Çin, Ukrayna’ya barış getirebilecek mi?

Batılı güçler, Şi’nin Zelenskiy ile yaptığı telefon görüşmesine temkinli bir iyimserlikle yaklaşırken, Brüksel bunu ‘çoktan atılması gereken önemli bir ilk adım’ olarak nitelendiriyor.

Zelenskiy: Ukrayna ve Çin, devletlerin egemenliğinin gücü ve toprak bütünlüğüyle eşit derecede ilgileniyor (AFP)
Zelenskiy: Ukrayna ve Çin, devletlerin egemenliğinin gücü ve toprak bütünlüğüyle eşit derecede ilgileniyor (AFP)
TT

Çin, Ukrayna’ya barış getirebilecek mi?

Zelenskiy: Ukrayna ve Çin, devletlerin egemenliğinin gücü ve toprak bütünlüğüyle eşit derecede ilgileniyor (AFP)
Zelenskiy: Ukrayna ve Çin, devletlerin egemenliğinin gücü ve toprak bütünlüğüyle eşit derecede ilgileniyor (AFP)

Pekin, Ukrayna'dan Ortadoğu'ya, dünya krizlerinin çözümünde öncü role sahip bir arabulucu olarak kendini öne çırakıyor. Şi Cinping'in çarşamba günü Vladimir Zelenskiy ile yaptığı telefon görüşmesi, Pekin'in stratejik müttefiki Rusya'nın 2022'nin başlarında Ukrayna'ya saldırmasından bu yana Çin ve Ukrayna devlet başkanları arasındaki ilk temas oldu.
İşte Çin'in Ukrayna ile ilgili diplomatik beklentileri ve planları hakkında bazı önemli soruların yanıtları:

- Çin ne öneriyor?
Şi, Zelenskiy’e Çin’in ‘esas tutumunun barış görüşmelerini desteklemek olduğunu’ söyledi ve ‘siyasi bir çözüm’ bulunmasına yardımcı olmak üzere Ukrayna’ya bir heyet gönderme sözü verdi. Heyete, 2009-2019 yılları arasında Çin'in Moskova Büyükelçiliği’ni üstlenen Li Hui başkanlık edecek. Ancak bu göreve Li’nin seçilmesi birtakım soruları gündeme getirdi. Zira Li’ye zamanında Moskova'dan ayrılmadan önce Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin tarafından ‘Dostluk Nişanı’ takdim edilmişti.
Çin devlet medyası o dönem nişanın ‘şahsına yönelik bir onurlandırma nişanesi olmakla kalmayıp, aynı zamanda Rus ve Çin halkları arasındaki dostluğun da bir temsili olduğunu’ ifade etmişti.
Söz konusu görüşmeden önce geçtiğimiz şubat ayında Pekin, Ukrayna ile ilgili diyalog başlatma ve tüm ülkelerin toprak egemenliğine saygı duyma çağrısında bulunan 12 maddelik bir bildiri yayınlamıştı.
Batı, Zelenskiy'i Şi ile görüşmelere açık olacağını söylemeye teşvik etse de, bu öneriyi belirsiz bir içeriğe sahip olduğu gerekçesiyle eleştirmişti.
Dün Singapur Ulusal Üniversitesi'nde siyaset bilimi profesörü olan Ja Ian Chong, telefon görüşmesinin ‘en üst düzey seviyelerde yeniden temas kurulmasını sağladığı için ileriye doğru olumlu bir adım olduğunu, ancak hala başlangıç adımı sayıldığını’ söyledi. Şarku’l Avsat’ın Fransız Haber Ajansı AFP’den aktardığı habere göre Ja Ian Chong,  “Herhangi bir somut ilerleme için (Çin'in) Rusya'yı kendini dizginlemeye ikna etmesi gerek” dedi.

- Neden şimdi?
Çarşamba günkü telefon görüşmesi, Çin'in 3 yıllık yeni tip koronavirüs (Kovid-19) izolasyonunun ardından Avrupa ile gergin ilişkilerini yeniden düzenlemeyi amaçlayan diplomatik çabalarının akabinde gerçekleşti.
Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron ve Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula Von der Leyen bu ayın başlarında Çin'i ziyaret etmişti.
Macron, gezisinin bitiminden önce gazetecilere, Batı tarafından desteklenen demokratik Tayvan için Pekin ile Washington arasında devam eden savaşa Avrupa'nın karışmaması gerektiğini söyleyerek tartışmalara yol açmıştı.
Analist Bill Bishop, Çin odaklı Sinocism haber bülteninde, Pekin'in ‘Avrupa Birliği’nde (AB) Çin'e karşı olan bazı sert sesleri yumuşatmak’ için Ukrayna ile yakınlaşmaya istekli olduğunun sinyallerini veriyor olabileceğini yazdı. Ayrıca, ‘AB ile ABD arasına biraz mesafe koymaya’ çalışıyor olabileceğini de belirtti.
Öte yandan Çin hükümeti, diğer uluslararası krizlerde de kendisini arabulucu olarak takdim etmiş ve geçen ay şaşırtıcı bir şekilde Ortadoğu'da birbirine düşman olan Suudi Arabistan ve İran'ı yakınlaştırmayı başarmıştı.
Başka bir iddialı teklifte daha bulunan Pekin, İsrail ile Filistinliler arasındaki müzakereleri kolaylaştırmaya yardım etme arzusunu dile getirdi.

- Çin'in Rusya ile ne gibi bağları var?
Çin, Ukrayna savaşında kendisini tarafsız olarak konumlandırıyor.
Ancak Çin ve Rusya, son yıllarda ekonomik iş birliklerini ve diplomatik temaslarını hızlandırdı ve ortaklıkları Ukrayna savaşından bu yana daha da yakınlaştı.
Pekin, Moskova'yı Ukrayna’ya yaptığı işgal girişimi nedeniyle kınamayı reddetmiş ve çatışmayı bir ‘kriz’ olarak nitelendirmişti. Buna ek olarak Şi ve Putin, mart ayında Moskova'da yaptıkları bir toplantıda ikili ilişkilerin ‘yeni bir döneme’ girdiğini duyurmuşlardı.
Analistler, Çin'in Rusya ile ilişkilerde baskın taraf olduğunu ve Moskova'nın uluslararası yalnızlığı derinleştikçe Çin’in Rusya üzerindeki nüfuzunun arttığını söylüyorlar.

- Dünya nasıl tepki veriyor?
Zelenskiy, bu telefon görüşmesinin ve Ukrayna'nın Çin'e büyükelçi atamasının iki ülke arasındaki ilişkilerin ‘gelişmesine güçlü bir ivme’ kazandırdığını söyledi.
Zelenskiy, Rusya ile içinde bulunulan savaşta Çin'in nüfuzunu kullanabileceğine dair iyimserliğini dile getirdi. Çarşamba gecesi görüşmeden sonra yayınlanan günlük videolu açıklamasında Zelenskiy, “Barışın üzerine inşa edilmesi gereken ilke ve kuralların gücünü yeniden sağlamak için Çin'in siyasi nüfuzunu kullanma fırsatı var” dedi.
Zelenskiy açıklamasını şöyle sürdürdü:
“Ukrayna ve Çin'in yanı sıra dünyanın büyük çoğunluğu, devletlerin egemenliğinin gücü ve toprak bütünlüğüyle eşit derecede ilgileniyor (...) Tabii ki, konuşmamızın önemli bir kısmı, adil bir barışı yeniden tesis etmenin yollarına ilişkin görüşlerimizden oluşuyordu. Ukrayna’nın barış formülünü ve spesifik noktalarını sundum. İletişimimizi sürdürme konusunda anlaştık.”
Görüşme sırasında Şi, ihtilafın siyasi çözümüne ilişkin tüm taraflarla görüş alışverişinde bulunmak üzere Ukrayna ve diğer ülkelere özel bir elçi göndermeyi planladığını açıkladı.
Çin devlet medyası, Şi’nin Ukrayna savaşındaki nükleer tırmanışa karşı güçlü bir uyarıda bulunduğunu ve ilgili tüm tarafları itidalli olmaya çağırdığını bildirdi. Şi, “Nükleer savaşın kazananı olmaz” dedi.
Batılı güçler görüşmeye temkinli bir iyimserlikle yaklaştı. AB ise Çin'i Rusya üzerinde nüfuzunu kullanmaya çağırırken bunu ‘çoktan atılması gereken önemli bir ilk adım’ olarak nitelendirdi.
Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü (NATO) Genel Sekreteri Jens Stoltenberg, telefon görüşmesini memnuniyetle karşılamakla birlikte “Ancak görüşme, Çin'in Rusya'nın Ukrayna'yı yasa dışı işgalini kınama konusundaki isteksizliğinde hiçbir şeyi değiştirmedi” yorumunu yaptı. Buna ek olarak ‘barış müzakerelerinin şartlarına ve hangi şekilde olabileceğine karar vermenin Ukrayna'ya kaldığını’ söyledi.
Stoltenberg konuşmasını sonlandırırken “Ukrayna'nın kendisini egemen ve bağımsız bir devlet olarak göstermesine izin veren barışçıl, müzakere edilmiş bir çözüm istiyorsak, bunu başarmanın en iyi yolu, tıpkı NATO ülkelerinin yaptığı gibi, Ukrayna'ya askeri destek sağlamaktır” ifadelerini kullandı.
Öte yandan Fransız Cumhurbaşkanlığı’ndan bir yetkili, Paris'in ‘çatışmanın çözümüne katkıda bulunabilecek’ ve ‘Kiev'in temel çıkarlarından’ ve uluslararası hukuk ilkelerinden ayrılmayacak ‘tüm diyalogları teşvik ettiğini’ söyledi.
ABD de telefon görüşmesini memnuniyetle karşıladı. Beyaz Saray Ulusal Güvenlik Konseyi Sözcüsü John Kirby bunu ‘iyi bir şey’ olarak nitelendirdi.
Ancak John Kirby, “Bence, bunun barışa doğru anlamlı bir hareket ya da bir plan veya öneri ile sonuçlanıp sonuçlanmayacağını henüz bilmiyoruz” dedi.
Kirby “Uzun zamandır bu savaşın bitmesini istediğimizi söylüyoruz. Putin giderse savaş hemen bitebilir. Ancak ufukta böyle bir şey gözükmüyor” dedi.
Kirby “Müzakere edilmiş bir barış olacaksa, bu, Başkan Zelenskiy buna hazır olduğunda olmalı” ifadelerini kullanarak ABD'nin ‘sürdürülebilir ve güvenilir olduğu sürece adil bir barışa ulaşmak için her türlü çabayı’ memnuniyetle karşılayacağına işaret etti. ABD'nin telefon görüşmesi hakkında önceden bilgisi olmadığını ve bunu beklemediğini söyledi ve “Onlar iki egemen devletin liderleri. Konuşmalarından memnunuz” diye ekledi.
Moskova’ya gelince, Kremlin de Ukrayna'daki çatışmaya son vermeye yönelik her türlü girişimi memnuniyetle karşıladığını bildirdi. Kremlin Sözcüsü Dmitriy Peskov gazetecilere verdiği demeçte, “Ukrayna'daki çatışmayı sona erdirecek ve Rusya'nın hedeflerine ulaşmayı sağlayacak her şeyi memnuniyetle karşılıyoruz” dedi.

- Çin bir barış aracısı olabilir mi?
Şi’nin Putin ile ‘sınırsız dostluğu’, Çin liderinin tarafsızlığı konusunda soru işaretleri uyandırıyor. Nitekim Beyaz Saray, Çin'in müdahalesinin ‘anlamlı bir barış hareketi veya bir plan ya da öneri’ ile sonuçlanıp sonuçlanmayacağının hala belirsiz olduğunu söyledi.
Sidney’de yaşayan Çinli eski diplomat Han Yang, çarşamba günü Twitter hesabından yaptığı bir paylaşımda “Şi ‘nükleer savaşta kazanan yoktur’ ifadesiyle aslında Zelenskiy'e Putin'in toprak taleplerini kabul etmesi için baskı yapıyordu: Müzakereye başlamazsanız Rusya'nın bomba atma ihtimali var ve bu sizin üzerinize düşecek” ifadelerini kullandı.
Öte yandan Chong, Çin'in çabaları bir anlaşmaya varılmasına yardımcı olursa, ‘bu, Pekin'in yapıcı bir küresel rol oynama becerisini gösterecek ve belki de Şi'nin küresel bir lider olarak rolünü önce çıkarmış olacak” dedi.



Hindistan ve Pakistan nükleer silahlarının hikayesi

Hindistan-Pakistan çatışması (Shutterstock)
Hindistan-Pakistan çatışması (Shutterstock)
TT

Hindistan ve Pakistan nükleer silahlarının hikayesi

Hindistan-Pakistan çatışması (Shutterstock)
Hindistan-Pakistan çatışması (Shutterstock)

Muhammed Mansur

Hindistan ve Pakistan'ın 1947 yılında ayrılmasından bu yana iki ülke arasındaki ilişkiler gerginliğini korurken, geçici bir ateşkes ile kalıcı çatışma arasında gidip gelmeye devam etti. Keşmir meselesi başından beri sönmeyen bir kıvılcım olurken, defalarca çatışmaya ve ciddi diplomatik krize yol açtı. Ancak bugünkü gerilimi benzersiz ve tehlikeli kılan, uzun bir geçmişi olan bu çatışmanın her iki tarafın da nükleer silahlara sahip olduğu gerçeğiyle birleşmesi. Bunun da işlerin kontrolden çıkması halinde nereye varabileceği sorusunu beraberinde getirmesidir.

Çeyrek asrı aşkın bir süre önce, 1998 yılının mayıs ayında Racistan'daki Pokhran Test Sahası yakınlarındaki sıcak ve kuru Tar Çölü'nün derinliklerinde Hindistan, 'güç' anlamına gelen 'Operasyon Shakti’ kod adıyla nükleer silah sahibi ülkeler kulübüne resmen girdi.

Hindistan, Güney Asya'daki güvenlik dengelerini sarsan ve uluslararası tepkilere yol açan bir hamleyle beş nükleer bomba patlattı.

Hindistan'ın nükleer programının kökleri, genç bir fizikçi olan Homi K. Bhabha'nın Tata Sanayi Grubu'nun yardımıyla Tata Temel Araştırma Enstitüsü'nü (Tata Institute of Fundamental Research/TIFR) kurduğu 1945 yılına kadar uzanıyor. Pakistan-Hindistan bölünmesinden sonra hükümet, 1948 yılında Atom Enerjisi Yasası ile nükleer programın ilk yasal adımlarını attı ve ardından Hindistan Atom Enerjisi Komisyonu'nu (AECI) kurdu.

Hindistan 1974 yılında ‘Gülümseyen Buda’ kod adlı ilk yeraltı nükleer denemesini gerçekleştirdi. Bu testin her ne kadar ‘barışçıl’ olduğu söylense de uluslararası endişelere ve Yeni Delhi ile nükleer iş birliğine kısıtlamalar getiren Nükleer Tedarikçiler Grubu'nun (NSG) kurulmasına yol açtı.

Uluslararası baskı

Takip eden on yıllar boyunca Hindistan'ın nükleer programı, özellikle Homi K. Bhabha'nın ölümüyle birlikte uluslararası baskı ve yaptırımlardan ve iç siyasi istikrarsızlıktan zarar gördü. Yine de Hindistan nükleer altyapısını inşa etmeye devam etti ve 1980'li yıllarda Ebubekir Zeynelabidin Abdulkelam ve Rajagopala Chidambaram gibi bilim adamlarının çabaları sayesinde füze geliştirme ve uranyum zenginleştirme için paralel programlar başlattı.

Hindistan 1990'lı yıllarda çok sayıda nükleer bomba yapmak için yeterli malzeme ve bileşene sahipti, ancak yeni bir deneme yapmadı. 1998 yılında Atal Bihari Vajpayee’nin lideri olduğu Hindistan Halk Partisi’nin (Bharatiya Janata Partisi/BJP) iktidara gelmesiyle her şey değişti. Vajpayee, Hindistan'ı nükleer silahlarla donatma niyetini açıkça ifade ederek bunu bir ‘egemen hak’ ve ‘savunma ihtiyacı’ olarak değerlendirdi.

1990'lar kararlı bir tutumun hâkim olduğu yıllardı. 1998 yılında Hindistan nükleer denemelerini gerçekleştirdikten sonra Pakistan'ın cevabı gecikmedi.

Ancak uluslararası tepki gecikmedi. ABD, Japonya ve diğer ülkeler, vakit kaybetmeden Hindistan’a ekonomik yaptırımlar uyguladı. Çin bölgede bir nükleer silahlanma yarışından duyduğu endişeyi dile getirdi.

Hindistan'ın komşusu ve geleneksel rakibi Pakistan, 28 Mayıs 1998 tarihinde Chagai Tepeleri'nde birkaç deneme yaparak komşusunun bu hamlesine hemen karşılık verdi ve nükleer güçler kulübüne girdiğini resmen ilan etti. Bu sadece bir güç gösterisi değil, 1971 yılında Bangladeş'in ayrılmasıyla başlayan ve ülke tarihinin en büyük yenilgilerinden birinin ardından gelen uzun bir sürecin zirve noktasıydı.

Sind eyaletinin Haydarabad kentinde toplanan ve Hindistan karşıtı bir protesto gösterisi sırasında Hindistan Başbakanı Narendra Modi'nin kuklasını yakan protestocular, 9 Mayıs 2025 (AFP)Sind eyaletinin Haydarabad kentinde toplanan ve Hindistan karşıtı bir protesto gösterisi sırasında Hindistan Başbakanı Narendra Modi'nin kuklasını yakan protestocular, 9 Mayıs 2025 (AFP)

Pakistan’ın nükleer silahlarla olan hikayesi 20 Ocak 1972'de Başbakan Zulfikar Ali Butto’nun Multan şehrinde üst düzey bilim adamları ve mühendisleri bir araya getirmesiyle başlar. Pakistan'ın Hindistan ile bir “caydırıcılık dengesi” olmadan hayatta kalamayacağını ilan etti. Butto, açık sözlülükle “Gerekirse ot yeriz ama bomba yapacağız” ifadelerini kullandı. Böylece Pakistan'ın nükleer programı resmen doğmuş oldu.

Nükleer fizikçi Munir Ahmed Han, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı'ndaki (UAEA) görevinden döndükten sonra, Pakistan Atom Enerjisi Komisyonu'nu (PAEC) yönetmekle görevlendirildi, ancak PAEC çok geçmeden özellikle gerekli bölünebilir malzemenin üretilmesi konusunda büyük teknik zorluklarla karşılaştı. Hollanda'daki uranyum zenginleştirme tesislerinde çalışmış bir metalürji mühendisi olan Abdulkadir Han'ın ismi burada ortaya çıktı. Han, ülkesine santrifüj uranyum zenginleştirme alanında önemli bilgiler ve teknikleri kazandırdı.

Hükümetin tam desteğiyle daha sonra Pakistan'ın ana nükleer araştırma kurumu haline gelecek olan Kahuta tesisini kuran Han, PAEC ile birlikte nükleer programın geliştirilmesinde iki paralel hat oluşturdu. Han'ın, dönemin Cumhurbaşkanı General Muhammed Ziya-ül Hak'a gönderdiği bir mektuba göre Pakistan 1984 yılında geniş, ağır gözetime ve Batı ülkelerinin uyguladığı yaptırımlara rağmen yüksek oranda zenginleştirilmiş uranyum üretmeyi başararak nükleer silaha sahip oldu.

1990'lar kararlı bir tutumun hâkim olduğu yıllardı. 1998 yılında Hindistan nükleer denemelerini gerçekleştirdikten sonra Pakistan'ın cevabı gecikmedi. Aynı ay içinde Pakistan ülkenin batısındaki Chagai Çölü'nde beş nükleer bomba denemesini aynı anda yaptı. İki gün sonra da Haran Çölü'nde altıncı denemeyi gerçekleştirdi. Bu, Pakistan'ı dünyada nükleer silah geliştiren ve deneyen yedinci ülke haline getirerek bölgesel gerilimi arttırdı ve Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin (BMGK) 1172 sayılı kararla kınamasına yol açtı.

Hindistan'ın plütonyumu, Pakistan'ın uranyumu

Hindistan ve Pakistan’ın nükleer devletler kulübüne girmelerinden sonra bu iki ülkenin kapasiteleri ve hangi ülkenin daha üstün olduğu konusundaki tartışmalar hiç bitmedi. Her iki ülke de nükleer denemelerini aynı yılın aynı ayında gerçekleştirmiş olsa da iki program arasındaki teknolojik farklılıklar başından beri vardı ve bugün de devam ediyor.

Hindistan orta ve uzun menzilli balistik füzelerin yanı sıra nükleer füze fırlatabilen denizaltılardan oluşan geniş bir cephanelik geliştirerek kara, deniz ve havayı kapsayan üç boyutlu bir caydırıcılık kabiliyetine sahip oldu.

Hindistan, nükleer programını, nükleer silah tasarımında daha yüksek teknik kabiliyet ve hassasiyeti yansıtan bir seçim olarak nükleer araştırma reaktörlerinden elde edilen plütonyum temelinde geliştirdi. Buna karşın Pakistan, Kahuta Santrifüj Tesisi’nde üretilen yüksek oranda zenginleştirilmiş uranyum kullandı. Teknik olarak, plütonyum savaş başlıkları için boyut ve ağırlık açısından daha verimli, ancak teknik olarak işlenmesi daha zor.

Kanıtlar, Hindistan'ın hidrojen termobarik bomba tasarımına odaklandığını gösteriyor. Hindistan, 1998 yılında yapılan bir testte bu bombanın kullanıldığını duyurmuş olsa da tam ölçekli testin başarısı konusunda şüpheler söz konusu. Termonükleer bomba fisyondan sonra nükleer füzyona dayanır ve Pakistan'da olduğu gibi muazzam bir patlama gücü sağlar. Pakistan sadece fisyon bombalarını ve bazı geliştirilmiş bombaları test etti, ancak henüz termal bir silaha sahip olduğunu ilan etmedi.

Plütonyum ve uranyum bombaları arasında bölünebilir maddenin türünde ve kullanılan patlatma yönteminde farklar söz konusu. Hiroşima'ya atılan bomba gibi uranyum bombaları uranyum-235 adlı madde temelinde geliştirilmiştir ve ‘top’ olarak bilinen nispeten daha basit bir tasarıma sahiptir. Burada iki kritik altı kütle hızla birbirine itilerek bir patlama meydana getirilir. Uygulanması nispeten kolay olsa da büyük miktarda saf zenginleştirilmiş uranyuma ihtiyaç duyulur.

Buna karşılık Nagazaki'ye atılan ‘Fat Man’ (Şişman Adam) bombası gibi plütonyum bombaları, plütonyum-239 maddesi temelinde geliştirilir ve plütonyumun son derece koordineli patlayıcılar kullanılarak kritik kütleye sıkıştırıldığı ‘patlama’ olarak bilinen daha karmaşık bir tasarım gerektirir. Bu da daha küçük boyutta daha güçlü ve verimli bombaların yapılmasına olanak sağlar. Ancak son derece gelişmiş mühendislik teknolojisine ihtiyaç duyar. Plütonyum ayrıca daha radyoaktif bir maddedir. Kalıplanması ve depolanması daha zor. Bu da onu fiziksel ve güvenlik açısından zor bir maddeye dönüştürüyor. Şarku’l Avsat’ın al Majalla’dan aktardığı analize göre bununla birlikte, yüksek yoğunluğu ve daha küçük boyutlarda daha büyük patlamalar üretme kabiliyeti nedeniyle modern silah tasarımlarında tercih ediliyor.

İslamabad, kısa menzilli Nasr füzesi gibi taktik nükleer silahların kullanılmasının, özellikle Hindistan'ın sayısal ve lojistik üstünlüğüne ayak uyduramaması çerçevesinde konvansiyonel bir savaş durumunda Hindistan'ın olası bir ilerlemesini durdurmanın tek yolu olabileceğine inanıyor.

Hindistan orta ve uzun menzilli balistik füzelerden oluşan geniş bir cephaneliğin yanı sıra nükleer füze fırlatabilen denizaltılar geliştirerek kara, deniz ve havayı kapsayan üç boyutlu bir caydırıcılık kabiliyetine sahip oldu. Buna karşılık Pakistan, Şahin ve Ghauri gibi etkili, ancak daha kısa menzilli, daha az çok yönlü bir füze sistemine sahip. Bu da uzun menzilli caydırıcılıktan ziyade hız ve anında karşılık verme yaklaşımını ön plana çıkarıyor.

Hindistan’ın üstünlüğü

BM Silahsızlanma İşleri Ofisi’ne (UNODA) göre Hindistan yaklaşık 172, Pakistan ise yaklaşık 170 nükleer savaş başlığına sahip. Bu sayısal yakınlığa rağmen, her iki tarafın nükleer doktrini, kullandığı teknoloji ve stratejik yönelimleri önemli ölçüde farklılık gösteriyor. Bu da aralarındaki dengeyi kırılgan hale getiriyor.

Hindistan kamuoyu önünde ‘ilk adımı atmama’ politikasını benimsiyor. Yani nükleer bir saldırıya karşılık vermedikçe nükleer silah kullanmayacağını taahhüt ediyor. Ancak Yeni Delhi hükümetinin üst düzey bazı isimleri son zamanlarda bu doktrinin gözden geçirilebileceğinin sinyallerini verdi. Pakistan ise böyle bir politikayı benimsemeyi kategorik olarak reddederken, varoluşsal bir tehdit algılaması halinde nükleer silahları önleyici olarak kullanma hakkını savunuyor.

İslamabad, kısa menzilli Nasr füzesi gibi taktik nükleer silahların kullanılmasının, özellikle Hindistan'ın sayısal ve lojistik üstünlüğüne ayak uyduramaması çerçevesinde konvansiyonel bir savaş durumunda Hindistan'ın olası bir ilerlemesini durdurmanın tek yolu olabileceğine inanıyor.

Nükleer silahlar dışında, Pakistan sadece 560 bin askere sahipken Hindistan, 1,24 milyondan fazla askeriyle konvansiyonel kabiliyetlerde askeri üstünlüğe sahip.

İslamabad'da düzenlenen Pakistan Milli Günü geçit töreni sırasında Nasr (sağda) ve Babur (solda) füzelerini taşıyan askeri araçların üstünden selam veren Pakistan askerleri, 23 Mart 2022 (AFP)İslamabad'da düzenlenen Pakistan Milli Günü geçit töreni sırasında Nasr (sağda) ve Babur (solda) füzelerini taşıyan askeri araçların üstünden selam veren Pakistan askerleri, 23 Mart 2022 (AFP)

Hindistan, ithalata bağımlılığın azaltılmasına ve modernizasyona odaklanarak 2025-2029 yılları için 415,9 milyar dolarlık devasa bir savunma bütçesi ayırdı. Buna karşın Pakistan, içerideki ve sınır güvenliği alanındaki zorunluluklar nedeniyle 2028 yılında sadece 10 milyar dolara ulaşması beklenen savunma bütçesiyle daha mütevazı ilerliyor.

Hindistan 220'den fazla Rus yapımı Suhoy Su-30 MKI çok amaçlı savaş uçağı ve 36 gelişmiş Fransız yapımı Rafale savaş uçağı ile sayısal ve niteliksel olarak Pakistan karşısında üstün bir konuma sahip. Pakistan ise Pekin ile ortaklık kurarak Hindistan'ın üstünlüğünü dengelemek amacıyla JF-17 ve J-10C gibi Çin yapımı savaş uçaklarına ve bazı eski Amerikan yapımı F-16'larına güveniyor.

Hindistan, başta Rus yapımı T-90 tankı ve kendi yapımı Arjun tankı olmak üzere çok çeşitli bir tank filosunun yanı sıra, K9A1 gibi modern obüslere sahip. Öte yandan Pakistan, neredeyse tamamen Khalid ve VT-4 gibi Çin tanklarından oluşan bir tank filosuna sahip ve Amerikan M109 silahlarını kullanıyor. Hindistan ise Rus yapımı S-400 ve İsrail yapımı Barak-8’den oluşan ikili hava savunma sistemine sahip. Buna karşın Pakistan’ın aradaki teknolojik farkı azaltmak amacıyla edindiği uzun menzilli HQ-9 ve orta menzilli LLY-80 gibi Çin yapımı hava savunma sistemleri var.

Hindistan iki uçak gemisi, nükleer ve hücum denizaltıları ile çok sayıda destroyer ve fırkateynden oluşan güçlü bir donanmaya sahipken, Pakistan’ın uçak gemisi olmayan sınırlı bir donanması var. Donanmanın envanterinde eski Fransız Agusta denizaltıları ile bazı Çin yapımı fırkateynler bulunuyor.

Hindistan’ın hava ve deniz kuvvetlerindeki üstünlüğüne ve daha geniş bir askeri üs ve tesis ağına sahip olmasının yanında bu üstünlüğü, paradoksal bir şekilde, Pakistan'ın erken nükleer saldırı seçeneğini sürdürmesinin ana nedenlerinden biri. Çünkü İslamabad, kısa menzilli Nasr füzesi gibi taktik nükleer silahların kullanılmasının, özellikle Hindistan'ın sayısal ve lojistik üstünlüğüne ayak uyduramaması nedeniyle konvansiyonel bir savaş durumunda Hindistan'ın olası bir ilerlemesini durdurmanın tek yolu olabileceğine inanıyor.