Gazze savaşı ve Suudi Arabistan-ABD anlaşması

Riyad, Filistin meselesini müzakerelerde öncelik haline getirmeye çalışıyor. (Görsel: Nash Weerasekera)
Riyad, Filistin meselesini müzakerelerde öncelik haline getirmeye çalışıyor. (Görsel: Nash Weerasekera)
TT

Gazze savaşı ve Suudi Arabistan-ABD anlaşması

Riyad, Filistin meselesini müzakerelerde öncelik haline getirmeye çalışıyor. (Görsel: Nash Weerasekera)
Riyad, Filistin meselesini müzakerelerde öncelik haline getirmeye çalışıyor. (Görsel: Nash Weerasekera)

Abdullah Faysal Âl-i Rabah

7 Ekim 2023, Arap-İsrail çatışmasında bir dönüm noktasıdır. Hamas’ın Gazze Şeridi’nin doğu sınırlarına yönelik gerçekleştirdiği saldırılar, İsrail’in Gazze Şeridi’ne yıkıcı bir bombardımanla karşılık vermesine kadar Hamas’ın lehine görünüyordu. Pek çok Arap hükümeti, Hamas’a sempati duymuyor, ancak yine de İsrail’in izlediği acımasız intikam stratejisinin bir yansıması olan çok sayıda Filistinli kayıp, Arap hükümetlerinin İsrail devletiyle yakın zamanda muhtemel bir anlaşma için çalışmaya devam etmesini zorlaştırıyor.

Gazze’deki savaş başladığından bu yana Batı medyasının ve araştırma merkezlerinin yayınladığı raporların çoğu, operasyon için bu zamanı seçen Hamas’ın, Suudi Arabistan ile Amerika arasında Riyad için stratejik boyutlar, Filistin meselesinde bir ilerleme ve İsrail’le muhtemel bir ‘normalleşme’ içeren herhangi bir anlaşmayı karmaşıklaştırmayı ya da engellemeyi hedeflediği sonucuna vardı. İsrailliler de bir normalleşme anlaşmasının imzalanması konusunda hevesliydi.

Müslümanların İsrail ile normalleşmesinin tarihi

Suudi Arabistan Krallığı’yla normalleşme, gerçekleştiği takdirde, 1979 Camp David Anlaşması’nın imzalanmasından bu yana İsrail tarihinde önemli bir dönüm noktası olacak. Nitekim İsrail’in egemenlik sahibi bir devlet olarak tanınması, çoğu Arap ve İslam ülkesinin gözünde doğru değil. Ancak bu, tüm İslam ülkelerinin bu tutumu benimsediği anlamına da gelmiyor. Mesela Türkiye, İsrail devletini 28 Mart 1949’da tanıdı ve Ocak 1950’de diplomatik misyonunu Tel Aviv’e gönderdi. İran da 14 Mart 1950’de İsrail devletini tanıdı. O dönemde Türkiye ile İran, Müslüman çoğunluğa sahip en güçlü ülkelerdi. Ancak İsrail yine de büyük bir Arap ülkesinden siyasi bir tanıma bekliyordu. 26 Mart 1979’da Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat ile İsrail Başbakanı Menahem Begin, Başkan Jimmy Carter gözetiminde Camp David Anlaşması’nı imzaladığında bu beklentisi de karşılık bulmuş oldu.

İşgal altındaki Kudüs, Yahudiler ve Hıristiyanlar için olduğu gibi Müslümanlar için de kutsal bir şehir. Ama buna rağmen Filistin meselesi, bir İslam meselesi olmaktan ziyade bir Arap meselesi olarak görülüyor. Meselenin etnik mahiyetinin dinî mahiyetinin önüne geçmesinin ardında çeşitli gerçekler var.

Araplar, 1948 yılında İsrail devletinin kuruluşunu tarif etmek için Nekbe/Felaket tabirini kullandılar. Bunu gerçek bir felaket olarak görüyorlardı. Zira Siyonist milisler ve o dönemde yeni kurulmuş olan İsrail ordusu, Müslüman ve Hıristiyan Filistinli Arapları Arap hafızasından silinmesi imkânsız bir şekilde yurtlarından çıkardı. Bu vahşi tehcir operasyonları üzerine komşu Arap ülkelerinin, topraklarını geri almaları için Filistinlilere yardımcı olma teşebbüsüyle savaş patlak verdi. Ancak savaş, İsrail’in Arap ülkelerine karşı koyması ve İbrani devletinin varlığını Arap ülkeleri arasında bir emrivaki olarak dayatmasıyla sona erdi.

Mısır’ın İsrail’le normalleşme yönünde attığı adım, vahim sonuçlar doğurdu. Nitekim Mısır’ın Arap Birliği üyeliği 10 yıl süreyle askıya alındı. Mısır düzeyinde de Devlet Başkanı Sedat, Ekim 1981’de suikasta uğradı

Nekbeden birkaç yıl sonra Cemal Abdunnasır liderliğinde Arap milliyetçiliği söylemi ortaya çıktı. Filistin meselesini, savunduğu Arap Birliği projesinin ana ülküsü olarak benimseyen Abdunnasır’ın bu söylemi, Filistin meselesine ulusal (yani Arap) boyut kazandırdı. Hal böyle olunca da Filistin’deki çatışma, Müslümanlar ile Yahudiler arasında dinî bir çatışmadan ziyade, Araplar ile Yahudiler arasında ulusal bir çatışmaya dönüştü. Bu, Arapların, Mısır’ın İsrail’le imzaladığı bu anlaşmaya Türkiye ile kraliyet İran’ına gösterdikleri tepkiye kıyasla sert bir tepki vermesine açıklık getirebilir. Nitekim Arap ülkeleri, Türkiye ve İran ile ilişkileri koparmamıştı.   

Camp David Anlaşması’nın beraberinde getirdiği dönemde, 1979 İran Devrimi’ne eşlik eden İslamcı dalga yükseldi. O dönemde ‘İslamcılar’, kitlesel seferberliklerinin öne çıkan sloganı olarak ‘Filistin’e ve Mescid-i Aksa’ya özgürlük’ sloganını dillendirmeye başladılar. Bu, Filistin seçkin tabakasındaki dönüşümlere de ışık tutabilir. Nitekim önceden bu tabakada hüküm süren sol liderlik (Filistin Kurtuluş Örgütü/FKÖ), Filistinliler arasındaki popülerliğini, Filistin davasının İslami mahiyetini vurgulayan İslamcı gruplara kaptırmıştı. Bu konuda İslamcı şahsiyetlerin çoğunluğunun Filistin’i sadece bir Arap meselesi olarak görmeyi reddedip bu tavrı kınadığını ve meselenin İslami karakterinde ve Mescid-i Aksa’nın kutsallığının merkezî oluşunda ısrar ettiğini hatırlayalım...  

Mısır’ın İsrail’le normalleşme yönünde attığı adım, vahim sonuçlar doğurdu. Nitekim Mısır’ın Arap Birliği’ne üyeliği, 1979’dan 1989’a kadar 10 yıl süreyle askıya alındı. Mısır düzeyindeki sonuçlardan biri de Devlet Başkanı Sedat’ın Ekim 1981’de suikasta uğramasıydı. O tarihten itibaren İsrail’e ve bir emrivaki olarak ona nasıl yaklaşılacağına ilişkin Arap tutumları farklılık gösterdi. Nitekim bazı Arap siyasetçiler, İsrail’in varlığının gölgesinde bölgenin geleceğine dair bir Arap fikir birliğinin sağlandığı bir plan geliştirmeyi hedefliyordu.

Yüzyılın sonunda olaylar hızlanırken, Filistinlilerin 13 Eylül 1993’te İsraillilerle Oslo Anlaşması’nı imzalamasıyla sahnede büyük bir değişiklik meydana geldi. Bunu 26 Ekim 1994’te imzalanan İsrail-Ürdün Barış Anlaşması izledi. Ancak İsrail Başbakanı İzak Rabin’in Kasım 1995’te aşırı sağcı Yahudi Yigal Amir tarafından suikasta uğraması üzerine yaşanan gerginlikler nedeniyle işler iyice sarpa sardı.  

Krallık, İbrahim Anlaşmaları’nın bir parçası olmak istemiyor. Bunun nedeni, Suudi Bakanlar Kurulu Başkanı Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın, ülkesinin öneminin ve ağırlığının, Suudi Arabistan büyüklüğünde bir ülkeyle anlaşmaya varmak isteyen İsrailliler için çok şey ifade ettiğinin tamamen bilincinde olmasıdır.

Arap barış planları

Suudi Arabistan Krallığı, İsrail’le barışa yönelik kapsamlı Arap planları alanında bir öncü olarak görülebilir. Nitekim 7 Ağustos 1981’de (o dönemde veliaht olan) Kral Fahd bin Abdülaziz, Ortadoğu’da barış için bir plan ortaya koydu. Bu plan, ‘Barış İlkeleri’ başlığıyla sekiz öneri içeriyordu. Bu öneriler, Doğu Kudüs’ün Filistin devletinin başkenti olması şartıyla iki devletli çözümü ve Filistinlilerin yurtlarına dönüş hakkının teyit edilmesi, gönüllü olarak geri dönmemeyi tercih edenlere de tazminat verilmesini içeren 242 sayılı Birleşmiş Milletler (BM) kararıyla özetlendi. İsrail, bu plana şiddetle karşı çıktı ve bunu işin sonunda İsrail’i yok etme planı olarak niteledi.

Daha sonra Kral Abdullah bin Abdulaziz, 28 Mart 2002’de Beyrut’ta düzenlenen Arap Birliği Zirvesi’nde başka bir girişim ortaya koydu. Kapsamlı bir barış planının duyurusundan bir ay sonra Thomas Friedman, Riyad’ı ziyaret etti ve haberi kendisi aracılığıyla yayan (dönemin veliahdı) Kral Abdullah’la görüştü. Friedman, barış fikrini gündeme getirince Veliaht Prens ona baktı ve kendi ifadesiyle: “Ofisimi mi bastın?” dedi. Bununla birlikte Arap girişimi, İsrail’in keskin itirazıyla karşılaştı. Sebebi ise bu girişimin, Filistinli mültecilerin yurtlarına dönüş hakkını teyit eden 194 sayılı BM kararına dayanmasıydı.

İsrail’in bu girişimleri reddetmesinden sonra açıkça görüldü ki Araplar ile İsrail arasında kapsamlı bir barış ortaya koyma düşüncesi uygulanabilir değil. İsrail’in her bir Arap ülkesiyle ayrı ayrı ikili anlaşmalar yapmayı yeğlediği açıktı. İsrail’in bakış açısı ortadaydı; o bir Arap-İbrani anlaşmasına varmak istemiyordu. Çünkü bu, İsrail’i bir Arap Birliği ülkeleri bloğu karşısında bir başına ve zayıf bir konuma yerleştirecekti. İsrail’in bu tutumunun, komşu ülkelerle bölgesel bir blok olarak değil de ayrı ayrı ülkeler olarak ilişki geliştirme zeminindeki sabit duruşuyla temsil edilen uzun vadeli siyasetiyle de örtüşüyor. Arap ülkeleriyle ikili ilişkiler stratejisi, ABD’nin cömertliğiyle desteklenen ekonomik yeteneklerinden ve askerî üstünlüğünden yararlanmak isteyen İsrail’e göre daha uygun bir seçenekti. İsrail’in 15 Eylül 2022’de Bahreyn ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), 23 Ekim 2022’de Sudan ve son olarak 10 Aralık 2022’de Fas ile imzaladığı İbrahim Anlaşmaları’na bakılınca bunların da ayrı ayrı imzalandığı görülecektir. Bu nokta, bu anlaşmaları, İsrail’in tek ortak payda olduğu diğer anlaşmalara bakılmaksızın, ilgili Arap ülkelerinin her biri ile İsrail arasında, sadece her bir anlaşmayı ayrı ayrı imzalayan tarafları bağlayan ikili sözleşmeler haline getiriyor.

Suudi Arabistan’a gelince… Krallık, İbrahim Anlaşmaları’nın bir parçası olmak istemiyor. Zira Suudi Bakanlar Kurulu Başkanı Veliaht Prens Muhammed bin Selman, Suudi Arabistan büyüklüğünde bir ülkeyle anlaşmaya varmak isteyen İsrailliler için çok şey ifade eden ülkesinin öneminin ve ağırlığının tamamen bilincinde. Üstelik İsrail’le ilişkilerin normalleşmesi halinde Suudi taraf için daha önemli ve karmaşık birtakım hesaplar da var ki bunlar, Bahreyn ile BAE’nin hesaplarının üstünde. Bu yüzden Suudi taraf, İsrail’le normalleşme görüşmeleri sırasında İbrahim Anlaşması tabirine hiçbir şekilde değinmedi. Şurası çok açık ki Suudi Arabistan, sahip olduğu merkezî konumunun, Krallığın dahil olmadığı anlaşmalardan zarar görmemesini hedefliyor. Bu sebeple görüşmelerin sıfırdan başlamasını ve Suudi Arabistan’ın ilgili ülkelerle bağlantısı ne kadar güçlü olursa olsun başka ülkelerle yapılan anlaşmalar üzerine bina edilmemesini tercih ediyor. Suudi Arabistan’ın İsrail’le normalleşmesi ihtimali meselesinde derinlere inmeden önce Krallığın, 20’nci yüzyılın ilk yarısındaki Arap-İsrail çatışmasına yaklaşımda benimsediği ilkenin bağlamına bakmak lazım. Bu bağlam, okurun, Suudi Arabistan’ın bu çatışmadaki rolünü anlamasını kolaylaştıracaktır.

İsrail devletinin kuruluşunun ilanından önce bölgedeki olaylara yer veren Batı medyası, Suudi hükümetinin Filistin’deki ‘Arap hakkı’ üzerinde ısrarcı bir tutum sergilediğini belirtiyordu.

Neden Suudi Arabistan?

Arap ve İslam dünyasındaki öncü rolüne bakıldığında Suudi Arabistan Krallığı’nın ABD ile ortaklıkta temsil edilen stratejik çıkarlarını korumak ile Arap ve İslam düzeylerinde liderliğinin yükümlülüklerini yerine getirmek arasında bir denge kurması beklenir. İsrail devletinin kuruluşunun ilanından önce, bölgedeki olaylara yer veren Batı medyasının, Suudi hükümetinin Filistin’deki ‘Arap hakkı’ konusunda ısrarcı bir tutum sergilediğini belirtmesi kayda değer. Örneğin The Times gazetesi, 8 Eylül 1936 tarihli sayısında “Suudi Arabistan Kralı, iş birliklerinin temin edilebilmesi halinde diğer Arap yöneticilerle koordinasyon sağlanması için kendi hükümet teşkilatını işletmeyi teklif etti” ifadesine yer verdi. Bu diplomatik dil, Suudi Arabistan Krallığı’nı Filistin’de Yahudi yerleşim birimleri inşa edilmesi meselesini kınamaktan alıkoymadı (The Times, 22 Haziran 1943). Suudi tutum, bunun da ötesine geçti ve Krallık, BM’nin Filistin-Yahudi çatışmasına ilişkin kararına meydan okudu (bkz. Abdullah Faysal Âl Rabah, Anglo-Amerikan Basınında Suudi Arabistan: Yirminci Yüzyılda Krallığa Dair Haberler, Taylor & Francis, s. 89). Bu bağlamda 1940 yılında, Birleşik Krallık’ın ve ABD’nin İsrailli Yahudileri destekleyen tutumlarına karşı Filistinlileri desteklemenin bir yolu olarak petrol ambargosuna başvurulması üzerine gündeme getirilen soru sürekli yineleniyor. The New York Times gazetesi, 13 Temmuz 1948 tarihli sayısında Kral Abdülaziz’in şu sözlerini aktardı:

“Ey kardeşim, Filistin uğrunda kendimi ve evlatlarımı feda etmeye hazır olduğumu söylemiştim. Yine söylüyorum: Petrol, benim halkımdan daha değerli değil. Davaya hizmet edecekse petrol ayrıcalıklarını iptal etmeye hazırım.”

Görsel: Nash Weerasekera.
Nash Weerasekera.

Suudi Arabistan’ın Filistin’e ilişkin tutumu, onun daimî stratejik bölgesel politikasının bir parçasıdır. 14 Şubat 1945’e dönecek olursak; o tarihte Suudi Arabistan Krallığı’nın kurucusu Kral Abdülaziz, Mısır’ın Süveyş Kanalı yakınlarındaki Büyük Acı Göl’de USS Quincy gemisinde Başkan Franklin Roosevelt’le bir araya geldi. Roosevelt’in Kral Abdülaziz’le görüşmesinde iki motivasyonu vardı. Biri, Filistin-Yahudi sorununda kesin bir çözüme varmak için siyasi motivasyon, diğeri ise Dünya Savaşı sonrası aşamaya uygun olan ve Suudi petrolünün ABD’ye akışını garanti eden bir ABD-Suudi Arabistan stratejik ilişkisine varmak için ekonomik motivasyon. Hem Suudilerin hem de Amerikalıların bu görüşmeye ilişkin olarak benimsediği olumlu anlatıya rağmen tartışmaların merkezinde Filistin topraklarının geleceğine dair anlaşmazlık vardı. Nitekim Roosevelt, bir Yahudi devletinin kurulmasını savunurken, Kral Abdülaziz bin Suud da Yahudilerin devletlerini başka bir yerde kurmaları gerektiği yönünde bir tutum sergileyerek buna itiraz etti.

Washington’daki son iki yönetimin (Trump ve Biden yönetimlerinin) yol açtığı gerilimlerin etkisiyle 2016’dan sonraki aşamada İbn Suud-Roosevelt anlaşmalarına yeniden müracaat edildi.

Kral Abdülaziz ve Başkan Roosevelt

Kral Abdülaziz bin Suud ile Franklin Roosevelt arasında Filistin meselesine ilişkin görüşmeler, 1945 yılında USS Quincy gemisinde gerçekleşen görüşmeden seneler önce başladı. ABD Dışişleri Bakanlığı, Kral Abdülaziz’in 1938 ila 1943 yıllarında Roosevelt’e gönderdiği birkaç mektubu yayınladı. Bu mektuplarda Kral, Filistinlilerin kendi topraklarını koruma haklarını talep ediyor ve Filistin’de Yahudi yerleşimlerinin genişletilmesine dayalı politikayı kınıyor.

Bu görüşme, Ortadoğu’daki Amerikan varlığı açısından bir dönüm noktası oldu. Zira bu görüşme, Suudi Arabistan Krallığı’nı, ana ittifakının yönünü Büyük Britanya’dan ABD’ye çevirmeye teşvik etti. Kral Abdülaziz’in Franklin Roosevelt’le görüşmesinin amacı, iki ülkenin bugüne kadar devam ilişkilerindeki siyaset ve petrol ittifakının gündemini belirlemekti. Washington’daki son iki yönetimin (Trump ve Biden yönetimlerinin) yol açtığı gerilimlerin etkisiyle 2016’dan sonraki aşamada İbn Suud-Roosevelt anlaşmalarına yeniden müracaat edildiğini belirtmekte fayda var. İki tarafın da müracaatları, petrol gündemiyle askerî gündemi içeriyordu. Zira hem Riyad hem de Washington, ulusal gündemlerinin çıkarı için en üst seviyeye ulaşmaya çalışıyor. Her halükârda Filistin meselesi, Kral Abdülaziz ile Roosevelt’in görüşmesi üzerinden yaklaşık yetmiş yıl geçtikten sonra yeniden ciddiyetle ele alınan bir konu olmaya devam ediyor.

Suudi Arabistan’ın İsrail ile kapsamlı bir uzlaşmaya varılması konusunda yüzleştiği aşırı zorluklardan bahsederken, Krallığın iki kutsal şehre (Mekke ile Medine) ev sahipliğinden gelen manevi konumuna ek olarak tarihî bir gerçekliği de olduğuna işaret edelim. Şöyle ki Suudi kralı, resmî olarak ‘hadim-i harameyn-i şerifeyn (iki kutsal caminin hizmetkârı)’ şeklinde anılıyor. Üçüncü kutsal cami ise Kudüs’te yer alan Mescid-i Aksa’dır. Bu gerçeklik, Suudi Arabistan’ın İsrail’le diplomatik herhangi bir anlaşma imzalamadan önce Filistinlilerin haklarını garanti altına alma konusunda gösterdiği ısrarı anlaşılır kılabilir.

İsrailliler, olası bir anlaşmaya üçüncü bir tarafı (yani Filistinlileri) ortak etmeksizin, ‘iki ülkenin maslahatı’ başlığı altında Suudi Arabistan’la ikili bir anlaşmaya varmak istiyor.

Suudi Arabistan’ın çatışmaya yönelik politikası

20 Eylül 2023’te Suudi Veliaht Prens Muhammed bin Selman, Fox News kanalına bir röportaj verdi. Çeşitli mevzuların tartışıldığı bu röportajda Veliaht Prens’in İsrail’e yönelik politikası da ele alındı. Prens’in bu konuya ilişkin cevabı özetle, iki ülke arasındaki ilişkilerin normalleşmesi ihtimalinin her geçen gün ‘yakınlaştığı’ şeklindeydi. Bununla beraber İsrail’in Filistinlilere yönelik uygulamaları, Suudiler açısından çözülmesi gereken ‘çok önemli’ bir mesele olmaya devam etti. Bu da bizi, İsrail’le normalleşmenin bir şartı olarak Filistinlilerin haklarının garanti altına alınması yönündeki ısrarın, Krallığın sınırları dışındaki bir meseleye ilişkin ikincil bir talepten ibaret olmadığını söylemeye sevk ediyor. Yukarıda da belirttiğimiz gibi Riyad, bölgesel ağırlığının tamamen bilincinde.

25 Ekim 2023’te Gazze savaşına ilişkin olarak iki lider arasında yapılan son görüşmelerde Veliaht Prens Muhammed bin Selman, Başkan Biden’a, “Filistin halkının meşru haklarına kavuşmasını temin etmek ve adil ve kapsamlı bir barış sağlamak için barış sürecine geri dönmekten başka çare yok” dedi. Beklenen anlaşmaya işaretle Prens Muhammed bin Selman, Filistin meselesinin barış planına dahil edilmesinde ısrarcı oldu.

Filistin düzeyinde ise Filistinlilerin resmî temsilcisi, Ramallah’ta bulunan ve Riyad’la ilişkileri iyi olan Filistin Ulusal Yönetimi’dir. Filistin Yönetimi’nin İsraillilerle müzakere yoluyla bağımsız bir devlet kurma yönündeki çabalarını sürdürmek istediği açık. Suudi Arabistan, uluslararası alanda tanınan temsilciyle ilişki kurduğu için, Gazze’deki olaylar patlak verdiğinde Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın yaptığı ilk şeylerden biri, Filistin Ulusal Yönetimi Başkanı Mahmud Abbas ile bir telefon görüşmesi yapmak oldu. Abbas, Prens Muhammed bin Selman’a, Gazze Şeridi’nde ve işgal altındaki topraklarda askerî gerilimin tırmandığından bahsetti ve onu, olayların sivillerin hayatıyla bölgenin güvenliğini ve istikrarını tehdit edecek şekilde büyüdüğünden haberdar etti. Hal böyle olunca Washington, Suudi-İsrail görüşmelerinde gösterdiği arabuluculuk çabalarında, Suudi Arabistan’ı Filistin Yönetimi ile FKÖ tarafından kabul edilecek bir formüle ikna etmek amacıyla müzakerelere ‘önemli Filistinli bileşeni’ dahil etmeyi düşünüyor.

İlkesel olarak Ramallah’taki yönetim, karşılıklı tanıma karşılığında İsrail’le barış fikrine olumlu yaklaşıyor. Oslo Anlaşması temelinde Filistin’in bir devlet olarak tanınması için baskı yapabilirse Suudi Arabistan’ın rolü, Arap-İsrail çatışmasının önemli bir bölümünü halletmiş olarak tarihe kazınacak. Ancak bunun önündeki en büyük engel, İsrail’in iki devletli çözümü desteklemeyen inatçı tutumudur.

İsrail’in tutumunun gücü, Arap ülkeleriyle ayrı ayrı ikili müzakerelerin yapılmasındaki ısrarında yatıyor. İsrailliler, olası herhangi bir anlaşmaya üçüncü bir tarafı (yani Filistinlileri) dahil etmeksizin, ‘iki ülkenin maslahatı’ başlığı altında Suudi Arabistan’la ikili bir anlaşmaya varmaya çalışıyor. İsrailliler, kendi çıkarlarını koruyan dolambaçlı bir dil kullanarak bazı sözlü vaatlerde bulunabilirler. Buna karşılık Suudiler, gelecekte İsrailliler ile Filistinliler arasında herhangi bir gerilimin yaşanması halinde onların konumlarının selametini korumak adına, müzakerelerde İsrail’in vaatlerine ilişkin olarak Filistinlilerle koordinasyon sağlamak istiyor.

Prens Muhammed bin Selman, Riyad’a sunacağı fazla bir şeyi olmayan İsrail’le değil de ABD ile anlaşma üzerinden ulaşabileceği en yüksek noktayı hedefliyor. Bundan hareketle Riyad, ABD’nin askerî teknolojisini ve gelişmiş silahları içeren daha fazla güvenlik garantisi elde etmek için şartlarını Tel Aviv’e değil de Washington’a dayatmayı amaçlıyor. Bu hedeflerine ulaşması halinde Suudi Arabistan, tüm tarihi boyunca elde edemediği askerî anlaşmalara ulaşmış olacak.

Üzerinde durulması gereken bir gerçek var ki o da Suudi Arabistan’ın İsrail ile müzakerelere girmesinin nihai bir anlaşmaya varmayı garanti etmediğidir.  Bununla birlikte Prens Muhammed bin Selman, Biden yönetimini, kendi gündemlerine hizmet edecek şekilde yönlendirmeyi başardı. Beyaz Saray Ortadoğu Koordinatörü Brett McGurk, Suudi Arabistan ile İsrail ilişkilerindeki durgunluğu gideren ekonomik ve güvenlik anlaşmalarının arabulucusu olarak görev yaptı.

Biden’ın yenilenmeme ihtimali bulunan ilk başkanlık dönemi son aylarına yaklaşıyor. Bu dönemde Suudi Arabistan’la diplomatik ilişkiler oldukça sıkıntılıydı. Nitekim Biden, başkanlık koltuğuna geldiğinden bu yana Suudi kraliyet ailesinin üst düzey hiçbir üyesi ABD’yi ziyaret etmedi. 30 Ekim 2023’te başkent Washington’ı ziyaret eden Suudi Savunma Bakanı Prens Halid bin Selman’ın ziyareti de Biden yönetimi göreve başladığından bu yana Washington’a bir Suudi yetkili tarafından yapılan en üst düzey ziyaret. Demokrat yönetim, Cumhuriyetçi Trump yönetiminin gerçekleştirdiği İbrahim Anlaşmaları’nın gücünü aşacak bir anlaşma ortaya koymak için zamanla yarışıyor. Biden’ın 2020 seçim kampanyasında kullandığı Suudi karşıtı sloganlardan bir kısmını geri çekmesi de bununla yorumlanabilir. Bir Suudi Arabistan-İsrail barış anlaşmasına varamazsa şayet bu, onun 2024 başkanlık seçimlerine zaten şüpheli olan adaylığını etkileyebilir.

Bu aşamada bazı gözlemcilere göre Suudi Arabistan-İsrail anlaşmasının sekteye uğramasına rağmen Suudi Arabistan, imzalanmasa bile müzakerelere katılarak istediğini zaten elde etmiş görünüyor.

Suudiler, Hamas’ı desteklemese de İsrail’in Gazze Şeridi’ne yönelik barbarca saldırısını ve kuşatmasını keskin ve net bir şekilde kınıyor.

2023 Gazze Savaşı

Gazze’de yaşanan son savaş, Ortadoğu’daki siyasi oyunu karıştırdı ve siyaset sahnesini zorlaştırdı. Şöyle ki 7 Ekim 2023’te Hamas hareketi, Gazze’nin çevresinde İsrail’e ait bölgelere saldırdı. Saldırının ilk üç günü, Hamas’ın ve müttefiklerinin (yani Filistin İslami Cihad hareketinin) lehine görünüyordu. Ta ki İsrailliler, Gazze’ye yönelik şiddetli ve yıkıcı hava saldırısını başlattı. Bu saldırı, İsraillilere çatışmada askerî üstünlük kazandırdı ve Gazze Şeridi’nde binlerce Filistinlinin ölmesine ve yaralanmasına sebep oldu.

7 Ekim’den itibaren araştırma merkezlerinin ve medya platformlarının yayınladığı raporların çoğuna göre Hamas hareketi, bu askerî operasyona olası anlaşmayı sabote etmek için kalkıştı. Matthew Levitt, Foreign Affairs dergisinde, Hamas’ı İsrail ile Suudi Arabistan arasında her zamankinden daha ciddi bir uygulama aşamasına varan ilişkileri normalleştirme ihtimalini hedef almakla itham ettiği bir makale yayınladı. Levitt’e göre Hamas liderliğini bu saldırıyı gerçekleştirmeye ve bu gerilime yol açmaya iten faktör, her şeyden önce Suudi Arabistan’la diplomatik çabaların engellenmesiydi. Ayrıca Hamas liderliği, böyle bir anlaşmanın Arap ve İslam ülkeleri sistemi içinde Filistin meselesinin konumunu zayıflatacağını düşünüyor. Dahası beklenen normalleşme, İran’a ve onun Hamas ile Hizbullah gibi müttefiklerine karşı etkin bölgesel ittifakı da güçlendirebilir. Bu yüzden bu iki örgüt, siyasi ve medya söylemini tırmandırmanın ötesine geçti ve Hamas, bu kritik zamanda böyle bir adım attı!

Fotoğraf Altı: Kral Abdülaziz bin Abdurrahman Âl-i Suud ile ABD Başkanı Franklin Roosevelt’in 14 Şubat 1945’te Mısır’da görüşme gerçekleştirdi. (Getty Images)
Kral Abdülaziz bin Abdurrahman Âl-i Suud ile ABD Başkanı Franklin Roosevelt’in 14 Şubat 1945’te Mısır’da görüşme gerçekleştirdi. (Getty Images)

Suudilerin bu savaşa ilişkin tutumları, oldukça dengeli olarak niteleniyor. Suudiler, Hamas’ı desteklemese de İsrail’in Gazze Şeridi’ne yönelik acımasız saldırısını ve kuşatmasını keskin ve net bir şekilde kınıyor. Bu bağlamda Suudiler, daha önce Tel Aviv’i Yahudi kimliğiyle iftihar ederek ziyaret eden Bakan Blinken’a güçlü bir diplomatik mesaj iletti. Blinken, Riyad’ı ziyaret ettiğinde ‘akşam yapılması planlanan, bununla birlikte Veliaht Prens’in ancak ertesi sabah katıldığı bir toplantı için birkaç saat beklemek zorunda kalışı’ gibi bir durumla yüzleşti. Suudiler, bu hareketi egemenliğin ve ‘Filistinli kardeşlerle’ dayanışmanın bir işareti olarak değerlendirdi.

11 Kasım’da Riyad, olağanüstü bir Arap-İslam zirvesi düzenledi ve bu yolla Gazze’deki olaylar etrafında bir Arap-İslam görüş birliği ortaya koymak üzere çabaları birleştirmeyi başardı. Konferansın sonunda Filistin halkını destekleyen ve İsrail’in barbarlığını ve aşırı şiddetini kınayan bir ortak bildiri yayınlandı. Bu bildiride Filistin halkının tek temsilcisi olarak Filistin Yönetimi’nin yetkisi vurgulandı. Bu zirve öncesinde, önceden beri planlanan Suudi Arabistan-Afrika zirvesi gerçekleşti ve Riyad, bu zirvenin sonuç bildirgesi vesilesiyle de Gazze’ye desteğini belirtti. Dışişleri Bakanı Prens Faysal bin Ferhan, Riyad zirvesinin ortaya koyduğu tutuma destek toplamak üzere bir grup Arap ve Müslüman bakanla önemli başkentleri ziyaret etti.

Krallığın iki gün içerisinde 90’dan fazlanın ülkenin liderlerini ve temsilcilerini Riyad’da bir araya getiren zirveler düzenleme başarısı, Suudi Arabistan’ın diplomatik gücünün bir göstergesidir. Bu, yakın gelecekte gerçekleşirse şayet, Amerika’yla yapılacak herhangi bir müzakerede Suudi Arabistan’ın konumunu da güçlendirecektir.

Gazze’deki savaş devam ederken Suudiler de İsrail’in saldırılarına ve sivillerin, altyapının ve hastanelerin hedef alınmasına yönelik net tutumlarını sürdürüyor.

Peki sonra?

Vizyon 2030 doğrultusunda hareket eden Suudi Arabistan, bölgesel çevresindeki herhangi bir ülkeyle gerilimi sürdürmek istiyor gibi görünmüyor. Sıfır sorun politikasına göre Krallık, İran’la tekrar diplomatik ilişkiler geliştirmeyi kabul etti ve Suudi Arabistan yönetimi, İsrail’le bir barış anlaşması yapılmasına ilişkin olumlu bir tutum sergiledi. Bununla birlikte İsrail’in İran gibi olmadığını hesaba katmak lazım.  Zira Şarku’l Avsat’ın Al-Majalla’dan aktardığına göre İran’la ilişkiler, Riyad ile Tahran arasında çözülebilecek ikili meseleleri içeriyor. Halbuki İsrail’in durumu, Suudi ulusal sınırlarını aşıp ikili ilişkilerin ötesine geçen ve herhangi bir anlaşmaya varılmadan önce halledilmesi gereken pek çok meseleyi içeriyor.  

Hamlelerini stratejik olarak hesapladığı dengeli bir politika izleyen Suudi Arabistan Krallığı gibi bölgesel bir Arap-İslam gücü açısından Filistin meselesi, hayati bir mesele olarak görülüyor. Suudiler, ana silah ve askerî teknoloji tedarikçisi olarak ABD ile ilişkileri sürdürüyor. Bu, Suudi Arabistan’ın, tutumunu Filistinliler için makul kazanımlar sağlayacak garantiler alana kadar sürdürebileceği anlamına geliyor. Bir anlaşmaya varılması için bir arabulucu olarak Washington, ABD’nin iki müttefikinin gelecekte bir barış anlaşması için oturup müzakere yürütmeyi kabul etmesi halinde Suudi Arabistan’ın silaha ve teknolojiye ilişkin taleplerine yanıt vermelidir.

Gazze’deki savaş devam ederken, Suudiler de İsrail’in saldırılarına ve sivillerin, altyapının ve hastanelerin hedef alınmasına karşı net tutumlarını sürdürüyor. Böyle bir tutum, yakın gelecekte İsrail’le ‘normalleşmeyi’ içeren bir Amerikan-Suudi anlaşmasına varmayı (iptal etmese de) zorlaştıracaktır. Ki bu da 2024 sonunda yapılacak seçimler için geri sayımın başladığı bu kritik dönemde Biden’ın ve Demokrat yönetimin lehine olmaz.

*Bu analiz Şarku’l Avsat tarafından Londra merkezli Al-Majalla dergisinden çevrildi.



Suudi Arabistan Veliaht Prensi ve İtalya Başbakanı Gazze'deki gelişmeleri görüştü

Suudi Veliaht Prensi Muhammed bin Selman (SPA)
Suudi Veliaht Prensi Muhammed bin Selman (SPA)
TT

Suudi Arabistan Veliaht Prensi ve İtalya Başbakanı Gazze'deki gelişmeleri görüştü

Suudi Veliaht Prensi Muhammed bin Selman (SPA)
Suudi Veliaht Prensi Muhammed bin Selman (SPA)

Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Selman, Başbakan ve İtalya Başbakanı Giorgia Meloni, Gazze Şeridi'ndeki gelişmeleri ve bunların güvenlik ve insani etkilerini ele aldı.

Prens Muhammed bin Selman ile Meloni arasında dün gerçekleşen telefon görüşmesinde, iki taraf uluslararası toplumun gerilimi yatıştırmak, saldırganlığın yıkıcı etkilerini sona erdirmek ve Gazze Şeridi'ndeki sivilleri korumak için gösterilmesi gereken her türlü çabayı ele aldı.

Şarku’l Avsat’ın aldığı bilgiye göre Veliaht Prens ve İtalya Başbakanı, iki ülke arasındaki iş birliğinin çeşitli alanlarda geliştirilmesi için atılabilecek adımları da görüştü.