Solomon Adaları: Yakınlardaki ikinci Küba

ABD, Avustralya ve Yeni Zelanda neden Çin'in takımadalardaki varlığından endişe ediyor, bu başka bir Tukidides Tuzağı mı?

Çin Devlet Başkanı Şi Cinping ve Solomon Adaları Başbakanı Manasseh Sogavare (AFP)
Çin Devlet Başkanı Şi Cinping ve Solomon Adaları Başbakanı Manasseh Sogavare (AFP)
TT

Solomon Adaları: Yakınlardaki ikinci Küba

Çin Devlet Başkanı Şi Cinping ve Solomon Adaları Başbakanı Manasseh Sogavare (AFP)
Çin Devlet Başkanı Şi Cinping ve Solomon Adaları Başbakanı Manasseh Sogavare (AFP)

İmil Emin
Washington ve Pekin arasındaki ilişkilerin, daha fazla karmaşıklığa ihtiyacı varmış ve Tayvan Adası krizi yetmiyormuş gibi, Tukidides Tuzağına yeniden daha fazla alan tanıyan Solomon Adaları sorunu su yüzüne çıktı.
Dünya bir anda Çin ile Pasifik Okyanusu'nda bulunan ve Avustralya'ya yakın bu takımada ülkesi arasında gelişen ilişki nedeniyle uluslararası bir çatışmayı ateşleyebilecek yeni bir krize uyandı.
Kriz her şeyden önce, kimsenin gözden kaçıramayacağı, Pasifik Okyanusu sularında seyri değiştirmeye çalışan bir Çin eğilimini yansıtıyor. Nitekim ABD bunu bölgedeki geleneksel nüfuzuna gerçek bir tehdit olarak görürken, doğu kıyıları takımada ülkesine yakın olan Avustralya, tarihi çağrışımları olan sembolik bir atıfta bulunarak, kıyılarına bakan başka bir Küba kurulamayacağını ifade etti. Bu durum Yeni Zelanda için de geçerli.
Solomon Adaları'nın hikayesi nedir ve Çin onunla daha yakın bir ilişki ile ne istiyor? Washington, Çin'in Pasifik Okyanusu çevresindeki belirgin genişlemesinin önünü kesmek için askeri güce başvurmakla tehdit edecek kadar neden bu kadar kızgın görünüyor? Bu okuma ile bunun gibi bazı soruları cevaplamaya çalışacağız.

Solomon Adaları: Modern tarih ve coğrafi konum
Solomon Adaları, Papua Yeni Gine'nin doğusunda bulunan ve birçok büyük ve küçük adayı içeren Melanezya Takımadaları olarak bilinen bir grup adadır.
Tarihsel olarak İngiltere Kraliçesi İkinci Elizabeth tarafından yönetildi ve yerleşimcileri, 30 bin yıl öncesinden bugüne kadar bu topraklarda yaşayan Melanezya ırkından.
Solomon Adaları, Avustralya'nın doğu kıyısına 2 bin kilometreden daha az bir mesafede yer alıyor. Yaklaşık yarım milyonluk bir nüfusa ve yaklaşık 8 bin kilometrekarelik bir yüzölçümüne sahip.
Solomon Adaları, geleneksel olarak, ABD, Avustralya ve Yeni Zelanda başta olmak üzere Batı nüfuzunun bir arenası olarak kabul edildi. Dahası jeopolitik açıdan gerçekten stratejik önemde kabul ediliyor ve bu nedenle, adalarda yabancı ve özellikle de Çin nüfuzuna izin verilemez.
Batı'nın oradaki varlığının belki de en iyi kanıtı, Kasım ayında Çin’in çıkarlarına karşı patlak veren gösterileri dağıtmak için Avustralya çevik kuvvet polisinden yardım istenmesi. 1988'de Solomon Adaları’nın, Vanuatu ve Papua Yeni Gine devletlerine katılması ile Melanezya geleneklerini koruyan öncü bir grup oluşturuldu, ülkenin ilk ulusal birlik hükümeti 1990'da kuruldu.
Sayıca az olmalarına rağmen, nüfusun sınıfları birbirlerinden rahatsız görünüyorlar, bu yüzden söz konusu adalar dini şiddete, etnik gerilimlere ve hükümet yolsuzluğuna da şahit oldular. Bu nedenle ülke güvenli değil ve suç yaygın. Bu durum, 2003 yılında Başbakanı Avustralya'dan yardım talep etmeye sevk etmiş, Avustralya da güvenliği yeniden tesis etmek ve hükümet kurumlarını yeniden inşa etmek için bir uluslararası koalisyona liderlik etmişti.


Solomon Adaları, Avustralya'nın doğu kıyısına 2 bin kilometreden daha az bir mesafede yer alıyor (AFP)

Çin ve Solomon Adaları: Batı'yı endişelendiren bir anlaşma
19 Nisan'da Pekin, Solomon Adaları ile geniş çaplı bir güvenlik anlaşması imzaladığını duyurdu. Çin Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Wang Wenbin periyodik basın toplantısında, "Çin ve Solomon Adaları dışişleri bakanları yakın zamanda güvenlik iş birliğine ilişkin çerçeve anlaşmayı resmen imzaladılar" dedi.
Aslında bu durum şaşırtıcı değildi. Geçen yazdan beri Solomon Adaları'nın başkenti Honiara ile Pekin arasında gizli görüşmeler yapıldığına dair söylentiler dolaşıyordu. Çok geçmeden de söylentiler, Batılı çevrelerde yaygın tartışmalara neden olan internete sızdırılmış bir belgeye dönüştü.
Belgede güvenlik temelli iş birliğiyle ilgili ifadeler geniş, esnek ve tanımsız. Sızdırılan anlaşma taslağı, Çin polisi ve donanma kuvvetlerinin Solomon Adaları'nda konuşlandırılmasına izin veren öneriler içeriyor.
Daha sonra İngiliz The Times gazetesi, sızdırılan belgenin içeriğini yayınladı. Böylece, Çin'in uzun zamandır planladığı, Avustralya anakarasından 1,609 kilometre uzaklıktaki Solomon Adaları'nda kendisi için bir askeri üs kurmaya dair planını uygulama niyetinde olduğu açığa çıktı.
Tarihsiz anlaşma taslağı, "Solomon Adaları Hükümeti ile Çin Halk Cumhuriyeti Arasında Güvenlik İşbirliği Çerçeve Anlaşması" başlığını taşıyor. Taslak, Çin gemilerinin "Solomon Adaları'nı bakım, yükleme, yanaşma ve denize açılma için kullanmalarına" izin verildiğini belirtiyor, ancak gemilerin niteliğini belirlemiyor.
Konuyu daha belirsiz kılan ve Batılı çevrelerde daha fazla endişe uyandıran husus belki de, anlaşmanın iki hükümetin de "bu konuda anlaşmadıkça aralarındaki iş birliğine ilişkin bilgileri" ifşa etmemesini öngören bir gizlilik maddesi içermesi.
Çin'in Solomon Adaları ile yaptığı güvenlik anlaşmasının gerçek boyutları nelerdir?
Okuyucunun Pekin ile Batılı güçler arasındaki mevcut ve yaklaşmakta olan jeopolitik çekişmenin özelliklerini ve hatlarını anlaması için belki de öncelikle Çin’in Pasifik bölgesine yönelik bakış açısına ve düşünme biçimine bakılmalı.

Çin’in kalkınma bağışları ve askeri genişlemeler
2021’in Eylül ayında, Çin Devlet Başkanı Şi Cinping ve Solomon Adaları Başbakanı Manasseh Sogavare arasındaki bir telefon görüşmesi sırasında, Cinping, Çin'in yoksulluğu azaltma konusundaki deneyimlerini paylaşmaya, Solomon Adaları ve diğer Pasifik ada ülkeleriyle kalkınma temelli iş birliğini derinleştirmeye istekli olduğunu kaydetti.
Çin’in dünyanın doğusunda ve batısında olsun bir ülkeye giriş yolu aynı gibi görünüyor; sahip olduğu birikmiş finansal fazlalıktan, bazı ulusların ve halkların yatırım ve kalkınma için daha fazla fon ihtiyacından yararlanmak. Birçok kişi bunu Çin'in nükleer caydırıcılıktan ziyade parasal caydırıcılığı kullanması olarak görüyor.
Solomon Adaları ve Çin arasındaki ilişkilerde ilginç olan, çok yeni olması, zira diplomatik ilişkiler aşamasının üzerinden sadece iki yıl (daha fazla değil) geçti. Bu durum, geleneksel Batılı güçleri binlerce kez hakları olan şu soruyu sormaya itiyor: Çin nüfuzunu genişletmeyi, ABD'nin kendisi ile gelecekteki savaşında güvendiği Avustralya'ya yakın, çok önemli bir konuma sahip olan ve sadece yarım milyon olan bir nüfusu kontrol etmeyi başarırsa, bu stratejik adalarda durum ne gibi bir değişikliğe uğrayabilir?
Çin Devlet Başkanı Cinping, Çin'in sadece Solomon Adaları'na değil, aynı zamanda tüm Pasifik ada ülkelerine, yoksulluğu azaltmak için kendi ulusal koşullarıyla uyumlu bir kalkınma yolu bulma konusunda yardım etmeye istekli olduğunu söylüyor. Böylece bu ülkelerin, büyük halk sağlığı olayları ve doğal afetlerle daha iyi başa çıkabileceklerini, iklim değişikliğiyle mücadele kabiliyetlerini geliştirebileceklerini belirtiyor.
Cinping’in sözleri Çin'in Solomon Adaları'na yönelik niyetini tekit ediyor. Cinping, Çin'in, Solomon Adaları'nın bağımsız olarak kendi ulusal koşullarına uygun bir kalkınma yolunu keşfetmesine saygı duyduğunu, Solomon Adaları halkının daha iyi bir yaşam arayışına yönelik çabalarını desteklediğini kabul ediyor.
Bunun da ötesinde, Çin'in Solomon Adaları ile taraflar arası alışverişi güçlendirmeye ve çeşitli alanlarda pratik iş birliğini derinleştirmeye istekli olduğunu ifade ediyor.
Bunlar ekonomik kalkınma temelli iş birliğinin özellikleri mi yoksa tüm bunların ötesine geçen, kesinlikle bir kutup ve süper güç olma yolunda ilerleyen Çin'in stratejilerine hizmet edecek bir varoluşun hazırlığı mı?

AUKUS’a yanıt: Çin askeri üssü
Çin'in Solomon Adaları ile ittifakı, geçtiğimiz yıl Ağustos ayında açıklanan ve ABD, İngiltere ve Avustralya'yı bir araya getiren "AUKUS" ittifakı gelişmelerinden, Avustralya'ya balistik füzeler taşıyabilen, Çin’in tümüne olmasa da çoğu kuluçka merkezine kolayca ulaşabilecek uzun menzilli nükleer savaş başlıklarına sahip Virginia denizaltıları ile donatılması meselesinden ayrı düşünülemez.
Burada bir soru gün yüzüne çıkıyor: Çin, Solomon Adaları'nda bugün ve gelecekte "AUKUS" planlarına doğrudan karşılık verecek bir askeri üs kurmayı mı planlıyor?
Başta Avustralya, İngiltere ve ABD olmak üzere ilgili Batılı çevrelerin, Çin'in gerçekten de Solomon Adaları topraklarında askeri bir üs kurmaya yönelik bir planının bulunduğunun tamamen farkında oldukları söylenebilir. Avustralya Ulusal Üniversitesi Ulusal Güvenlik Fakültesi Dekanı Rory Medcalf, “Australian” gazetesine yaptığı açıklamada, "Anlaşma gerçekse (ki büyük olasılıkla öyle) Çin için Pasifik Okyanusu’nda bir askeri üs kurmayı amaçlayan bir arka kapı, Solomon Adası topraklarındaki silahlı bir varlığa giriştir" dedi.
Avustralya ve Yeni Zelanda'nın uzun süredir Pekin'in bir miktar destek ve yardım karşılığında Pasifik Okyanusu'ndaki küçük ada devletlerinden biri ile topraklarında kendisine bir üs kurma konusunda anlaşmasından ve savaş gemileri için bir dayanak noktası sağlamasından korktukları biliniyor.


Çin, yerel yönetimlerin bunu yapma imkânının olmadığını iddia ettiği yerlerde ekonomik varlığını korumak için askeri güç kullanma ilkesini yerleştirmeye çalışıyor (AP)

Avustralya çevresinde bir Küba örneğini reddediyor
Solomon Adaları ile Çin arasındaki bu güvenlik anlaşmasının dayatılması konusunda Avustralya'dan yapılan belki de en yüksek dozlu açıklama, Başbakan Yardımcısı Barnaby Joyce'un "Kıyılarımızın karşısında küçük bir Küba istemiyoruz" açıklamasıydı. Bu, geçen yüzyılın altmışlı yıllarında, Moskova, Florida'dan sadece birkaç kilometre uzaklıktaki Küba adasında bir balistik füze üssü kurmaya çalıştığında, Sovyetler Birliği ile ABD arasında yaşanan çekişmeye açık bir göndermeydi.
Nisan ayının ikinci haftasında, Avustralyalı üst düzey yetkililer bazıları açıklanan, bazıları ise perde arkasında gerçekleşen toplantılar gerçekleştirdiler. Reuters ajansına göre hepsinin de amacı, Honiara'dan pozisyonunu değiştirmesini ve ondan önerilen anlaşmayı imzalamamasını talep etmekti.
Ancak Solomon Adaları Başbakanı'nın Çin ile ittifak projesinde ilerlemekte olduğu çok açık. Bilindiği üzere yaklaşık 2 yıl önce Tayvan'ı destekleyen tutumunu değiştirdi ve ülkesinin Çin'in talep ettiği birleşik Çin fikrini desteklediğini açıkladı. Bu da iki ülkeyi yakınlaştırdı ve diplomatik ilişkilerin kurulmasını sağladı.
31 Mart'ta Solomon Adaları, Çin ile formüle etmeye devam ettiği güvenlik anlaşmasının Çin'in kendi topraklarında askeri üs inşa etmesine izin vermeyeceğini resmi olarak vurguladı.
Solomon Adaları hükümeti, geleneksel Batılı güçlerin korkularını yatıştırmaya çalışarak, anlaşmayı “sadece paraflı bir anlaşma taslağı” diye tanımladı. Hükümet karşıtı yorumcuların yaydığını söylediği yanlış bilgilerin aksine, anlaşmanın Çin'e bir askeri üs kurma çağrısında bulunmadığının altını çizdi.
Solomon Adaları yaptığı resmi açıklamada, "Hükümet, bir askeri üsse ev sahipliği yapmanın güvenlik açısından sonuçlarının farkındadır ve himayesi altında böyle bir girişime müsamaha göstermeyecektir" diye de ekledi.
Bu tür açıklamalar Batılı müttefikleri yatıştırır mı? Yoksa bu Çin hilesine hiç kimse, özellikle de Çin nüfuzunun Pasifik Okyanusu'nun çok ötesine kadar (zira o noktada ABD’nin batısı bulunuyor) yayılmamasında birinci çıkar sahibi ABD kanmadı mı?

Washington ve uygun şekilde karşılık vermek
Çin'in Solomon Adaları ile yaptığı güvenlik anlaşması bahsinin, ABD'nin resmi kurumları ve medya kuruluşlarının dikkatinden kaçması mümkün değil.
Kendi payına The New York Times, bu anlaşmanın anlamı ve yapısı, Pasifik'te canlı bir taşımacılık bölgesinde güç dengesini nasıl tehdit ettiği ve yankılarının dünyanın diğer bölgelerine yayılmasından nasıl korkulduğu tartışmasının kapısını ardına kadar açtı.
New York Times bunu, "Çin yatırımlarının her yerde göründüğü bir dünyada, diğer birçok ülke, Pekin kuvvetlerinin benzer bir anlaşmayla girişine izin vermek için benzer bir baskıyla karşı karşıya kalabilir" şeklinde açıkladı.

Çin bu anlaşma ile neyi yerleştirmeye çalışıyor?
Cevabı, Tasmania Üniversitesi’nden Hukuk Profesörü Richard Herr'de buluyoruz. Herr, "Bu anlaşma aracılığıyla Çin, yerel yönetimlerin bunu yapma imkânının olmadığını iddia ettiği yerlerde ekonomik varlığını korumak için askeri güç kullanma ilkesini yerleştirmeye çalışıyor” ifadelerini kullanıyor.
Anlaşma hikayesi, "dünyanın geri kalanına Çin'in küresel sistemi kendi lehine yeniden dengelemeye çalıştığı dersi sunduğu" gerekçesiyle aslında ABD’yi oldukça rahatsız ediyor. Zira bu çıkarlar, ister ticaret yollarının açılması, isterse askeri bir tesis kurulması veya bir güvenlik anlaşmasının imzalanması anlamına gelsin, Pekin demokrasi ve özgür bir açık dünya pahasına kendi çıkarları doğrultusunda hareket edecek.
Resmi ABD pozisyonunu çok beklememize gerek kalmadı, 22 Nisan Cuma günü, Washington, Çin'in Solomon Adaları'nda askeri üs kurması halinde karşılık vereceği konusunda resmi uyarıda bulundu. Beyaz Saray, üst düzey bir ABD heyetinin Solomon Adaları'ndaki yönetimi, anlaşmanın Washington ve müttefiklerine "bölgesel güvenlik yansımalarının olabileceği" konusunda uyardığını duyurdu.
Beyaz Saray açıklamasında ne denildi?
Açıklama metninde, "Heyet, fiili kalıcı bir askeri mevcudiyet, hegemonya dayatma veya askeri tesis kurma yönünde adımlar atılırsa, ABD'nin birçok endişesi olacağını ve gerektiği gibi yanıt vereceğini açıkça belirtti" denildi.
"Gerektiği gibi yanıt verme" ifadesi, Pasifik sularındaki geleneksel Amerikan nüfuzuna yönelik gelecekteki tehditleri ortadan kaldıracak askeri bir harekâta girişileceğine yönelik açık ve net bir tehdit olarak kabul edilebilir mi?
Gerçekten de böyle olabilir. Her ne kadar Başbakan Sogavere, Çin’e ait hiçbir askeri üssün kurulmayacağı, uzun vadeli bir askeri varlığın veya hegemonyanın olmayacağına dair Amerikalılara birden fazla vesile ve fırsatta güvenceler verse de.
Washington, Honiara'nın pozisyonuna güveniyor mu?
Kesinlikle güvenmiyor. Nitekim resmi açıklamada, Washington'un gelişmeleri yakından takip edeceği ve bölgesel ortakları, özellikle de Avustralya, Yeni Zelanda ve tabii ki perde arkasından da olsa İngiltere ile istişare içinde olacağı belirtildi.
Ancak Amerikalıları endişelendiren daha geniş ve önemli soru işareti şu: Çin'in Solomon Adaları ile yaptığı bu güvenlik anlaşması, Çin donanmasının gelişerek Amerikan donanmasını aşan küresel bir düzeye ulaşacağı gelecekteki bir Çin programını mı yansıtıyor? Ada devletleri tarafından sevilen ve arzulanan (hele ki ev sahibi ülkeyi sınırlamayıp dünyadaki Amerikan nüfuzuna zarar veriyorsa) bu tür anlaşmalar olur da tekrarlanırsa Çin için bu, uzak bir ihtimal değil.

Çin ve ABD donanmaları arasındaki mücadele
İkinci Dünya Savaşı'nın sona ermesinden bu yana ABD için ilk ve en önemli güvence, denizlerde ve okyanuslarda egemenlikti. Bu, uzayı keşif fikrinin ortaya çıkmasından önce geçerliydi ve muhtemelen ondan sonra da geçerli kalacak.
Bu bağlamda, ABD Donanması'nın özellikle son 30 yılda ABD'nin tek kutuplu ve dünyanın kaynakları üzerinde tek söz sahibi olan nüfuzunu gerçekten de pekiştirdiği söylenebilir. Bu dönemde Rusya'nın sadece bir uçak gemisi vardı, buna karşılık Çin uluslararası kutuplar haritasında daha görünmemişti.
Son zamanlarda durum ve eğilimler değişti. Çin, savaş filosunda hizmet veren deniz gemilerinin sayısı bakımından ABD’yi geride bırakarak, dünyada ilk sıraya yerleşti.
Eylül 2020'de ABD Savunma Bakanlığı, Çin Donanması'nın şu anda 350 savaş gemisine sahip olduğunu, ABD Donanması'nın ise sadece 293 gemisi olduğunu belirten bir rapor yayınladı.
ABD Donanması daha az sayıda gemiye sahip olsa da boyutları daha büyük. Bununla birlikte, Çin'in savaş gemileri inşa etmekteki muazzam hızı ve Çin Halk Cumhuriyeti'nin son 30 yılda askeri bütçesinin katlanarak arttığı hesaba katılırsa, bu göreli avantaj hızla ortadan kalkabilir.
Küresel kutuplar ufkuna doğru eşi görülmemiş bir cesaretle ilerleyen bir kutup olan Çin'in karşısında ABD’nin denizlerdeki liderliği nihayet geriliyor mu?
Çinliler, tarihi derslerden ve coğrafi savaşlardan çok çabuk öğreniyorlar. Başarısızlıkları üzerinde uzun süre durmuyorlar, aksine politikalarını geliştiriyor ve değiştiriyorlar. Stratejilerini yeniden düzenliyorlar. Dahası hedeflerine ulaşmak için engebelerin etrafından dolaşıyorlar.
1996 yılında ve tam olarak Mart ayında, ABD Donanması'na, "birleşik Çin" politikasını sürdürmeyi amaçlayan Çin’in bölgedeki füze tatbikatlarına karşılık olarak Tayvan'a doğru yola çıkması emredildi.
Kriz sona erdiğinde Çinliler, ABD Donanması'na karşı koyamayacaklarını anladılar ve o andan itibaren Çin, ABD'nin denizler üzerindeki kontrolünü kırmak için büyük bir sessizlikle de olsa çok çalıştı.
Çin buradan hareketle denizaltılarını geliştirdi ve model olacak bir deniz filosu inşa etmeye çalıştı. Ayrıca donanma gemilerini yüzlerce hatta binlerce mil öteden Amerikan uçak gemilerini vurabilecek uzun menzilli balistik füzelerle donattı. Tabii ki bu, ABD Donanması gemileri için Güney Çin Denizi'nde seyrüseferi çok riskli hale getirdi.
Nisan'ın ilk haftasında Amerikan "National Interest" dergisinde yayınlanan önemli makalesinde, eski ABD Savunma Bakan Yardımcısı Wallace Gregson, silahlanma programlarına yapılan büyük harcama programlarının bir sonucu olan Çin'in açık deniz üstünlüğünü kabul etti.
Gregson, İkinci Dünya Savaşı'nın sonundan bugüne uzanan Amerikan deniz ve hava üstünlüğü çağının sona erdiğinden bahsetti.
Özetle, Solomon Adaları sorunu, Amerikan yaması üzerinde kaçınılmaz olarak genişleyecek başka bir delik gibi görünüyor. Nitekim ABD Donanması'nın sayıca azaldığını ve daha fazla hedef haline geldiğini bir kez daha onaylayan Gregson da bunu belirtiyor. Gregson ayrıca müttefiklerin, özellikle de Japonya ve Filipinler ile bugün onlara katılan Avustralya ve Yeni Zelanda’nın, Çin ordusuyla çatışma bölgesinin merkezinde yer aldıklarını da itiraf ediyor.
Solomon Adaları hikayesi henüz bitmiş gibi görünmüyor, ancak ABD ve Çin arasındaki çekişmede Tukidides Tuzağı hayaletinin geri dönüşüne geniş bir alan açtığına şüphe yok.
*Bu makale Şarku’l Avsat tarafından Independent Arabia’dan çevrilmiştir.



İran’ın ikinci Rehberi, birinci Pehlevi deneyiminden ders çıkardı mı?

İran’ın dini lideri Ayetullah Ali Hamaney, Tahran’da düzenlenen İslam Cumhuriyeti cumhurbaşkanlığı seçimleri sırasında yaptığı konuşmanın ardından medya mensuplarına hitap etmek üzere kürsüye çıkıyor, 28 Haziran 2024 (AFP)
İran’ın dini lideri Ayetullah Ali Hamaney, Tahran’da düzenlenen İslam Cumhuriyeti cumhurbaşkanlığı seçimleri sırasında yaptığı konuşmanın ardından medya mensuplarına hitap etmek üzere kürsüye çıkıyor, 28 Haziran 2024 (AFP)
TT

İran’ın ikinci Rehberi, birinci Pehlevi deneyiminden ders çıkardı mı?

İran’ın dini lideri Ayetullah Ali Hamaney, Tahran’da düzenlenen İslam Cumhuriyeti cumhurbaşkanlığı seçimleri sırasında yaptığı konuşmanın ardından medya mensuplarına hitap etmek üzere kürsüye çıkıyor, 28 Haziran 2024 (AFP)
İran’ın dini lideri Ayetullah Ali Hamaney, Tahran’da düzenlenen İslam Cumhuriyeti cumhurbaşkanlığı seçimleri sırasında yaptığı konuşmanın ardından medya mensuplarına hitap etmek üzere kürsüye çıkıyor, 28 Haziran 2024 (AFP)

Sami Mubayyed

Başkent Tahran bugün İsrail ordusu tarafından acımasızca bombalanıyor. Bu şehir ilk kez bu tür şiddetli saldırılara maruz kalmıyor. Modern tarihinde daha önce de bombalanmıştı, ancak koşullar ve nedenler farklıydı. İran'daki tüm yaşlılar, 1941 yılının o kavurucu yazını hatırlar. O zamanlar çocuk olanlar, İkinci Dünya Savaşı'nda Nazi Almanyası ile ilişkilerini kesmeyi reddeden Şah Rıza'yı caydırmak için İngiltere ve Sovyetler Birliği'nin askeri müdahalesine tanık olmuşlardı.

Şah Rıza, bu müdahaleden iki yıl önce İkinci Dünya Savaşı patlak verdiğinde İran'ın tarafsızlığını ilan etti ve Birinci Dünya Savaşı'nda olduğu gibi uluslararası çatışmaların ülkesine sıçramasını istemedi. Ülkesi, çatışan tüm Avrupa ülkeleriyle, özellikle de fabrikaların ve demiryollarının yönetiminde uzmanlarına büyük ölçüde güvendiği Almanya ile sağlam ticari ilişkilere sahipti.

İngiltere, Adolf Hitler’in yönettiği Nazi Almanyası ile olan ilişkilerinden dolayı İran’a öfkelendi ve Şah’tan ülkedeki bin Alman uzmanı sınır dışı etmesini istedi, ancak o bunu yapmadı. İngiltere ilk uyarısını 19 Temmuz'da, ikincisini ise 17 Ağustos'ta yaptı. Fakat İran bu uyarıları da görmezden geldi. Bunun üzerine 25 Ağustos'ta İngiliz kuvvetleri Irak'tan İran'a girdi ve İran'ın başkentini bombaladı, Sovyet ordusu ise Tebriz ve İran’ın diğer şehirlerini bombaladı.

İran ordusu hızla çöktü ve Şah Rıza, tahtını 16 Eylül 1941'de Batı'nın talepleri karşısında daha uysal olacağına söz veren oğlu Muhammed Rıza Pehlevi'ye devretmek zorunda kaldı. Rıza Pehlevi, 1979'da İslam Devrimi onu devirene kadar sözünü tam olarak yerine getirdi. Babası Şah Rıza önce Mauritius adasına, ardından Güney Afrika'ya sürgün edildi ve 26 Temmuz 1946'da vefat etti. Oğlu ise 27 Temmuz 1980'de sürgün olduğu Mısır'da vefat etti ve Kahire'de toprağa verildi.

İran ile İsrail arasında 13 Haziran'da başlayan son çatışmayla Rıza Pehlevi'nin torunu, Taht-ı Tavus'un meşru varisi ve Ali Hamaney'in rejiminin düşmesi halinde İran'ın başına geçmesi beklenen şahı Rıza Pehlevi'nin adı yeniden gündeme geldi.

Şah Rıza mavi kan değildi. Ne Avrupa ne de dünyadaki hanedanlarla boy ölçüşebilirdi. Bu yüzden kendisi ve ardından gelen çocukları için özel bir hanedan kurdu ve ona ‘Pehlevi’ adını verdi. Bu, onun ailesinin adı değil, eski bir Farsça kelimeydi.

Birinci Şah Rıza

Rıza Han, 1789-1925 yılları arasında İran'ı yöneten Kaçar Hanedanlığı döneminde küçük bir subaydı. Sertliği ve soğukkanlılığıyla tanınırdı, ancak eğitimli değildi, daha çok bir dağ adamı gibiydi. Babasının (o da bir subaydı) aşırı yoksulluğundan kurtulup, İran'ı birçok alanda dünyaya açan büyük bir hanedanlık kurdu, ancak bu hanedanlık, Humeyni’nin İslam devrimi ile yıkıldı.

ı8ı
ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissinger ile İran Şahı Muhammed Rıza Pehlevi'nin İsviçre'de çekilmiş bir fotoğrafı, 18 Şubat 1975

İngiltere, 1919 anlaşmasıyla İran'da geniş siyasi haklar elde etti. Aynı zamanda 20 Şubat 1921'de Rıza Han'ın Şah Ahmed'e karşı yaptığı askeri darbenin arkasındaki ana itici güç olduğu düşünülüyor. Hukukçu Seyyid Ziyaeddin Tabatabai ile iş birliği yaparak onu başbakan olarak atadı, kendisi ise savunma bakanı olarak atanmadan önce genelkurmay başkanlığı görevini üstlendi. Ülkeyi perde arkasından yöneten Rıza Han, iki yıl sonra Şah'ı Avrupa'ya sürgüne gönderdi ve İran için istediği siyasi sistemi düşünmeye başladı. Rıza Han, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Kemal Atatürk'e hayrandı ve İran'ı bir cumhuriyete dönüştürmeyi ve onun ilk cumhurbaşkanı olmayı ciddi olarak düşünüyordu. Ancak dini kurumlar İslam dininin cumhuriyetleri tanımadığını ve uzun tarihinde sadece monarşi veya halifeliği tanıdığını söyleyerek bu eğilime karşı çıktı. İran parlamentosu 1925 yılının ekim ayında Kaçar Hanedanlığını düşürdü ve aynı yılın sonunda Şah Rıza ülkenin yöneticisi olarak ilan edildi ve 25 Nisan 1926'da taç giydi.

Şah döneminde eğitim yaygınlaştı ve devlet okulları uzak bölgelere yayıldı, Fransa'dan eğitim müfredatı getirildi ve bu müfredata Fars milliyetçiliği fikirleri aşılandı.

Reformcu Şah

Yeni Şah, İran'ı gelişmiş bir ülkeye dönüştürmek istiyordu. Bu amaçla yargı, eğitim ve askeri kurumlarda iddialı bir reform programı başlattı. Alman disiplinine ve Alman sanayisine hayran olan Şah, Alman üniversitelerinde eğitim görmüş danışmanlarla çevresini donattı. Emniyet Teşkilatı’nı Savunma Bakanlığı'ndan alıp Savaş Bakanlığı'na bağladı. Hava Kuvvetlerini kurdu, donanmayı örnek bir şekilde geliştirdi ve subaylarını Fransız, İngiliz ve Alman askeri enstitülerinde uzmanlık eğitimleri almaları için bu ülkelere gönderdi. 1941 yılına gelindiğinde, Savunma Bakanlığı'nın genel bütçeden aldığı pay yüzde 30'a ulaşmış, zorunlu askerlik süresi iki yıla çıkarılmış ve ordu 1925'te 40 bin kişilik bir güce sahipken, 1940'ta 120 bini aşan bir güç olmuştu. Suçluları cezalandırmak, muhalifleri tutuklamak ve vergileri tahsil etmek için orduyu kullandı. Demir yumruk yönetimiyle tanınan Şah, kendisine destekleyenler de dahil olmak üzere tüm siyasi partileri yasakladı ve özel gazeteleri kapattı.

Şah döneminde eğitim yaygınlaştı ve devlet okulları uzak bölgelere yayıldı, Fransa'dan eğitim müfredatı getirildi ve bu müfredata Fars milliyetçiliği fikirleri aşılandı. Şah rejimi 1941 yılında devrilmeden önce, devlete ait 2 bin 300 ilkokulda okuyan erkek öğrenci sayısı 280 bine ulaşmıştı, 28 bin öğrenci de ortaokullarda eğitimlerine devam ediyordu. Politeknik Enstitüsü'nü kuran Şah, 1936 yılında Tahran Üniversitesi’nin kapılarını erkek ve kız öğrencilere açtı ve üniversite tıp, mühendislik, hukuk ve tarım bilimleri alanlarında uluslararası geçerliliği olan bilimsel diplomalar vermeye başladı.

Şah, bakanların ve subayların eşlerine başörtüsü yasağı getirdi. Bazen polisler, Şah'ın kararını reddeden kadınların başörtülerini zorla çıkarmak için müdahale ediyordu.

Kadınların özgürlüğü

Şah Rıza, İranlı kadınların eğitimli ve toplumda aktif olmasını istiyordu. Eğitimlerinin yanı sıra, kadınların devlet memuru olmasına, kafelere, restoranlara, otellere ve sinemalara girmesine izin verdi. En ünlü ve en cesur kararı, 1936 yılında Kum ve Meşhed'deki dini otoritelere karşı gelerek çadoru (İran'da kadınlar tarafından giyilen bir çarşaf) yasaklamasıydı. Bir molla (din adamı) camide oturma eylemi yaptı. Bunun üzerine Şah, caminin basılması talimatı verdi. Şah Rıza takvimler 8 Ocak 1936'yı gösterdiğinde başı açık haldeki eşi ve kızlarıyla birlikte Tahran'da öğretmen okulunun açılışına katıldı.

Ayrıca İranlılara tek tip ve batılı kıyafetler giymelerini zorunlu kılan Şah, Avrupa'da giyilen kıyafetleri giyerlerse zamanla Avrupalılar gibi bir düşünce tarzına ve kişiliğe bürüneceklerini ve elbette giyim tarzı açısından da Avrupalılara benzeyeceklerini söyledi. 1927'de erkeklere ‘Pehlevi şapkası’ takmaları zorunluluğu getirildi. İki yıl sonra da mollalar ve medrese öğrencileri dışındaki herkese batı tarzı resmi şapkayı takmalarını zorunlu kıldı. Şah, 1935 yılında ülkesinin adını Pers yerine ‘İran’ olarak değiştirdi. Çünkü yeni ismin ilerleme ve refahı çağrıştırdığını, eski ismin ise tarihe ve geçmişe bağlılığı çağrıştırdığını, geleceğe atıfta bulunmadığını düşünüyordu.

sdfgrt
Tahran'daki parlamento binası önünde düzenlenen bir protesto gösterisine katılan İranlı kadınlar, 11 Nisan 1999 (AFP)

Şah’ın tüm bu reformları onu muhaliflerinin doğrudan hedefi haline getirdi. Bir yandan anayasacılar ve laikler, diğer yanda dindarlar ve radikaller olmak üzere muhaliflerinin sayısı çoktu. Bunların arasında elbette İslam devrimini yöneten (ve birinci Rehber olan) Ruhullah Humeyni de vardı. Humeyni, Şah ve oğlundan intikam almak için 1979'da Fransa'daki sürgünden döndü. Arkadaşı Ali Hamaney'e Şah Rıza’dan ya da 1941’deki İngiltere-Sovyetler Birliği işgalinden bahsedip bahsetmediğini bilmiyoruz, çünkü İran’ın mevcut Dini Lideri (Rehber) Hamaney o zamanlar henüz iki yaşındaydı. Fakat babası Cevad Hamaney, bu olayları çok iyi biliyordu, çünkü onları yakından yaşamıştı ve 1986'da vefat etmeden önce oğluna da anlatmış olduğundan eminim. Şimdi sorulması gereken soru şu: Ali Hamaney, 1941 deneyiminden ders çıkardı mı?

*Bu analiz Şarku’l Avsat tarafından Londra merkezli Al Majalla dergisinden çevrilmiştir.