Gassan Selame, Şarku'l Avsat için kaleme aldı: Yeni bir düzene doğru hareket eden dünya

Gassan Selame  (Paris Siyasal Çalışmalar Enstitüsü’nde Uluslararası İlişkiler Profesörü)
Gassan Selame (Paris Siyasal Çalışmalar Enstitüsü’nde Uluslararası İlişkiler Profesörü)
TT

Gassan Selame, Şarku'l Avsat için kaleme aldı: Yeni bir düzene doğru hareket eden dünya

Gassan Selame  (Paris Siyasal Çalışmalar Enstitüsü’nde Uluslararası İlişkiler Profesörü)
Gassan Selame (Paris Siyasal Çalışmalar Enstitüsü’nde Uluslararası İlişkiler Profesörü)

Dünya düzenindeki baş döndürücü değişim ve dönüşümü takip etmeye çalışanlar, yaşananları kavrama noktasında önemli zorluklarla karşılaşıyor. Sanırım ‘yeni dünya düzenini’ kavrayabilmemiz için, önyargılarımızdan sıyrılmalı ve yeni bir bakış açısı edinmeliyiz. Biz de bunu yapmaya çalışacağız.  
Şu an aşamalı olarak yeni bir dünya düzenine giden bir sistemin içinde yer alıyoruz. Bu geçiş süreci ilk olarak, mevcut dünya düzeninin etkin aktörleri olan ve dünya sistemini kontrol eden büyük güçlerde başladı. Dünyanın en güçlü ülkesi denildiğinde akla ilk olarak, (her ne kadar yeni zorlayıcı rakipler belirse de) Amerika Birleşik Devletleri gelir. Akla gelen ikinci devlet, Berlin Duvarı’nın yıkılmasında sonra artık sıradan bölgesel bir güce dönüştüğü varsayılan, ancak bir süre sonra küresel bir güç olarak değerlendirilen Rusya’dır. Rusya son olarak Ukrayna, Suriye ve Afrika hamleleriyle geçmişteki prestijini kısmen de olsa geri kazanmış görünüyor. Üçüncüsü ise, tarihte eşi görülmemiş bir ekonomik sıçrama yaparak, yüz milyonlarca vatandaşını yoksulluk sınırının üstüne taşıyan ve ekonomik açıdan büyük bir güç haline gelen Çin’dir. Çin bu maddi ilerlemesini stratejik nüfuz alanları ve güçlü bir ordu kurarak pekiştirdi. ABD, Çin’i en büyük rakibi olarak görmeye başladı ve dünya kamuoyuna Çin’i dizginlemek için hamlelerde bulunacağını duyurdu.  
Değişen ve dönüşen dünya dediğimizde, Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra dünya sisteminin egemeni olan ABD’nin bu rolünün artık devam etmediğini ikrar etmiş oluyoruz. Nitekim Rusya’nın askeri yükselişi ve Çin’in ekonomik atılımı bu yeni gerçekliği dayatan başlıca faktörlerdir. Dolayısıyla şu an dünyadaki büyük devletler arasında yeni bir güç dağılımı kaçınılmaz hale gelmiştir. Tabi ki ABD, güç unsurları dolayısıyla hala öncü durumdadır, benzeri olmayan askeri gücü, rezerv para olan dolara sahip olması ve hız kesmeyen teknolojik gelişimiyle lider konumundadır. Bununla birlikte ABD’nin gücüne ulaşmak isteyen ve potansiyel sahibi olan başka ülkeler de bulunmaktadır. Üstelik siber teknoloji ve yapay zekâ alanındaki ilerlemeler tüm denklemleri altüst edebilecek mahiyettedir.  
Ancak ‘yeni dünya düzeninde’ gücün yeniden dağılımı hiçbir şekilde bahsi geçen üç ülke ile sınırlı değildir. Avrupa Birliği de dünya sisteminde önemli roller üstlenme potansiyeline sahiptir. Birlik, İngiltere’nin çekilişini ifade eden Brexit’in olumsuz yansımalarını atlatmayı başardı. Schengen Anlaşması, ortak para birimi Euro ve Erasmus gibi kurumlarıyla bir arada kalmayı sürdürüyor. Yaşlı kıta Avrupa’nın askeri alandaki yetenekleri, finansal, endüstriyel ve teknolojik yetenekleriyle karşılaştırılamaz olsa da., bu konuda da atılımlar yaparak yeni sistemde önemli roller üstlenecektir.  
Öte yandan, büyük güçlerin kendi aralarındaki rekabete odaklanmalarından faydalanan orta ölçekli güçler, çeşitli düzeylerde farklı güç unsurları elde etmeyi başardı ve dikkate değer olduklarını kanıtladı. Örneğin İran, füze yeteneklerini en üst düzeye çıkardı ve kendisine bağlı güçlerle sağlam ideolojik ittifaklar kurdu. Son yirmi yılda inişli çıkışlı da olsa büyük ölçüde bağımsız bir stratejik hat inşa edebilen Türkiye de bu bağlamda zikredilebilir. Türkiye’nin bu stratejilerini, NATO’nun korucu şemsiyesi altından ayrılmak zorunda kalmadan gerçekleştirebilmesi de önemliydi.  Washington'un Çin etkisine karşı mücadelesinden çeşitli şekillerde yararlanma fırsatını değerlendiren Hindistan’ı da önemli bir güç olarak değerlendirebiliriz. İkinci Dünya Savaşı akabindeki kısıtlamalardan yavaş yavaş kurtulan Japonya ve İslam Dünyasında önemli bir role talip olan Endonezya’yı da anmamız uygun olacaktır.  
Rusya, Çin, Hindistan ve Japonya, nüfuzlarını genişletmeye hevesli olsalar da belirli bir ideolojiyi dayatma taraftarı değildir. Batı'ya gelince, içeriği, değerleri ve kurumları bakımından küresel olarak kabul edilmeye layık tek medeniyetin kendi medeniyetleri olduğuna hala büyük ölçüde inanmaktadır. Geçtiğimiz on yıllar boyunca Batı, kendi demokratik değerlerini dünyanın çeşitli bölgelerine ihraç etmek için amansız bir çaba göstermiştir. Bu misyonerlik çabası, yalnızca Batı'nın etkisini değil, aynı zamanda onun siyasi ve sosyal modelini de reddeden sosyal tabakaların yaygın itirazlarına yol açtı. Bu durum Batı’da seçkinler arasında, demokrasi ve insan haklarını yaymak isteyenler ile ulusal çıkarlara öncelik verilmesini savunanı muhafazakârlar arasında derin bir ayrışmaya neden oldu. Önümüzdeki yıllarda ulusalcıların gücünde artış yaşanacağını ve Batı'nın değerlerini dayatmasının sonuçsuz kaldığının kavranacağını öngörüyorum.  Myanmar, Mali veya Gine gibi ülkelerde son dönemde yaşanan askeri darbeler sonrasında Batı ile geliştirilen ilişkiler, demokratik eğilimin zayıfladığına dair işaretler barındırıyor. Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Joe Biden’in öncülük ettiği Demokrasi Zirvesi’nden de beklenen sonuçların alınamadığını hatırlatmak isterim. (Bu arada hiçbir Arap ülkesi zirveye davet edilmemişti.)  
Öte yandan, çeşitli Batı ülkelerini en çok endişelendiren konuların başında demografik değişim gelmektedir.  Bunun en somut örneği, Donald Trump'ın ülkesini Meksika'dan ayıran bir duvar inşa etme girişimidir.  
Çeşitli Avrupa ülkelerinde, özellikle doğu Avrupa’da ve İskandinavya'da göçmen karşıtı sağcı politikaların yükselişine şahit olunuyor. Avrupa ülkelerinde, Afrika ve Asya'dan yaşanan göç dalgaları nedeniyle bir panik havası esmekte. Aynı şekilde Amerika Birleşik Devletleri'nde, Orta ve Güney Amerika'da yerlerinden edilmiş göçmenlerin sayısındaki artış kaygı uyandırıyor.  Anne Marie Slaughter', The Economist’te yazdığı makalede, önümüzdeki on yıl içinde Amerikan dış politikası üzerindeki en etkili unsurun ABD'nin demografik yapısı olacağı işleniyordu. ABD’de ‘beyaz adamın’ yalnızca siyasi etkisinin azalması değil, aynı zamanda nüfustaki payının da giderek küçüldüğü bir gerçektir. Üstelik dünyadaki milyarlarca yoksul insan denizleri ve çölleri hayatları pahasına aşarak ilerlemiş ülkelere göç etme eğilimi göstermektedir.  
Büyük zenginlikleri barındıran, dinsel, mezhepsel ve ulusal kimliklerin kavgalı olduğu ülkelerdeki çatışmalar elbette son bulmayacaktır. Toplum sınıfları arasındaki sosyal ekonomik uçurumlar, adaletsizlik ve ayrımcılığa maruz kalan kitleleri isyana teşvik edecektir. Önümüzdeki süreçte devletler arasında ordular aracılığıyla çatışmalar nadiren yaşanacaktır. Devletler ordularını sadece caydırıcı güç olarak muhafaza edecektir. Şiddete başvurulduğunda da bu, toplu bir savaş olarak değil, daha çok polis harekâtı gibi sınırlı operasyonlarla olacaktır. Binlerce subay istihdam etmek yerine, insansız hava araçları, akıllı füzeler ve özel güvenlik şirketleri aracılığıyla çatışmalara girilecektir. Karşılığında da rakipleri, vekaleten savaşan silahlı gruplara itimat edecektir. Çatışmalar, açık bir zafer veya ezici bir yenilgi ile sona ermeyecek, yıpratmaya yönelik mükerrer operasyonlar olarak sürdürülecektir.  
Konvansiyonel savaşlar, yerini sınırlı operasyonlara bırakırken, buna paralel olarak, çekişme alanları, finans ve ekonomi dünyasına taşınacaktır. Böylece bireysel ve toplu mali cezalara başvurular artacak, rakiplerin sermayeleri dondurulacak, ülkeler yatırımlarla teşvik edilip yatırımların kesilmesiyle cezalandırılacaktır. Neoliberalizmin zaferi ile birlikte, kapitalist arenada bankalar hem terörle mücadelede hem de muhalifleri cezalandırmada en önemli merkezlere dönüşecektir. Dış politikada geleneksel diplomasinin yerini büyük ölçüde hazine ve mali departmanlar alacaktır.  
Öte yandan, büyük devletler arasındaki rekabet, askeri alanlardan ziyade ‘siber uzay’ alanına taşınacaktır. Bugün tanık olduğumuz üzere, siber saldırılarla rakip ülkelerin toplumsal bütünlüğüne ve seçimlere müdahale edilebiliyor. Yönetimler savunma ve saldırı amacıyla daha fazla teknolojik yatırım yapma eğilimi sergiliyor. Önümüzdeki dönemde de sosyal medya hükümetlerin, propaganda, casusluk ve toplumsal denetim araçları olmayı sürdürecektir.  
Ülkeler hareket alanlarını istedikleri gibi seçemeyecektir. Örneğin ABD bugünlerde daha çok Çin sorununa odaklanmak istese de Putin’in Ukrayna ve Suriye'deki faaliyetleri, Tahran'ın bölgedeki yayılmacı politikaları onu tekrar bu bölgelere çekmektedir. Çin şimdilik yakın çevresi dışındaki çatışmalardan uzak durmaktadır, ancak ileride dünya genelindeki ekonomik çıkarlarını savunmak zorunda kalacaktır. Avrupa Birliği, sömürge bağlarından kopmaya çalışıyor, ancak terörizm ve yasadışı göç konusundaki endişeleri, onu yeniden Kara Kıta'daki çatışmalara katılmaya zorluyor. 
Sonuç olarak tüm ülkelerin çatışmaların çözümünde Birleşmiş Milletlere güvenmeleri zor olacaktır. Zira BM, kurucularının öngördüğü şekilde bir kolektif güvenlik mekanizması haline gelemedi. Dünya barış ve güvenliğini sağlamaktan kaçınarak, iklim değişikliği, insan hakları, cinsiyet eşitliği gibi yararlı, ama daha erişilebilir görevlerle yetindi. BM bu yönleriyle bir güvenlik mekanizmasından çok insan hakları kuruluşu görüntüsü veriyor.  
21. Yüzyılda gözlerimizi küreselleşmeye açtık. Artık iç ve dış politikalar arasında büyük ayrımlar bulunmuyor. Terörizm sınır tanımadığı gibi, terörizmle mücadele de sınır tanımıyor. Demografik değişim, sınır tanımayan kitlelerin müdahalesiyle artış kaydediyor, SWIFT (Döviz Transferi) zaten doğası gereği sınır ötesidir. Siber uzay ise adeta sonsuz imkanlar içeren bir sınırsızlık anlamına geliyor. Bugünün dünyası, her gün yenilenen teknolojinin araçlarını kullanabilen toplumlar ile dünün çatışmalarının ve savaş araçlarının kurbanı olan diğer toplumlar arasında bölünmüş durumda. Hepimizi kucaklayan bir dünyanın içinde yaşayacağız ama adeta paralel evrenlerde, farklı zamanlarda, sanki ailemizin arasında birer yabancıymışız gibi.  

Irak Başbakanı Mustafa el-Kazımi, Şarku’l Avsat için kaleme aldı: Çatışma alanından, işbirliği ve bölgesel entegrasyona



Baltık Denizi'nde "sabotaj" tartışması: "Çin'i suçlamak riskli bir hamle"

Tartışmaların odağındaki Yi Peng 3'ün yapımı 2001'de tamamlanmıştı (AP)
Tartışmaların odağındaki Yi Peng 3'ün yapımı 2001'de tamamlanmıştı (AP)
TT

Baltık Denizi'nde "sabotaj" tartışması: "Çin'i suçlamak riskli bir hamle"

Tartışmaların odağındaki Yi Peng 3'ün yapımı 2001'de tamamlanmıştı (AP)
Tartışmaların odağındaki Yi Peng 3'ün yapımı 2001'de tamamlanmıştı (AP)

Baltık Denizi'nde Finlandiya, Almanya, İsveç ve Litvanya arasında bağlantı kuran denizaltı telekomünikasyon kablolarının kopmasıyla sabotaj şüpheleri artıyor. Ancak uzmanlara göre gözlerin Çin'e çevrilmesi için henüz erken.

Olayla ilgili inceleme yürüten İsveç ve Danimarka, kabloların kopmasından sorumlu olabileceği gerekçesiyle Çin'e ait bir kargo gemisine odaklanıyor.

Danimarka Savunma Komutanlığı'ndan 20 Kasım'da yapılan açıklamada Çin merkezli Ningbo Yipeng şirketine ait Yi Peng 3 adlı geminin yakın takibe alındığı bildirilmişti. 

Salıyı çarşambaya bağlayan gece Danimarka ve İsveç arasındaki Kattegat Boğazı'nda demirleyen geminin, pazarı pazartesiye bağlayan gece "C-Lion 1" kablo hattının yakınlarında görüldüğü aktarılmıştı. İsveç polisi de dün incelemelerde Yi Peng 3'e odaklanıldığını duyurmuştu.

Fransa'nın kamu yayıncısı France 24'ün paylaştığı uydu takip verilerine göre, Rusya'nın St. Petersburg şehrinden Mısır'ın başkenti Kahire'ye giden kargo gemisi, Finlandiya ve Almanya arasında uzanan C-Lion 1 kablosu kesildiğinde bölge civarındaydı. Geminin daha sonra rotasını değiştirerek İsveç ve Litvanya arasında uzanan BCS kablosunun yakınına gittiği ve bu kablonun da arızalandığı belirtiliyor. 

ABD'nin Ukrayna'ya Rus topraklarına uzun menzilli füzelerle saldırma izni vermesinin ardından yaşanan olay, Avrupa'da sabotaj paniği yarattı. Gözler Çin ve Rusya'ya çevrildi.

Almanya Savunma Bakanı Boris Pistorius, "Kimse bu kabloların kazara koptuğuna inanmıyor" demişti. Danimarka Başbakanı Mette Frederiksen de durumun "sabotaj olduğu ortaya çıkarsa şaşırmayacağını" söylemişti.

Diğer yandan France 24'ün görüştüğü uzmanlar, olayda Çin'in suçlanmasının riskli bir hamle olduğunu söylüyor.

Kopenhag Üniversitesi'nden deniz güvenliği uzmanı Christian Bueger, Çin'in olayla ilgili olduğuna dair henüz hiçbir kanıta rastlanmadığını hatırlatarak, Pistorius'un açıklamasının "erken ve şaşırtıcı" bulduğunu belirtiyor ve ekliyor: 

Böyle bir açıklama, Almanya'nın diplomatik manevra için hareket alanını kısıtlıyor. Almanya savunma bakanı, açıkça Çin'i Alman altyapısına sabotaj yapmakla suçluyor.

Bueger, Çin'in Rusya'yı desteklemek için Avrupa sularında hibrit savaş taktikleri kullandığının tespit edilmesi halinde bunun "daha önce duyulmamış, çok provokatif ve şaşırtıcı bir şey olacağını" söylüyor.

Birleşik Krallık'taki Lancaster Üniversitesi'nden Basil Germond, Baltık Denizi'nin hibrit savaş stratejileri için uygun bir bölge olduğuna dikkat çekerek, "Burada şüpheli ve kötü niyetli faaliyetleri önlemek zor" diyor. 

Kremlin Sözcüsü Dmitri Peskov iddialara tepki göstererek şunları söylemişti: 

Hiçbir sebep yokken her şey için Rusya'yı suçlamaya devam etmek oldukça saçma.

Çin Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Lin Jian da gemilerin sıkı kanunlarla denetlendiğini ve yasalara uygun şekilde hareket ettiğini savunmuştu. 

Britanya'nın tanınmış gazetelerinden Financial Times, geminin ait olduğu Ningbo Yipeng firmasıyla iletişime geçmişti. Şirket, Pekin yönetiminin kendilerinden "incelemeye katkı sağlamalarını istediğini" bildirmiş, daha fazla detay paylaşmamıştı.

Independent Türkçe, France 24, Financial Times