tümeni’n komuta merkezi olan Baranit kışlasını ilki saat 10.45’te, ikincisi ise 10.56’da olmak üzere iki kez hedef aldığını duyurdu.

Şarku’l Avsat’a konuşan Rmeish Belediye Başkanı Milad El-Alam konuya ilişkin şunları söyledi;

“Kasabanın gençleri, Hizbullah üyelerinin sabah arabalarıyla evlerin yakınına füze platformu kurmak için geldiğini gördü. İçlerinden bir genç onları durdurmak için yaklaşınca Hizbullah üyeleri havaya iki el ateş açtı. Bunun ardından platformu başka bir yere yerleştirmek için harekete geçerek füzeleri oradan attılar.”

Alam, bölgeye gelen Lübnan ordusuna konu hakkında bilgi verdiğini belirterek, “Füze platformlarının ormanlara yerleştirildiğini biliyoruz ama evlerin arasına konuşlandırılmasını kabul etmiyoruz. Köylerimizdeki kararlılığımız, İsrail ile karşı karşıya gelmek ve topraklarımızı işgal etmelerini engellemektir.”

Alam, kasabaya füze platformunun yerleştirilmesini, Paskalya’dan önceki Pazar günü kutlanan ve İsa’nın Kudüs’e girişini simgeleyen Palmiye Pazarı’nın kasabada kutlanılmasının ardından sosyal medyada başlatılan linç kampanyasına bağladı.

Lübnan medyasına göre Hizbullah destekçileri, Rmeish sakinlerinin sevinç ve kutlanmasının, İsrail’in saldırılarında ölen Lübnanlılara karşı saygısızlık olduğunu ve Lübnan’ın güneyinde yerinden edilmiş sakinleriyle empatiyi zedelediğini iddia etti.

Hizbullah ile Rmeish’in Hristiyan sakinleri arasındaki gerilim uzun süredir devam ediyor.

Hizbullah sürekli olarak köy çevresindeki askeri nüfuzunu güçlendirmeye çalışıyor ve yerel halkın direnişiyle karşılaşıyor.

Rmeish Belediye Başkanı Alam yaşananlarla ilgili açıklamasında şu ifadeleri kullandı;

“Bize karşı kampanya başlattılar, ama biz günü bunu dansla, şarkıyla değil, dua ve dini törenlerle kutladık. Herhangi bir anlaşmazlık ve sorundan uzak yaşadığımız, başta diğer mezheplerden komşularımız olmak üzere kimseyi kışkırtmak gibi bir niyetimiz yoktu.”

Alam, yaklaşık 50 ailenin komşu köylerden Rmeish’e göç ettiğine de dikkat çekti.

Bu konu, sınır kasabalarındaki evlerin arasına füze platformları yerleştirilmesini reddeden Lübnan Katolik Doğu Kilisesi Maruni Patriği Beşara Butros er-Rai tarafından da ele alındı.

Maruni Patriği dün yaptığı açıklamada şunları söyledi;

“Bu savaşın Lübnan’ın güneyine yayılmasını reddediyoruz. Bu durdurulmalı. Lübnan savaşının feci sonuçlarından henüz kurtulamamış olan Lübnan halkı, onların evleri ve geçim kaynakları korunmalı. İsrail’in yıkıcı yanıtlarına neden olacak, güney kasabalarındaki evlerin arasına yerleştirilmiş her türlü füze platformunun kaldırılmasını talep ediyoruz.”

Bu olay, Hristiyan siyasi güçlerin tepkilerine de neden oldu.

Ketaib Partisi başkanı olan milletvekili Sami Gemayel, sosyal medya platformu X üzerinden yaptığı açıklamada, “Rmeish’teki halkımızla dayanışma içindeyiz” diye yazdı.

Milletvekili Michel Moawad ise ‘Tecdid’ parlamento bloğu adına yaptığı açıklamada şu ifadelere yer verdi;

“Güneydeki köy ve kasabalardaki sivillerin zorla ‘İsrail saldırısı’ riskine maruz bırakılması kabul edilemez. Hizbullah’ın füze fırlatmaya çalıştığı Rmeish’te yaşananları kınıyor ve hükümete, Lübnanlıların güvenliği ve yaşamlarını korumak için orduyu ve uluslararası acil durum güçlerini görevlendirmesi çağrısında bulunuyoruz. Lübnan’ın savaş tehlikesine maruz kalmaması için Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin (BMGK) 1701 sayılı kararının uygulanması yönündeki talebimizi yineliyoruz.”

Lübnan Kuvvetleri Partisi Dış İlişkiler Dairesi Başkanı Richard Kouyoumjian da X hesabından şu açıklamayı yaptı;

“Rmeish’ten intikam alıyorlar çünkü o yaşam kültürüne, sevgiye, devlet egemenliğine ve hukuka bağlı. Onları en çok rahatsız eden şey, güneydeki tüm insanların da bu kültüre derinden bağlı olmalarıdır. Bugün ise ölümün, milislerin egemenliğinin ve kendi savaşları olmayan bir savaşın saçmalığını kabul etmeye zorlanıyorlar.”

Rmeish, halkı savaşın yansımalarıyla yaşamak zorunda kalan Lübnan’ın güney kasabalarından biri.

Ancak özellikle savaşın ilk aşamalarında, güney sınır kasabalarında yer alan bir diğer Hristiyan kasabası Alma es-Shaab kadar İsrail’in doğrudan bombardımanına maruz kalmadı.

İsrail’in saldırıları sonucu, Alma es-Shaab halkının çoğu yerinden edildi.

Şarku’l Avsat’a konuşan Alma es-Shaab Belediye Başkanı Jean Ghafri, kasabada sadece bölgeyi terk etme imkanı olmayan 55 ailenin kaldığını ve yaklaşık 360 ailenin daha güvenli bölgelere göç ettiğini bildirdi.

Ghafri konuya ilişkin açıklamasına şu ifadelerde devam etti;

“Alma es-Shaab Lübnan’ın güneyinde İsrail’in saldırılarından en çok etkilenen kasabalar arasında dördüncü sırada. Kasabada bulunan zeytinlikler ve geniş arazilerin neredeyse tamamı yandı, üç ev yıkıldı, 60’a yakın ev de hasar gördü.”

Kasabanın hedef alınmasını, Hizbullah’ın yakınlardaki bölgeler ve ormanlardan füze fırlatmasına bağlayan Ghafri, “Savaş istemiyoruz ama bize dayatıldı. Halkın bir an önce evlerine geri dönmesini umuyoruz” dedi.

Alma Belediye Başkanı Ghafri, kasabaya yardım geldiği ve yolun hala açık olduğunu söyleyerek, “Kasabada yaşayanların çoğu tarım ve hayvancılık gibi işlerde çalışıyordu. Ancak sorun şu ki, şu anda tüm işleri durdu ve artık sadece yardımlarla geçiniyorlar.”

Rmeish Belediye Başkanı Alam ise, güney halkını işsiz ve yardımla geçinmeye muhtaç bırakan savaşın başlamasından altı ay sonra, devletin veya başka herhangi bir tarafın kasaba halkına yardım etmemesinden şikayetçi.

Alam, yaklaşık 6 bin sakinden çoğunun hala evlerinde yaşadığı Rmeish’te kendilerine hiçbir taraftan yardım ulaşmadığını söyleyerek, “Özellikle savaş sonucunda işsiz kalanların sayısı önemli ölçüde arttı. Ailelere yardım sağlamak için kendi çabalarımızla yardım toplamaya çalışıyoruz” diye ekledi.


İsrail’in Gazze’ye düzenlediği saldırılarda çok sayıda kişi öldü ve yaralandı

İsrail’in Refah’taki hava saldırısında ölen bir yakınına ağlayan kadınlar (AP)
İsrail’in Refah’taki hava saldırısında ölen bir yakınına ağlayan kadınlar (AP)
TT

İsrail’in Gazze’ye düzenlediği saldırılarda çok sayıda kişi öldü ve yaralandı

İsrail’in Refah’taki hava saldırısında ölen bir yakınına ağlayan kadınlar (AP)
İsrail’in Refah’taki hava saldırısında ölen bir yakınına ağlayan kadınlar (AP)

İsrail’e ait savaş uçaklarının bugün şafak vakti Gazze Şeridi’nin çeşitli bölgelerinde düzenlediği hava saldırıları ve topçu ateşi sonucu çok sayıda Filistinli öldü veya yaralandı.

Şarku’l Avsat’ın Filistin haber ajansı WAFA’dan aktardığına göre İsrail güçleri ayrıca Han Yunus şehrinin batısındaki Nasır Tıp Kompleksi’ne baskın düzenleyerek, sağlık personelini ve hastanenin içinde ve çevresinde bulunan yerinden edilmiş bazı insanları gözaltına aldı.

İsrail’in Gazze Şeridi’ndeki savaşı 173. güne girerken, sağlık kaynaklarına göre İsrail’in Gazze Şeridi’nin güneyindeki Refah şehrinde bulunan Shaout mahallesi ile Khirbat el-Adas’ta iki evi hedef alan saldırısında en az üç kişi hayatını kaybetti, çok sayıda kişi de yaralandı.

İsrail ordusuna ait botlar, Nuseyrat kampını denizden hedef alırken, topçu birlikleri de Gazze Şeridi’nin güneyindeki Han Yunus şehrinin batı bölgelerini vurdu.

Gazze’nin batısındaki Şifa Tıp Kompleksi civarında yaşanan çatışmalar ve İsrail topçu bombardımanı da çok sayıda Filistinlinin ölümüne neden oldu.

Gazze Şeridi’nde 7 Ekim’den bu yana ölen Filistinlilerin sayısı 32 bin 414’e, yaralılar ise 74 bin 787’ye yükseldi.

Gazze’deki Sağlık Bakanlığı’na göre, binlerce kurban hala enkaz altında ve yollarda kalırken, ambulans ve kurtarma ekipleri İsrail’in saldırıları nedeniyle onlara ulaşamıyor.