Prens Bender bin Sultan: İran-Irak savaşında gizlice arabuluculuk yaptık

Prens Bender bin Sultan: İran-Irak savaşında gizlice arabuluculuk yaptık
TT

Prens Bender bin Sultan: İran-Irak savaşında gizlice arabuluculuk yaptık

Prens Bender bin Sultan: İran-Irak savaşında gizlice arabuluculuk yaptık

Suudi Arabistan eski İstihbarat Başkanı, Ulusal Güvenlik Konseyi Genel Sekreteri ve Washington Büyükelçisi ünlü Suudi siyasetçi Prens Bender bin Sultan, ülke liderleriyle yapılan toplantıların kulislerinde yaşananları ve bölgedeki sorunlu dosyalara ilişkin düşüncelerini Independent Arabia'ya anlattığı ve 14 saatten uzun süren röportajın devamı.
Bender ile görüşme üç gün ertelendi ve üç aydan fazla bir süre boyunca kendisinden görüşme talep edildi. Prens Bender görüşmek istiyordu, fakat kararlaştırılan ilk görüşme, Prens’in diş ağrısı sebebiyle ertelendi. Ertesi gün ise oldukça yorgundu. Cidde'den Londra'ya uçuşunun ertelenmesi ile birlikte nihayetinde görüşmeyi gerçekleştirdik.
İkindi vakti başladığımız görüşme, ertesi günün şafak vaktine kadar devam etti. Prens Bender arada sorduğumuz sorular dışında sürekli bir şeyler anlattı. Bender ile konuşmamız, Suriye, Katar ve ABD üzerineydi. Prens Bender, ABD eski Başkanı Barack Obama, Katar'ın eski Başbakanı ve Dışişleri Bakanı Hamad Bin Casim ve Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esed hakkında konuştu. Her sözünün sonunda, bunun devlet koridorlarında dolaşanların ötesinde kendi kişisel görüşü olduğunu vurguladı. Görüşmenin aslan payı Filistin meselesine ayrıldı. Prens Bender, Filistin davası hakkında açıklamalarda bulundu ve eski Filistin lideri Yaser Arafat’ın ABD eski Başkanı Bill Clinton tarafından sunulan çözüm önerilerini ve barış girişimini reddederek Filistin davasına ve Filistinlilere karşı nasıl suç işlediğini söyledi.
Neden Bender’le konuştuk?
Neden Prens Bender ve neden şimdi? Prens, aralarında İran, Arap Baharı ve Suriye krizi gibi önde gelen meselelerin de bulunduğu bir dizi dosyanın sorumluluğunu üstlendiği Ulusal Güvenlik Konseyi veya Suudi istihbaratının başkanlığını devraldığından beri konuşmadı. 2016 yılında Elaph sitesinde İran nükleer anlaşmasına ve ABD eski Başkanı Barack Obama'ya yüklendiği bir makalesinin yayınlanmasının dışında, 12 yıl boyunca medya aracılığıyla herhangi bir açıklamada bulunmadı.
Röportajın devamı;
Yeni Suudi Arabistan

Prens konuşmasına, halihazırda Suudi Arabistan’da yaşanan değişikliklerle ve Kral Selman bin Abdulaziz’in Prens Muhammed bin Selman’ı Veliaht Prens seçmesi meselesi ile başladı. Suudi Arabistan eski İstihbarat Başkanı, Ulusal Güvenlik Konseyi Genel Sekreteri ve Washington Büyükelçisi Prens Bender bin Sultan, bu eylemin önümüzdeki 20 sene boyunca Suudi Arabistan’ın istikrarının garantisi olacağına inanıyor. Batılı karar mercilerinin Suudi Arabistan tarihi hakkında yanlış bir anlayışa sahip olduğunu düşünen Prens Bender, “Batı dünyası Suudi devleti hakkında yanlış bir anlayışa sahip. Suudi Arabistan 1932 yılında ortaya çıkmış gibi konuşuyorlar. Oysa Suudi Arabistan’ın mevcudiyeti 300 sene kadar geriye dayanıyor. Önce birinci Suudi devleti, sonra ikinci ve sonra üçüncü” ifadelerini kullandı.
“Kral Selman, vermiş olduğu bu karar ile en az 20 yıl boyunca Suudi Arabistan’ın istikrarını muhafaza etmiş oldu. Kral Abdulaziz’in sadece oğullarının değil torunlarının çoğunun yaşı 60’ı geçti. Ben de onlardan biriyim. Kral Selman, bu temelde Prens Muhammed bin Selman'ı Veliaht Prens olarak atamaya karar verdi.”
Prens Bender, Suudi Arabistan’ın eski ve yeniçağları arasında ilişki kurarak sözlerini şöyle sürdürdü:
“Üçüncü Suudi devletinin kurucusu Kral Abdulaziz’in entelektüel bir merakı vardı. Kuveyt hükümdarı olan Şeyh Mübarek, kendilerine derin bir muhabbet beslerdi. Kral ise Kuveyt'te bulunduğu sıralarda onunla beraber oturup, ondan, İngilizler, İranlılar ve diğerleri ile yaptığı konuşmaları dinlemek konusunda istekli olurdu. Böylece dünyanın Diriye veya diğer herhangi bir yerden ibaret olmadığını anladı. Aralarında İngiliz John Philby’in de bulunduğu bütün milletlerden danışmanlar çağırdı. Kral Abdulaziz, ikinci Suudi devletinin inşasından yıkılışına kadar geçen süre boyunca yapılan hatalardan kaçınmaya karar verdi ve devletlerin üzerine inşa edildiği temelleri sağlamlaştırmayı kararlaştırdı. Kral, oğlu Suud'u Veliaht Prens olarak atadı. Kral Fahd, iktidara geldiğinde, Körfez Savaşı'nın ardından hükümetin esası olarak bilinen ‘İktidar, Kral bin Abdulaziz’in çocukları arasındadır. Erkek kardeşten erkek kardeşe devredilir’ hükmünü onayladı.”

Kral Abdulaziz’in bazı çocukları ile birlikte göründüğü 1 Ocak 1934 tarihli bir fotoğraf (Getty)
Prens Muhammed bin Selman'ın Veliaht Prens olarak seçilmesi

Yeniçağ hakkında çok daha kapsamlı konuşan Prens Bender, Kral Selman’ın veliaht olduğu dönemden itibaren tüm eski krallarla çalışan ve onlarla vakit geçiren tek kral olduğunu ifade ederek, sözlerine şöyle devam etti:
“Bundan dolayı oldukça büyük bir idari ve siyasi hafızası var. Düşünce, sabır, entelektüel merak ve bilgisini Kral Abdulaziz’den miras aldı. Kendimi bildim bileli Kral Selman'ı tanıyorum. Çünkü çocukluğumda, Kral Selman’ın annesi olan büyükannem Hüsa Sudayri’nin evinde büyüdüm. Okumayı çok sevdiğini fark ettim. Zengin bir kütüphaneye sahipti. Uygarlık ve Arap tarihiyle yakından ilgilenirdi. Aynı şekilde genel olarak haberleri ve medyayı da takip etmeye özen gösterirdi. Arap dünyasındaki tüm gazeteciler ve düşünürlerle arkadaşlıkları vardır. Bütün hepsi, devlet tarihinde çok önemli bir an olarak kabul edilen ‘iktidarın devri’ sırasında toplanırlar.
Suudi Arabistan şeriat ile yönetilen bir ülkedir. Bu nedenle Suudi Arabistan'daki bağlılık hükümet sisteminin değil, dinin bir parçası olarak kabul ediliyor. Bundan dolayı yemin edildiği zaman, ‘Vatandaşlar, Allah'ın kitabı ve peygamberinin sünneti üzerine krala bağlılık sözü veriyor’ ifadesi kullanılır. Kral Selman’ın Prens Muhammed bin Selman’ı seçimi, seçtiği veliaht prensin ülkenin geleceği adına düşüncelerine uygun olduğuna ikna olduğunu gösterir.
“Kral Abdulaziz döneminden günümüze kadar Suudi Arabistan, devletin ilerlemek için adım atmaya çalıştığı fakat çoğunluğun reddiyesiyle karşılaştığı tek ülkedir. Örneğin, Suudi Arabistan'da yasaklanan ‘kızların eğitimi’ meselesi. Devlet, kızların eğitimi için okullar açmak istedi fakat bu adım vatandaşlar tarafından pek coşkuyla karşılanmadı. Aynı şekilde televizyon meselesi ve televizyon yayınlarının başlatılması ülkede büyük bir tepki ile karşılandı.”
Kral Selman’ın verdiği bu karar ile önümüzdeki en az 20 yıl için Suudi Arabistan’ın istikrarını korumuş olduğunu dile getiren Prens Bender, “Kral Abdulaziz’in sadece oğullarının değil torunlarının çoğunun yaşı 60’ı geçti. Ben de onlardan biriyim. Kral Selman, bu temelde Prens Muhammed bin Selman'ı Veliaht Prens olarak atamaya karar verdi” diyerek sözlerini sürdürdü.

Prens Bender Bin Sultan, Kral Salman'ın Prens Muhammed bin Selman'ı Veliaht Prens tayin etmekle birlikte, ülkenin önümüzdeki yıllar içerisindeki istikrarını korumuş olduğunu söylüyor

Suudi Arabistan'daki hükümet değişime öncülük ediyor!
“Suudi Arabistan, hükümetin halk direnişinin gölgesi altında girişimlerde bulunduğu dünya üzerindeki tek ülkedir” ifadeleriyle her zamanki gibi tartışma yaratan Prens Bender şu açıklamalarda bulundu:
“Kral Abdulaziz döneminden günümüze kadar Suudi Arabistan, devletin ilerlemek için adım atmaya çalıştığı fakat çoğunluğun reddiyesiyle karşılaştığı tek ülkedir. Örneğin, Suudi Arabistan'da yasaklanan ‘kızların eğitimi’ meselesi. Devlet, kızların eğitimi için okullar açmak istedi, fakat bu adım, vatandaşlar tarafından pek coşkuyla karşılanmadı. Aynı şekilde televizyon meselesi ve televizyon yayınlarının başlatılması ülkede büyük bir tepki ile karşılandı. Seçenekler açıktı. Ya kademeli ve yavaş bir şekilde ilerlemeye kaydedilecekti ya da devrim yapılacaktı. Her birinin kendine özgü avantaj ve dezavantajları bulunuyordu. Suudi Arabistan bundan dolayı devrimden ziyade kademeli bir modernizasyonu tercih etti. Makineyi daima yenileyebilirsiniz ancak insanları yenileyemezsiniz.”
Kral Abdulaziz döneminde yaşanan tuhaf bulduğu bir hadiseyi anlatan Prens Bender sözlerine şöyle devam etti:
“Kral Abdulaziz döneminde, ülkedeki üst düzey söz sahipleri ile kral arasında teknoloji kullanımının ve yabancıların Suudi Arabistan'a girmesinin önlenmesi konusunda bir sorun yaşandı. Kralın çevresinde bulunanların bir kısmı bunu talep ediyordu. Fakat nihayetinde İslam hukukunu temel olarak alan Kral, kararını verdi ve onları umursamadı. Şayet o kimseler o gün dinlenmiş olsaydı, Suudi Arabistan kalkınma açısından bugün Afganistan gibi olacaktı. Aynı şekilde petrol, yabancıların ülkeye girmesinden sonra keşfedildi. Eğer yine o kimseler dinlenmiş olsaydı petrol keşfedilmemiş olacaktı.”
İran, Şah ve Humeyni
Suudi Arabistan'ın ardından İran hakkında konuşmaya başlayan Prens Bender, herkes tarafından bilinen şu cümleyi kurdu,
“Akıllı bir düşman cahil bir dosttan daha iyidir.”
Prens Bender, İran’ın 1979 Humeyni öncesindeki son hükümdarı olan İran Şahı Muhammed Rıza Pehlevi’nin akıllı bir düşman olduğunu ve Tahran’daki mevcut rejimin ise cehalet ile nitelenebileceğini düşünüyor. İran Meclis Başkanı olan Ali Laricani ile görüşmek üzere Tahran'a yaptığı ziyaret sırasında tesadüfen İran Devrim Muhafızları Ordusu Kudüs Gücü Komutanı Kasım Süleymani ile bir araya geldiğini belirten Prens Bender, “Daha önce duyduğumuz fakat görmediğimiz Süleymani ile tesadüfen tanıştık” dedi. 2003 yılında Washington'dan dönmesinin ardından
İranlı yetkililerle yaptığı görüşmeler hakkında ilk kez konuşan Prens Bender, şu açıklamalarda bulundu:
“İran Şahı bir dost değildi. Birtakım arzuları vardı ve kendisini bölgenin polisi olarak görüyordu. Fakat akıllı biriydi. Mesela Bahreyn'i İran’a dahil etmek istediği vakit Kral Faysal ile temaslarda bulundu. Kral Faysal ona, tüm Arapların düşmanlığını kazanmanın kendisine bir faydası olmayacağını ve bu durumda nasıl olurda Bahreyn'i almayı düşündüğünü söyledi ve bir kez daha meseleyi gözden geçirmesi için tavsiyede bulundu. Kral Faysal, Birleşmiş Milletler’den (BM) Bahreynlilerin Araplara mı yoksa Farslara mı katılmak istedikleri konusunda referandum yapılması için Bahreyn'e bir ekip göndermelerini teklif etti. Cevabı önceden biliyorduk. BM neticeyi açıkladı ve İran Şahı bunu kabul etti.”

İran Şahı Muhammed Rıza Pehlevi, 1976’da Tahran’ı ziyaret eden Suudi Arabistan'ın 4’üncü Kralı Halid bin Abdulaziz’i karşılarken

Kral Faysal'ın Şah'a tavsiyesi
“Şah döneminde ve Humeyni öncesindeki İran-Suudi Arabistan ilişkileri iniş-çıkışlardan ve siyasi entrikalardan ibaret değildi. Bilakis bu ilişkilerin olumlu bir yanı vardı” diyen Prens Bender, Suudi Arabistan Kralı ile Şah Muhammed Rıza Pehlevi arasında geçen bir hikayeyi şöyle anlatıyor:

“İran ve Suudi Arabistan hakkında konuşmadan önce, İran Şahı ile Kral Faysal arasında gerçekleşen önemli bir yazışmayı zikredelim. Şah 1963'te İran'ı entelektüel ve sosyal olarak modernize etmek için beyaz devrime başladı. Devrimler arasında başörtüsünün yasaklanması meselesi de vardı. ‘Yasaklı’ ya da ‘senin tercihine kalmış’ demek arasında bir fark var. Sonra Şah dost olarak gördüğü Kral Faysal'a tavsiyede bulundu ve kendisinin beyaz devrimine paralel olarak ülkeyi hızlı bir şekilde Batılılaştırmasını talep etti. Kral Faysal ona teşekkür ederek cevap verdi ve bunu, Suudi Arabistan'ın çıkarlarını düşünen bir dostun tavsiyesi olarak kabul ederek ona şöyle dedi: ‘Fransa ya da İngiltere Şahı değil, İran Şahı olduğunuzu belirtmek istiyorum. Halkınızın çoğunluğu ise Müslümandır. Ramazan günü öğle yemeğinde yabancı misafirlerin kabulünün hiçbir gerekçesi olamaz. İran'ı muhafaza etmeni tavsiye ediyorum.’”
Humeyni’nin iktidara yükselişi
ABD’de çeyrek asır boyunca Suudi Arabistan Büyükelçisi olarak görev yapan Suudi siyasetçi ve Suudi-ABD ilişkilerinin mimarı Prens Bender, Ruhullah Humeyni’nin Riyad tarafından nasıl karşılandığını şöyle anlatıyor:
“Oradaki gelişmeleri büyük bir ilgiyle takip ediyorduk. Suudi Arabistan Humeyni'ye tebrik mesajını gönderen ilk ülke oldu. Ayrıca Kral Halid bin Abdulaziz, yeni İran yönetimini ve rejimini tebrik sadedinde İran’a bir elçi gönderdi. Bir süre sonra entelektüellerin, politikacıların ve ordu liderlerinin toplu bir şekilde tasfiye ediğine tanık olduk. Sonrasında ise Velayet-i Fakih mekanizması ortaya çıktı. İktidar artık tek bir kişinin elinde olacaktı. Bir seçim ve bir cumhurbaşkanlığının olduğu doğru, fakat pek kıymeti yoktu.”
Suudi Arabistan ve İran arasındaki düşmanlık hakkında daha fazla bilgi edinmeye yönelik sorulan bir soru Prens’in konuşmasını yarıda kesti. 
Suudi Arabistan ile İran arasında neden bir düşmanlık söz konusu oldu?
“İran-Irak savaşı sırasında gizlice arabuluculuk yaptığımız dönemde, İran eski Dışişleri Bakanı Ali Ekber Velayeti ve Irak eski Dışişleri Bakanı Tarık Aziz ile birlikte BM eski Genel Sekreteri Javier Perez de Cuellar ile New York'ta bir araya geldik. Bazı Amerikalı gazetecilerin bundan haberdar olduklarına dair bir haber aldık ve bu sebeple İsviçre'ye geçmeye karar verdik. Savaşı durdurmaya ilişkin müzakerelerimizi Prens Sultan bin Abdulaziz'in Cenevre'deki evinde gerçekleştirdik.”
Prens Bender bu soruya bir hikaye ile cevap verdi:
“Humeyni düşmanca açıklamalara başladı ve Irak’a saldırdı. İronik olan şu ki, o sıra Ahmed Hasan el-Bekir yönetimdeydi ve Humeyni ev hapsinde bulunuyordu. Garip tesadüfler… Burada ‘cahil kendisinin düşmanıdır’ sözüne atıfta bulunalım. Humeyni, Saddam Hüseyin rejimi altında ev hapsinde tutulduğu sırada Şah aleyhinde kışkırtıcı videolar yayınlıyordu. Şah, Humeyni’yi Irak’tan çıkarmadığı takdirde Saddam’ı Şattülarap’ı işgal etmekle tehdit etti. Saddam her ne kadar Humeyni’nin kışkırtıcı videolar yayınlamasını önleyeceğine dair Şah’ı ikna etmeye çalışsa da, Şah reddetti. Bunun üzerine Saddam, Humeyni’yi ülkeden çıkardı. Humeyni ise o sıra Fransa’ya gitti. İran Şahı daha sonra anılarında, 1975’te Cezayir’de gerçekleştirilen OPEC zirvesinde Şattülarap ile ilgili meseleyi Saddam’la birlikte çözdüğünü belirtti. Humeyni, Batı medyasının kapılarını araladı ve batılı oryantalistler, liberaller ve çeşitli İran partileri ile görüşmelere başladı. İran partileri Şah'a karşı bir araya geldi. İşte Suudi-İran sorununun başı ve sonu… Bundan sonra sözlü saldırılar ve hakaretler başladı.”
Prens sözlerini şöyle sürdürdü:
“Saddam Hüseyin’in kelimenin tam anlamıyla bir suçlu ve gerçek bir katil olduğunu hepimiz biliyoruz. Ancak Humeyni bir konuşmasında önce Irak'ı kurtaracağını ve sonrasında Körfez devletlerine yöneleceğini söyledi. Suudi liderliğinin önünde sadece iki seçenek vardı; Kötü ve en kötü. Kötü seçenek, Suudi liderlerin Humeyni'nin anlaşmazlığını Sünni-Şii çatışması veya siyasi olarak yorumlamaktan ziyade tarihsel bir Fars-Arap çatışması olarak görmesiydi. Basit bir örnek verecek olursak, İran-Irak savaşında Irak ordusunun yüzde 80'ini Şiiler oluşturuyordu. Onlar Velayet-i Fakih rejimine veya Şii İran’a karşı savaşmıyorlardı. Bilakis Saddam onları Farslarla savaştıklarına dair ikna etmişti.”
Suudi Arabistan ve İran arasındaki uzlaşma çalışmaları
Prens Bender’e göre Riyad, o sıra bir uzlaşı sağlamak ve aynı zamanda İran’a bir mesaj vermek istiyordu. Bundan sonra  İran ve Irak arasında gizli müzakerelerin başladığını belirten Prens Bender şöyle devam etti:
“İran-Irak savaşı sırasında gizlice arabuluculuk yaptığımız dönemde, İran eski Dışişleri Bakanı Ali Ekber Velayeti ve Irak eski Dışişleri Bakanı Tarık Aziz ile birlikte New York'ta eski BM Genel Sekreteri Javier Perez de Cuellar ile bir araya geldik. Bazı Amerikalı gazetecilerin bundan haberdar olduklarına dair bir haber aldık ve bu sebeple İsviçre'ye geçmeye karar verdik. Savaşı durdurmaya ilişkin müzakerelerimizi Prens Sultan bin Abdulaziz'in Cenevre'deki evinde gerçekleştirdik. Savaşın başlangıcının üzerinden 7 yıl geçti. Her iki taraf da barış istiyor fakat hiç kimse taviz vermek istemiyordu. Ne Humeyni ne de Saddam tevazu ruhuna sahip değillerdi. Bunun kanıtı Humeyni'nin barış anlaşması hakkında, “Bu anlaşma zehir içmek gibidir” değerlendirmesinde bulunmasıdır. Humeyni bu zehrin çıkarılması gerektiğine ikna olmuştu. Bu ise devrim aracılığıyla gerçekleştirilecekti.”
“Mesela Lübnan’da 2007’de Hizbullah ve diğer taraflar arasında şiddetli bir çatışma çıktı. Kral Abdullah, İran’a gitmemi ve Hizbullah’ın savaşı durdurmasını talep etmemi istedi. Nihayetinde ikna oldular. Suudi ve İran büyükelçilerinin çatışma yerlerine gitmelerini şart koştuk. Nitekim, Hizbullah yarım saat veya bir saat sonra geri çekildi. Hizbullah’ın İran’ın kontrolünde olmadığını söylemesi ne kadar da ironik.”
Hamaney bana, “Neden bir gün daha kalmıyorsun?” diye sordu. Ona, ‘büyük şeytanla randevum’ olduğunu söyledim. Sonra bana büyük şeytanın kim olduğunu sordu. Bende ona “ABD başkanıyla bir randevum var” dedim. Hamaney’in yüz hatları attığı bir kahkaha ile ortaya çıktı ve bana, “Onları neden böyle tanımlıyorsun? Sizin dostunuz değil mi?” diye sordu. Bende ona, “Evet, stratejik bir dost fakat size Amerika’ya gideceğimi söylediğim zaman bana, güney mi yoksa kuzey mi diye sormanızdan korktum. Bundan dolayı sizin kullandığınız ismi kullandım” dedim.
Prens Bender, eski Enformasyon Bakanı ve Lübnan Büyükelçisi Dr. Abdülaziz Hoca'dan bir hikaye naklederek sözlerini sürdürdü:
“Hoca, Hasan Nasrallah ile iki kez bir araya geldi ve ona şunu sordu; Hafız Esed, bir araya geldiği herhangi birine iki saat boyunca Emevi oğullarından, onların görkeminden ve sizin onların düşmanı olduğunuzdan bahsederken, sizi Suriyelilerle bir araya getiren şey nedir? Nasrallah ise tek bir şeyin onlarla Suriyelileri bir araya getirdiğini söylemiş ve şöyle cevap vermiş; “Batımızda deniz, güneyimizde İsrail ve doğumuzda Suriye var. İran'dan gelen herhangi bir destek bize yalnızca Suriye üzerinden ulaşabilir. Bundan dolayı Suriyeliler ile birlikte olmaya çalışıyoruz.” Geçtiğimiz yıllarda Hizbullah ile Emel Hareketi arasında meydana gelen şiddetli çatışmaların ardından Meclis Başkanı Nebih Berri’den gelen müdahale talebi, bunun bir örneğidir. Nitekim Binbaşı General Kenan’a Nasrallah’la konuşması söylendi. Hoca’nın aktardığına göre burada iki Şii partisinin olmayacağı gerekçesini öne süren Nasrallah, bu teklifi reddetmiş. Kenan, Nasrallah'a çatışmaları durdurması için tavsiyede bulunmasını söylemiş. Nasrallah ise bu defa Cumhurbaşkanı Hafız Esed’in buna güç yetirebileceğini fakat bunu yapmayacağını söylemiş. İki ya da üç saat sonra parti üyeleri gelmiş ve Kenan’ın mesajını taşıyan bir kamyonun geldiğini bildirmişler. Kamyonun bagajını açtıkları sırada parti savaşçılarından 30’unun cesedini görmüşler. Sonrasında çatışma durmuş.”
Suudi Arabistan’ın arananlar listesi
Prens Bender’e göre İran ve Suudi Arabistan’ın yakınlaşmasına dair herhangi bir umut yok. Washington'dan döndükten sonra yaşanan birtakım olayları anlatan ve İranlılarla doğrudan görüşmelere başladığını belirten Prens, İran'ı kontrol eden birden fazla güç olduğunu dile getirerek şunları söyledi:

“Ulusal Güvenlik Konseyi'ne geldiğim dönemde Kral Abdullah, İran eski Cumhurbaşkanı Ali Ekber Haşimi Rafsancani ile temas halindeydi. Rafsancani halihazırda İran dini lideri olan Ali Hamaney’i Velayet-i Fakih olarak aday gösterdiği için pişman oldu. Kendisi defalarca Suudi-İran ilişkilerini düzeltmeye çalıştı. Daha sonra Muhammed Hatemi, cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturdu ve o da Rafsancani’nin tutumunu benimsedi. Kral Abdullah ile görüşmelerde bulundu. Bunun, iyi niyetleri göstermek ve bu çerçevede hareket etmek için bir fırsat olduğunu söyledik. Dönemin İçişleri Bakanı Prens Nayef bin Abdulaziz, o zamanlar güvenlik dosyalarından sorumlu olan İranlı mevkidaşı ile işbirliği yapmak üzere görevlendirildi. İkili, ülkeler aleyhinde eylemlerde bulunan yabancı, İranlı veya Suudi vatandaşı olan herhangi bir kişi hakkında bilgi alışverişinde bulunacaklardı. Prens Nayef, aranan yaklaşık 10 Suudi’nin isimlerini içeren bir listeyi tüm ayrıntıları, adresleri, yaşadıkları evlerin fotoğrafları ve resimleriyle birlikte İran İçişleri Bakanı’na teslim etti. Gerekli olan tek şey, yerel polise söz konusu kimseleri tutuklamaları konusunda bilgi vermekti. Ancak İran İçişleri Bakanı dosyayı aldı ve dosya ortadan kayboldu. Bir yetkili, daha sonra Muhammed Hatemi ile görüşmeye gitti. Muhammed Hatemi işbirliği yapmak istediğini fakat aranan kimselere ilişkin meseleyle Devrim Muhafızları’nın ilgilendiğini söyledi.”
Prens Bender sözlerine şöyle devam etti:
“Ulusal Güvenlik Konseyi'ne üye olduğum sıra Mahmut Ahmedinejad göreve geldi. İranlı mevkidaşım ise Ali Laricani’ydi. Laricani, Ahmedinejad’ı hiç takdir etmezdi. İran ziyaretim sırasında sözlerimin cumhurbaşkanına ulaştığını teyit edene dek onunla bir araya gelme hususunda ısrarcı oldum. Laricani bana, “Nejad’ı bırak. Onunla görüşmek o kadar önemli değil” dedi. Israrımdan vazgeçmedim ve nihayet Ahmedinejad ile bir araya geldim. Bana, Laricani’nin kendisine görüşmenin ayrıntılarını ilettiğini söyledi. O sıra Ahmedinejad’ı marjinalleştirmeye çalışan Laricani’nin bana yalan söylediğini düşündüm ve şaşırdım. Daha sonra İran dini lideri Ali Hamaney ile görüşmek istedim. Çok iyi Arapça biliyordu. tercümanın hatalarını ustalıkla düzeltiyordu. Ona, tercüman olmadan konuşalım dedim. Görüşmeden olumlu bir intiba ile ayrıldım. Aydın ve okuyan bir adamdı. Suudi Dışişleri Bakanı Prens Suud el-Faysal, Hamaney’in cumhurbaşkanı olduğu dönemde kendisiyle Pakistan'da bir araya geldi. Faysal, Ali Ekber Velayati ile birlikte Hamaney’in ikametgahına gittiğinde onu, sarığını bir kenara koymuş ve Mütenebbi okurken görmüş. Yüz hatları belirsizdi ve sert bir havası vardı. Bana, “Neden bir gün daha kalmıyorsun?” diye sordu. Ona, “büyük şeytanla randevum” olduğunu söyledim. Sonra bana büyük şeytanın kim olduğunu sordu. Bende ona “ABD başkanıyla bir randevum var” dedim. Hamaney’in yüz hatları attığı bir kahkaha ile ortaya çıktı ve bana “Onları neden böyle tanımlıyorsun? Sizin dostunuz değil mi?” diye sordu. Bende ona, “Evet, stratejik bir dost fakat size Amerika’ya gideceğimi söylediğim zaman bana, güney mi yoksa kuzey mi diye sormanızdan korktum. Bundan dolayı sizin kullandığınız ismi kullandım” dedim.”
Kasım Süleymani ile tesadüfi görüşme
Kısa bir aradan sonra Suudilerin ve İranlıların neden aynı masada oturmadıklarını anlatmaya devam eden Prens Bender, bütün yolları açtıklarını ve birtakım girişimlerde bulunduklarını belirterek, “Batılı gözlemciler tarafından sürekli bize soruluyor; Neden aynı masaya oturmuyorsunuz?” dedi.
Prens Bender, İran ziyareti sırasında karşı karşıya kaldığı garip bir tesadüfü şöyle anlattı;
“Kasım Süleymani’nin ismi Suudi istihbarat yetkililerine ulaşan her olayda yankılanıyordu, fakat resmi yoktu ya da Suudi yetkililerin elinde bulunan resim pek net değildi. Son seyahatten önce Kral Abdullah’a Ulusal Güvenlik Konseyi Genel Sekreteri olarak İran ziyaretlerini tamamlayacağımı ve emrettiği takdirde bu görevi yerine getireceğimi söyledim. Kendileri ile dost olduğum kimseler vardı, fakat karar mercii değillerdi. Karar mercii olan kimseler ise bizimle bir araya gelmek istemiyorlardı. Laricani ile Beyrut'ta 2007 yılında gerçekleştirdiğimiz ve ‘Seraya Kuşatması’ olarak adlandırılan meseleye ilişkin görüşmemiz bunun kanıtıdır. Daha önce İran’da gerçekleştirdiğimiz 4 toplantının hiçbirinde kendisini görmediğimiz biri, toplantının ortasında geldi ve bir koltuğa oturdu. Prens Selman bin Sultan ve yardımcısı Rehab Mesud benimle birlikteydi. Prens Selman, cep telefonunu titreşim moduna aldı ve telefon çaldığı sırada cevap vermek için telefonuna uzandı. Aniden, odanın köşesinde oturan kişi hızla dışarı çıktı ve içeriye giren bir diğer kişi Laricani’ye yanaşarak kulağına bir şeyler fısıldadı. Sonrasında Laricani kendisiyle ofisine gelmemi istedi. Bana bunun oldukça ahlaksız bir davranış olduğunu ve nasıl olur da heyet üyelerinden birinin Kasım Süleymani’nin fotoğrafını çekmeye çalışabileceğini söyledi. Şaşırdım ve şaşkınlıkla şöyle bir tepki verdim; “Kasım Süleymani!” Bana Prens’in onun fotoğrafını çektiğini ve bundan dolayı kendisinin dışarı çıktığını söyledi. Güldüm ve ona Kasım Süleymani’nin nasıl biri olduğunu gösterdiği için teşekkür ettim. İsmini, eylemlerini ve eylemlerinin kötü neticelerini sürekli duyduğumuzu fakat kendisini tanımadığımızı belirterek, artık geri dönüp dosyaları daha fazla inceleyeceğimizi söyledim.”
Bu olayı o sıra Kral Abdullah’a anlatmıştım. Şimdi de size anlatıyorum. Bu olay İranlılarının diğer kişilere yönelik güvensizliklerini ortaya koyuyor.
Suudi Arabistan’ın eski Washington Büyükelçisi, Suudi’nin bölgedeki en meşhur düşmanı ile neden aynı masaya oturmadıklarına dair şöyle bir hikaye daha anlattı:
“El Kaide’nin Suudi Arabistan'da terör operasyonlarına başlamasının ardından İran'a gittik. Onlara aranan kişilerin ve El Kaide üyelerinin isimlerini verdik. İranlı yetkililer, onları göndereceklerine ve Riyad ile yeni bir sayfa açacaklarına dair söz verdiler. Gerçekten de bize bir uçak gönderdiler. Fakat havaalanında karşıladığımız uçağın içinde kadınlar ve çocuklar vardı. Diğerleri ise İran tarafından himaye edildi.”
Prens sözlerini şöyle sürdürdü:
“İran tarafına, El Kaide lideri Usame bin Ladin’in ailesinin sınır tarafında bulunduğunu ve İran sınırının içinde olduğunu haber verdik. Fakat bu isteğimizi görmezden geldiler ve meseleye ilişkin herhangi bir bilgiye sahip olmadıklarını söylediler. Onlara, söz konusu kimseleri sınır ötesi uyuşturucu ve silah kaçakçılığı yapan kimseler olarak değerlendirmelerini ve cevap vermesi için birini göndermelerini söyledik. Bunu yapacaklarını söylediler fakat herhangi bir cevap alamadık. Talebimizi tekrarladık ve bu kişileri araştırmaları için birilerini göndermelerini istedik. Fakat bu talebimizi de reddettiler.”
Bender bin Sultan ile Ali Laricani arasındaki söz düellosu
Taleplerinin görmezden gelinmesi, Suudi yetkililerin İranlı mevkidaşları ile görüşmeleri sırasında öne çıkan en belirgin mesele değil. Bilakis yetkililer arasındaki bu görüşmelerde ön plana çıkan en bariz olay, yaşanan söz düellolarıdır.
Prens Bender bin Sultan, kendisiyle Ali Laricani arasında tartışmaya dönüşen resmi bir toplantıyı şöyle anlattı:
“İranlı yetkililer ve Laricani ile Hizbullah hakkında gerçekleştirdiğimiz bir toplantıda, sözlü bir tartışma yaşandı. Onlara elimizde partinin eylemlerine, İran’ın onları eğittiğine ve İmad   Körfez ve Suudi Arabistan'ın çıkarlarını hedef aldığına dair kanıtlarımız olduğunu söyledik. Ayrıca Muğniye’nin yardımcılarının ve çevresindeki kimselerin Devrim Muhafızları’na mensup olduğunu, onun Kuveyt Emiri konvoyunun bombalanması eyleminin arkasında bulunduğunu ve Kuveyt uçağının kaçırılması hadisesi ile 1996’da el-Huber’in bombalanması olayında yer aldığını belirttik. Laricani, bana tartışmanın kızıştığı bir anda “Dikkatli olun! Yoksa bütün dünyayı Suudi Arabistan’a karşı kışkırtırız” dedi.”
Prens Bender, Laricani’nin bu cevabı üzerine şu ifadeleri kullandığını söyledi:
“Dünyayı bize karşı kışkırtacaksınız öyle mi? Bizim için sorun değil. Sana Suudi Arabistan adına söylüyorum, ‘Elinden geleni ardına koyma.’ Fakat sana karşı açık olmadığımı iddia etmemen için şunu söyleyeceğim, “Mısır, Türkiye, Pakistan, Endonezya, Malezya, Çin Müslümanları ve Arap Mağrip ülkeleriyle, dışişleri bakanları, istihbarat şefleri ve ardından genelkurmay başkanları düzeyinde temaslarda bulunacağız. Ondan sonra ne olacağını göreceğiz.’ Bu sözlerimin tehdit anlamına mı geldiğini soran Laricani’ye tüm dünyayı bize karşı kışkırtacaklarını kendisinin söylediğini söyledim.”
Prens Bender sözlerini şöyle sürdürdü:
“Suudi Arabistan'a geri döndüm ve Kral Abdullah'a detayları anlattım. Bana meselenin artık bir güvenlik meselesi olduğunu söyledi. Kendilerine bunun doğru olduğunu, buna karar verecek kişinin kendileri olduğunu ve bir elçi olarak emirlerini uygulamakla yükümlü olduğumu söyledim. Kral Abdullah, Dışişleri Bakanı Suudi el-Faysal’ı ve İstihbarat Şefi Prens Mukrin bin Abdulaziz’i çağırdı. Kral, Suud el-Faysal’dan benim belirleyeceğim dışişleri bakanları ile bir toplantı yapması yönünde talimat verdi. Aynı şekilde Prens Mukrin’den de diğer ülkelerdeki mevkidaşlarını aramasını ve Suudi Arabistan'da bir toplantı yapmaları çağrısında bulunmasını istedi. Dışişleri bakanlığı düzeyinde bir toplantı yapma planımızı açıklamamızın ertesi günü Laricani’den hemen görüşmemiz gerektiğine dair bir mesaj aldım. Ona elbette görüşebileceğimizi söyledim fakat öncesinde kraldan izin almam gerektiğini belirttim.”
Prens Bender, İranlılar hakkındaki konuşmasını, “İranlıları Suudilerle aynı masaya oturtmaya kimin gücü yetebilir? Suudi-İran ilişkilerinin özeti böyle. Bu detayları açıklığa kavuşturmadığı için Suudi Arabistan'ın kusurlu olduğunu düşünüyorum” diyerek bitirdi.
Suriye... Hafız Esed ve Beşşar!

Bender bin Sultan’a doğrudan “Beşşar Esed’in Bender bin Sultan ismine olan aşırı duyarlılığının sebebi nedir? Hizbullah’ın Bender bin Sultan hakkında Suriye rejimi medyasında ve İran'ın Lübnan'daki kanallarında dolaşan yoğun konuşmaları neden kaynaklanıyor?” diye sordum. Fakat cevap beklenilenin aksineydi.
Soruma alaycı bir gülümseme ile karşılık veren Bender, şunları söyledi:
“Bazı Arap ve Arap olmayan ülkelerle çok yakın temaslarda bulundum. Şu anki hükümdarların bazılarının babası ile dostluk bağlarım var. Mesela bunlar arasında, Fas Kralı Hasan ve oğlu 7. Muhammed, Baba Bush olarak bilinen George H. W. Bush ve oğlu George W. Bush, eski Katar Emir Şeyh Hamed bin Halife Al Sani ve oğlu Katar Emiri Şeyh Temim ve Kuveyt Emiri Şeyh Sabah el-Ahmed el-Cabir es-Sabah gibi isimler var. Bu anlattığım, Beşşar Esed ile bağlantılıdır. Beşşar’ı bir şey olmadan önce de tanıyordum. Bir şey olduğunu düşünmeye başlamasından sonrada. Bir trafik kazasında ölen kardeşi Basil’i de tanıyorum. Suriye rejimi cumhurbaşkanının, bir düğüm haline gelmiş 'Basil Hafız Esed' kompleksi olduğunu düşünüyorum. Hafız Esed ile Beşşar Esed arasındaki fark, yeryüzü ile gökyüzü arasındaki fark kadardır. Baba Esed tam bir adamdı. Şimdiki ise hala bir çocuk. Babası, onunla aynı fikirde olmamasına rağmen dürüsttü. Çocuğun söylediği yalanlar ise doğru sözlerinden daha fazla. Babası kendilerine güvendiği adamlar ile çevrelenmişti. Oğlunun çevresinde ise kendisi gibi olan adamlar bulunuyor. Hafız Esed inatçı ve sabırlıydı, ancak sınırları biliyordu. Oğlu Beşşar da inatçı fakat kendisine bir diken battığında ağladığını görürsünüz. Size birazdan bir misal anlatacağım. Babası ne zaman riske atılacağını ve ne zaman geri çekileceğini biliyordu, oysa oğlunda bundan eser yok. Suriye kuvvetlerin 2005 yılında zelil bir şekilde Lübnan’dan çekilmiş olması bunun bir örneğidir. Üstelik Suudi Arabistan, bundan önce kendisine Lübnan hükümeti tarafından onaylanan haftalık bir plan sunmuştu. Plan dahilinde hareket etmiş olsaydı zelil bir şekilde geri çekilmek yerine resmi ve onurlu bir şekilde ayrılacaklardı. Ancak Beşşar planı reddetti ve olan oldu.”
Beşşar Esed ile ilk toplantı ve ilk intiba
Prens Bender bin Sultan sözlerini şöyle sürdürdü:

“Hafız Esed’in hastalığı gittikçe kötüleşmeye başladı. ABD Başkanı Bill Clinton ile görüşmek üzere Cenevre'ye gitti ve sonra Şam'a döndü. Hafız Esed ile yaptığım tüm toplantılarda onunla 3 saatten daha az konuştuğumu hatırlamıyorum. Konuşmanın yüzde 75’i onu dinlemekle geçerdi. Çünkü her görüşmemizde Emeviler tarihinden modern tarihe kadar birçok şeyden konuşur ve sonrasında konuya geçeriz. Emeviler tarihini çok seviyor ve onunla gurur duyuyordu. Ancak her toplantıda uçmaktan bahsetmekten mutluluk duyardı. Ben eski bir pilottum, o ise darbe sırasında hava kuvvetleri komutanıydı. 1998'de onu ziyaret ettim. Söylediklerime odaklanamıyordu. Bu yüzden konuyu anlayana kadar ona söylediklerimi tekrar etmem gerekiyordu. Birdenbire bana, İsrail Başbakanı İzak Rabin’in suikasta uğraması kadar kendisini üzen bir şey olmadığını söyledi. Ona neden üzüldüğünü, bundan dolayı sevineceğini düşündüğümü söyledim. Bana genellikle fırsatları görüp değerlendirdiğini ve zamanı gelince istediğini elde ettiğini söyledi. Fakat bu sefer fırsatı Rabin’in değerlendirdiğini ve kendisini affedemeyeceğini dile getirdi.”
“Hafız Esed bana, “Rabin denklemi değiştirmeye karar verdi ve ABD Başkanı’na hitaben Golan’dan çekileceğine dair bir mektup gönderdi” dedi. O mektupta, “Esed’e söyle, size ilişkilerin düzeleceğine dair söz verir, ağır silahları Türkiye sınırına çekmeyi kabul ederse, ben Golan’dan çekilmeyi kabul ediyorum” ifadeleri yer aldı. Bunun üzerine Esed bu teklifi kendisine değil, ABD Başkanı’na hitap ettiği için reddetti.
“Bunun üzerine ABD Dışişleri Bakanı Esed’e, “Sana gelebilecek en iyi teklif budur, düşün. Rabin’in popülerliği var, bu anlaşma Knesset’ten de geçebilir. Başkan aracı olarak gelmeye hazır” dedi. Esed ise “Direndim ve reddettim, çünkü bu hitap bana değil ABD Başkanı’na yöneliktir” ifadelerini kullandı. Bu cevap üzerine ABD Dışişleri Bakanı, “Hayır Telaviv’e gitmeyeceğim, Washington’a gideceğim” der. Bunun üzerine ise Esed, “Bu fırsatı kaçırmasaydım Golan bizim olacaktı. Bir büyükelçilik açacaktık ama kimseyi sokmayacaktık. Ama fırsat kaçtı” dedi.”
Prens Bender bin Sultan sözlerini şöyle sürdürdü:
Rabin hakkında konuşmayı bitirdikten sonra bana, “Bu gece bizimle Suriye'de kalacak zamanın var mı?” diye sordu. Bende ona bir emri olup olmadığını söyledim. Bana “Oğlum Beşşar ile tanışmanızı istiyorum. Onun dünyaya dair bakış açısını ve ufkunu genişletmeye ihtiyacı var” dedi. Aniden İngiltere'de uzmanlık çalışması için arabuluculuk konusunu hatırladım ve “Göz doktoru olan mı?” diye sordum. “Evet. Faruk eş-Şara’dan Beşşar'la görüşmenize katılmasını isteyeceğim” dedi.
O zamanlar ben ve Hafız, Golan sorunu çözülene kadar Suriye ve İsrail taraflarının üzerinde çalışabileceği bir haritayı masaya koyduk. Taberiye Gölü tarafından 300 metrelik mesafeye ilişkin bir sorun vardı. Çünkü Hafız Esed, 67 metrede Suriye askerlerinin ayaklarının suya temas ettiğini hatırladığını ve şimdi ise öyle olmadığını söylüyordu. İsrailliler ise sınırın aynı sınır olduğunu ve çekilme nedeniyle suyun durumun değiştiğini söylüyorlardı. İsrailliler devriyelerinin geçişi için kendilerine bir 10 metrelik bir alan açılmasını istiyor, fakat İsrail devriyelerinin dışarıdan geçmelerini isteyen Suriye tarafı bunu reddediyordu. Amerikalılar, ABD, İngiltere, Kanada, Japonya ve Körfez devletlerinden oluşan uluslararası bir grup kurmayı ve Golan’ı sanayi, turizm ve diğer alanlarda canlandırmak üzere ortak projeler üzerinde çalışmayı teklif ediyorlardı. Esed, bu teklif konusunda iyimserdi, ancak diğer meseleyi ret konusundaki ısrarını sürdürüyordu. Esed’e acele etmemesini ve bu meseleyi düşünmesini söyledim. Ona o sıra Veliaht Prens olan Kral Abdullah’ın kendisini ziyarete geleceğini ve onunla konuşacağını söyledim. Sonra tekrar Beşrar meselesini açtı. Hafız Esed’i 30’dan fazla ziyaret etmeme rağmen Beşşar’ı onunla birlikte görmediğimi hatırlıyorum.
Hafız Esed, Prens Bender ile görüştükten sonra Beşşar'ı azarladı
Prens Bender, Esed ile olan ilk görüşmesini şöyle anlatıyor:

“Hafız Esed’in yanından ayrıldıktan sonra otele gittim. Sonra Suriye Dışişleri Bakanı Faruk eş-Şara geldi ve beni Şam taraflarında bir villaya götürdü. Beni orada Beşşar Esed karşıladı. İdmanlı bir genç olduğu her halinden belli oluyordu. Fazla konuşmadı. Ona tanıştığımıza memnun olduğumu söyledim. Bana cumhurbaşkanının kendisini bilgilendirdiğini söyledi. Cumhurbaşkanının kendisine ‘emrettiğini’ değil de ‘bilgilendirdiğini’ söylemesi beni şaşırttı ve onu test etmek için “Cumhurbaşkanı mı emretti?” diye sordum. Fakat kastımı anlamadı. Yanımızda bulunan Faruk eş-Şara soruyu üstüne alındı ve şöyle cevap verdi, “Evet, cumhurbaşkanı benden Beşşar’ı ziyaretinizde size eşlik etmemi emretti.” Sonra Beşşar beni buyur etti. Haritaları masaya koydum ve ona babasıyla aramda konuştuğumuz ayrıntıları anlattım. Faruk eş-Şara’nın görüşme sırasında meselenin önemli olduğuna dair Beşşar’ı uyardığını görmedim. Beşşar masaya vurdu ve şöyle dedi, “Bu nasıl biz söz 10 metre buradan 10 metre şuradan bu meseleden kurtulalım.” Bende ona, “Neyinden kurtulalım” diye sordum. O da “Daha iyi bir çözüm var mı? Kimde daha iyi bir çözüm varsa getirsin” dedi. Ben de “ Evet var” dedim. Bana “Kim?” dedi. Ben de “Baban” dedim.
Faruk eş-Şara o anda “Yoldaş Beşşar meselenin iki boyutu olduğunu söylüyor” diyerek konuşmamızı böldü. Beşşar ondan çıkmasını istedi ve gerçekten de Faruk yanımızdan ayrıldı. Beşşar’a o sıra şöyle bir öneride bulundum; “Bana bilgisayarları ve elektronik cihazları sevdiğini söylediler. ABD’ye gelip seni batı kıyısında beğeneceğin bir yere götürmem ve Boeing, Silikon Vadisi ve diğer şirketleri ziyaret etmeni sağlamam konusunda ne düşünürsün. Sonra Aspen'e gideriz, orada bir çiftliğim var. Orada birkaç gün geçirirsin. Sonra Washington’a döneriz. Beyaz Saray ile irtibat kurmanı sağlarım. Ya birlikte oraya gideriz ya da Beyaz Saray'dan birisini seninle evimde bir araya getiririm.”
Prens Bender’in anlattığına göre Beşşar kendisine, yerel lehçesi ile şunu söylemiş, “Neden bu karışıklık, konuşmak istiyorlarsa konuşuruz.” Prens Bender ise ona şöyle cevap vermiş, “Konuyu babanıza danışmadım. Sanırım en iyisi ona danışmak olacak. Kendiniz doğrudan Washington'a gidebileceğinizi düşünüyorsanız, bunu ayarlarım. Onlardan seni davet etmelerini bile isteyebilirim.”
Prens, Beşşar ile görüşmesinden sonraki süreci şöyle anlatıyor:
“Bende, zeki olduğu yönünde olumlu bir izlenim bıraktı. Yanından ayrılıp otele geldim. Otele varır varmaz Devlet Başkan Yardımcısı Abdülhalim Haddam beni aradı ve akşam yemeği yiyip yemediğimi sordu. Ona henüz yemediğimi, fakat aşağı inip otelin lobisinde akşam yemeğini yiyeceğimi söyledim. Evine gidip onunla birlikte yemem için ısrar etti. Bir araya geldiğimiz zaman bana, çocuğun sözlerine aldırmamı söyledi. Bende ona hangi çocuktan bahsettiğini sordum. Bana bahsettiği kişinin Beşşar olduğunu söyleyince ona, bana mı yoksa ona mı casusluk yaptığını sordum. Bana, “Hayır. Cumhurbaşkanı sana söylediği sözlerden sonra onu azarladı” dedi. Ona cumhurbaşkanının her şeyi duymuş olmasının sorun olmayacağını söyledim. Çünkü konuşmamın sonunda, ona cumhurbaşkanına sormasını ve kabul ettiği takdirde istediğini yapacağımızı söylediğimi belirttim.”
Hafız Esed'in son günleri ve Beşşar'ın değişen davranışları
Prens Bender, Hafız Esed'in son günleri ve Beşşar'ın değişen davranışları hakkında şunları söyledi;

“Neredeyse iki ay sonra tekrar geri döndüm. Hafız Esed’i bu kez daha bir yorgun gördüm. Benden bir kez daha Beşşar ile görüşmemi, fakat bu sefer diplomatik bir dil kullanmamı istedi. Kral Abdullah ile birlikte üçüncü kez Şam’a geldik. Prens Suud el-Faysal ve Prens Mukrin de bizimle birlikteydi. Kral Abdullah, Hafız Esed ile görüşmesinin ardından onun durumunun iyi olmadığını söyledi. Krala, Hafız’ın bir senedir bu durumda olduğunu ve bunu kendilerine ilettiğimi söyledim. Hafız Esed'in ölümünden sonra her şey değişti. Beşşar yükseldi ve devlet başkanı oldu. Anayasayı kendi çıkarına olacak şekilde değiştirdi.”
Prens Bender o anları şöyle anlatıyor;
“2000 yılında Washington’daydım ve Hafız Esed’in ölüm haberini aldım. Riyad'dan cenazeye katılmak için izin istedim ve Kral Abdullah’ın da cenazede hazır bulunacağını haber verdim. Kendimi Kralla aynı ya da bir saat öncesinde Şam’da olacak şekilde ayarladım. Hafız'ın ölümünün ikinci günü havaalanına ulaştım. Kral Abdullah’ın uçağı, Cidde’de merhum Yemen Devlet Başkanı Ali Abdullah Salih ile sınır anlaşmasına ilişkin gerçekleştirdikleri görüşmeden dolayı gecikti. Suudi Arabistan'dan Kral'ın uçağının 3 veya 4 saat gecikeceğine dair haber aldım.”
Prens, bu gecikmeyi ve Beşşar ile doğrudan görüşmeye nasıl sürüklendiğini şöyle anlatıyor;
“Uçakta otururken, General Manaf Tlass’ın kapıda beni görmek istediğini söylediler. Bende buyurmasını söyledim. Selam verdikten sonra Beşşar’ın beni akşam yemeğine davet ettiğini söyledi. Restorana girdiğimiz sırada herkes durdu. Sırtlarında makineli tüfek taşıyan sivil kıyafetli kimseleri görünce şaşırdım. Sonra Manaf geldi ve “Cumhurbaşkanı” dedi. “Cumhurbaşkanı mı?” dedim. “Evet” dedi Cumhurbaşkanı. Benim Washington'dan Şam'a geldiğim süre içerisinde Suriye Arap Baas Partisi toplanmış ve gayr-i kanuni bir şekilde onu oylamışlar. Yaşı 40’tan daha az olan Beşşar, devlet başkanı olmuştu. Manaf Tlass, kendisine kralı bekleyeceğimi söylememe rağmen Beşşar’ın önce benimle görüşmek istediğini söyledi. Tüm bunların birkaç saat içinde nasıl gerçekleştiğine şaşırmıştım.”
Havaalanından devlet başkanının evine
Prens sözlerini şöyle sürdürdü:       

 “Ölülerinizi hayırla yad edin denilir. Ben de merhum Hafız Esed’i hatırladım ve hayırları hakkında konuşmaya başladım. Sözümü yarıda kesen Beşşar, bana kendi lehçesinde "evet evet hayrolsun" dedi ve “Amerikalılarla çalışmaya nasıl başlayacağız? Onlara hazır olduğumuza dair bir mesaj iletmek mümkün mü?” diye sordu. Ona baktım ve henüz babasını defnetmediğini söyledim. Ayrıca kralın kendisi ile çok ilgilendiğini ve emin olup olmadığını sordum. Bana neyden emin olması gerektiğini sordu. Bende ona “Kendinden!” dedim. Bana son iki aydır babasının ofise gidemediğini ve kendisinin gerekli evrakları imzaladığını söyledi. Sonrasında ise spora ve ardından işe gittiğini söyledi.”
Prens, Beşşar Esed'in devlet başkanlığı görevini üstlendiği saatlerin ayrıntılarına ilişkin sözlerini şöyle tamamladı:
“Ona ‘Tamam mı?’ diye sordum. Bana şöyle cevap verdi;

“Dün sabah birtakım evraklarla eve gittim ve onları anneme ve kız kardeşim Büşra’ya teslim ettim. Babamın biraz yorgun olduğunu söylediler. İçeri girdim. Gözlerini zar zor açtı. Nabzını dinledim ve biraz sonra nabzı durdu. . (Prens burada bu konuşmanın harfi harfine gerçekleştiği konusunda yemin etti) Anneme babamın uyduğunu söyledim ve kapıyı kapattım. Sonra kulübe gittim ve biraz spor yaptım. Mahir Esed’e ve Munaf Tlass'a güvenliği kontrol altına alma planını anlattım ve onlardan Şam’a girişleri tanklarla kapatmalarını istedim. Bölge liderleri geldi ve onların yanına gittim. Bazıları selam verdi, bazıları ise rahmet diledi. Onlara, ‘Sen yarın ayrılacaksın. Senin son senen. Sen kalacaksın. Sen dilini keseceksin. Sen şöyle yapacaksın, sen böyle yapacaksın…’
“Babasını defnetmeyen Beşşar’ın anlattığı ayrıntılardan duyduğum şaşkınlıktan ona bir kez daha silahlı kuvvetlerin yanında olacağına güvenip güvenmediğini sordum. Bana, getirdiği liderlerin hepsinin silahlı kuvvetlerden olduğunu ve onlara güvendiğini söyledi. Şaşırdım. Kendi kendime, “Allah Golan’ı korusun, bu ordu liderleri olduğu müddetçe Golan kurtulamayacak” dedim.”
Prens, Devlet Başkanı Beşşar Esed ile yalnız kaldığı zaman, onun kendisine şunları söylediğini aktardı;
“Bender! İnsanlar ellerimin kadife gibi yumuşak olmasını bekliyor. Evet, ellerim kadife gibi fakat altında demir yumruk var.”
Kral Abdullah’ın Şam'a ulaşması ve Devlet Başkanı Beşşar ile ilk görüşmesi
O sıra Veliaht Prens olan Abdullah bin Abdulaziz’in Şam’a ulaşmasından birkaç saat önce Beşşar Esed, babasının hayatının son saatlerini ve ordunun memnuniyetini nasıl kazandığını anlatmaya devam ediyordu. Fakat Prens Bender'in acelesi vardı. Havaalanına geri dönmek, Kral Abdullah'ı karşılamak, ona olup biteni anlatmak ve sonrasında cenazeye eşlik etmek istiyordu.
Beşşar, “Biliyor musun? Kral Abdullah babam gibi ve bazen kendimi onun önünde ifade edemiyorum ya da onunla hiçbir şey konuşamıyorum. Herhangi bir sorun olmadığı ve işlerin yolunda gittiği konusunda ona güvence vermeni istiyorum” dedi.
Havaalanına geri döndüm ve kralın uçağını beklemeye başladım. Oysa Beşşar Esed’in de onu karşılamak için havaalanına geldiğini gördüm. Krala olup biteni anlatmaya fırsat bulamadım. Kral Abdullah ve beraberinde bulunan Prens Mukrin bin Abdulaziz, Prens Suud el-Faysal ve Dr. Gazi Kusaybi, Beşşar ile birlikte meclise girdiler. Bir süre sonra Kral Abdullah, Beşşar’a “Özel konuşalım” dedi.
Kral ofise açılan bir kapı olduğunu düşünerek hızlıca kapıya doğru ilerledi ve kapıyı açtı. Fakat kapı dinlenme odasına açılıyordu. Kral sonra Beşşar’a döndü ve burada ofis olup olmadığını sordu. Beşşar, “Nasıl olmaz majesteleri, ofis diğer tarafta” dedi. Kral, Beşşar’a “Seni oğlum gibi severim” dedi ve birlikte ofise girdiler. Kral, Beşşar’ı karşısındaki bir sandalyeye oturttu ve kendisi ile biraz şakalaştı. Konuşma yaklaşık 45 dakika sürdü. Prens Mukrin bin Abdulaziz, Prens Suud el-Faysal ve Dr. Gazi Kusaybi’ye olan biteni anlattım. Gazi Kusaybi, bunları neden Kral’a anlatmadığımı sordu. Ona, olanlara kendilerinin de şahit olduğunu söyledim. Prens Suud el-Faysal bana döndü ve bunları Kral’a iletmemi söyledi.”
Prens o anları şöyle anlatıyor:
“Kral çıkıncaya kadar bekledik. Beşşar Kral’ı uğurlamak için ısrar etti. Kral dışarı çıktı ve ona doğru hızlıca ilerledim. Ona kendileri gelmeden önce Beşşar ile görüştüğümü ve bunu kendilerine söylemek için fırsat bulamadığımı söyledim. Kral bana şöyle dedi:
"Bu konuşmayı bilmeyen bir çocuk. Ona sordum senin danışlmanların kimlerdir? Çünkü konuşmayı bilmiyor! Suriye bizim için çok önemli o yüzden başkasının eline geçmesini istemiyoruz."

Kral Abdullah bin Abdulaziz, 2001 yılında Şam Havaalanı’nda Beşşar Esed ile birlikte (Getty)
Prens Bender bin Sultan ile gerçekleştirilen röportajın ikinci bölümünden başlıklar:
- Kral Abdullah, Beşşar’ın işleri idare edemeyeceğine dair edindiği izlenimden dolayı Şam'da daha uzun kalmayı kararlaştırdı ve ABD Dışişleri Bakanı'ndan da Suriye'de kalma süresini uzatmasını ve Beşşar ile resmi bir şekilde görüşmesini istedi.
- Beşşar, Mahluf ailesinden olan kuzenini bir Fransız şirketini koruması amacıyla bir sözleşmenin imzalanmasına aracılık etmesi için gönderdi. Bunu öğrenen Savunma Bakanı Veliaht Prens Sultan Bin Abdulaziz öfkelendi ve şirketin başvuru listesinden çıkarılması istedi.
- Suudi Arabistan’ı görmezden gelerek İran’a ziyarette bulunan Esed, Riyad ile ilişkilerini soğuttu.
- Suriyeliler, Yaser Arafat'ın Beyrut'taki Arap zirvesine katılmasını engellediler ve televizyonda bir konuşma yapmaya hazırlanan Arafat’ın bunu gerçekleştirdiği takdirde Emil Lahud’dan yayını kesmesini istediler.
- Beşşar Esed'in Lübnan Devlet Başkanı Refik Hariri'ye sövmesi ve Kral Abdullah'ın Refik’e zarar verememesi hususunda Esed’i uyarması
- Hariri’nin suikastına ilişkin davada aranan ile ilgili Beşşar’ın yapmış olduğu hilenin ardından Riyad ve Paris arasında yaşanan diplomatik utanç
RÖPORTAJIN 1.KISMI
RÖPORTAJIN 3. KISMI​
RÖPORTAJIN 4.KISMI



Mustafa el-Kazımi Irak'a hangi nedenlerle döndüğünü ve yeni dünya düzenini nasıl gördüğünü anlattı

Irak eski Başbakanı Mustafa el-Kazımi (Nur Eyyub – Al Majalla)
Irak eski Başbakanı Mustafa el-Kazımi (Nur Eyyub – Al Majalla)
TT

Mustafa el-Kazımi Irak'a hangi nedenlerle döndüğünü ve yeni dünya düzenini nasıl gördüğünü anlattı

Irak eski Başbakanı Mustafa el-Kazımi (Nur Eyyub – Al Majalla)
Irak eski Başbakanı Mustafa el-Kazımi (Nur Eyyub – Al Majalla)

İbrahim Hamidi

Eski Irak Başbakanı Mustafa Kazımi iki yılı aşkın bir sürelik ‘savaşçı molasının’ ardından Irak'a döndü. Titiz hesaplamaları ve adımlarıyla tanınan Kazımi'nin dönüşü birçok soru işaretine ve spekülasyona yol açtı. Tüm bunlara bir de ülkesine 7 Ekim 2023'ten sonra Ortadoğu'nun büyük dönüşümlere sahne olduğu ve ABD Başkanı Donald Trump'ın yeniden Beyaz Saray’a dönüşüyle dünyanın yeni bir döneme girdiği bir dönemde dönmüş olması eklendi.

Saddam Hüseyin’in iktidarı döneminde sürgünde gazeteci olarak çalışan Kazımi, Irak'ta, bölgede ve dünyada, müttefikler ve çatışan taraflar arasındaki geniş ilişki yelpazesiyle tanınıyor. Kazımi aynı zamanda Bağdat'taki büyük değişimin ardından iç ve dış dönüşümler, krizler ve değişimler arasında bağlantı kurabilen, sinyallerin ve değişimlerin anlamlarını okuyabilen az sayıdaki isimden biri.

Kazımi’ye Irak, Ortadoğu'daki değişimler ve yeni dünya düzeni hakkında pek çok soru sordum. Bir kısmı Londra'da gerçekleşen röportaj, 26 Mart 2025 tarihinde e-posta yoluyla yazılı olarak tamamlandı.

Kendisine Bağdat'a dönüşünün ne anlama geldiğini, seçimlere katılmayı planlayıp planlamadığını ve ne tür garantiler istediğini, ABD askerlerinin Irak’tan çekilmesini ve Irak'ta Tahran ile Washington arasındaki ilişkileri, Beşşar Esed rejiminin düşmesinden sonra Ortadoğu’yu ve Hizbullah’ın başarısızlıklarını, ABD Başkanı Donald Trump'ın İran'a yönelik ‘azami baskı’ tehditlerini, Suudi Arabistan-ABD ilişkilerini, yeni dünya düzenini, ABD, Çin ve Rusya arasındaki ilişkileri ve Arap ülkelerinin uluslararası konumunu sordum.

İşte Şarku’l Avsat’ın Al Majalla’dan aktardığı  Mustafa el-Kazımi röportajın tam metni:

*Sayın Başbakan, iki yılı aşkın bir aradan sonra Irak'a geri döndünüz. Dönüşünüz hangi sebeplere dayanıyor?

Öncelikle bana bu fırsatı verdiğiniz için teşekkür ederim. Başbakanlık görevimi tamamladıktan sonra Irak'tan ayrılmaya karar verdim. Bu kararın kendince sebepleri ve gerekçeleri vardı. Kişisel olarak böyle bir çalışma döneminden sonra bir mola vermeye ihtiyacım vardı. Sorumluluk üstlendiğim dönem sadece başbakanlıkla sınırlı değildi, Milli İstihbarat Teşkilatı'nın başında bulunduğum 2016 yılından görevi mevcut Başbakan'a devrettiğim 2022 yılının ekim ayına kadar uzanıyordu.

Bazı kardeşler benim ‘savaşçı molası’ verdiğimi söylediler. Bu tanımda bir miktar doğruluk payı var. Birçok görüşmede tepede durduğumu ifade ettim. Bu da bir yandan durumun takibi ve gözlemlenmesiyle karışık bir mola, diğer yandan da görüşler, fikirler ve yaklaşımlar geliştirmenin yanı sıra deneyimin değerlendirilmesi, kaydedilmesi ve belgelenmesi için çalışma anlamına geliyordu. Özellikle bölgeyi ve dünyayı kasıp kavuran değişimler aynı zamanda sükûnet ve esneklik gerektirdiğinden, mevcut koşullara ve karmaşıklıklara rağmen uygun çözümler üretmemize yardımcı oldu. Duygulara kapılmamalı ve Irak'ın, halkının ve bölgenin genel çıkarlarını gerçekleştirmek için ahlaki, insani ve ulusal değerleri korumalıyız.

Beşşar Esed rejiminin çöküşü ve Lübnan'da Hizbullah'ın yaşadığı gerilemenin Irak’a yansımaları olacak. Henüz fırtınanın içindeyiz, dolayısıyla bu sonuçların kapsamını ve niteliğini tam olarak kestirmek zor.

Bölgedeki gelişmeler ve bunların genel olarak Arap dünyasına, özelde ise Irak'a yansımaları, engellerin aşılmasına ve hesapsız maceralardan uzak bir şekilde gerçeğe hızlı bir şekilde dönülmesine katkıda bulunacak fikirleri üretmeye açık bir şekilde çalışmak ve başlatmak için beni daha fazla motive etti.

Mola bitti İbrahim Bey. Arap dünyasındaki durumun bir parçası olmaya çalışmanın zamanı geldi. Irak, bu uzlaşıdan ve bu eğilimden sapmayan bir Arap ülkesi ve bundan uzak kalamaz. Bu derinlik başka bir derinlikle yer değiştiremez.

*Önümüzdeki seçimlere katılmak için ittifaklar kurmak istediğiniz doğru mu?

Önümüzdeki seçimlere katılma, ittifaklar kurma ya da koalisyonlara katılma konusunu zamana bırakıyorum. Çok sayıda ve çeşitli seçeneklerimiz var. Vizyonumuzla örtüşen ve farklı yaklaşımları paylaşan güçler ve partilerle açık ve kesintisiz olarak iletişim halindeyiz. Bu konu halen tartışılıyor.

İki önemli noktaya değinmek istiyorum. Bunlardan birincisi, eğer önümüzdeki seçimlere katılmaya karar verirsek özellikle 2005 yılından bu yana geçmiş seçimlerde yaşadığımız tecrübeler çerçevesinde, bu seçimlerin adil olacağına ve en üst düzeyde şeffaflığa sahip olacağına dair garantiler talep ediyoruz. Daha önce pek çok zorluk, aksaklık ve haksızlık yaşandı.

cfvgthy
Al Majalla Genel Yayın Yönetmeni İbrahim Hamidi eski Irak Başbakanı Mustafa Kazımi ile bir röportaj gerçekleştirdi (Al Majalla)

İkincisi olarak seçimlere katılalım ya da katılmayalım, iktidarda olsun ya da olmasın, hükümete ya da siyasi sisteme yakın yahut muhalif olsun herkes, ulusal ve tarihi sorumluluklarını üstlenmeli. İçinde bulunduğumuz dönem ortak yarar için, Irak'ın iyiliği için çalışmamızı gerektiriyor. Çünkü fiyasko ve başarısızlığın bedelini hepimiz, Irak ve Iraklılar ödeyecek. Ben de her zaman bundan korkuyor ve buna karşı uyarıyorum.

*ABD, askerlerini bir takvim dahilinde Irak’tan geri çekmeye karar verdi. Sizce bunun Irak üzerinde nasıl bir etkisi olacak?

Hükümetim döneminde, ABD muharip güçlerinin Irak'tan çekilmesini tamamladık, ancak belirli sayıda askeri danışmanı bulundurmaya devam ettik. Onlara güvenlik güçlerimizin bazılarını eğitme ve DEAŞ çeteleriyle mücadele edebilmeleri için gerekli tavsiye ve desteği sağlama görevi verdim.

Bu anlaşmayı ve etkilerini değerlendirme sürecinde değilim. Ancak Irak'ın Amerika Birleşik Devletleri ile olan ilişkisinin stratejik ve önemli olduğu ve bundan taviz verilemeyeceğini söylemek istiyorum. Bu ilişkiyi nasıl güçlendireceklerini ve geliştireceklerini araştırıp ABD’nin yeteneklerinden, uluslararası konumundan ve Irak'a bir devlet, kurumlar ve halk olarak hizmet etme potansiyelinden yararlanmak yetkili kardeşlerimizin görevi.

Daha önemli ve talihsiz olan bir diğer konu ise Irak halkına cehaletle birlikte ikiyüzlülüğün ihraç edilmesidir. Bir yandan ABD ile bağların koparılması çağrısında bulunurken diğer yandan gizlice ve üstü kapalı bir şekilde köprüler kurmaya ve Irak içinde ve dışında ABD’li yetkililere kimliklerini sunmaya çalışan sahte slogancılardan bahsediyorum!

*Irak’a döndüğünüzde bölge çok değişmişti. Örneğin Beşşar Esed rejimi düşmüş ve Hizbullah başarısızlığa uğramıştı. Bu durum Irak'a da yansıdı mı?

Elbette. Beşşar Esed rejiminin düşmesi ve Lübnan'da Hizbullah'ın yaşadığı gerilemenin Irak'a yansımaları olacak. Henüz fırtınanın içindeyiz, dolayısıyla bu sonuçların kapsamını ve niteliğini tam olarak kestirmek zor. Sanırım önümüzdeki birkaç ay içinde bu daha da netleşecek.

Ne yazık ki, Irak'taki silahlar sınırların dışından kararlaştırılmış ve Irak'ın oyun sınırlarını aşan anlaşmaların bir parçası olarak birçok kez kullanılmıştır. Bu kesinlikle kabul edilemez.

En önemlisi başkalarının deneyimlerinden ders çıkarmaktır. Iraklılar olarak, başkalarıyla aynı hataları yapmamak için kendi deneyimlerimizden ve başkalarının deneyimlerinden ders almalıyız. Aynı hataları yapmak ne haklı gösterilebilir ne de kabul edilebilir. Bugünün dersi, başkalarının deneyimlerini iyi anlamak, koşulları, faktörleri ve sonuçları iyi okumak ve bir sonraki aşamayı doğru bir şekilde kurmaktır. Ancak bu şekilde daha sonra bir gerileme yaşamaktan kaçınırız. Devlete, devletin tercihine ve devletin kurumlarına inanmalıyız, çünkü herkesi koruyan onlardır, tersi değil.

*Irak ve İran arasındaki ilişkiyi nasıl görüyorsunuz?

Irak ve İran arasındaki ilişkinin, her iki ülkenin özgünlüklerine saygı göstererek ve her iki ülke için de en iyisini elde etme çabası çerçevesinde, olumlu etkileşim ve iyi komşuluk temelinde olması gerekiyor. Irak'ın iç işlerine her türlü müdahaleyi reddediyorum. Her iki ülkenin de çıkarlarını korumak için Irak'ın İran'ın arka bahçesi olmasına izin verilmesine karşıyım.

Burada, İran’daki ilgili kardeşlerimi, genel olarak bölgeye ve özelde Irak'a ilişkin vizyonlarını yeniden gözden geçirmeye ve ikili iş birliği ve iletişimde devlet ve kurum mantığını yerleştirmeye çağırıyorum.

Bölgemizde değişimler yaşanıyor. Herkesin bu değişimlere ayak uydurması gerekiyor. Herkes, bölge ülkeleri ile halklarının çıkarlarına hizmet eden iş birliği ve ekonomik entegrasyon ilkeleri doğrultusunda çalışmalı. Ancak bu şekilde güvenlik ve istikrarın temelleri atılıp hiç kimsenin çıkarına olmayan bir çatışmaya herkesi itebilecek pervasız maceralar önlenebilir.

*Devletin kontrolü dışındaki silahlar ne olacak?

Silahlar devletin kontrolü dışında olduğu zaman Irak öldü demektir. Uluslararası toplum ve bölgesel komşular, devletin, devlet kurumlarının ve halkın iradesi olmaksızın savaşa ve barışa karar verme konusunda risk almaya ve ileri gitmeye hazır taraflara ve milislere sahip bir devletle uğraşmamaları konusunda uyarıyor.

Ne yazık ki, Irak'taki silahlar sınırların dışından kararlaştırılmış ve Irak'ın oyun sınırlarını aşan anlaşmaların bir parçası olarak birçok kez kullanılmıştır. Bu kesinlikle kabul edilemez. ABD karşıtı sloganlar atanlar, ABD’nin hükümetle koordineli olarak bulundurduğu askerlerini ‘işgal’ olarak değerlendirirken, devlet ve hükümet bu askeri varlığı dünyanın en güçlü askeri gücüyle güvenlik iş birliği ve stratejik ortaklığın bir parçası olarak görüyor.

Bu çelişkiyi nasıl açıklayabiliriz? Daha önce de söylediğim gibi, Irak halkının kasıtlı olarak cehaletiyle birleşen bir ikiyüzlülük var ve bu onlara çok pahalıya patlayacak. Çünkü halk artık gerçekleri ayırt edebiliyor.

*Pekin’deki anlaşmanın zeminini hazırlayan Suudi Arabistan-İran görüşmelerinin Bağdat’ta yapılmasında rol oynadınız. Üzerinden geçen iki yılın ardından anlaşmayı nasıl görüyorsunuz?

Bu görüşmeler karşılıklı iyi niyetlerle yapıldı. Irak, coğrafi konumu, yakınlığı ve iki komşusuyla da olan etkileşimi sayesinde bunun görüşmelere uygun ve elverişli bir zemin hazırlayabildi. Müzakerelerin sayısı beş tura ulaştı. Bu turlarda iki taraf arasında açıklık ve şeffaflık ön plandaydı. İki taraf arasında çözüm bekleyen konuların çoğu ele alındı. Irak, aradaki boşlukları doldurmaya istekli bir arabulucu olabildi, fakat -açıkça söylemek gerekirse- Irak bu tür görüşmelerin sonuçlarının garantörü olamaz. Bu tür görüşmelerin bölgesel değil, uluslararası bir garantöre ihtiyacı olduğu bir gerçek. Çin de her iki tarafa görüşmenin sonuçlarının garantörü olmayı önerdi.

7 Ekim'den önceki bölge ile sonraki bölge aynı değil. Sadece çatışmaların yaşandığı coğrafyada değil, bir bütün olarak bölgesel sistemde de büyük değişimler yaşandı.

Bölgemizde yaşanan onca şeyden sonra, bu diyaloğun bazılarının zaman kazanmak ve bir aşamayı geçmek için kurduğu geçici bir diyalog olarak değil, yeni bir strateji ve herkese olumlu yansıyacak farklı bir bölgesel yaklaşım için temel bir diyalog olarak görülmesini umuyorum. Ben halen her iki tarafta da iyi niyetin var olduğuna ve bu anlaşmayı geliştirme potansiyelinin bulunduğuna inanıyorum.

*Irak İran'ın komşusu. Trump İran'a ya azami baskı uygulayacağını ya da bir anlaşma yapacağını söylüyor. Siz bunu ve Irak üzerindeki etkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Başkan Trump, ABD'nin hasımlarına karşı azami baskı politikası uyguluyor. Bu bağlamda İran'a baskı uyguluyor ve davranışlarını değiştirmeye zorlamak için güç kullanma tehdidinde bulunuyor. Ancak bu politikayı daha tehlikeli kılan en temel değişken, 7 Ekim 2023 tarihinden bu yana Ortadoğu'da yaşanan büyük çalkantıların ortasına denk gelmesidir. Bu durum, iki taraf arasındaki gerilimi tırmandırırken bir yandan İran-Irak ilişkilerinin diğer yandan da ABD-Irak ilişkilerinin seyrini doğrudan etkiliyor.

fergt
ABD Başkanı Donald Trump, 2020 yılında ilk başkanlık döneminin sonlarında dönemin Irak Başbakanı Mustafa el-Kazımi'yi Beyaz Saray'da ağırladı (AFP)

Washington ve Tahran arasındaki gerilimin niteliği ne olursa olsun, Irak'ın menfaati bunun olumsuz yansımalarını kontrol altına almayı ve iki taraf arasında diyalog kanalları açabilecek etkin bir rol sahibi olmasını gerektiriyor. Aynı durum, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Katar gibi bölge ülkeleri için de geçerli.

Irak, ABD-İran çatışmasının somut jeostratejik ve tarihi gerçeklerine en fazla cevap veren ülke konumunda olduğundan bu boşluğu doldurmada ve perspektifleri yakınlaştırmada yapıcı bir rol oynamayı hak ediyor. Irak'ın, temel çıkarlar, ulusal güvenlik ve Arap derinliği olmak üzere bu üç temele dayanan dengeli bir vizyon temelinde değişikliklere uyum sağlama yeteneğine sahip olması da önem taşıyor.

Öte yandan İran’daki kardeşlerimizi bölgedeki, özellikle de Irak'taki deneyimlerini değerlendirmeye ve koşulları tek tarafın yararına kullanmak yerine çözümü düşünmenin ve çözüm bulmanın yanında komşularla ilişkilerde devlet ve kurumları kavramına geçmeye ve devrim fikrini kendi sınırlar içinde tutmaya ve onu ihraç edip orada burada sorun yaratmamaya dayalı kapsamlı bir vizyon geliştirmeye çağırıyorum.

*7 Ekim 2023 olaylarının ardından yeni bir bölgesel düzenin şekillenmekte olduğundan bahsediliyor. Siz bunun hakkında ne düşünüyorsunuz?

Bölgenin 7 Ekim öncesiyle sonrasında aynı olmadığı kesin. Sadece çatışmaların yaşandığı coğrafyada değil, bir bütün olarak bölgesel düzende de büyük dönüşümler yaşandı. Ancak tamamen yeni bir bölgesel düzenden bahsetmek için henüz çok erken.

Bölgedeki tüm aktörler yaşananları objektif ve cesur bir şekilde yeniden okumalı. Uzun süreli savaşların ardından zayıflık dengelerine dayalı bir stratejik alana girmek yerine bölge halklarının çok boyutlu ve çoğulcu çıkarlarıyla uyumlu bir siyasi bütünleşme mantığı oluşturmak üzere bazı dersler ve ibretler çıkarmalı. Bölgedeki bazı ülkelerin tanık olduğu ekonomik-kalkınma rönesansının temeli olarak her zamankinden daha acil hale gelen siyasi-güvenlik istikrarını tesis etmek için gerçekçilik ve dengeli sorumluluğu harmanlayan stratejik seçeneklere açık olmalı.

Son otuz yıl, uluslararası sistemi Soğuk Savaş'ın gerçeklerine ve Sovyetler Birliği'nin çöküşüne uygun perspektifler temelinde şekillendirmeye yönelik yoğun girişimlerin yaşandığı bir dönem oldu.

Bölge ülkeleri arasında iş birliği, etkileşim ve ağ oluşturma alanları yaratmak ve küresel düzeyde ekonomik varlıklarını arttırmak için gerçek bir fırsatla karşı karşıyayız. Bu da çeşitli güçlerin inandığı, kendini dayatabilecek yeni bir gerçeklik üretebilecek yeni bir yaklaşım gerektiriyor.

Irak’ın devlet, hükümet, kurumlar ve aktif güçleri bunu dikkatle okumalı.

*Tüm bunlar Trump'ın ikinci başkanlık döneminin başlarında gerçekleşiyor. Trump’ın yeniden başkan seçilmesi ve bölgemiz üzerindeki etkisi hakkında ne düşünüyorsunuz?

Trump’ın ikinci dönemi, birinci döneminden farklı değil. Ortadoğu'ya yönelik dış politikası ilk dönemindeki politikasının bir uzantısı. Yine “Önce Amerika” ilkesiyle yola çıkıyor. Ekonomiye öncelik veriyor ve savaşa başvurmadan düşmanlarını kontrol altına almayı amaçlayan ‘baskıcı güç’ stratejisine çerçevesinde düşmanlarına karşı azami baskı politikasını izliyor. Trump yönetiminin yeni politikası ve uygulamaları temelde 7 Ekim sonrası yaşanan önemli gelişmelerin bıraktığı siyasi iklim ve stratejik dönemeçlerden dolayı farklılaşıyor. Bu da bölgedeki denge haritasının yeniden çizilmesi için ABD'nin aktif ve yoğun olarak katılım göstermesini gerektiriyor.

Burada, ABD'nin uluslararası arenada ve önemli meselelere yönelik politikasının Trump’ın şahsına indirgenemeyeceğini belirtmemiz gerekiyor. Bu konuda temelde belirleyici olan ABD'nin bölgedeki ve dünyadaki çıkarlarını ve ABD ulusal güvenliğinin korunmasını dikkate alan derin kurumsal yapısıdır.

Bu kritik tarihi anda, bölgede barışı ve istikrarı sağlamak için ABD ile olgun bir stratejik ortaklık üzerinde düşünmeli ve bu tür bir iş birliğini kalkınma ve ilerleme yollarına hizmet etmek ve nesillere gelecek vaat eden bağlamlar oluşturabilecek yaratıcı fırsatlar sağlamak için kullanmalıyız.

*Trump, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ile anlaşmaya varmak ve Çin Devlet Başkanı Şi Cinping ile rekabet etmek istiyor. Üç ülke arasındaki ilişkileri ve bunların dünya üzerindeki etkilerini nasıl okuyorsunuz?

Son otuz yıl, uluslararası sistemi Soğuk Savaş'ın gerçeklerine ve Sovyetler Birliği'nin çöküşüne uygun perspektifler temelinde şekillendirmeye yönelik yoğun girişimlerin yaşandığı bir dönem oldu.

Ancak bu rekabet tek kutuplu sistemde köklü bir değişikliğe yol açmadı. Uluslararası sistemin bu tek kutuplu yapısını değiştirme girişimleri, başta Çin ve Rusya olmak üzere, uluslararası arenadaki yerlerini ve rollerini yeniden kazanmaya çalışan ve özellikle jeostratejik etki alanlarında ABD’yi zayıflatmaya çalışan bazı uluslararası güçlerin ana hedeflerinden biri oldu ve olmaya devam ediyor.

ABD, özellikle dünyanın tanık olduğu jeopolitik ve ekonomik değişimler çerçevesinde uluslararası arenadaki gücünün ve liderlik rolünün geleceğiyle ilgili bazı zorlukla karşı karşıya.

ABD için Çin, ABD Merkezi İstihbarat Teşkilatı (CIA) Direktörü William Burns'ün de belirttiği gibi, ‘21. yüzyılın en önemli jeopolitik tehdidini temsil ediyor’. Bu yüzden ABD vizyonu ve bundan kaynaklanan stratejiler ve taktikler açısından Rusya'dan farklı. Washington, küresel ekonomik dümene liderlik etmek için kızışan güç yarışında en tehlikeli rakip olarak Pekin ile karşı karşıya. Her ikisi de uluslararası sistemin doğasını yeniden tanımlamayı ve onu hem ekonomik hem de askeri açıdan çok kutuplu bir kimliğe taşımayı hedeflediğinden, ABD'nin tek taraflılığına karşı koymak Çin-Rusya ilişkilerinin en önemli ayağını oluşturuyor.

Rusya-Ukrayna savaşı ve Beşşar Esed rejiminin düşmesinin ardından, uluslararası piramidin tepesine doğru çıkmaya başlayan Rusya'nın, ABD'nin dünya düzeni liderliğine tehdit oluşturan uluslararası bir güç olmaktan ziyade uluslararası boyutu olan bölgesel bir güç haline geldiğini söyleyebiliriz. Gerçekte ABD, Rusya-Çin stratejik ittifakı ile çatışma halkalarını dağıtmayı başardı. Washington, ABD’ye karşı giderek büyüyen bir tehdit olarak gördüğü Çin'i kuşatmayı amaçlayan stratejilerine kendini adama fırsatı buldu. ABD yönetimi, bu bakımdan pusulayı Çin'in yükselişini engellemeye çevirmek için bölgede ve uluslararası alanda meşgul olduğu arenaları azaltmaya çalışıyor. Dolayısıyla, ABD'nin Rusya-Ukrayna çatışmasını sona erdirme girişimi ve Trump'ın Putin ile yakınlaşması, Trump'ın ‘şahsi diplomasi’ ilkesine olan inancına, yani Putin ve Kuzey Kore lideri Kim Jong-un ile şahsi bağlantılar kurarak Rusya ve Kuzey Kore ile çelişkileri yönetme ve onları dizginleme çabasına ek olarak anlaşılabilir.

dfergty
Kazımi Londra'da Al Majalla Genel Yayın Yönetmeni İbrahim Hamidi’ye röportaj verdiği sırada (Nur Eyyub – Al Majalla)

Trump, küresel ekonominin dümenine geçmek isteyen Çin’i engelleyecek kararlı adımlar atmak için zamana karşı yarışıyor. Çünkü ABD'yi büyük zorluklardan kurtarıp sürdürülebilir fırsatlara ulaştırmayı başaran istisnai bir lider olarak tarihe geçmek istiyor.

*Yeni dünya düzenine nasıl bakıyorsunuz?

ABD, teknolojik, ekonomik, kültürel, askeri ve diplomatik olmak üzere çeşitli alanlarda üstünlüğünü korumaya çalışarak, uluslararası kurumlara ve Varşova Paktı'nın dağılmasından sonra uluslararası arenada tek başına kalan Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü'ne (NATO) liderlik ederek ve başta Çin ve Rusya olmak üzere potansiyel rakiplerinin bir süper güç seviyesine yükselmesini engellemeye çabalayarak uluslararası sistem üzerindeki liderliğini sürdürmenin yollarını arıyor.

Günümüzün akışkan ve karmaşık dünyasında, uluslararası haritayı basit kavramlara indirgemeyen çok boyutlu bir okumayı tercih ediyorum.

ABD, özellikle dünyanın tanık olduğu jeopolitik ve ekonomik dönüşümler çerçevesinde uluslararası arenadaki gücünün ve liderlik rolünün geleceğiyle ilgili bazı zorlukla karşı karşıya. Bundan dolayı gücün artık tek bir kutbun elinde toplanmadığı, ancak üç boyuta bölünmüş bir modele göre dağıtıldığı ve böylece birden fazla gücün aynı anda etkileşime girdiği söylenebilir.

ABD, gerek bütçe gerek teknoloji gerekse dünyanın dört bir yanında sahip olduğu askeri üsler bakımından olsun askeri güç açısından açık ara tek taraflı hakim güç olmaya devam ediyor. ABD'nin askeri üstünlüğü Washington'ı eşsiz bir konuma oturtuyor. Ancak yükselen güçleri, özellikle de sessiz ve derinden devasa silah cephanelikleri geliştirmeye ve geçtiğimiz yüzyıldaki Sovyetler Birliği'nden farklı olarak ABD’nin gücüyle rekabet edebilecek bir askeri yapı inşa etmeye çalışan Çin'i izlemesi ve takip etmesi gerekiyor.

Başta Körfez’dekiler olmak üzere Arap ülkelerinin kalkınma deneyimleri cesaret verici olmanın da ötesinde, küresel düzeyde sıçramalar ve sınırlar çiziyor. Bu da kardeş Arap ülkeleri tarafından desteklenecek bir projeyle ilerlemek için bir teşvik ve motivasyon oluşturuyor.

Ekonomik güç düzeyinde, on yılı aşkın bir süredir ABD, Avrupa Birliği (AB), Çin ve Japonya gibi büyük ekonomik güçler arasındaki hararetli rekabet başta olmak üzere çok kutupluluk yönünde bir tablo çiziliyor. Buna yansımaları ve etkileri nedeniyle uluslararası arenada büyük önem kazanan Hindistan ve Brezilya gibi yeni oyuncular ekleniyor.

Burada dikkat edilmesi gereken üçüncü bir boyut daha var. O da ulus ötesi ilişkilerle ilgili boyuttur. Geleneksel anlamda devletleri temsil etmeyen geleneksel olmayan güçler bu boyutta etkileşime girer ve bu boyutta ulus ötesi terörizm, uluslararası suç ve siber güvenlik gibi zorluklar ortaya çıkar. Salgın hastalıklar ve iklim değişikliği gibi tüm insanlığın karşı karşıya olduğu ortak sorunlar uluslararası iş birliği yapılmasını gerektirdiğinden tek bir güç tarafından ele alınamamalı. Bu boyutta güç, çok çeşitli ölçeklere dağılmış olup, tek kutupluluk ya da çok kutupluluk kavramlarını, uluslararası gerçekliğin ve mücadelelerinin karmaşıklığını tanımayan basit bir kavram haline getiriyor.

*Arap ülkelerinin bu küresel sistemdeki konumlarını, rollerini ve katkılarını nasıl görüyorsunuz?

Arap dünyasının engin potansiyeline, bol kaynaklarına ve zengin medeniyet mirasına yakışacak şekilde küresel sahnede anlamlı bir etki kazanmasının en etkili yolu Arap entegrasyonu projesidir. Bu proje, çabaları birleştirecek, içerideki çelişkileri yapıcı bir farkındalıkla yönetecek ve Arap siyasi dokusunu yeniden yapılandırmak ve Arap dünyasının küresel meseleleri şekillendirmesine izin verebilecek muazzam enerjisini ortaya çıkarmak için gizli yetenekleri kullanacak. Bir süre önce, bölgemizi etkileyen kronik krizleri aşmak üzere tasarlanmış bir girişim olan ‘Yeni Levant (Maşrık) Projesi'ni önermiştim. Bölgenin çıkmaza girmiş gerçekliğine meydan okuyan Yeni Levant Projesi, maceracı ya da gerçekçi olmayan bir vizyon sunmaktan ziyade gerçekliğin akışkanlığına ve karmaşıklığına ayak uyduran, dönüşümün üretilmesine olanak tanıyan bir öneridir. Proje, bölgedeki kilit oyuncular olan Irak, Mısır ve Ürdün arasında stratejik ve yapıcı bir entegrasyon öngörüyor. Irak zengin doğal kaynaklara, Mısır büyük bir nüfusa ve önemli bir endüstriyel uzmanlığa, Ürdün ise önemli bir jeostratejik konuma sahip. Bu özelliklerin hepsi, bölgede kendi kabiliyetlerine dayalı yeni bir rota çizmek ve kendine daha fazla inanan ve yapısal ilerleme için dayanışmanın gerekliliğine daha fazla ikna olmuş bir bilinci yeniden üretebilecek hayati bir model oluşturmak için her ülkenin güçlü yanlarından karşılıklı olarak faydalanmak üzere iş birliği yapmak üzere bir araya getirilebilir.

Yeni Levant Projesi, ne yazık ki bölgesel söylemlerimizin çoğunda pratikten ziyade retorik bir değer haline gelen entegrasyon ilkesine yaptığı vurguyla öne çıkıyor.

Böyle bir projenin özellikle Körfez İşbirliği Konseyi’ndeki (KİK) kardeşlerin vizyonunu tamamlayacağını ve ortak Arap eylemine dayalı yeni bir Ortadoğu inşa etmek için ufuklar açabileceğini ve gerçek fırsatlar yaratabileceğini düşünüyorum.

Başta Körfez’dekiler olmak üzere Arap ülkelerinin kalkınma deneyimleri cesaret verici olmanın da ötesinde, küresel düzeyde sıçramalar ve sınırlar çiziyor. Bu da kardeş Arap ülkeleri tarafından desteklenecek bir projeyle ilerlemek için bir teşvik ve motivasyon oluşturuyor. Çünkü ortak çıkarlar bu tür bir gücün engellenmesini değil, yükselmesini gerektiriyor. Bu güç, daha güvenli, gelişmiş ve ileri bir stratejik ortam yaratma ve sadece stratejik kısırlık üreten çatışma alanlarını boğma çerçevesinde etkili ve verimli ekonomik, siyasi ve güvenlik dinamiklerine dayanıyor. Bu da Arap dünyasını, küresel sahnede öne çıkan eylemin sadece bir alıcısı olmanın ötesine taşıyıp uluslararası dönüşümlerin oluşumuna daha fazla dâhil ediyor.