Oppenheimer tüm zamanların en çok hasılat yapan II. Dünya Savaşı filmi olduhttps://turkish.aawsat.com/ya%C5%9Fam/4479686-oppenheimer-t%C3%BCm-zamanlar%C4%B1n-en-%C3%A7ok-has%C4%B1lat-yapan-ii-d%C3%BCnya-sava%C5%9F%C4%B1-filmi-oldu
Oppenheimer tüm zamanların en çok hasılat yapan II. Dünya Savaşı filmi oldu
Tom Conti (solda) Albert Einstein ve Murphy, J. Robert Oppenheimer rolünde Oppenheimer'da (Universal Pictures/Melinda Sue Gordon)
Oppenheimer bugüne kadar resmen en çok hasılat yapan II. Dünya Savaşı filmi oldu.
Christopher Nolan'ın küresel gişede 550 milyon dolar sınırını hızla aşan filmi, övgü dolu eleştiriler aldı.
Geçen ay sinemalarda gösterime giren Oppenheimer, teorik fizikçi J. Robert Oppenheimer'ın (Cillian Murphy) yaşadığı güçlükler ve sıkıntıların yanı sıra atom bombasının icadını konu alan üç saatlik bir biyografik film.
Filmin büyük bölümü Oppenheimer'ın savaş döneminde Los Alamos'ta yer alan laboratuvarındaki çalışmalarına ve ardından filmde Robert Downey Jr.'ın canlandırdığı hükümet yetkilisi Lewis Strauss tarafından uğradığı siyasi zulme odaklanıyor.
Box Office Mojo'nun son tahminlerine göre Oppenheimer, yine Nolan'ın çektiği ve 527 milyon dolar küresel gişe hasılatı elde eden bir önceki rekorun sahibi Dunkirk'ü geride bıraktı. Başrollerinde Tom Hardy, Harry Styles ve Murphy'nin yer aldığı film, Fransa Muharebesi esnasında gerçekleşen Dunkirk Tahliyesi etrafında şekilleniyor.
Savaş filmleri tarihindeki etkileyici rakamlarına rağmen Oppenheimer, "Barbenheimer" muharebesinde geride kalıyor. Greta Gerwig'in Barbie'si, her iki filmin de gösterime girmesinden sonra geçen aynı süre içinde 1 milyar doların üzerinde hasılat elde etti.
The Independent'tan Clarisse Loughrey 5 üzerinden 4 yıldız verdiği eleştirisinde, Oppenheimer'ı "Christopher Nolan'ın en iyi ve kendisini gözler önüne en çok serdiği çalışması" diye nitelendirdi.
Loughrey şöyle yazdı:
Gelenekçi bir bakışa sahip ustalıkla ve güçlü, sinematik bir hayal gücüyle anlatılan son derece huzursuz edici bir hikaye. Nolan burada 20. yüzyılın en tartışmalı miraslarından biri olan, 'atom bombasının babası' J. Robert Oppenheimer'ın mirasını, çözülmesi gereken bir matematik bulmacası gibi ele alıyor.
The Independent'a verdiği bir röportajda Nolan, Oppenheimer'ın "şimdiye kadar yaptığı en büyük film" olduğunu söylemişti.
Nolan 100 milyon dolarlık film için "Yapmak istediğim film daha küçük çaplı yapılamazdı" demişti.
Mesele para değil, mesele bütçe değil. Beni bu filme çeken şey hikayenin büyüklüğüydü.
Oppenheimer ve diğer bilim insanları atmosferi ateşe verip tüm dünyayı yok etme ihtimalini tamamen eleyemiyor ama yine de testi harekete geçiriyor; birilerinin hepimiz ve tüm torunlarımız adına bu riski alması fikri var burada. Bundan daha büyük bir şey yok.
Oppenheimer 21 Temmuz'da sinemalarda gösterime girdi.
Uzaylı arayışında büyük umut vaat eden "Süper Dünya" keşfedildihttps://turkish.aawsat.com/ya%C5%9Fam/5201166-uzayl%C4%B1-aray%C4%B1%C5%9F%C4%B1nda-b%C3%BCy%C3%BCk-umut-vaat-eden-s%C3%BCper-d%C3%BCnya-ke%C5%9Ffedildi
Uzaylı arayışında büyük umut vaat eden "Süper Dünya" keşfedildi
(Kaliforniya Üniversitesi Irvine kampüsü illüstrasyonu)
Araştırmacılar, yeni keşfedilen bir "Süper Dünya"nın nihayet uzaylı yaşamına dair kanıt elde etmemizi sağlayabileceğini söylüyor.
GJ 251 c diye adlandırılan, 20 ışık yılından daha kısa mesafedeki gezegenin, bizimki gibi kayalık ancak çok daha büyük gezegenleri içeren "Süper Dünya" grubunda yer aldığı düşünülüyor. Bu gezegenlerin, evrende uzaylı yaşamı bulma ihtimalimizin en yüksek olduğu gökcisimleri olduğu tahmin ediliyor.
Dahası "Goldilocks Bölgesi"nde yer alan GJ 251 c, Güneş'ine ne çok yakın ne de çok uzak olduğu için yüzeyinde sıvı su barındırabilir. Bilim insanları bu hassas noktadaki diğer gezegenleri arayan Habitable-Zone Planet Finder (Yaşanabilir Bölgedeki Gezegen Kaşifi) araştırmasında gezegeni tespit etti.
Araştırmacılar, gezegenin uzaylı yaşam arayışında bulduğumuz en heyecan verici olasılıklardan biri olabileceğine inanıyor.
Bilim insanları bu gezegeni, çok çeşitli teleskoplardan toplanan 20 yılı aşkın veriyi kullanarak ve gezegenin ana yıldızının "yalpalama" hareketini arayarak saptadı. Bu hafif hareket, yörüngedeki bir gezegenin yerçekiminden kaynaklanıyor.
İlk olarak verileri, o sistemde yer aldığını zaten bildikleri GJ 251 b adlı gezegeni daha iyi anlamak için kullandılar. Ancak daha detaylı incelemeler, bu yıldız sisteminde çok daha büyük kütleli başka bir gezegenin varlığına işaret ederken, daha sonra orada olduğu doğrulandı.
Araştırmacılar gezegeni doğrudan gözlemleyemiyor. Ancak gelecekteki teleskopların, bu dünyayı doğrudan görebilmesi için için yeterli güç sağlayacağını umuyorlar.
Pensilvanya Eyalet Üniversitesi'nden yeni makalenin ortak yazarı Suvrath Mahadevan, "GJ 251 c'de atmosfer veya yaşam olduğunu henüz doğrulayamasak da gezegen gelecekteki keşifler için umut verici bir hedef teşkil ediyor" diyor.
Heyecan verici bir keşif yaptık ancak bu gezegen hakkında öğrenilecek daha çok şey var.
Çalışma, The Astronomical Journal'da yayımlanan "Discovery of a nearby Habitable Zone Super-Earth Candidate Amenable to Direct Imaging" (Doğrudan Görüntülemeye Uygun Yaşanabilir Bölgedeki Yakın Bir Süper Dünya Adayının Keşfi) adlı yeni bir makalede anlatılıyor.
Independent Türkçe
Filmekimi 2025: Bir festival, 5 film, 5 deneyimhttps://turkish.aawsat.com/ya%C5%9Fam/5201162-filmekimi-2025-bir-festival-5-film-5-deneyim
Sundance Film Festivali'nde prömiyer yapan ve büyük ilgi gören Üzgünüm, Bebeğim'de 31 yaşındaki Eva Victor'a (sağda) Naomi Ackie (solda) eşlik ediyor (A24)
Sundance Film Festivali'nde prömiyer yapan ve büyük ilgi gören Üzgünüm, Bebeğim'de 31 yaşındaki Eva Victor'a (sağda) Naomi Ackie (solda) eşlik ediyor (A24)
Her sonbahar olduğu gibi bu yıl da hava serinleyip yapraklar kendini rüzgara bıraktığında, aklıma ilk düşen şey sinema salonlarının karanlığı oluyor. Filmekimi, mevsimin hüznünü beyazperdede buluşturan bir ritüel, bir kent geleneği artık. Her film, yeni bir hikayenin, yeni bir duygunun kapısını aralıyor. Yıllardır ekim takviminde sabit bir yer tutan festival, sezonun en çok konuşulan filmlerini sinemaseverlerle buluşturuyor. Şehrin temposundan bir adım uzaklaşıp başka hayatlara karışmanın, başka dünyalara sığınmanın mevsimi bu.
Filmekimi artık yalnızca İstanbul'la sınırlı değil; festivalin renkli atmosferi bu sonbaharda 4 şehre yayıldı. Festival 9 - 12 Ekim'de Ankara'da, 16 - 19 Ekim'de ise Eskişehir'deki sinemaseverlerle buluştu. Şimdiyse 23 - 26 Ekim'de İzmir, Filmekimi'nin son durağı olarak festival coşkusunu yaşıyor.
Bu yılın programında Cannes, Venedik ve Karlovy Vary gibi büyük festivallerden ödüllerle dönen ve dakikalarca ayakta alkışlanan filmler, Filmekimi kapsamında sinemaseverlerle buluştu. Ari Aster, Paolo Sorrentino, Jim Jarmusch, Yorgos Lanthimos ve Guillermo del Toro'nun yeni yapımları da bu yılki seçkiyi iyice parlattı.
Bu yılki Filmekimi benim için her zamanki gibi heyecanla, biraz da telaşla geçti. Her yıl olduğu gibi bu kez de bazı filmlerin biletlerini saniyelerle kaçırdım. Festivalin Paribu Art'taki basın buluşmasının ardından Jim Jarmusch'un Altın Palmiyeli filmi Baba Anne Kız Kardeş Erkek Kardeş'i (Father Mother Sister Brother) izleyecek olmanın heyecanı günlerce sürdü. Bazı günler arka arkaya iki seansa koştum; birinde beklediğimi bulamadım, diğerinde ise ummadığım kadar etkilendim. Salon çıkışlarında kulağımda yankılanan replikler, kalabalığın uğultusuna karıştı. Tüm bunlar Filmekimi'nin benim için neden özel olduğunu bir kez daha hatırlattı. Yine aynı duyguyla düşünüyorum: Festival deneyimi sadece filmleri değil, izleme halinin kendisini de sevdiriyor insana.
Seçkideki onlarca yapım arasında kimi beni hayal kırıklığına uğrattı, kimi ise uzun süre etkisinden çıkamadığım sahnelerle hafızama kazındı. İşte salon ışıkları yandığında zihnimde en çok yer eden, bu yılın Filmekimi'nden kalan filmler...
Başka Yolu Yok (Eojjeolsuga eobsda)
Son anda açılan ek seans sayesinde izleme şansı bulduğum Başka Yolu Yok, Filmekimi'ndeki en güçlü deneyimim oldu. Park Chan-wook'un bu kez kara komedinin sınırlarında gezinen yeni filmi, işsizlik, hırs ve sınıfsal kaygılarla örülü modern bir kabusa dönüşüyor. Açılış sahnesindeki mükemmel aile tablosu, gökyüzü kadar yapay bir huzurun önsözü gibi; birkaç dakika içinde o düzenin altındaki çürümeyi hissettiriyor. Squid Game'in meşhur kötüsü Lee Byung-hun'un canlandırdığı Man-su, 25 yılını verdiği işinden kovulunca, varlığını sürdürmekle insanlığını korumak arasında sıkışan bir anti-kahramana dönüşüyor.
Film, Donald E. Westlake'in The Ax adlı romanından uyarlanmış olsa da Park'ın imzasını taşıyan görsel zarafet ve kara mizah anlayışıyla bambaşka bir kimliğe bürünüyor. "Başka yolu yok" sözü, hem bireysel hem toplumsal çürümenin bahanesine dönüşürken, yönetmen kapitalizmin şiddetini sakin bir banliyö dekorunun ortasında ustalıkla sergiliyor. Park, katliamı bile mizahın içinden anlatırken asıl dehşeti sistemin görünmez acımasızlığında arıyor.
(CJ Entertainment)
Lee Byung-hun'un performansı, çaresizlikle yozlaşma arasındaki ince çizgide ilerleyen karakterine derin bir insani boyut kazandırıyor. Her plan, her renk, her çerçeve, Park'ın bilinçli biçimde kurduğu estetik düzenin bir parçası. Hatta banliyölerin sıradanlığı bile göz kamaştırıcı biçimde stilize edilmiş. Filmin temposu zaman zaman absürtlüğe yaklaşsa da alt metin daima keskin: Sistem insanı öğütüyor, bireyse bunu "mantıklı" bulmak için bahaneler üretiyor.
Son sahnede, tüm bu kanlı farsın ardında kalan ironi uzun süre zihnimde dönüp durdu. Başka Yolu Yok, Park Chan-wook'un filmografisinde belki en "sessiz" ama en yakıcı filmlerinden biri. Burada şiddet ani bir patlama değil, mizahın ve gündelik hayatın içine sinmiş, sessiz bir çürüme gibi işleniyor. Film dışarıdan daha sakin, görsel olarak daha sade görünüyor ama içeriğinde çok daha yakıcı bir gerçeklik var: Ekonomik sistemin insanı yavaş yavaş yok etmesi, kendini koruma içgüdüsüyle şiddeti meşrulaştırması.
Başka Yolu Yok, bir işten çıkarılmanın ölüm kalım meselesine dönüştüğü, komik olduğu kadar ürkütücü bir dünyanın aynası...
Üzgünüm, Bebeğim (Sorry, Baby)
Filmekimi'nde izlediğim filmler arasında beni en çok sarsan Üzgünüm, Bebeğim oldu. Üstelik yanlışlıkla başka sinemaya gidip seansı kaçırma tehlikesiyle karşı karşıyaydım. Ya filmi kaçırmayı kabullenecek ya da 12 dakika içinde diğer sinemada olacaktım. Tereddütsüz ikincisini seçtim, salona vardığımda kan ter içindeydim ama buna değeceğinden de emindim. Eva Victor'un yazıp yönettiği ve başrolünü üstlendiği film, insanın travmanın ardından kendi ayakları üzerinde durmasının ne denli zor olduğunu mizah, kırılganlık, samimiyet ve sıcaklıkla anlatıyor.
Agnes'in, bir üniversite hocasının istismarına uğradıktan sonra aynı okulda ders vermeye devam etmesi, hikayeye hem acı hem ironi yüklüyor. Victor, yaşananları asla doğrudan göstermiyor; bunun yerine olayın yankılarını Agnes'in yüzünde, beden dilinde ve sessizliklerinde işliyor. Bu tercih, filmi bir "olay" anlatısından çıkarıp, travmayla yaşamanın gündelik ağırlığına çeviriyor.
(A24)
Naomi Ackie'nin hayat verdiği Lydie karakteriyle kurulan dostluk, anlatının kalbi gibi. İki kadının birbirini hem kırık hem güçlü yanlarından tanıması filmi ayakta tutuyor. Lucas Hedges'in sade ama dokunaklı performansı, Victor'un hikayesine ince bir umut hattı ekliyor. Film boyunca mizah, ağrının yanına usulca ilişiyor; bazen gülmek, hayatta kalmanın tek yolu gibi.
Üzgünüm, Bebeğim, kahkahayla kederin sınırını ustalıkla tutturuyor. Sadeliğiyle izleyicisini yakalarken sahiciliğiyle içinize işliyor. Victor'un yerinde başka biri olsa, kolay yolu seçip izleyicinin elinden mendilini düşürmeyeceği bir melodram çıkarabilirdi. O ise Fleabag'in alaycılığını, Greta Gerwig'in Frances Ha'sındaki içsel kırılganlığı hatırlatan bir ton yakalamayı tercih ederek filminin kaderini belirledi.
Final sahnesinde Victor, "özür dileme" eylemini bir tür kabullenmeye, sessiz bir barışa dönüştürüyor. Ve izleyiciler olarak o an farkına varıyoruz: Bazı yaralar asla tamamen kapanmıyor ama bazen bir film, bir dost eli kadar iyi gelebiliyor.
Mavi Ay (Blue Moon)
Benim için bu yılki Filmekimi'nin açılışını uzun zamandır merak ettiği Mavi Ay yaptı. Festivalin ilk seansında izlediğim, Richard Linklater imzalı bu film, tek bir gecenin içine sığdırılmış bir hayat hikayesi anlatıyor. Broadway'in unutulmuş dahilerinden Lorenz Hart'ı merkeze alan bu yapım, sanatla yalnızlık arasındaki ince çizgide geziniyor. Ethan Hawke'un olağanüstü performansıysa, filmi duygusal olarak taşıyan en güçlü damar.
(Sony Pictures Classics)
Hawke, Hart'ı bir efsaneden çok, kırılgan bir insan olarak canlandırıyor. Onun alkolle, bastırılmış arzularla, mesleki kıskançlıkla ve unutulma korkusuyla mücadelesini öyle incelikle yansıtıyor ki, oyunculuk bir "rol yapma" eylemi olmaktan çıkıyor, neredeyse karakterin ruh halinin, geçmişinin ve yaralarının izini süren, içsel bir analiz haline geliyor. Özellikle Oklahoma! galasının ertesi gecesinde, eski partneri Richard Rodgers'ın zaferini uzaktan izlerken yüzündeki ifadede, gururun, utancın ve özlemin tüm tonları görülüyor.
Linklater, hikayeyi tek bir mekanda, Sardi's Bar'da kurarken, zamanı genişletmeyi başarıyor. Klasik bir biyografiden çok, bir ruhun portresini çiziyor adeta. Kamera, Hart'ın iç dünyasını dışa vururken Hawke'un beden diline sessiz bir saygıyla yaklaşıyor; her jest, her nefes, bir sönüşün sessizliğini taşıyor.
Filmdeki melankoli, geçmişle bugünün birbirine karıştığı o içki dolu saatlerde yoğunlaşıyor. Margaret Qualley'nin genç Elizabeth rolü, Hart'ın gençliğe ve masumiyete duyduğu ulaşılmaz özlemin simgesi gibi. Andrew Scott'ın canlandırdığı Rodgers ise soğukkanlı bir başarı maskesiyle Hart'ın trajedisini daha da keskinleştiriyor.
Mavi Ay, bir sanatçının başarıdan düşüşe, dostluktan yalnızlığa savruluşunu anlatırken asla melodrama kapılmıyor. Hawke'un ölçülü oyunu ve Linklater'ın dingin anlatımı, filmi bir ağıt kadar zarif, bir caz parçası kadar akışkan kılıyor. Bana sinemanın neden hâlâ duygulara en doğrudan dokunan sanat olduğunu hatırlattı; hüzünle, incelikle, Ethan Hawke'un gözlerindeki o sessiz parlaklıkla.
Özel Hayat (Vie privée)
Filmekimi'nde düşük beklentiyle (Jodie Foster için) girip yüzümde tatlı bir şaşkınlıkla çıktığım film oldu Özel Hayat. Rebecca Zlotowski'nin yönetmenliğinde Jodie Foster, Paris'te yaşayan Amerikalı psikiyatrist Lilian Steiner rolünde. Foster'ın Fransızca ve İngilizce arasında doğal bir geçişle kurduğu ifade dengesi, karakterin kimlik karmaşasına içkin bir tını yaratıyor. Lilian'ın bir hastasının ölümünü cinayet sanmasıyla başlayan hikaye, kısa sürede bir dedektiflik macerasından çok, bir ruh çözülüşüne dönüşüyor. Zlotowski, Hitchcockvari gerilimi Fransız sinemasının zarif ironisiyle harmanlarken, Foster bu labirentin merkezine sinir, mizah ve hüznü aynı anda yerleştiriyor.
(Ad Vitam)
Lilian'ın bastırılmış suçluluk duygusu, film boyunca hem mesleki hem annelik rolüyle hesaplaşmasına dönüşüyor. Bir yandan geçmişteki hatalarıyla yüzleşirken, bir yandan da hipnoz seanslarında kelimenin tam anlamıyla kendi bilinçaltına iniş yapıyor. Zlotowski burada Hitchcock klasiği Ölüm Korkusu'na (Vertigo) selam çakan spiral merdivenlerle, izleyiciyi karakterin zihinsel karmaşasına davet ediyor. Film her zaman tutarlı bir ton yakalayamasa da Foster'ın enerjisi hikayeyi sürekli ayakta tutuyor. True Detective: Night Country'deki sert polisinden sonra bu kadar gevşemiş, mizahla karışık bir tedirginliği bu denli keyifli oynaması izleyiciler için ender görülen bir cevher gibi.
Daniel Auteuil'le paylaştıkları sahnelerdeyse aralarındaki bağ, filmi neredeyse bir "yeniden birleşme komedisine" dönüştürüyor. Zlotowski'nin senaryosu yer yer saçmalığın sınırına dayansa da ikilinin kimyası, filmi hep insani bir düzleme çekiyor. Film, terapinin başarısının gerçekten bir "çözüm bulmak" mı yoksa insanı biraz olsun anlayabilmek mi olduğuna dair ince sorular bırakıyor.
Son kertede Özel Hayat, bir cinayeti değil, bir kadının zihnindeki düğümleri çözme hikayesi. Jodie Foster'ın Fransızca konuşurken kazandığı özgürlük hissi, çok sık şahit olmadığımız bir oyunculuk enerjisi yayıyor. Belki mükemmel bir film değil ama tıpkı kahramanı gibi, dağınıklığının içinde son derece canlı bir kalbe sahip Özel Hayat.
Alpha
Julia Ducournau, Raw'daki içsel açlığı ve Cannes'dan Altın Palmiye'yle döndüğü Titane'daki metalik öfkeyi geride bırakıp bu kez "taş kesilen" bir dünyaya bakıyor. Alpha, AIDS salgını döneminde geçen bir ergenlik hikayesi ama aynı zamanda bir yas, suçluluk ve dönüşüm filmi. Henüz 13 yaşındaki Alpha'nın koluna kirli bir iğneyle kazınan "A" harfi, sadece adının ve hastalığın değil, toplumun da damgası haline geliyor. Ducournau yine bedenin sınırlarını zorluyor; damarlar, iğneler, yaralar ve mermerleşen deriler bu kez hem acının hem de direnişin simgesi. Fakat bu görsel cesaretin altında film, yer yer temalarının ağırlığına yeniliyor; aynı anda yas, bağımlılık, annelik ve salgın alegorisini taşıyamıyor.
(Diaphana Distribution)
Tahar Rahim'in kemikleriyle oynadığı, Golshifteh Farahani'nin öfkeyle titrettiği sahnelerde film neredeyse bir aile trajedisine dönüşüyor. Ducournau'nun kamerası, bu kez kan ve metal yerine mermeri, ölümün yavaş dönüşümünü izliyor. Ruben Impens'in görüntüleriyle kurulan o gri, tozlu evren; hem büyüleyici hem de boğucu. Zaman çizgisi sürekli kayıyor, geçmişle hayal birbirine karışıyor; izleyici olarak biz de Alpha'nın zihnindeki çatlaklara hapsoluyoruz. Film ilerledikçe anlam değil, duygu yoğunluğu kalıyor, bir şey çözülmüyor ama içimizde yankılanıyor.
Evet, Alpha fazlasıyla iddialı, dağınık, kusurlu ve yer yer kendi estetiğinin ağırlığı altında eziliyor. Ama yine de Ducournau'nun sineması gibi rahatsız ediyor, nefes aldırmıyor ve hafızalara işliyor. Salondan çıkarken ne düşüneceğimi tam olarak bilemiyordum, belki de tam olarak bunu istiyor film: Taş kesilmeden önceki son hissi hatırlatmak.
Independent Türkçe
"Neandertaller neden yok oldu" sorusuna yeni yanıthttps://turkish.aawsat.com/ya%C5%9Fam/5200851-neandertaller-neden-yok-oldu-sorusuna-yeni-yan%C4%B1t
"Neandertaller neden yok oldu" sorusuna yeni yanıt
Yaklaşık 40 bin yıl önce soyu tükenen Neandertallerin neden yok olduğu hâlâ bilinmiyor (Reuters)
Bilim insanları Neandertallerin yok olmasında modern insanların kritik bir rol oynamış olabileceğini tespit etti.
Yaklaşık 40 bin yıl önce soyu tükenen Neandertallerin sonunu neyin getirdiği tam olarak bilinmiyor ancak ortaya atılan pek çok teori var.
Bazıları modern insanlarla (Homo sapiens) Neandertaller arasında bir savaş çıktığını iddia etse de birden fazla genetik veya toplumsal faktörün Neandertalleri dezavantajlı bir konumda bırakarak yavaş yavaş sonlarını getirmiş olması daha muhtemel görünüyor.
Ancak yine de yeni bir araştırmaya göre Homo sapiens, bu en yakın akrabasının çöküşüne katkı sağlamış olabilir.
Genetik çalışmalar iki türün yaklaşık 45 bin ila 50 bin yıl önce sürekli çiftleştiğini gösteriyor. Hatta bugün yaşayan, Afrika kökenli olmayan insanların genomunun yaklaşık yüzde 2'si Neandertallerden geliyor.
Öte yandan modern insanlarda, sadece anneden gelen mitokondriyal DNA'da Neandertallerin izi yok ve bunun nedeni bilinmiyor.
Zürih Üniversitesi'nden Patrick Eppenberger ve ekibine göre bu, Neandertal ve modern insan ebeveynlere sahip kadınların, genetik bir uyumsuzluk nedeniyle başarısız bir gebelik yaşama ihtimalinin daha yüksek olmasından kaynaklanıyor olabilir.
Henüz hakem değerlendirmesinden geçmeyen çalışmada bilim insanları, kanda oksijen taşınmasında kritik bir gen olan PIEZO1'in iki türdeki varyantlarını inceledi.
Araştırmacılar, modern insan ve Neandertal DNA'sını analiz ederek iki varyantın nasıl etkileşime girdiğini anlamak için PIEZO1 proteinindeki farklılıkları modelledi.
Neandertal varyantı V1'in, modern insandaki V2'ye kıyasla oksijeni daha güçlü bağlayan kırmızı kan hücreleri ortaya çıkardığı saptandı.
Bilim insanları iki tür çiftleştiğinde V1'in baskın geleceğini ve bebekte bir sorun olmayacağını söylüyor.
Ancak V1 ve V2'ye sahip melez bir anne, V2'ye sahip bir fetüs taşıdığında sorun çıkacağını belirtiyorlar. Çalışmaya göre anneyle bebeğin oksijeni bağlamasındaki farklılık, plasenta yoluyla daha az oksijen taşınmasına yol açmış olabilir.
Fetüsün anneden yeterli oksijen alabilmesi için hemoglobinin oksijene bağlanma kapasitesinin uyumlu olması gerekiyor. Annenin kanı oksijeni çok güçlü tutarsa fetüste oksijen seviyeleri düşerek yavaş büyümeye ve hatta düşüğe neden olabilir.
Araştırmacılar makalede şöyle yazıyor:
Binlerce yıl boyunca bir arada yaşama sonucu modern insanlardan Neandertal popülasyonlarına düşük seviyelerdeki gen akışı bile, nesiller boyunca birleşerek kademeli bir üreme dezavantajına yol açmış olabilir.
Bilim insanları Homo sapiens popülasyonları daha büyük olduğu için bu durumdan aynı şekilde etkilenmeyeceğini öne sürüyor.
Ayrıca yeni çalışma, neden Neandertallerin mitokondriyal DNA'sının varlığını sürdürmediğini de açıklayabilir.
Queensland Teknoloji Üniversitesi'nden Sally Wasef, bir sonraki nesilde uyumsuzluk görülmesinin iyi bir bakış açısı olduğunu ifade ediyor. Çalışmada yer almayan Wasef "Bununla birlikte, bu bulgunun tüm hikayeyi açıkladığını sanmıyorum" diyerek ekliyor:
Sınırlı bir etki yaratmış ve diğer ekolojik ve sosyal baskılara katkıda bulunmuş olması muhtemel.
Independent Türkçe, New Scientist, IFLScience, bioRxiv
لم تشترك بعد
انشئ حساباً خاصاً بك لتحصل على أخبار مخصصة لك ولتتمتع بخاصية حفظ المقالات وتتلقى نشراتنا البريدية المتنوعة