Suudi Arabistan ve Türkiye: Geçmişin yükleri, geleceğin fırsatlarını ortadan kaldırmaz

Bölgesel ve küresel zorluklar, analistlerin Erdoğan için bir ‘kurtuluş çizgisi’ olarak gördüğü bir yakınlaşmayı dayattı

Fotoğraf:AA
Fotoğraf:AA
TT

Suudi Arabistan ve Türkiye: Geçmişin yükleri, geleceğin fırsatlarını ortadan kaldırmaz

Fotoğraf:AA
Fotoğraf:AA

Mustafa el-Ensari*
Siyasi anlaşmazlık, iki ülke ilişkilerinin her türlü barış ve gerginliğe sahne olduğu onlarca, hatta yüzlerce yıl boyunca kökleşen Suudi Arabistan ve Türkiye ilişkilerine gölge düşürdü. Ancak koşullar ve gelecekteki fırsatlar, iki tarafı geçici olarak da olsa geçmişin yüklerinden kurtulmaya zorladı. Orta noktada buluşma, Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ı iki ay önce Suudi Arabistan'a, bu günlerde de Veliaht Prens Muhammed bin Selman'ı Türkiye'ye götürecek noktaya getirdi.
Uluslararası basın ve Arap medyası, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Veliaht Prens’i kucaklama sahnesiyle çalkalanıyor. Bir sürelik hasret ve ayrılığın ardından bir ağabeyin kardeşine sarılması gibiydi. Politikacılar, daima istedikleri zaman sevgi ve yakınlığın ortak noktalarını bulmuşlardır. Tıpkı, kendisi ve parti liderlerine kapılarını açtıktan sonra Suudi Arabistan'ı yakından tanıyan Erdoğan başta olmak üzere, anlaşmazlıkları da körüklemek için mazeret bulmakta hiç zorlanmadıkları gibi.
Son zamanlarda Türkiye Cumhurbaşkanı, ülkesinin ve Suudi Arabistan'ın ‘tarihi, kültürel ve insani ilişkileri olan kardeş ülkeler’ olduğunu söyleyerek bu bağlardan bahsetti. ‘Her türlü siyasi, askeri ve ekonomik ilişkileri güçlendirmek ve aralarında yeni bir dönem başlatmak’ için buna dayanmak istedi.
Ancak Erdoğan, ‘Arap Baharı’ dalgasına kapılarak, Riyad ve  bölgesel müttefikleri Mısır ile Birleşik Arap Emirlikleri’ne karşı tavır almıştı. Ankara, Siyasal İslamcı örgütlerin bölgedeki krizler üzerindeki etkisini genişletmeye çalışmış, Erdoğan’ın bu uğurdaki hırsları Suudi-Türkiye köklü ilişkilerini kopma noktasına getirmişti.
Bu hırs, Kuala Lumpur'da İslam İşbirliği Teşkilatı’na paralel bir blok kurarak İslami safları daha geniş bir şekilde bölme girişimine dönüşmeden önce, Riyad'ın etkisine zarar vermek için olağanüstü çabalamasına yol açtı.
Ancak Erdoğan yine de her fırsatta Türkiye'de, ‘Körfez bölgesindeki kardeşlerinin istikrar ve güvenliğinin, kendi istikrar ve güvenliği kadar önemli olduğunu’ vurguladığını savunuyor.

Yakınlaşma sebepleri ve haritalar çizme
Türkiye'nin 2017'de, Ankara'nın, Türkiye ile Riyad arasındaki sorunun temeli olan Mısır’daki İhvan-ı Müslimin (Müslüman Kardeşler) yönetimini savunmak için müttefiki Katar'ın yanında yer aldığı Körfez krizi ortaya çıkmadan önce, Arap Koalisyonu aracılığıyla Riyad'ın ‘Kararlılık Fırtınası Operasyonu’ndaki konumunu ve Yemen'deki meşru hükümeti savunmasını destekleyen İslam ülkeleri arasında yer alması bu açıdan dikkat çekiciydi.
İran'ın bölge güvenliğine yönelik tehdidi gibi Suudiler için kritik bölge dosyalarındaki Türkiye’nin performansı mütevazı kalsa da Uluslararası ilişkiler araştırmacısı Basil el-Hac, Riyad ile Ankara arasındaki uzlaşmanın İran'ı bölgede sınırlayan veya etkisini azaltarak bir dengeye yol açabileceğini düşünüyor.
Prens Muhammed bin Selman'ın Türkiye'ye yaptığı ziyaretin çok önemli olduğunu söyleyen Hac, “Çünkü Rusya'nın Ukrayna'ya özel askerî harekâtı başlatmasının ardından tüm bölgesel ve uluslararası denklemlerin değiştiği bir dönemde yeni bir sayfa açılacak” dedi.
“Körfez Bölgesi’ndeki kardeşlerimizin istikrarına ve güvenliğine, kendi istikrar ve güvenliğimiz kadar önem verdiğimizi her vesileyle ifade ediyoruz.
Terörün her türlüsüne karşı olduğumuzun ve bölgemizdeki ülkelerle teröre karşı iş birliğine verdiğimiz önemin altını çiziyoruz. İlişkilerimizi her alanda geçmiştekinin de ötesine taşıyacağımıza inanıyorum. Rabbimizin rahmet, mağfiret ve şefkatinin gönülleri kuşattığı mübarek Ramazan ayındaki bu seyahatimiz, dost ve kardeş Suudi Arabistan’la yeni bir dönemin kapılarını aralayacaktır”
Resmi bir Türk kaynağı, Riyad'la yeni yakınlaşmanın nedenlerini ‘2011'de Washington'ın Irak'tan çekilmeye ve Tahran'ın yerel ve bölgesel oyuncular pahasına orada yayılmasının ve genişlemesinin yolunu açmaya karar vermesine benzer şekilde ortaya çıkabilecek ve bölgede var olan dengeler ve denklemler oyununu etkileyebilecek bölgesel sürprizlerden kaçınmak için Viyana'daki Batı-İran nükleer görüşmelerinin sonuçlarının ötesindeki aşamaya hazırlık’ olarak açıkladı. Resmi Türk medyasında yer alan bir habere göre bir yetkili, “Bölgede birden fazla aktif ülkenin yeniden konumlandırılması ile ilgili hassas bölgesel dosyalar, haritaların, özellikle de Suriye ve Lübnan aleyhine çizilmemesi için artık Türk-Suudi koordinasyonunu gerektiriyor” dedi.
Yeni ABD yönetiminin iktidara gelmesinden bu yana Körfez ve Türkiye, Beyaz Saray'ın Biden dönemindeki yönelimlerinin umulduğu gibi gitmediğini gördü. İngiliz ‘Chatham House’dan analistler, İran ile bile ikili ve toplu diyalog yoluyla bölgesel iş birliğinin daha etkili olduğu sonucuna vardılar.

İran yeni bir 'güç gösterisi' konusunda endişeli
Ancak Rusya'nın Ukrayna'yı işgal etmesinin ardından hâkim olan kutuplaşma, işleri karmaşık hale getirirken aynı zamanda bölge ülkelerinin, özellikle de enerji piyasasını dengeleme konusunda muazzam bir yeteneğe sahip olan Suudi Arabistan'ın önemini hatırlattı. Türkiye, bölgedeki en önde gelen NATO müttefikidir. Bu da pozisyonların koordinasyonunu daha da acil hale getiriyor.
İki büyük ülke arasındaki koordinasyonun önemi, Tahran'ın bundan endişe duymasına neden oldu. Aftab Yezd gazetesi, Veliaht Prens'in Türkiye ziyaretini, ‘güç ve kudretin bir tezahürün’ göstergesi olarak nitelendirdi. Gazete, "Suudi Arabistan ve Türkiye, son yıllarda iki ülke arasında yaşanan anlaşmazlıkların ve sorunların üstesinden gelmeyi başardılar. Bu, İran'a siyasi ve askeri tecritle (tehdit ederek) bir kuşatma döngüsü uygulanmaya başlandığını gösteriyor" değerlendirmesinde bulundu.
Ancak Şarku’l Avsat’ın Independent Arabia’dan aktardığı analize göre Independent Arabia’ya konuşan Türk siyasi analist Turgut Oğlu, Türkiye'nin iktidar partisi ile İran rejimi arasındaki siyasi anlaşmazlıkların önemsiz olduğunu söyledi. "Bazı Arapların, İran'a eşit olan eski Türkiye'nin hala mevcut olduğuna inandığına dikkat çeken Turgut Oğlu, “Türkiye'deki İran lobisinin hiç olmadığı kadar güçlendiğine tanık oluyoruz” dedi. Nitekim, Adalet ve Kalkınma Partisi'nin birçok liderinin, küçük ayrıntılar dışında ideolojik veya siyasi olarak İran'dan farklı olmadığını belirtti.
İran'ın Türkiye içindeki etkisinin Erdoğan'ın partisiyle sınırlı olmadığını vurgulayan siyasi analist, Davutoğlu'nun ekibi bile siyasi ideolojisinde ‘örneğin, Körfez ülkelerinden ziyade İran'a daha yakın’ olduğuna işaret etti.
Yüzyıllar önce, Osmanlı Türkleri, modern Türk devleti döneminde bu uyum gerilemeden önce, her zaman Irak ve Şam'daki Arap bölgesine yönelik Safevi genişlemesinin karşısında durdular. Ancak 2003 yılında Saddam Hüseyin rejiminin düşmesi, iki ülkeyi ‘bölge ülkelerindeki etkilerini genişletmeye ve tüm tarihi, coğrafi, sosyal, dini ve kültürel verilerini kullanmaya’ çabalamaya teşvik etti. Kral Faysal Araştırmalar Merkezi'nin geçtiğimiz günlerde yayınladığı ve Türkiye ile İran arasındaki özellikle Irak rekabetini inceleyen bir araştırmaya göre bu rekabet, Arap ülkelerinin ‘Arap Baharı’ olarak adlandırılan süreçten geçmesiyle aleni hale geldi.

Tren kaçtı mı?
Türk tarafında, İran'ın genişlemesi Körfez'deki kadar rahatsız edici olmasa da ülkenin ekonomik çıkarları ve Erdoğan'ın 2023 seçimlerini kazanma ihtiyacı ve ülkesinin para biriminin feci şekilde çöküşü, onu ekonomik bir kurtarıcı yapıyor. Şimdi kızgın seçmenlerin oylarını kazanmasını sağlayabilir. Ankara'yı en çok canlandırabilecek Körfez ülkeleri Suudi Arabistan ve BAE, Erdoğan'a bedelsiz fedakarlıklar sunana kadar Biden'e bir şey vermediler. Petrol fiyatlarının toparlanması Türkiye için çok şey yapabilir, ancak soru şu: Türkiye ona ne sunabilir?
Bu bağlamda Turgut Oğlu, ‘Erdoğan'ın seçimleri kurtarma trenini muhtemelen kaçırdığını, ancak Körfez ile Türkiye arasındaki stratejik ilişkilere yapılacak herhangi bir yatırımın olumlu olduğunu söyledi. Suudi Arabistan'ın Türkiye'ye ekonomik açıdan açık olmasının pek çok olumlu etkisi olabileceğine inandığını ancak ‘yine de AK Parti'nin seçilmesine yol açıp açmayacağının belli olmadığına işaret etti.
Körfez turizmi, özellikle Suudi Arabistan, anlaşmazlıktan önceki yıllarda Türkiye için önemli bir kaynak oluşturuyordu. Bu, Ankara'yı suların rotasına dönmesine, iki ülke arasındaki ticaret alışverişinin hareketinde doğrudan bir gelişmeye güvenmeye sevk etti.
Anadolu Ajansı'nın İngilizce yayın yapan sitesinde yer alan bir habere göre, Suudi Arabistan Ticaret Odaları Federasyonu’ndaki kaynaklar, Türkiye'nin Suudi Arabistan'a yaptığı ihracatın, iki ülke arasındaki ilişkilerin düzeldiği açıklamasının ardından hızlı bir şekilde normale döneceği ve Suudi Arabistan'ın Türkiye'den ithalata yönelik herhangi bir yasağının bulunmadığını ve mallarının hala yerel pazarlarda mevcut olduğunu belirtti.
Suudi Genel İstatistik Kurumu'nun verilerine göre, Suudi Arabistan'ın Türkiye'den ithalatı 2022'nin ilk iki ayında yüzde 2,8 arttı. 2020'de ticaret 8,82 milyar riyalden (2,35 milyar dolar) yüzde 62,3 düşüşle 3,32 milyar riyal (886 milyon dolar) oldu. Daha önce bu rakamın çok üzerindeydi.
Bu nedenle Türkiye Cumhurbaşkanı, Suudi Arabistan'ın ülkesinin pazarlarına dönüşünü ‘çıkış yolu’ olarak değerlendirirken samimiydi. Cidde'deki uzlaşma zirvesinden döndükten sonra basına şu ifadeleri kullandı: “Biliyorsunuz, Körfez ile ilgili çok olumlu gelişmeler var. Son olarak Suudi Arabistan ziyaretimiz önemli bir çıkış noktası olacak. Suudi kardeşlerimizin de Türkiye'ye gelişleri çok daha artacaktır.”

Ortak İslami eylem için
Öte yandan Kuveytli analist Muhammed el-Mulla, Suudi Arabistan'ın Türkiye'ye karşı olumlu tutumu olduğunu düşünüyor. Ancak bunun, siyasi dalgalanmalarıyla tanınan Erdoğan ile geçmiş sayfasını kapatmak anlamına gelmeyebileceğine dikkat çekiyor.
Mulla, “AK Parti'nin amacı Osmanlı İmparatorluğu, Arap ve İslam ulusunun kontrolünü yeniden kazanana kadar İslam dünyasına hâkim olmaktı. Parti lideri, Müslüman Kardeşler'in bir üyesi olduğunu ve bölgedeki tüm İhvan hareketlerinin ilk destekçisi olduğunu inkâr etmiyor. Bu nedenle Suudi Arabistan, BAE ve Mısır'a yönelik tekrarlanan tacizlerde Müslüman Kardeşler ve İran Devrim Muhafızları kanallarını destekleyen Türkiye'den başlatılan bir medya savaşı yaşandı. Suudi Arabistan'a alternatif olarak, Türk-Malezya-Pakistan ittifakını kurma girişimini de unutmadık ama tüm girişimler başarısız oldu” değerlendirmesinde bulundu.
Bu ve diğer politikaların maliyetinin, ülkenin artan yabancı yatırımlara bağımlılığına ek olarak, Ankara'ya muhtemelen 400 milyar dolardan fazla borca ​​mal olduğu tahmin ediliyor. Bu ise ülkeyi giderek büyüyen bir krize sürükledi. Türkiye Cumhurbaşkanı, iş birliği elini uzattı ve Mısır, BAE ve Suudi Arabistan'dan özür diledi.
Kuveytli analiste göre Suudi Arabistan, bölgenin yararına ortak iş birliğine inandığından geçtiğimiz 28 Nisan'da Erdoğan'ı kabul etti. Muhammed Mulla, “Ziyaretin amacının, tekrarlanan başarısızlıklar ve popülaritesinin düşmesinden sonra yaklaşan seçimlerde partisini kurtarmak için yeni ilişkiler açmak olduğunu biliyor. Böylece Türkiye'nin Müslümanların kıblesi ve Arapların temsilcisi Suudi Arabistan ile yakınlaşması, Cumhurbaşkanı için can simidi olacak diyerek, bunun, Ankara'yı bölgesel durumun gerektirdiği şekilde her türlü tavizde esnek olmaya teşvik ettiğini" kaydetti.

“1932 yılında Türkiye'yi ziyareti sırasında Kral Faysal bin Abdulaziz”
Son dönemde Türkiye ile Suudi Arabistan arasındaki siyasi anlaşmazlığın tırmanmasına rağmen, iki taraf uzun iletişim hatlarını sürdürmeye çalıştı. Ekonomik boykot, özellikle Riyad tarafında gayri resmi olarak popüler olmaya devam etti. Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Selman, ülkesinin, ‘Haremeyn-i Şerifeyn’in kucaklayıcısı olarak, Türkiye dahil tüm İslam ülkeleriyle güçlü ilişkiler kurmayı amaçladığını ve bunun, genel olarak bölgenin çıkarları ve özel olarak ortak İslami eylem için önemli olduğunu söyledi.
O sırada Türk yetkililer tarafından gerçekleştirilen suistimaller konusundaki tutumuna cevaben, Londra merkezli Şarku'l Avsat’a verdiği röportajda, “Riyad'ın anlaşmazlıkları çözme mirasına dayanarak, Haremeyn-i Şerifeyn ve hedeflerine hizmet etmeye, yurdumuzun güvenlik ve istikrarını, halkımızın refahını sağlamaya, vatanımızın ve İslam dünyasının çıkarlarına zarar veren rekabetlere girmemeye odaklanıyoruz. Bazılarının kendi iç sebeplerinden dolayı, herkes için malum olan olumsuzlukları dikkate almadan, bu hedeflere ulaşmaya devam ediyoruz” ifadelerini kullandı.

Geçmişi kurcalamak turizm için zararlı
Tarihsel olarak, 300 yıl önce Diriye'de (şimdi Riyad'ın tarihi mahallesi) ortaya çıkan Suudi devletinin, tarihinin erken dönemlerinden itibaren Arap Yarımadası'ndaki Osmanlı egemenliğine direnmiş ve onlarla vur-kaç savaşları yapmış olması dikkat çekicidir. Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküşüyle ​​vur-kaç sona erdi. Birinci Dünya Savaşı sonrası Osmanlı İmparatorluğu ve bu tür acı hatıralar, Körfez ve Arapların Türkiye'ye bakışına gölge düşürmüştür. Birçok Arap'ın o tarihi unuttuğu ve Türkiye'nin en popüler yatırımcıları ve turistleri arasına girdiği bir dönemde, o geçmişi farklı şeyler çağrıştırıyor.
Nitekim Suudi Araştırmacı Muhammed er-Rumeyzan, 2017 yılında Türkiye'ye gelen Suudi turist olgusu üzerine bir araştırma yaptı. Türklerin Suudileri provoke edip ilişkileri tırmandırmasından önce o yıl 350 binden fazla Suudi vatandaşının Trabzon’a gittiğini tespit etti.
Türkiye meselelerinde uzmanlaşmış araştırmacı, Suudi ticari projelerinin ve sözleşmelerinin incelenen şehirde olduğunu kabul ediyor. Araştırmacıya göre en önemli gelişmeye tanık olan ticari faaliyete yansıyan turist sayısı, kentte 30 Suudi şirketinin kurulmasıyla hızlanarak arttı.
Bu, Körfez krizinden sonra turizm faaliyetinin istikrarlı bir şekilde çökmesinden önceydi. Koronavirüs (Kovid-19) salgınının patlak vermesiyle kriz sona ermişti.  Ancak Suudi Arabistan'daki güvenlik yetkilileri, güçlü lideri Ankara'ya gitmeden önce Riyad'ın iyi niyet jesti olarak anlaşılan bir hareketle, nihayet Türkiye'ye seyahat yasağına son verdi. Bu karar, yüzbinlerce Türk ve iki ülke arasında art arda gelen krizlerden önce, her yıl Türkiye'ye seyahat eden Suudiler tarafından memnuniyetle karşılandı.

Soy, çıkar ve coğrafya bağlantıları
Suudilerin kendi ülkelerinde ve genel olarak Arap bölgesinde Osmanlılara yönelik ‘Seferberlik ve Diriye katliamları’ gibi kasvetli tarihi dosyalar açması, tüm sosyal ve dini bağları yok etmedi. Suudi Prenslerinden Turki el-Faysal, son dönemde yaptığı bir açıklamada, "Bizi Türkiye ile sadece coğrafya olarak değil, iki ülke arasındaki insan ve aile ilişkileri açısından da bağlayan bağlar var. Anneannem aslında Türk ya da Çerkez kökenliydi” dedi.
Faysal, ekonomik durumla ilgili olarak, Suudi menşeili ‘Arab News’e verdiği röportajda, "İki ülke arasındaki ilişkiler ister ticaret olsun, ister müteahhitlik, kalkınma projeleri olsun, ister Türkiye'deki Suudi yatırımları vs. olsun karşılıklı yarar açısından daha iyi olmalı. Umuyorum ki ilişkilerin normalleşmesi doğrultusunda tüm bunlar normale döner” ifadelerini kullandı.



Öcalan'dan görüntülü çağrı geldi

Öcalan'dan görüntülü çağrı geldi
TT

Öcalan'dan görüntülü çağrı geldi

Öcalan'dan görüntülü çağrı geldi

İmralı Cezaevi’nde tutuklu bulunan Abdullah Öcalan, 19 Haziran 2025 tarihli mektubunda PKK’nin Fesih Kongresi’ne atıfla “varlık inkarına dayalı ve ayrı devlet amaçlı PKK hareketinin sona erdiğini” belirtti. Demokratik siyaset ve toplumsal barış vurgusu yapan Öcalan, “silahların gönüllüce bırakılmasını” talep etti. TBMM çatısı altında kurulacak komisyonun önemine dikkat çeken Öcalan, “Bu bir kayıp değil, tarihi bir kazanım olarak değerlendirilmelidir” dedi.

İşte Öcalan’ın çağrısından öne çıkan bölümler:

“27 Şubat 2025 tarihli Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı’nı savunmaya devam etmekteyim”

Sizlerin PKK’nin 12. Fesih Kongresi’yle, buna kapsamlı oldukça doğru bir içerikle pozitif yanıt vermenizi tarihi bir karşılık olarak değerlendirmekteyim. Tarihi bir dönüşüm sayılması gereken bir Demokratik Toplum Manifestosu hazırladım. Bu manifesto, yaklaşık 50 yıllık ‘Kürdistan Devriminin Yolu’ manifestosunu başarıyla ikame edecek niteliktedir.

“Varlık tanındı, ana amaç gerçekleşti”

Öcalan, mektubunda PKK’nin kuruluş amacına işaret ederek bu amacın gerçekleştiğini belirtti:

Varlık inkarına dayalı ve ayrı devlet amaçlı PKK hareketi ve dayandığı ulusal kurtuluş savaş stratejisine son verilmiştir. Varlık tanınmış, dolayısıyla ana amaç gerçekleşmiştir. Gerisi aşırı tekrar ve açmaz olarak değerlendirilmiştir. Bu temelde kapsamlı eleştiri-öz eleştiri devam edecektir.

“Silahları bırakın, mekanizmaları kurun”

Barış sürecinin somutlaşması için atılması gereken adımlara dikkat çeken Öcalan, mektubunda şunları kaydetti:

Sürecin geneli olarak silahların gönüllüce bırakılması ve TBMM’de yetkili ve kanunla kurulması düşünülen kapsamlı komisyon çalışması önemlidir. Silah bırakma mekanizmasının kurulması süreci ileri taşıyacaktır. Yapılan silahlı mücadele aşamasından demokratik siyaset ve hukuk aşamasına gönüllüce geçiştir. Bu bir kayıp değil, tarihi bir kazanım olarak değerlendirilmek durumundadır.

“Kendi özgürlüğümü bireysel bir sorun olarak görmedim”

Abdullah Öcalan, bireysel özgürlüğü kolektif özgürlük bağlamında ele alarak şu değerlendirmeyi yaptı:

Ben hiçbir zaman kendi özgürlüğümü bireysel bir sorun olarak görmedim. Felsefi olarak da kişi özgürlüğü toplumdan soyut olamaz. Birey özgürleştiği oranda toplum, toplum özgürleştiği oranda birey özgür olabilir.

“Demokratik Modernite Güçleri yeni evreye hazırlanmalı”

Öcalan, mektubunun son bölümünde yeni bir stratejik döneme işaret ederek şu çağrıyı yaptı:

Bu tartışmalar tüm ülke, bölge, küresel düzeyde bizleri, Demokratik Modernite Güçlerini yeni bir teorik program, stratejik ve taktik evreye ulaştıracağına, şimdiden bunun hazırlık çabası içinde olunduğuna dair çok iyimser ve hazır olduğumu, arzulu ve coşkulu olarak belirtirim. Önümüzdeki döneme çağrım, kongre kararları ve en son bu yazıda dile getirdiğim görüş ve öneriler doğrultusunda yüklenelim ve başarı temelinde gelişmeler sağlayalım.

Mektubun tamamı şöyle:

Değerli yoldaşlar

Komünalist yoldaşlık hareketimizin geldiği aşamayı, yaşadıkları somut durumu, sorun ve çözüm yollarına ilişkin kapsamlı bir mektupla tekraren de olsa açıklayıcı ve yaratıcı yanıtlar vermeyi, sizlere karşı etik bir görev saymaktayım.

27 Şubat 2025 tarihli Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı’nı savunmaya devam etmekteyim.

Sizlerin PKK’nin 12. Fesih Kongresi’yle, buna kapsamlı oldukça doğru bir içerikle pozitif yanıt vermenizi tarihi bir karşılık olarak değerlendirmekteyim.

Gelinen nokta oldukça değerli ve tarihi nitelikte sayılmak durumundadır. Bu arada köprü ilişkide bulunan yoldaşların çabası aynı değerde ve takdire şayandır.

Tüm yaşanan gelişmeler sonunda tarihi bir dönüşüm sayılması gereken bir Demokratik Toplum Manifestosu hazırladım. Bu manifesto, yaklaşık 50 yıllık ‘’Kürdistan Devriminin Yolu’’ manifestosunu başarıyla ikame edecek niteliktedir. Sadece Kürt tarihsel toplumu için değil, bölgesel ve küresel toplum için de tarihsel toplumsal bir içerik taşıdığına inanmaktayım. Tarihi manifesto geleneğinin başarılı bir örneğini teşkil ettiğinden kuşku duymamaktayım.

Tüm bu gelişmelerin İmralı’da gerçekleştirdiğim görüşmeler neticesinde yaşandığını açıkça belirtmek durumundayım. Görüşmelerin özgür irade temelinde yürütülmesine azami dikkat gösterilmiştir.

Varılan aşama, yeni adımlarla pratiğe geçmeyi gerekli kılmaktadır. Bu aşamanın ve gerekli adımların da tarihi nitelikte olduğunun önemle belirtilmesi, anlaşılması ve gereklerine bağlı kalınması, yol alınması açısından kaçınılmazdır.

Varlık inkarına dayalı ve ayrı devlet amaçlı PKK hareketi ve dayandığı ulusal kurtuluş savaş stratejisine son verilmiştir. Varlık tanınmış, dolayısıyla ana amaç gerçekleşmiştir. Miadını doldurma bu anlamdadır. Gerisi aşırı tekrar ve açmaz olarak değerlendirilmiştir. Bu temelde kapsamlı eleştiri-öz eleştiri devam edecektir.

Siyaset boşluk tanımayacağına göre, boşluk, Barış ve Demokratik Toplum başlıklı program, ‘’demokratik siyaset’’ stratejisi ve temel taktik olarak bütüncül hukukla doldurulmak durumundadır. Tarihsel nitelikte ve kader belirleyici bir süreçten bahsediyoruz.

Sürecin geneli olarak silahların gönüllüce bırakılması ve TBMM’de yetkili ve kanunla kurulması düşünülen kapsamlı komisyon çalışması önemlidir. Kısır mantıklı, önce sen-ben kısırlığına düşmeden, adımların atılmasında dikkat ve hassasiyetin gösterilmesi şarttır. Atılan adımların boşa çıkmayacağını biliyorum. Samimiyeti görüyor ve güveniyorum.

Dolayısıyla daha da pratik ve somut kilit açıcı adımlara geçilmeye çalışılmaktadır. Benim tarafımdan ileri sürülen tezlerin belli başlı olanları şunlardır:

Herkesin üzerine düşeni yapması, Barış ve Demokratik Toplum hedefine ulaşılması, pozitif entegrasyonalist bir perspektifle mümkündür. Tüm anlatılanlardan çıkarılan sonuç: PKK ulus devletçi bir amaçtan vazgeçmiş, bu temel amaçtan vazgeçişle birlikte temel savaş stratejisinden de vazgeçmiş, varlığını sona erdirmiştir. Gelinen tarihi noktanın daha da ileriye götürülmesi beklenmektedir.

Gerek TBMM ve komisyon için anlam ifade edecek, gerek kamuoyundaki şüpheleri giderecek ve sözümüzün gereğini karşılayacak şekilde silahların bırakılmasını, ilgili çevre ve kamuoyuna açık olarak temin etmeniz doğal karşılanmalıdır. Silah bırakma mekanizmasının kurulması süreci ileri taşıyacaktır. Yapılan silahlı mücadele aşamasından demokratik siyaset ve hukuk aşamasına gönüllüce geçiştir. Bu bir kayıp değil, tarihi bir kazanım olarak değerlendirilmek durumundadır. Silah bırakmaya ilişkin detaylar belirlenecek ve hızlıca hayata geçirilecektir.

Meclisin çatısı altında bulunan DEM, diğer partilerle birlikte bu sürecin başarıya ulaşması için üzerine düşeni yapacaktır.

Bu arada tüm karar metinlerinde vazgeçilmez bir şart olarak benim özgür kalma durumuma gelince; biliyorsunuz ki ben hiçbir zaman kendi özgürlüğümü bireysel bir sorun olarak görmedim. Felsefi olarak da kişi özgürlüğü toplumdan soyut olamaz. Birey özgürleştiği oranda toplum, toplum özgürleştiği oranda birey özgür olabilir. Bu eğilimin gereğine bağlı kalınacağı tabidir. 

Silahın değil, siyasetin ve toplumsal barışın gücüne inanıyorum. Ve sizi de bu ilkeyi hayata geçirmeye çağırıyorum.

Son günlerde bölgede yaşanan gelişmeler, attığımız bu tarihi adımın önemini ve aciliyetini açıkça teyit ediyor.

Sürece yönelik her türlü eleştiri ve önerilerinizi, katkılarınızı dört gözle beklediğimi belirtmeliyim. Bu tartışmalar tüm ülke, bölge, küresel düzeyde bizleri, Demokratik Modernite Güçlerini yeni bir teorik program, stratejik ve taktik evreye ulaştıracağına, şimdiden bunun hazırlık çabası içinde olunduğuna dair çok iyimser ve hazır olduğumu, arzulu ve coşkulu olarak belirtirim.

Önümüzdeki döneme çağrım, kongre kararları ve en son bu yazıda dile getirdiğim görüş ve öneriler doğrultusunda yüklenelim ve başarı temelinde gelişmeler sağlayalım.

Daimi yoldaşça selam ve sevgiyle kalın.

19 Haziran 2025 / Abdullah Öcalan

Independent Türkçe