The Irishman'ın yönetmeni Scorsese Şarku'l Avsat'a konuştu: İster yönetmen ister izleyici olun film hayatınıza bir şekilde yansıyor

Robert De Niro, Martin Scorsese ve Al Pacino
Robert De Niro, Martin Scorsese ve Al Pacino
TT

The Irishman'ın yönetmeni Scorsese Şarku'l Avsat'a konuştu: İster yönetmen ister izleyici olun film hayatınıza bir şekilde yansıyor

Robert De Niro, Martin Scorsese ve Al Pacino
Robert De Niro, Martin Scorsese ve Al Pacino

Cannes film festivalinin ardından Quentin Tarantino imzalı ‘Bir Zamanlar Hollywood’da’ (Once Upon a Time in Hollywood) filminin yılın yapımı olacağına kesin gözüyle bakılıyordu. Sinema dünyasının en büyük uluslararası film festivali olan Cannes, büyük bir prömiyere tanıklık etmişti. Geniş bir kelime dağarcığıyla yazılan senaryosu ve heyecan verici hikâyeleriyle dikkatleri üzerine çeken filmin belki de en önemli özelliği Hollywood’dan bahsetmesiydi.
Ancak sadece birkaç ay sonra getirdiği büyük sesi yavaş yavaş kaybetmeye başlayan Bir Zamanlar Hollywood’da, ‘İrlandalı’ (The Irishman) filminin New York, Londra, Kahire gibi başkentlerin ev sahipliği yaptığı film festivallerinde, sinema salonlarında ve internet üzerinden gösterime girmesiyle popülaritesini neredeyse tamamen yitirdi.
Yönetmeni Martin Scorsese ile film hakkında yaptığımız bu röportaj, İrlandalı filmiyle ilgili çeşitli eleştirileri sonlandırmasa da filmin önümüzdeki dönemde sinema alanındaki tüm ödül törenlerine damgasını vuracağını ortaya koydu.
Burada filmin senaryosu, oyuncuları, yönetmeni, çekim teknikleri, yenilikçi tasarımları ve diğer yarışması beklenen alanlarla ilgili konuşulacak çok konu var. Çünkü aldığı tüm övgüleri hak eden bir çalışma. Çünkü hayatının 59 yılını sinemaya vermiş 76 yaşındaki yönetmeninin tüm hayatını ortaya koyarak yaptığı bir film. Çünkü böyle bir deneyime bugün Francis Ford Coppola, Clint Eastwood, Woody Allen ve Brian De Palma gibi çok az kişi erişebildi.
Usta yönetmen Şarku’l Avsat’a verdiği röportajda, bu projenin arka planında saklı kalanları açığa çıkarırken, filmi dünyanın dört bir yanında sinema salonlarına dağıtmayacak bir şirketle çalışmayı nasıl kabul ettiğinden ve bu yeni deneyimden ne gibi ve nasıl bir fayda sağladığından bahsetti. Çete filmlerindeki kişisel deneyimini de anlatacak olan Scorsese, kendisini ve filmin aktörlerini bir araya getiren ‘nostaljiden’ de bahsedecek.
İşte ünlü yönetmen Martin Scorsese ile gerçekleştirilen röportajın tamamı;
- Sürekli sizin tek tutkunuzun tıpkı diğer çalışmalarınızda da olduğu gibi dünyanın dört bir yanındaki sinema salonlarında beyaz perdeye yansıtılacak filmler yapmak olduğu söylendi. Netflix gibi doğrudan evdeki izleyiciye ulaşan bir şirket ile işbirliği yapmak bu tutkuyu nasıl sınırladı?

Bu önemli bir soru. O yüzden bu soruyu cevaplarken sizi hızlıca bir geçmişe götürmeliyim. Kariyerimin önceki yıllarında da söylediğim gibi ister ABD’de ister dünyanın herhangi bir yerinde olsun, benim ya da başkalarının yaptığı filmlerin sinema salonlarındaki büyük perdelerde gösterilmesi gerektiğine inandım. Bana göre bu, tüm yapımlar için doğru ve yeri doldurulamaz bir tercih. Son birkaç yıldır Robert De Niro ile tekrar çalışma fırsatı yakalamaya çalıştım. Ara sıra neyle meşgul olduğunu öğrenmek için iletişime geçiyordum. O da bana ne üzerinde çalıştığımı soruyordu. Tekrar birlikte çalışmayı dört gözle bekliyorduk.
- En son 1995 yılında, ‘Casino’ filminde bir araya gelmiştiniz…
(Gülerek) Evet, çok şeyin yaşandığı uzun bir süreç oldu. Charles Brandt’ın kaleme aldığı ‘I Heard You Paint Houses’ (Evleri boyadığını duydum) romanını okuduğunu biliyordum. Bana telefon etti. Çok heyecanlıydı. Sonra bir araya geldik, daha da heyecanlandık. De Niro'nun kitapla ilgili görüşlerini duyduğumda onunla tekrar birlikte çalışma fırsatı yakaladığımı anladım ve ikimiz için de doğru işi bulduğumu hissettim. Senarist Steven Zaillian aradım ve ona genel tabloyu anlattım. Fakat bu olduğunda yıl 2009’du.
- Neden bu kadar gecikti?
Hepimizin ayrı ayrı ailevi sorunları ve iş bağlantıları vardı. Hem Robert hem de benim kesinlikle bitirmek zorunda olduğumuz projelerimiz vardı.
- Bazı gazeteler ve internet siteleri, ‘dijital gençleştirme’ (de-age) teknolojisini iyi bir çözüm olmadığı gerekçesiyle eleştiriyor. Bu eleştirilere katılıyor musunuz?
Hayır, 2010-2011 yılları arasında şimdi olduğu gibi dijital gençleştirme imkânı yoktu. O dönem, belirli açılardan çekim yaparak ve plastik maske sanatçılarının yardımıyla bunun üstesinden gelebileceğimizi düşündüm. Ancak bu bir yere kadar mümkündü. Fakat zaman geçti ve bu fırsatı da kaçırdık. 2016 yılında Silence (Sessizlik) filmi çekimleri sırasında görsel efekt yönetmeni Pablo Helman’dan Al Pacino, Robert De Niro ve Joe Pesci’nin gençlik yıllarındaki yüzlerini ekrana yansıtabilmenin bir yolunu bulmasını istedim.
- Al Pacino, Robert De Niro ve Joe Pesci’nin gençliğine benzeyen sanatçılarla bunu yapma gibi başka bir seçeneğiniz yok muydu?
İsteseydim olurdu, fakat doğru çözüm değildi. Yaptığımız şey bulabileceğimiz en iyi çözümdü. Belki biliyorsunuzdur, de-age teknolojisi, biz filmi çekerken sürekli geliştiriliyordu. Bu teknolojiyle ilgili gelişmeleri öğrendiğimizde yeniden çektiğimiz birçok sahne oldu.
- Hollywood’daki bir şirketin sizinle anlaşma yapmaya çok yaklaştıktan sonra film Netflix’e nasıl gitti?
Birkaç tarafla görüşmelere başladık. Açıkçası, projenin ilk yıllarında bile herhangi bir heyecan yoktu. İletişim ve girişimlerle çok zaman harcandı. Ancak sonunda bütçenin projenin önünde engel teşkil ettiğini gördük. Film şirketleri, bahsi geçen üç aktörle olsun veya olmasın projenin başarılı olabileceğinden şüpheliydiler. Netflix sürpriz bir şekilde projeyi destekleyeceği haberini gönderdi.
- Bu arada Netflix’in şartları nelerdi?
Netflix koşulsuz bir şekilde projeyi desteklerken diğer şirketler için engel olan bütçeyi de kabul etti ve bana tam bir özgürlük verdi. Kabul etmeden önce 75 yaşında olduğumu, senaryonun hazır olduğunu ve filmde çalışırken bazı boşlukları doldurmak için değişiklik yapma imkanına sahip olduğumu göz önünde bulundurup düşündüm.
- Bu, yaratıcı özgürlüğünüz karşılığında filmin finanse edilmesi gibi bir çeşit alışverişti, öyle değil mi?
Doğru. Netflix, film internette yayınlanmadan önce birkaç hafta sinemalarda göstermeme izin verdi. Bence bu adil bir alışverişti. Bu arada, Netflix ile çalışmak mükemmeldi. Onunla çalışmaktan keyif aldım. Sinemaya başladığımdan bu yana hiçbir geleneksel şirketle çalışırken bu kadar özgür olmamıştım.
- Filmlerinizin sinema salonlarında yayınlanması açısından farklı fırsatlar yakaladınız. Ancak her zaman şanslı değildiniz.
Kesinlikle. Bu benim de aklıma geldi. Netflix, filmi ABD ve dünyanın farklı ülkelerindeki sinema salonlarda gösterecek. Ancak dediğin gibi beyaz perdede yayınlanması için yaptığım bazı filmler, bir haftayı geçmeden gösterimden kaldırıldı. Örneğin 39 yıl önce yaptığım ‘Alice Artık Burada Oturmuyor’ (Alice Doesn't Live Here Anymore) filmi sadece Oscar ödüllerine aday olmak için sinemalarda bir haftalığına gösterildi. (Gülerek) Bir haftanın ardından yerini ‘Komedi Kralı’ (King of Comedy) filmine bıraktı. Her ortamın kendi yöntemi ve formatı olduğunu düşünürüm. Demek istediğim, filmi istediğim gibi yapabilmem Netflix ile çalışmanın avantajlarından biriydi.
- Nasıl yani?
Filminizi bir film şirketi için çektiğinizde, zaman çizelgesi gibi aşılamayacak bir takım sınırlamalara tabi olursunuz. Bildiğiniz gibi bir film genellikle 2 ila 2,5 buçuk saat sürer. Bu iyi, fakat buna uyum sağlamalısınız. Netflix ile çalışmak ise size çalışma süresi açısından daha fazla özgürlük sağlıyor. İlk durumda, filmi kabul edilebilir sürede tutmak için çektiğiniz bazı sahneleri silmeniz gerekiyor. Ancak ikinci durumda iyi bir senaryonuz ve yeterli malzemeniz varsa böyle bir şeye ihtiyaç kalmıyor.
İçinde yaşadığımız dünya
- Günümüz teknolojisiyle aranız nasıl? Yenilikleri takip ediyor musunuz?
Oldukça az. Bugün iyi olmadığım birçok film çekme yöntemi var. Sen ve ben bu devrin dışında kaldık. İPhone’larla film çekiyorlar. (Gülerek) Bu konuda hiçte iyi değilim. Bir klavye tuşuna basıp bir duvarı çökertebiliyorlar. Nasıl olduğunu bilmiyorum ama oluyor. Bize göre sinema bu değil, fakat gelecek günlerde muhtemelen olacak.
- Son zamanlarda ortaya çıkan film serilerinin sinema olmadığını söylerken bunu mu kastettiniz?
Bir dereceye kadar. Elbette birçok izleyici ve yapımcı için bu sinema olabilir, ama benim için ona izleyecek kadar vakit ayırmaktan fazlasını gerektirmiyor.
- Günümüzle sinemanın ilk hayal kaynağı olduğu 40 yıl öncesi arasında ne gibi değişiklikler oldu?
Yetenek konusunda değişiklikler oldu. Bugün birçok yönetmen yetenekli değil. Yeteneğe ihtiyaç var. Sinemayı yaratıcılığı ifade etmenin bir yolu olarak kullanmaları gerekiyor. Genç yönetmenler anlatının ve görselliği ifade etmenin en iyi yolunu aramalılar. Bunu öğrendikten sonra benimsemeleri gerekiyor. Sadece motivasyon ya da sinemada olmayı istemek yetmez. Yetenekli ve yaratıcı dürtüleri olan bir yönetmen iyi filmler yapmadıkça yemek yiyemez, uyuyamaz veya normal bir hayat sürdüremez. Bilmek istediği her şeyi öğrenebilir. İyi bir öğrenci olabilir. Ama eğer yetenek ve yaratıcılık yoksa sınırlı ve belki de eksik bir başarıya ulaşabilir. İhtiyacı olan şey bundan sonra değerini kanıtlamak için elinden gelenin en iyisini yapmaktır... Ama dürüst olalım, yetenekli olmalarına rağmen kaç yazar, ressam veya müzisyen başarısız oldu... Film yönetmenliğinde de durum farklı değildir. Bazen yetenekli olmanıza rağmen başarısız olabilirsiniz.
- Bugün içinde yaşadığımız dünya için endişeli misiniz?
Ben siyasetçi değilim. En son kendime baktığımda, hala bir insan olduğumu fark ettim. Üç kızım, bir torunum var ve geride bıraktığımız dünya için endişeleniyorum. Bugün yaşadıklarımızın birçoğuna ilişkin uyarılarda bulunan bazı filmlere bakıyorum ve şu soruyu soruyorum; “Mevcut durumu nasıl ifade edebilir ve insanları uyarabiliriz? Bugün merhamet yoksunluğundan kaynaklı adalet kıtlığı çekiyoruz. Sosyal eşitsizlik var. Bazı şeylere sahip olanlar ve olmayanlar var. Bazılarının diğerine karşı saygı eksikliği var. Tüm bunların sonunda ortaya sorunlu bir dünya çıkıyor. Başka kültürlere saygı yok. İnsanlar karşısındakine savaş açmadan önce onu tanımak zorundalar. Belki bu sayede başkalarıyla daha iyi iletişim kurabilirler.
- Siz en kültürlü görüntü yönetmenisiniz ve her zaman ABD dışındaki sinemalarla ilgili konuşuyorsunuz. Bu ilginiz ne zaman başladı?
Bu ilgim çok genç yaşlarda başladı. 1960'lar, sinemaya sadece bizim sahip olmadığımız yıllardı. Hint ve Japon filmlerini izlediğimde merak ile bu merakın peşinden gitmenin farklı şeyler olduğunu anladım. Kültürlerin farkına vardım. Onlar gibi olmak zorunda olduğunuzu söylemiyorum, ama onları anlamak zorundasınız.
- Bugün birkaç saniye içinde başkalarıyla iletişim kurabiliyor olmamız garip bir şey. Fakat 1950’lerde dış dünyaya kapalıydık.
Kesinlikle doğru.
Suikastlar
- Röportajın geri kalanında İrlandalı filminin prodüksiyon yönüyle değil, daha çok hikayesiyle ilgili merak edilenleri soracağım. Daha önce de gangster filmleri yönettiniz. Ama İrlandalı filmi farklı. Goodfellas (Sıkı Dostlar) filminde olduğu gibi olumlu ‘portreler’ yansıtmıyor.

Bu çok iyi bir soru. Özellikle Casino filminin ardından kendime yeni bir yol seçmenin zamanının geldiğini, ‘gerçek gücü’ beyaz perdeye aktarabilmem gerektiğini düşündüm. Çünkü gerçek güç, karanlık ve sessizdir. Onlar tarihin karanlık güçleridir. Kimin güç sahibi olduğunu göremezsiniz. Gerçekten John F. Kennedy’e kimin suikast düzenlediğini bilmiyoruz. Bobby’den (Robert Kennedy) Martin Luther King'e bu suikastları kimin düzenlediğini bilmiyoruz. Bilsek bir şey fark eder mi? onu da bilmiyoruz. Bu bilgiler ulaşabileceğimizin çok ötesinde. Küçükken mahallemizdeki insanların bu olanlara verdiği tepkilere şahit oldum. Aralarında bir panik yaşandığını biliyordum. Bazı durumlarda saygı duyup yolunuza devam edebilirsiniz. Fakat onlar işlerine geri dönemediler. Bu yüzden tamda bu noktada konuyu daha derinlemesine araştırmaya karar verdim. İki veya üç erkeğin bir bar, restoran veya araba etrafında toplanması derin bir boşluktur. Ne yapmak istediklerini anlatmaya gerek yok. Bunu onlara bakarak anlayabilirsiniz.
- Yine de İrlandalı filminde zamana ve karakterlere karşı bir ‘nostalji’ yaşadığınızı hissediyorum...
Evet, buna katılıyorum. Nostalji bazen yapaydır. Ama benim nostaljiyle yetiştirilme tarzım ve Al (Pacino), Bob  (De Niro) ve Joe (Pesci) aracılığıyla bir ilişkim var.
- Jimmy Hoffa, kitaba ve filme göre mafyanın gazabına uğradı. Onu kimin ve neden öldürdüğü soruları onlarca yıldır soruluyor. Fakat filmin bu soruları sormuyor, aksine doğrudan cevabını veriyor.
Karşılıklı diyaloglarda bir takım işaretler vardı. Ancak Jimmy Hoffa mafyayı hafife aldı. Onları doğru şekilde okuyamadı. Kimse onları hafife alamazdı. Eğer yollarına çıkarsan seni ortadan kaldırırlardı. Kendini tamamen Julius Sezar’ın yerine koymuştu. Evlatlık oğlu Brutus da aynısını yapmak zorundaydı.
- Film ne kadar tehlikeli olursa karakterlerin gerçekçiliği de o kadar artıyor.
Kesinlikle doğru. Çember daraldı ve başka bir şey yapmama gerek kalmadı.
- Neden görüntü yönetmeni olarak Rodrigo Prieto'yu seçtiniz?
(Gülerek) Çünkü o iyi bir insan. Eğlenceli ve iyi bir kamera gözü var. Onunla birçok kez çalıştım. Çalışırken eksik noktaları bulup bunlara yoğunlaştığını gördüm. Bana hiç ‘bunu yapamıyorum’ demedi. Talep edilenin karşılığını vermeye çalışıyor. Yaptığı işe özgürce ve ince dokunuşlarla şiirsel bir hava kattığını düşünüyorum. Kamera hareketleri ve ışık açısından muazzam bir göze sahip.
- Daha önce bana Joe Pesci, Al Pacino ve Robert De Niro arasındaki bir ‘kimyadan’ bahsetmiştin. Onları nasıl yönetiyorsun? Rollerini canlandırırken özgürler mi?
Canlandırdıkları hikayenin doğası onları özgür olmaya zorluyor. Ayrıca bunu canlandırdıkları karakterler belirliyor. Bu dünyanın olayların yaşandığı bir yer olduğunun farkındalar.
- Fakat illa ki bir yerde müdahale edilmesi gerekiyordur. Mesela nerelerde?
Çekeceğimiz sahnenin yerini öğrendiğimizde o sahnenin nereye gideceğini ve bir sonraki sahneye nasıl bağlanacağını da öğreniyoruz. Bu bir haritayı masanın üzerine açmak gibi. Her nokta bir başka yola açılıyor. Haritayı bir kez açtığımızda kendilerini rahat hissetmelerini ve rollerine bürünmeden önce sadece özümsemelerini bekliyorum.
- Film iyi bir çıkış yakaladı. Çok az insanın filmi hikayesindeki kısıtlı bilgilerle çekmeyi başarabileceğini düşünüyorum. Siz ne dersiniz?
Bence her yönetmenin kendine özgü bir perspektifi var. Bu perspektif, tecrübe birikimine, hayatınızdaki ve çevrenizdekilerin yaşamlarında meydana gelen değişikliklere göre bir yönetmenden diğerine değişiklik gösteriyor. İster yönetmen ister izleyici olun film hayatınıza bir şekilde yansıyor.



Ucuz Roman'ı tekrar izlerken dikkat edilmesi gereken 10 detay

8 milyon dolarlık bütçeyle çekilen Ucuz Roman'da, John Travolta ve Uma Thurman arasındaki ünlü dans sahnesi doğaçlamaydı (Miramax Films)
8 milyon dolarlık bütçeyle çekilen Ucuz Roman'da, John Travolta ve Uma Thurman arasındaki ünlü dans sahnesi doğaçlamaydı (Miramax Films)
TT

Ucuz Roman'ı tekrar izlerken dikkat edilmesi gereken 10 detay

8 milyon dolarlık bütçeyle çekilen Ucuz Roman'da, John Travolta ve Uma Thurman arasındaki ünlü dans sahnesi doğaçlamaydı (Miramax Films)
8 milyon dolarlık bütçeyle çekilen Ucuz Roman'da, John Travolta ve Uma Thurman arasındaki ünlü dans sahnesi doğaçlamaydı (Miramax Films)

Quentin Tarantino'nun 1994 tarihli başyapıtı Ucuz Roman (Pulp Fiction), sinema tarihinde çığır açan yapımlardan biri oldu. Zamanı bükerek anlattığı hikayesi, kara mizahı, unutulmaz karakterleri ve tabii ki dikkat kesildiğimiz akıllıca diyaloglarıyla kült statüsünü yıllar içinde daha da sağlamlaştırdı. Ama bu filmi yeniden izlemek, sadece nostaljiyle yetinmek değil; her seferinde yeni bir şey fark etmek demek. Çünkü Tarantino, sahnelerin aralarına hem sinema tarihine hem de karakter psikolojisine dair küçük sürprizler serpiştirmiş usta bir anlatıcı.

Ve size güzel bir haberimiz var: Ucuz Roman bugün bir kez daha sinema salonlarında izleyiciyle buluşuyor. Filmi tekrar izlemeye hazırlanırken, bazı detayları gözden kaçırmamak önemli. Bir bakış, bir replik, bir şarkı ya da arka plandaki bir obje bile bambaşka bir kapı aralayabiliyor. Hem Tarantino'nun zekasını hem de sinema dilinin inceliklerini keşfetmek için size bir yol haritası hazırladık. 

Eğer koltuğunuza kurulup o çantanın içini bir kez daha merak etmeye hazırsanız, işte Ucuz Roman'ı yeniden izlerken dikkat etmeniz gereken 10 detay...

1. Açılış ve kapanış sahnesi

Pumpkin (Balkabağım) ve Honey Bunny (Tavşanım) çiftinin, kafede soygun planı yaptığı açılış sahnesi, sadece filmin değil tüm zamanların en ikonik açılışlarından biri. Ama asıl ilginç olan, bu sahnenin final sahnesiyle birebir kesişmesi.

dfrgt
Ucuz Roman'ın ikonik açılış sahnesi Amanda Plummer ve Tim Roth'un nefis oyunculuklarının eseri (Miramax Films)

Film boyunca hikayenin farklı zamanlarda aktığını ve bazı olayların birbirine paralel yaşandığını fark ederseniz, Tarantino'nun ne kadar matematiksel bir kurguyla çalıştığını görebilirsiniz. Özellikle John Travolta'nın canlandırdığı Vincent Vega'nın hâlâ hayatta olduğu bir sahne finalde görünüyorsa, demek ki aslında o an geçmişte bir yerlerdeyiz... Bu tür zaman kaymaları filmi düz bir çizgide değil, döngüsel bir biçimde izlememizi sağlıyor. Bir nevi, Tarantino'nun zamanı eğip büktüğü ilk büyük sinema deneyi bu.

2. Kahve, kan ve Bay Wolf

Silah patlayıverdi, neden bilmiyorum.

Vincent yanlışlıkla Marvin'in beynini uçurduğunda, Jules'a tam da böyle diyor. Bu, ilk bakışta Tarantino filmlerinde alışık olduğumuz sıradan kanlı bir sahne gibi görünebilir. Ama hemen ardından gelen Bay Wolf sekansı, Tarantino'nun mizah anlayışının ne kadar stilize olduğunun bir göstergesi aslında.

dfrgthy
Harvey Keitel, 1992 yapımı Rezervuar Köpekleri'nde (Reservoir Dogs) de Tarantino'yla çalışmıştı (Miramax Films)

Filmde beyni patlamış bir cesetle uğraşırken bir yandan kahve gurmeliği yapılır ve kriz anında bir "temizlikçi" rock yıldızı edasıyla sahneye girer. Bu sekans, gerçeklikle alay eder gibi hem aşırı ciddi hem de absürt tonlar taşır. Bay Wolf karakteri, klasik gangster filmlerinin "her şeyi çözen adam" figürünün karikatürize halidir. Aynı zamanda izleyiciye şunu fısıldar: Bu, kuralları kendi yazanların filmi.

3. Vincent'ın tuvaletle imtihanı

Film boyunca Vincent Vega'nın her tuvalete gidişi, olayların çığrından çıkmasıyla sonuçlanıyor. Uma Thurman'ın canlandırdığu Mia'nın aşırı doz alması, Bruce Willis'in oynadığı Butch'un eve geri dönmesi, kafe baskını... Hepsi Vincent'ın klozetle randevulaştığı anlarda patlak veriyor. Bu detay, hem kara mizahın bir bir örneği hem de karakterin kaderini şekillendiren alışkanlıklarına bir gönderme.

csdfrgthy
John Travolta, Vincent rolüne hazırlanırken bir uyuşturucu bağımlısıyla görüşerek eroinle ilgili bilgi aldı (Miramax Films)

Tarantino tesadüfleri ustalıkla mizaha ve gerilime dönüştürüyor. Aynı zamanda, yönetmenin "Her an her şey olabilir" hissini güçlendiren küçük ama etkili bir yapı taşı. Tuvalet, Vincent için bir güvenli alan gibi görünse de aslında felaketin başlangıç noktasıdır. Yeniden izlerken, her sifon sesinde içiniz cız edebilir.

4. Çantanın içinde ne var?

Samuel L. Jackson'a göre gerçek cevap "iki pil ve bir ampul". Ama o parıltılı ışık, yıllardır çok daha yaratıcı teorilere yol açtı. En popülerlerinden biri, çantanın içinde birinin (ya da Marsellus Wallace'ın) ruhu olduğu yönünde. Ve Vincent'la Jules'un da onu geri almak için gönderildiği düşünülüyor.

Ancak muhtemelen bu konuda alabileceğimiz en net cevap, filme hikaye yazarı olarak katkı veren ve Quentin Tarantino'yla birlikte En İyi Özgün Senaryo Oscar'ını kazanan Roger Avary'den geliyor. Roger Ebert'in Movie Answer Man köşesinde verdiği bir röportajda Avary şöyle diyor:

Başta çantanın içinde elmaslar vardı. Ama bu fazlasıyla sıkıcı ve klişe geldi. Sonunda çantanın içindekilerin asla gösterilmemesine karar verdik. Böylece izleyici, kendi kafasında oraya neyin yakışacağını hayal edebilecekti. Bilmen gereken tek şey, içindekinin 'inanılmaz güzel' olduğuydu. Hiçbir aksesuar sorumlusu, her izleyicinin hayal gücünden daha iyisini bulamaz. En azından fikir buydu. Sonra birileri (bence bu hataydı) çantanın içine turuncu bir ampul koyma fikrini ortaya attı. Ve işte o anda, her şey olabilecek bir şey, 'doğaüstü bir şeye' dönüştü. Böyle bir etkiyi zorlamaya gerek yoktu. İnsanlar yine yıllarca bunu tartışırdı ve çok daha ince bir detay olurdu.

Bu detay, filmin kült statüsünü perçinleyen en büyük mitlerden biri. Önemli olan içi değil, ona yüklenen anlam. Işıkla aydınlanan o iç kısım, izleyicinin hayal gücüne davet. Her izleyişinizde farklı bir şey düşünmeniz doğal çünkü belki de gerçekten ne olduğunu bilmeniz gerekmiyor.

5. Mia ve Vincent dans yarışmasını gerçekten kazandı mı?

Cevap veriyoruz: Hayır! Jack Rabbit Slim's'ten ayrıldıktan sonra Mia ve Vincent, ellerinde kocaman bir kupayla eve dönüyor. Keyifler gıcır, bir yandan dans etmeye devam ediyorlar. Bu da haklı olarak bize dans yarışmasını kazandıklarını düşündürüyor. Ancak filmin Butch'un olduğu bölümünde, fonda açık olan bir televizyonda, Jack Rabbit Slim's'teki dans kupasının çalındığına dair bir haber duyuluyor.

Yani Mia ve Vincent, aslında kupayı kazanmamış çalmış. Ve biz de bir kez daha anlıyoruz ki, bir Tarantino filmi izlerken sadece ne gördüğümüze değil ne duyduğumuza da dikkat etmemiz gerekiyor.

6. Boks maçından sonra Butch'u götüren taksici

Butch'un maçta rakibini devirdikten sonra kaçtığı sahnede, kendimizi egzotik taksici Esmeralda Villalobos'un arabasında buluyoruz. Esmeralda'yı Angela Jones canlandırıyor ve Tarantino bu rolü özellikle onun için yazmış. Tarantino, Jones'u 1991 yapımı Curdled adlı kısa filmde izlemiş.

fgrthy
Angela Jones, en son 2021 yapımı komedi Natasha Hall'da rol aldı (Miramax Films)

Jones o filmde, cinayet mahallerini temizleyen birini oynuyordu. Tarantino'nun fikriyse Esmeralda'nın, o karakterin farklı bir versiyonu olmasıydı. Esmeralda bu yüzden ölüm konusuna bu kadar takıntılı ve Butch'a "Bir adam öldürmek nasıl bir his?" diye soruyor.

7. Mia'nın aşırı doz sahnesi

Dans yarışmasını "kazandıktan" sonra Mia, Vincent'ın pardesüsünün cebinde bir poşet buluyor. Kokain sandığı bu poşet aslında eroin dolu... Mia, eroini burnundan çekip aşırı doz alıyor. Vincent, onu yerde kendinden geçmiş halde bulduğunda hemen uyuşturucu satıcısı Lance'in evine götürüyor ve ona hayat kurtarıcı bir adrenalin iğnesi yapıyor.

rgthy
Meşhur aşırı doz sahnesinde Tarantino'nun kırmızı noktaya, şırıngaya ve Vincent'ın sıkıntılı yüzüne yaptığı yavaş zoomlar, izleyiciye bir dehşet duygusu yaşatıyor (Miramax Films)

Mia'yı yerde, ağzının kenarında tükürüklerle baygın halde gördüğümüz sahnede, aslında Campbell's marka mantar çorbasına bakıyoruz.

Ayrıca Vincent'ın iğneyi Mia'nın göğsüne sapladığı o meşhur sahne, aslında tersten çekildi. Yani Vincent, aslında iğneyi saplamıyor, geri çekiyor. Dikkatli bakarsanız, Mia'nın göğsündeki işaretin iğne saplandığı anda kaybolduğunu görebilirsiniz.

8. Jules'un "Ezekiel 25:17" tiradı

Samuel L. Jackson'ın canlandırdığı Jules karakteri, birini öldürmeden önce kendi versiyonuyla Hezekiel 25:17'yi okuyor. Ancak İncil'de aslında böyle bir metin yok. Bu süslü metin Tarantino'nun kaleminden çıkma da değil. Aslında bu replik, neredeyse birebir şekilde, 1976 yapımı Karate Kiba adlı dövüş sanatları filminden alınmış. Başrolde Sonny Chiba'nın yer aldığı filmdeki metin, daha sonra Tarantino'nun Kill Bill: Volume 1'de kılıç ustası Hattori Hanzo rolünü canlandıran Chiba tarafından seslendiriliyor.

Bu sahne, Jules'un bir gangsterden fazlası olmak istemesiyle ilgili. Hayatındaki dönüşümün fitilini ateşleyen bu sahte İncil alıntısı, karakterin kaderini ve felsefesini şekillendiriyor. Aynı zamanda Tarantino'nun kelime oyunlarını ve retoriği ustalıkla kullandığını gösteriyor. Bu tirad belki ilahi bir adaletin tecellisi değil ama bir şekilde Jules'un adaletten anladığı şeyi temsil ediyor. Her seferinde tekrar izlenmeye değer bir mini tiyatro performansı adeta.

9. Tarantino'nun ayak fetişi

Tarantino'nun ayak fetişi artık şehir efsanesi değil sinemasal bir imza. Ucuz Roman'da da Uma Thurman'ın çıplak ayaklarını uzun uzun izliyoruz. Dans sahnesindeki klasik ayak hareketleri, evin içindeki yalınayak yürüyüşleri, neredeyse kameraya "poz" veriyor.

sdfrgt

Bu detay, yönetmenin karakterlerine ne kadar kişisel bir bakışla yaklaştığını gösteriyor. Onlar sadece kurgu figürleri değil, saplantıların, arzuların birer izdüşümü. Tarantino sineması, küçük detaylarda kendini ele veriyor. Bu fetiş ögesi de o evrenin samimi ama tuhaf bir parçası.

10. Müziğin anlatıyı sırtlaması

Tarantino'nun Ucuz Roman'da müziği kullanma biçimi, filmin ruhunu ve temposunu belirleyen en güçlü anlatı araçlarından biri. Film, açılış sahnesinde Dick Dale'in Misirlou'su eşliğinde seyirciyi hızla içine çekiyor ve temposunu daha ilk saniyeden hissettiriyor. Tarantino, şarkıları sadece fon müziği olarak değil, karakterlerin dünyasını tamamlayan anlatısal ögeler olarak kullanıyor. Vincent ve Mia'nın Jack Rabbit Slim's'deki dans sahnesinde çalan Chuck Berry'nin You Never Can Tell parçası, karakterlerin anlık özgürlüğünü ve absürt dünyanın ritmini kusursuzca yansıtıyor.

Filmde özel olarak bestelenmiş özgün bir film müziği yok. Kullanılan tüm müzikler önceden kaydedilmiş parçalardan seçilmiş. Tarantino, dönemin eski şarkılarını seçerek karakterlerin zaman ve mekan dışı bir atmosferde yaşadığını hissettiriyor. Honey Bunny ve Pumpkin'in kafedeki soygun sahnesinde kullanılan sessizlik ve sonrasında gelen müzik seçimi, tansiyonu yönetmede önemli rol oynuyor. Mia'nın aşırı doz almadan hemen önce çalan Girl, You'll Be a Woman Soon, ironik biçimde trajediyi vurguluyor. Müzik, filmde olayların ağırlığını hafifletirken, kimi zaman da kara mizahın altını çizerek izleyiciyi rahatsız edici bir keyifle baş başa bırakıyor. Ucuz Roman şarkıların, bir filmin diline ve hafızalara nasıl işleyebileceğinin en çarpıcı örneklerinden biri hiç kuşkusuz...

Indpendent Türkçe