Filistinlilerin "transferi" veya sınır dışı edilmesi fikri, siyasi Siyonizm'in babalarıyla başladı

İsrail, 52 yıl önce binlerce Gazzeliyi Sina'nın kuzeyine sürmek için gizli bir plan geliştirdi

Theodor Herzl 1898'de deniz yoluyla Filistin'e seyahat ederken
Theodor Herzl 1898'de deniz yoluyla Filistin'e seyahat ederken
TT

Filistinlilerin "transferi" veya sınır dışı edilmesi fikri, siyasi Siyonizm'in babalarıyla başladı

Theodor Herzl 1898'de deniz yoluyla Filistin'e seyahat ederken
Theodor Herzl 1898'de deniz yoluyla Filistin'e seyahat ederken

Sevsan Mehanna 

Mısır Cumhurbaşkanı Abdulfettah es-Sisi geçen 18 Ekim'de Gazze Şeridi'ndeki Filistinlilerin Sina'ya tehcir edilmesine karşı uyarıda bulundu.

Filistinlilerin Gazze'den Mısır'a göçe zorlanmasının ve ardından Batı Şeria'dan Ürdün'e sürülmesini takip edeceğini belirterek, ülkesinin 'Filistin meselesinin tasfiyesini' reddettiğini ve bunun 'son derece tehlikeli' bir durum olduğunu vurguladı.

Sisi, "Gazze'de şu anda yaşananlar Hamas'a karşı bir eylem değil, sivilleri Mısır'a sığınmaya ve göç etmeye zorlamak için bir girişimdir. Eğer göçe zorlama fikri varsa, Filistinliler neden Necef'e (Negev) taşınmasın?" dedi.

Diğer yandan Şarku'l Avsat gazetesi, yaklaşan bir savaştan yararlanarak yüz binlerce Filistinliyi tahliye etme planını ortaya çıkardı.

İsrail'de iktidardaki Likud Partisi'nin liderlerinden Amir Weitmann, partinin Liberaller kanadının başkanı olarak, mevcut savaşı, Gazze sakinlerini Sina'daki bir çadır kentine değil, Mısır'ın kalbine, Kahire ve diğer şehirlere sürmek için kullanmayı içeren bir proje sundu.

Binyamin Netanyahu hükümetini, tıpkı 1967 savaşından sonra aptal İsrail liderlerinin yaptığı gibi bu fırsatı kaçırmamaları konusunda uyaran Weitmann, projeyi İtalyan ekonomist Marcello De Monte ile birlikte hazırladı.

Proje, Netanyahu hükümetinin Ulusal Güvenlik Konseyi başkanı Meir Ben-Shabbat başkanlığındaki Misgav Ulusal Güvenlik ve Siyonist Strateji Enstitüsü tarafından yayımlandı.

İngiliz BBC ağının 30 Ekim'de yayınladığı bir raporda, raporun yazarının gördüğü gizli İngiliz belgelerinden alıntı yapılıyor: İsrail'in 52 yıl önce binlerce Filistinliyi Gazze'den Kuzey Sina'ya sürmek için gizli bir plan geliştirdiğini ve bunun İsrail ordusunun Haziran 1967'de Batı Şeria, Doğu Kudüs ve Suriye'nin Golan Tepeleri ile birlikte Gazze'yi işgal etmesinden sonra gerçekleştiğini söylüyor. O dönemde Gazze, İsrail için güvenlik tehdidi haline gelmişti ve aşırı kalabalık mülteci kampları, işgal karşıtı direnişin merkezleri haline geldi ve işgalci güçlere ve işbirlikçilerine karşı operasyonlar başlatıldı.

Filistinlileri sınır dışı etme veya 'transfer' fikri Siyonizm'in ilk babalarından beri ortalıkta dolaşıyor

1991 yazında Filistin Araştırmaları Enstitüsü tarafından yayınlanan 'Sürgün'ün Siyonist Tasavvuru: Genel Tarihsel Bir Bakış' başlıklı çalışmada, akademisyen ve Filistinli-İngiliz tarihçi Nur Masalha, "Likud ve aşırı sağ çevrelerde, bu çevrelerin yerleşim kurmayı ve İsrail'e katmayı planladığı işgal altındaki topraklardan Arapların 'sürgününü' talep etme eğilimi yaygındır. Likud siyasetçileri, milletvekilleri ve bakanları Meir Kohen, Michael Dekel ve Ariel Şaron gibi bazıları, İşçi Partisi'nin ikiyüzlülüğü ve riyakârlığı nedeniyle büyük üzüntü duyuyor. 1976 savaşında işgal altındaki topraklardan Filistinlilerin tahliye edilememesinden dolayı hata işlendiğini söylüyorlar. Bu politikacılara göre, İşçi Partisi 1948'de Ben-Gurion, Yitzhak Rabin ve Yigal Allon'un uyguladığı politikayla tutarlı hareket etseydi, 'nüfus sorunu' olarak nitelendirdikleri Arap varlığının önlenmesi mümkün olurdu" değerlendirmesi yer alıyor. 

BBC'nin yukarıda bahsedilen raporunda İngilizlerin tahminlerine göre İsrail Gazze'yi işgal ettiğinde, bölgede 200 bin diğer Filistin bölgelerinden gelen mülteci vardı ve 150 bini de Filistinli yerli sakinlerdi.

Bunlar Birleşmiş Milletler Filistinli Mültecilere Yardım ve İş Ajansı (UNRWA) tarafından destekleniyordu.

Tarihçi Masalha'nın belirttiği gibi, 'sürgün çözümü' konusunda öne sürülen öneriler, İsrail kamuoyunda, Filistinli mücadelenin işgalin sona ermesi ve iki devletli çözüme dayalı ulusal bağımsızlığın sağlanması için büyümesi ile birlikte geniş bir tartışma başlattı.

Çalışma, Filistinli nüfusun 'nakli' (transfer) fikrinin, (çalışma yayınladığında Knesset'te iki sandalye sahibi olan bir partinin başı olan) Rehavam Ze'evi'ye göre yalnızca Filistinlilerin toplu olarak işgal altındaki topraklardan tahliye edilmesini içeren bir planı içerdiğine işaret ediyor.

Bu kavram, Siyonizm'de o kadar köklüdür ki, ortadan kalkma umudu çok azdır. Fikir, Siyonist bakış açısının 'İsrail topraklarının Yahudilerin kalıtsal hakkı olduğu' ve Filistinli Araplar değil yalnızca Yahudilere ait olduğu şeklindeki temeline dayanıyor.

Bu, çoğu İsrail Yahudi'si tarafından benimsenen bir fikir. Doğal olarak Arapların 'yabancılar' olduğu veya İsrail/Filistin topraklarının Yahudiliği ve Yahudi egemenliğinin tekliğini kabul etmeleri ya da gitmeleri gerektiği sonucuna varıyor.

Araştırma, bu 'sürgün' talebinin, Filistin'de Siyonist yerleşimciliğin başlangıcına ve Siyonist siyasetin ortaya çıkışına kadar uzandığını belirtiyor.

Theodor Herzl'in (Yahudi devletinin manevi babası) günlerinden beri, Yahudi göçü ve Filistin'in Yahudiler tarafından yerleşim altına alınması devam ediyor.

Bu, Filistin topraklarının Araplardan Yahudilere tamamen devredilmesi ve ülkenin yeniden şekillendirilmesi ve Arap özelliklerinden arındırılması anlamına geliyor.

Bu da nihayetinde Siyonist/Yahudi bir devletin kurulmasına yol açtı. Bütün bu fikir ve eylemler, Siyonist liderliğin düşünce ve pratiğindeki 'sürgün' fikriyle iç içedir. 

İsrail'de (Filistin ve komşu topraklarda) Yahudi çoğunluğu oluşturma fikri, homojen bir Yahudi devleti kurma fikriyle bağlantılı bir düşüncedir.

Siyonist liderlik, 'Filistin'deki ulusal haklar, yalnızca Yahudi halkına aittir' doktrinini yaymaya çalıştı ve 'Arap nüfus sorunu' olarak gördüğü probleme çözümler aramaya başladı.

Yerel Filistinli Arap nüfusunu taşıma ve yerinden etme ilkesinin entelektüel çerçevesi, Filistin'in nüfus, etnik ve dinsel gerçekliğini yeniden şekillendirmeyi amaçlayan bir kültürel şovenizm ideolojisiyle yakından bağlantılıydı.

Bu, 1948 yılına kadar çoğunlukla başka bir halkların yaşadığı bir ülkeyi, tek bir din olan Yahudi bir devlete dönüştürmeyi amaçlıyordu.

1948'de Celile'deki köylerinden kaçan Filistinli aileler yürüyerek Lübnan'a doğru (Keystone)
1948'de Celile'deki köylerinden kaçan Filistinli aileler yürüyerek Lübnan'a doğru (Keystone)

Yahudi asıllı İngiliz yazar ve sürgün fikrinin tutkulu destekçisi Israel Zangwill, 'Filistin, toprağı olmayan halk için halkı olmayan bir toprak' sloganını yaygınlaştırdı.

Gezgin Lord Lindsay 1838'de yayımlanan "Mısır, Edom ve Kutsal Topraklar Hakkında Mektuplar" adlı kitabında, "Filistin topraklarının kısırlığı ve çöküşü, toprağı vuran bir lanet yüzünden değil, basitçe 'eski sakinlerinin yokluğundan' kaynaklanıyordu" ifadelerine yer verdi.

Lindsay, Tanrı'nın iradesinin, 'yasal mirasçıların' dönüşünü engellememek için mevcut nüfusun çok fazla olmamasını istediğine inanıyordu.

Filistinli yazar ve araştırmacı Ahmed el-Debş, Lindsay'in inancına göre "eskiden verimli olan toprak, sadece sürgündeki çocuklarının geri dönmesini ve tarımsal kapasitelerine uygun sanayinin uygulanmasını bekliyordu. Böylece tekrar kalkınacak, tam bir refah ve lüks içinde olacak ve Süleyman Peygamber'in günlerinde olduğu gibi geri dönecek."

 'Boş ülke' fikri, daha sonra Dünya Siyonist Kongresi'nin başkanı olacak olan Chaim Weizmann tarafından da 1914'te yaptığı bir konuşmada dile getirilmişti.

Filistin asıllı İngiliz tarihçi Nur Masalha'ya göre, "En önemlisi, Weizmann'ın Yahudi Ajansı Yerleşim Departmanı başkanı Arthur Robin'e, kendisinin (Weizmann) 1917'de Balfour Deklarasyonunu nasıl elde ettiğine dair anlattığı anekdottur.

Robin, Filistinli Araplar hakkındaki fikirlerini sorduğunda Weizman şöyle cevap verdi:

İngilizler bize birkaç yüz bin siyah insan olduğunu söylediler, bunların hiçbir değeri yok.

Masalha, 'Tarihte Dört Bin Yıl' başlıklı kitabında İngilizcedeki 'zenci' (Nigger) kelimesinin 'doğrudan siyahlara ve Afrikalılara yönelik beyaz ırkçı bir hakaret' olduğunu söylüyor.

Aşağılayıcı içeriğin, İngiliz beyazların Tevrat'tan aldığı ve günlük konuşmalarda yaygınlaştırdığı başka bir aşağılayıcı İngilizce kelime olan 'Filistin'i çağrıştırdığına' işaret ediyor.

Arap topraklarını ele geçirme hamlesiyle ilgili olarak sürgün 'fikrinin tohumlarının' Siyonizm'in ilk günlerinden itibaren filizlendiğinin bir kanıtı olarak, Siyonist siyasi düşüncenin kurucusu Herzl, Siyonist hareketin gelecekteki temsilcisi olarak gördüğü siyasi örgüte verdiği isim olan 'Yahudi Birliği' durumundan 'devlet' durumuna geçiş düşüncesiyle ilgili 12 Haziran 1895 tarihli günlüğünde şunları yazdı:

Belirlenen topraklardaki özel mülkleri satın alırken nazik davranmalıyız. Yoksul nüfusu sınırın dışına çıkarmak için geçiş yaptıkları ülkelerde onlara iş bularak teşvik etmeye çalışacağız. Onları kendi ülkemizde çalıştırmaktan kesinlikle kaçınacağız. Mülk edinme ve yoksulları uzaklaştırma işlemleri, en büyük dikkat ve özenle yapılmalıdır.

Bazı kaynaklara göre Herzl, Osmanlı Sultanı 2. Abdülhamid'e mali bir anlaşma teklif etti ve "Filistin bizim unutamayacağımız tarihi vatanımızdır... Eğer Sultan bize Filistin'i verirse, bunun karşılığında Türkiye'nin tüm mali yönetimini biz üstleniriz." 

Herzl önerisinde yalnız değildi, gelecekteki Siyonist tekliflerin bir modelini oluşturdu. Diğer 'kurucu babalar' da benzer teklifler sundu.

O dönemde bu fikirler genellikle 'Arapların Arap ülkelerine toplu göçü' veya 'İsrailli toprak edinimi tarafından teşvik edilecek barışçıl göç' gibi yumuşak ifadelerle dile getirildi.

Ancak, Filistinli Arapları yerinden etme çağrıları da yapıldı. Bunlar, Herzl'in ilk yardımcılarından ve İngiltere'deki Siyonist hareketin örgütlenmesinde en hevesli isimlerden biri olan Zangwill gibi önde gelen Siyonistlerden geldi.

Zangwill, 1897'de Filistin'i ziyaret etti ve Filistinli Arapların gerçekliğini gördü. 7 yıl sonra, Manchester'da yaptığı bir konuşmada, zorunlu göç seçeneğinden yana tutumunu açıkladı.

Kudüs vilayetinin nüfus yoğunluğunun ABD'nin iki katı olduğunu, her metrekareye 52 kişinin düştüğünü, Yahudilerin ise bu sayının dörtte birini bile oluşturmadığını söyledi.

Bu nedenle, "Ya atalarımız gibi kılıç zoruyla, egemen olan Arap kabileleri çıkaracağız ya da çoğu yüzyıllardır bizi küçümseyen Müslümanlardan oluşan çok sayıda yabancı nüfusun varlığıyla mücadele edeceğiz" dedi.

Avusturya'nın başkenti Viyana'nın Hahambaşısı, Theodor Herzl'in 'Yahudi Devleti' adlı kitabında dile getirdiği fikirleri araştırmak için 1897'de İsviçre'nin Basel şehrinde düzenlenen Birinci Siyonist Kongresi'nden sonra Filistin'e iki temsilci gönderdi.

Bu temsilciler, Filistin'de yaptıkları araştırmanın ardından, "Gelin, yani Filistin güzel ama başka biriyle evlidir" şeklinde bir telgraf gönderdiler.

İsrailli tarihçi Avi Shlaim, 'Demir Duvar - İsrail ve Arap Dünyası' isimi kitabında bu telgrafın, Siyonist hareketin temel sorununu ortaya koyduğunu belirtiyor.

Bu sorun, 'Yahudilerin bir devlet kurmayı planladığı topraklarda yaşayan Araplar' olarak tanımlanıyor.

Görüldüğü üzere, Yahudilerin 'İsrail topraklarında' bir ulus olarak yaşama hakkı fikri, Herzl'in siyasi Siyonist akımının ortaya çıkmasından önce, Siyonizm'in kurucu babalarından birçoğu tarafından ileri sürülmüş.

Bunlardan biri de işçi Siyonizm'inin kurucularından Alman Yahudi Moses Hess'tir. Hess, Yahudi ulusunun yeniden doğuşunu savunan ilk kişilerden biriydi ve şöyle demişti:

Yahudi ulusunu yeniden hayata döndürmek için, önce ulusumuzun siyasi diriliş fikrini canlı tutmalıyız ve bu umudu, ikinci kez derin bir uykuya dalmışken uyandırmalıyız. Doğu'daki siyasi koşullar, Yahudi devletlerinin yeniden dirilişinin organize edilmesine izin verecek kadar olgunlaştığında, bu dönüş, atalarımızın topraklarında koloniler kurarak gerçekleşecektir.

"İsrail'in kutsal terörü"

İsrail'in eski başbakanı Moşe Şaret'in anıları, 1955 yılında İsrail liderlerinin "Gazze'nin işgali hiçbir güvenlik sorununu çözmeyeceğini ve İsrail'in herhangi bir Arap tarafıyla savaş çıkararak bir derece gerginlik sağlamaya dayanan güç ilkesine" dayandığını ortaya koyuyor.

İsrailli yazar Livia Rokach, Şaret'in anıları üzerine yaptığı çalışmada, "Arap tehdidi, İsrail'in iç nedenlerle uydurduğu bir efsanedir ve Arap rejimleri her zaman İsrail'in yeni bir savaş için hazırlıklı olmasından korkmalarına rağmen, bunu tamamen inkar edemediler" ifadelerini kullandı.

Reuters'e göre Rokach, Şaret'in ifadesiyle Gazze ve Mısır'ın Sina Yarımadası'nın işgali, 'tehlikeler yaratarak ve savaşlar icat ederek' varlığını sürdürme gücünü alan İsrail liderlerinin 'gündeminde' olduğunu da sözlerine ekledi.

Rokach, 'Moşe Şaret'in Anılarından İsrail'in Kutsal Terörizmi' adlı kitabında, İsrail'in güvenliğinin, 'Filistin halkının kendi topraklarında kaderini tayin etme hakkını' reddetmenin resmi bir gerekçesi olarak kaldığını ve bu gerekçenin, İsrail'in uluslararası kararları ihlal etmesinin meşru bir açıklaması olarak kabul edildiğini belirtiyor.

Rokach, 'İsrailli katiller' olarak adlandırdığı kişilerin 'kovma ve soykırım' politikası uyguladığını ve Yahudi canlarını feda etmekten çekinmediğini, böylece gelecek misilleme operasyonlarını haklı çıkaracak bir derece provokasyon sağladığını söylüyor.

İsrailli yazara göre, Şaret'in ailesi, günlüklerinin yayınlanmasını önlemek için 'muazzam baskılara' maruz kaldı.

'Siyonist liderler' Şaret ve Ben-Gurion arasında, İsrail'in komşularını askeri bir çatışmaya sürüklemek için 'sürekli taciz eylemlerine' karşı çıkan Şaret'in 1956'da hükümetten 'kovulmasına' yol açan bir çatışma vardı.

Şaret, bu liderlerin 'suçlu ve megaloman siyasi ve askeri liderlik planını' gerçekleştirmek için kendi muhalif varlığını tasfiye etmelerinin gerekli olduğuna inanıyordu.

Şaret, 1953 yılının ekim ayında İsrail liderlerinin Sina Yarımadası'nı işgal etmeye hazır olduklarını, ancak Mısırlıların işgali 'kışkırtıcı bir meydan okumayla' kolaylaştırmadıkları için hayal kırıklığına uğradıklarını söylüyor.

Şaret, İsrail liderlerinin 'korkunç bir katliam' gerçekleştirdiklerine, dünyayı ilk olaydan uzaklaştırmak için sonraki heyecan verici bir operasyon icat ettiklerini söylüyor.

Manda süresi

Akademisyen Nur Masalha'ya göre, Filistinlilerin nüfus ve ulusal sorunlarının çözümü Filistin dışında ve daha geniş Arap dünyası içinde aranmalıydı.

Siyonist liderlik, Balfour Deklarasyonu ve İngiliz işgalinden sonra, Filistinli Yahudi nüfusu olan Yişuv'un çıkarları ile de güçlü ulusal özlemlere sahip olan yerli halk arasındaki çelişkiyi aşmaya çalıştı.

Siyonist liderler, İngilizlerle bağlantıya dayalı bir politika benimsediler ve Filistin'deki 'Arap nüfus sorununu' çözmek için Arap ülkelerine transfer yoluyla bir çözüm bulmak için İngiliz yetkililerle görüşmeler yaptılar.

Ayrıca, kurulacak Yahudi devletinden Filistinlilerin çıkarılıp Arap dünyasında yeniden yerleştirilmesi gerektiği fikri, 1930'lar ve 1940'lardaki Siyonist göçe zorlama planlarının temelini oluşturuyordu.

1920'lerin sonları ve özellikle 30'ların ortalarından itibaren baskın işçi partileri, Filistinli direnişin Yahudi göçü ve Siyonist yerleşim karşıtı tırmanışı üzerine yeniden değerlendirmeye başladı.

Bu direniş, 1936-1939'da zirveye ulaşan köylü tabanlı bir isyanla ifade edildi. Yişuv'a bağlı askeri güç olan Haganah'ın güçlendirilmesi, liderliğin giderek artan bir şekilde Arap nüfus sorununun köklü Siyonist çözümünün, yalnızca askeri güç konumundan ve Arap Filistin'de ekonomik, askeri ve yerleşimci bir gerçeklik kurulmasıyla sağlanabileceğine olan inancını besledi.

Bu nedenle, çözüm, yerli halkla anlaşma yoluyla değil, tehcirin gerçek hale geleceği bir askeri zaferle aranmalıydı.

Weizmann sürgün planı 1930

1930 yılında Chaim Weizmann, 'toprak' ve 'Arap nüfusu' sorunlarına 'köklü çözüm' bulma çabasında bir adım daha ileri gitti ve bazı İngiliz bakanlar ve yetkililerle özel görüşmelerde Arapları göçe zorlama planını sundu.

Sömürge Bakanlığı'na sunulan Weizmann planı, Filistinli Yahudi sermaye sahiplerinden toplanacak bir milyon Filistin lirası kredi verilmesini ve bu kredinin, Doğu Ürdün'deki Abdullah Emirliği'nde Filistinli köylü topluluklarının yerleştirilmesi için kullanılmasını öneriyordu.

Ancak, İngiliz Koloni Bakanı Lord Passfield, Filistinlilerin Siyonizm'e karşı ulusal muhalefetinin ne kadar güçlü olduğunu giderek daha fazla anladığı için projeyi hızla reddetti.

Ardından, Ramsay MacDonald başkanlığındaki İngiliz hükümeti de projeyi reddetti.

Yişuv'un 1936'dan itibaren sunduğu sürgün planları

Nur Masalha, İngiliz Kraliyet Komisyonu tarafından sunulan Arapları göçe zorlama önerilerinin, Yahudi Ajansı'nın önde gelen liderlerinden, David Ben-Gurion, Moşe Şaret ve Chaim Weizmann gibi isimler tarafından gizlice verildiğine dair güçlü kanıtlar olduğuna inanıyor.

Çünkü Arapları yerinden etme fikri, Yahudi Ajansı liderlerinin komisyonun müzakereleri sırasındaki en önemli önceliklerinden biriydi.

Hatta bazı liderler bu fikri, Filistin'de bir Yahudi devleti kurmak için Arap nüfusunu azaltmanın bir yolu olarak görüyorlardı.

Ben-Gurion, zorla yerinden etme fikrine büyük önem veriyordu. 12 Temmuz 1937 tarihli günlüğünde, "Önerilen Yahudi devletinin vadilerinden Arapların zorla yerinden edilmesi, bize hiç sahip olmadığımız bir şey verebilir: Arap nüfusundan arındırılmış bir Celile. Taşınmayı uygulamak için kendimizi hazırlamalıyız" diye yazdı.

Ben-Gurion ayrıca, Filistinli Arapların çok azının Doğu Ürdün'e 'kendi isteğiyle' taşınmaya istekli olduğuna inanıyordu.

Ancak, 'zorlayıcı' maddelerin gelecekte uygulanması gerekiyordu. 5 Ekim 1937'de 16 yaşındaki oğlu Amos'a yazdığı önemli mektupta, "Arapları kovmalı ve yerlerini ele geçirmeliyiz... Necef ve Doğu Ürdün'deki Negev ve Ürdün'deki Arapların mülklerini ellerinden almak değil, gücümüz olduğunda bu yerlere yerleşme hakkımızı garanti altına almak için gerekirse zor kullanarak" diye yazdı. 

1948 Savaşı

1948 Savaşı sırasında, Haganah ve İsrail Ordusu'nun tehcir/kovma politikası, yazılı bir programdan ziyade bir inanç ve kararlılıktan kaynaklanıyordu.

Bu politika, 1930'lar ve 1940'lardaki tehcir planlarından ve ayrıca, Yahudi devleti oluşturmayı amaçlayan bazı içselleştirilmiş Siyonist ilkelerden ve varsayımlardan türedi.

İsrail ordusu devriyeleri, 1971'de Şeridi'ndeki işgale karşı gerilla operasyonları karşısında Gazze sokaklarında dolaşıyor (İsrail Ordusu)
İsrail ordusu devriyeleri, 1971'de Şeridi'ndeki işgale karşı gerilla operasyonları karşısında Gazze sokaklarında dolaşıyor (İsrail Ordusu)

Bu politika, siyasi ve askeri faktörlerin yanı sıra, küresel diplomatik durum gibi pragmatik hususlardan da etkilendi.

Ancak, tehcir doktrini 1948'de kapsamlı bir şekilde uygulanmadı ve tehcir politikası, kalan küçük Arap azınlığını (özellikle Celile ve daha sonra Küçük Üçgen'de) temizlemede başarısız oldu.

Pragmatik İsrail liderliği, yeni kurulan Yahudi devletinden üçte iki milyon Filistinliyi çıkarmayı başardı (bu Arapların, orada kalmalarına izin verilseydi, devletin çoğunluğunu oluşturacakları açıktır).

İsrail hükümetine 26 Ekim 1948'de sunulan Üçüncü Tehcir Komitesi'nin tavsiyesine göre, Hayfa gibi karmaşık şehirlerde Arapların nüfusu yüzde 15'i geçmemelidir.

Ayrıca, 1949'da 130 bin kişi olan küçük Arap azınlığının, genişletilmiş Yahudi devleti sınırları içinde kalması, pragmatik İşçi Partisi liderliğine göre Siyonist projeye herhangi bir tehdit oluşturmaz.

İsrail Devleti'nin kurulmasından sonra

1950'lerin başında, İsrail'in iktidardaki ve baskın siyasi gücü olan Mapai Partisi, Yahudi devletinde yaşayan Arapların gerçekliğini kavramak zorunda kaldı.

Parti, azınlık Araplarla başa çıkmak için sunulan seçenekleri tartıştı. İki temel eğilim vardı. İlk eğilim, bir şekilde Araplardan kurtulmayı amaçlıyordu.

Bu eğilimi, İsrail Devleti'nin ikinci başkanı Yitzhak Ben-Zvi ve Yahudi Milli Fonu'ndan Yosef Weitz temsil ediyordu.

Bu iki lider, 1930'ların ikinci yarısından beri en büyük tehcir savunucularındandı ve bu olasılığı destekliyorlardı.

Ancak, her ikisi de barış zamanında toplu sürgünün gerçekçi olmadığını ve hükümetin Arapların devlete 'bağlılığını' elde etmeye çalışması gerektiğini düşünüyordu.

Ancak, 'bazı sadakatsiz Araplar tespit edilirse, bu bize onlarla farklı bir şekilde, onları sürerek başa çıkma fırsatı verecektir' diye düşünüyorlardı.

Histadrut (İsrail İşçi Sendikaları Federasyonu) Arap Dairesi Başkanı R. Barakat da benzer görüşleri ifade ediyordu.

Ancak ikinci eğilim, İsrail'de kalan Arapların kalmaya kararlı olduklarını fark etti. Bu nedenle, bu görüşe sahip olanlar, kısa vadede, bu azınlıkla başa çıkmada 'güvenlik' yönünü diğer tüm hususlardan üstün tutmak gerektiğine inanıyorlardı.

1950'lerin başlarında, Başbakan David Ben-Gurion, Dışişleri Bakanı Moşe Şaret ve Yahudi Milli Fonu'ndan Yosef Weitz, 'Gali'deki Hıristiyan Arapları Güney Amerika'ya sürme' projesini görüşmek ve onaylamak için birlikte çalıştılar.

Weitz, bu proje için Kasım 1951'de Arjantin'e gönderildi. Görünüşe göre bu proje Weitz, Filistinli Hıristiyanları Arjantin'e göç etmeye ikna edememesi ve İsrailli yetkililerin İsrail vatandaşlarına karşı bariz zorlayıcı tedbirler kullanmaktan kaçınması nedeniyle başarısız oldu.

1950'lerin ortalarında, İsrail makamları, Filistinli mültecileri Libya'ya yerleştirmeyi amaçlayan bir tehcir planı hazırladı.

Plan, üst düzey bir komitenin gayri resmi toplantılarında tartışıldı. Görünüşe göre bu dördüncü 'tehcir' komitesi, İsrail'den Libya'ya birkaç yüz Filistinlinin sınır dışı edilmesine yol açtı.

Bu, özellikle yetkililerin şeflerine rüşvet verdiği bazı yoksul kabilelerden gelen Filistinlilerden oluşuyor. Bu komite, Süveyş Kanalı Krizi'nden sonra feshedildi.

1967 Savaşı sonrası

İsrail'in 1967 Savaşı'nda kazandığı zafer ve Filistin'in geri kalanını işgali, tehcir fikrinin yeniden canlanmasına katkıda bulundu.

1967 zaferinden sonra, 'Erez Yisrael' (İsrail Toprakları) kavramı, sadece muhafazakar Herut (daha sonra Likud oldu) kampına özgü olmaktan çıktı, tüm ana Siyonist partilere, hatta pragmatikliği ile bilinen İşçi Partisi'ne kadar yayıldı.

Yayılmacı eğilim, savaştan hemen sonra kurulan ve tüm "kurtarılmış" topraklara yerleşmeyi amaçlayan Tüm İsrail Toprakları hareketinde ifadesini buldu ve ilhak yönündeki bu eğilim, tüm İsrail parti sınırlarını aştı.

Masalha, 'Tam İsrail'in savunucularının çoğunun Filistinlileri, en azından Batı Şeria ve Gazze halkını sürmek istediğini belirtiyor.

'Gush Emunim' yerleşim hareketinin medya departmanı tarafından yayınlanan 'Hükümetimizin Gerçekçi Politikası' başlıklı bir makalede, 'Tam İsrail Hareketi'nin önde gelen liderlerinden biri olan Israel Shep-Eldad, Filistinlilerin geçmişte Kenanlılarla yaşadıkları aynı çıkmazla karşı karşıya olduklarını belirtti.

Filistinlilerin seçmek zorunda kalacakları seçeneğin, ana vatanlarından göç etmek olduğunu ve bunun siyasi Siyonizm için yeni olmadığını ifade etti.

Eldad'a göre, Yahudi ahlakı, savaş zamanı hariç, tek seferde toplu sürgünü yasaklasa da en iyi yol, 'özgür topraklarda' ekonomik zorluklar yaratarak, Arapları geniş çaplı göçe teşvik ediyor.

Independent Arabia - Independent Türkçe



HDK, Kadugli'deki BM merkezine saldırdı

Kuzey Kordofan'daki bir kampta gıda yardımı için sıra bekleyen yerinden edilmiş kişiler (AFP)
Kuzey Kordofan'daki bir kampta gıda yardımı için sıra bekleyen yerinden edilmiş kişiler (AFP)
TT

HDK, Kadugli'deki BM merkezine saldırdı

Kuzey Kordofan'daki bir kampta gıda yardımı için sıra bekleyen yerinden edilmiş kişiler (AFP)
Kuzey Kordofan'daki bir kampta gıda yardımı için sıra bekleyen yerinden edilmiş kişiler (AFP)

Sudan’da Hızlı Destek Kuvvetleri (HDK) dün, kuşatma altındaki Güney Kordofan eyaletinin yönetim şehri Kadugli’ye insansız hava aracı (İHA) saldırısı düzenleyerek Birleşmiş Milletler (BM) karargahını hedef aldı. Bu saldırı sonucunda Bangladeşli altı asker hayatını kaybetti. Şehirdeki bazı insani yardım kuruluşları ve BM ajansları, personelini tahliye etmeye başladı. Şehir ayrıca sakinlerinin toplu göçüne tanık oluyor.

Sudan Geçici Egemenlik Konseyi, saldırıyı ‘uluslararası insani hukukun ciddi bir ihlali ve açık bir ihlali’ olarak nitelendirdi.

Konsey tarafından yapılan açıklamada şu ifadeler yer aldı:

“Korunan bir BM tesisini hedef almak, organize terörizme eşdeğer tehlikeli bir tırmanış ve suç teşkil eden bir davranıştır ve uluslararası hukuku kasıtlı olarak hiçe saymayı ve insani yardım ve uluslararası misyonların çalışmalarını doğrudan tehdit etmeyi amaçlamaktadır.”

Açıklamada, BM ile uluslararası topluma BM tesislerinin korunmasını sağlamak için ‘kararlı tutumlar ve caydırıcı önlemler’ alınması çağrısı yapıldı.

Bu gelişme, BM Genel Sekreteri António Guterres'in HDK’yı ‘kötü aktörler’ olmakla suçlamasından iki gün sonra yaşandı. Buna karşın HDK, BM'yi ‘çifte standart’ uygulamakla suçladı.


İsrail, önde gelen Hamas liderlerinden Raid Saad'a suikast düzenledi

Hamas lideri Raid Saad (sosyal medya)
Hamas lideri Raid Saad (sosyal medya)
TT

İsrail, önde gelen Hamas liderlerinden Raid Saad'a suikast düzenledi

Hamas lideri Raid Saad (sosyal medya)
Hamas lideri Raid Saad (sosyal medya)

İsrail Times gazetesine göre, İsrailli bir yetkili bugün, Hamas'ın üst düzey lideri Raid Saad'ın Gazze şehrinde düzenlenen bir hava saldırısında öldürüldüğünü doğruladı. Bu da İsrail'in ateşkes anlaşmasını ihlal etmesi anlamına geliyor.

Alman Basın Ajansı'na (DPA) göre görgü tanıkları ve sağlık kaynakları bugün, Gazze şehrinin güneybatısındaki Raşid Caddesi üzerindeki Nablusi kavşağı yakınlarında bir araca düzenlenen İsrail hava saldırısında dört Filistinlinin öldüğünü ve birçok kişinin de yaralandığını bildirdi.

Görgü tanıkları, İsrail uçağının Nablusi Meydanı yakınlarında bir araca birkaç füze ateşlediğini, aracı imha ettiğini ve can kayıplarına yol açtığını söyledi. Ambulans ekipleri, ölü ve yaralıları hastanelere taşımak için acilen olay yerine gitti.

İsrail askeri sözcüsü Avichay Adraee ise yaptığı açıklamada, ordu ve Şin Bet'in (İsrail Güvenlik Teşkilatı) Gazze Şehrinde üst düzey bir Hamas komutanını hedef alan bir saldırı düzenlediğini ve onu son zamanlarda hareket için silah üretimi ve yeniden yapılanma çalışmaları yapmakla suçladığını belirtti.

İsrail Ordu Radyosu, saldrırının hedefinin, İzzeddin el-Haddad'dan sonra "Hamas'ın ikinci adamı" ve askeri üretim dosyasından sorumlu kişi olarak tanımladığı Raid Saad olduğunu bildirdi. İsrail'in bugünkü operasyonu gerçekleştirmeden önce son haftalarda kendisine birkaç kez suikast girişiminde bulunduğunu belirtti.

Şarku’l Avsat’ın İbranice yayın yapan Ynet internet sitesinden aktardığına göre Raid Saad Hamas'ın askeri kanadı olan Kassam Tugayları'nın liderlerinden biri.

Hamas'tan hava saldırısının hedefinin kimliğiyle ilgili resmi bir açıklama yapılmadı.

Axios haber sitesi, İsrail'in saldırıdan önce Amerika Birleşik Devletleri'ni önceden bilgilendirmediğini ifade etti.


Suriye halkının merkezi mi yoksa federal devlet mi anlaşmazlığı üzerine bir okuma

Şam'da Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esed'in devrilmesini kutlamak için düzenlenen havai fişek gösterileri arasında muhaliflerin bayrağını dalgalandıran bir Suriyeli (Reuters)
Şam'da Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esed'in devrilmesini kutlamak için düzenlenen havai fişek gösterileri arasında muhaliflerin bayrağını dalgalandıran bir Suriyeli (Reuters)
TT

Suriye halkının merkezi mi yoksa federal devlet mi anlaşmazlığı üzerine bir okuma

Şam'da Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esed'in devrilmesini kutlamak için düzenlenen havai fişek gösterileri arasında muhaliflerin bayrağını dalgalandıran bir Suriyeli (Reuters)
Şam'da Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esed'in devrilmesini kutlamak için düzenlenen havai fişek gösterileri arasında muhaliflerin bayrağını dalgalandıran bir Suriyeli (Reuters)

Macid Kıyali

Suriye’de Beşşar Esed rejiminin düşmesinin ardından geçiş dönemi liderliği ile muhalifleri arasında yaşanan iç çatışma, siyasi sistemin niteliği, özellikle de merkeziyetçilik mi yoksa ademi merkeziyetçilik mi, merkezi bir devlet mi yoksa federal bir devlet mi tartışmaları üzerine yoğunlaşıyor.

Bu konu meşru olmasına rağmen, tartışmaya katkı sağlamak amacıyla bazı temel gözlemler aşağıda sunuyorum.

İlk gözleme göre ademi merkeziyetçilik ya da federalizm meselesini gündeme getirmek, bu konuda kutuplaşmanın temel nedeninin Suriye’deki iç çatışmada kimlik, etnik, mezhepsel ve bölgesel özelliklerin baskın olması olduğu gerçeğini görmeyi zorlaştırdı.

Çatışmanın önde gelen tarafları, siyasi veya sınıfsal güçleri ya da tarafları temsil etmekten ziyade kimlik temelli yahut mezhepsel, etnik ve bölgesel kimliği vurgulayan taraflar olduklarından, bu konunun siyasi niteliği göz ardı ediliyor.

Dikkati çeken ikinci gözleme göre ise federal ya da ademi merkeziyetçi bir devlet için mücadele eden güçler, bunu demokrasi meselesinden daha öncelikli tutuyorlar. Bunun nedeni, söz konusu güçlerin (SDG, Suveyda'daki Hicri Hareketi ve kıyı şeridinde Esed rejiminin çöküşünden etkilenen güçler) demokratik olmayan güçler olmaları. Prensipte pozisyonları, politikaları ve tercihleri ve temsil ettiklerini iddia ettikleri gruplarla olan ilişkileri göz önüne alındığında bu güçlerin Esed rejimi altında kendilerini ifade etmedikleri ve bu konuyu bu kadar yoğun bir şekilde gündeme getirmedikleri unutulmamalı.

Üçüncü ve belki de en önemli gözleme göre federal bir devlette kimlik statüsü konusundaki çatışmaya öncelik verilmesi, devletin kurulması ve vatandaşlık taleplerini ya gölgeliyor ya da ön plana çıkarıyor. Bunların, 54 yıllık Esed döneminde eksik olan iki temel unsur olduğu ve özellikle mevcut koşullarda, yani devletin kurumlar ve hukuk devleti olarak yeniden kurulması ve vatandaşların güçlendirilmesi, böylece Suriyelilerin gerçek anlamda özgür ve eşit vatandaşlar olarak bir halk haline gelmeleri için ülke genelinde Suriyelilerin en çok ihtiyaç duyduğu unsurlar olduğu unutulmamalı.

Bu yüzden iki temel sorunla karşı karşıyayız. Bunlardan birincisi, artık var olmayan Esed rejiminin Suriye'nin birliğini zayıflatıp bozmayı başarması, Suriyelileri mezhep, din, etnik köken, bölge ve aşiret aidiyetlerine göre sınıflandırması ve ‘böl ve yönet’ politikası uyarınca onları birbirlerine düşürmesinden kaynaklanıyor.

İkinci sorun, Suriyelilerin kendi koşullarını kontrol edememeleri. Bu durum, Suriye’nin geleceğinin, Suriye halkının aleyhine, uluslararası güçlerin, özellikle ABD ve bölgesel tarafların meselesi haline gelmesine neden oldu. Bu durum, kimlik çatışmaları, özellikle de silahlı çatışma veya silahlı milisler şeklinde ortaya çıkan çatışmalar için de geçerli.

Federalizm, bir ülkeyi bölmek değil, aksine ülkenin birliğini organize etmek ve merkezin statü, egemenlik ve kaynaklar konusunda çevre bölgelere müdahale etmesini önlemek için daha uygun bir yöntem. Böylelikle karşılıklı güven temelinde hükümete daha geniş katılım sağlanır.

Suriye geçiş dönemi yönetimi ve Suriye muhalefetinin geri kalanı, gelecekteki siyasi sistemin nasıl olacağı ve otoriterliğin ve marjinalleşmenin geri dönüşünü önlemeye katkıda bulunanlar da dahil olmak üzere yeni konsensüsler oluşturmak için neyin uygun olduğu konusunda kafa karışıklığı ya da netlik sağlanamaması ortaya çıkan federalizm ve ademi merkeziyetçilik konusundaki tartışmalardan sorumlu.

Aslında, yeni yönetime bağlı olanlar ve geleneksel Suriye muhalefeti tarafından federalizmin reddedilmesinin sebebi, aceleci davranışlar, duygusal ve milliyetçi coşku ve önyargılar.

Söz konusu tartışmayı kapatmak yerine açmalı, tüm soruları sormalı. Çünkü Suriye’nin geleceği tartışmaya açık. Tüm Suriyeliler bu tartışmayla ilgileniyor ve bu konuda cevaplar bulmaya katkıda bulunuyor.

Daha spesifik olarak, federal ya da ademi merkeziyetçi bir devlet tartışmasıyla ilgili olarak, federalizmin herhangi bir ülkenin bölünmesi anlamına gelmediği, aksine birliğin daha uygun bir şekilde örgütlenmesi ve merkezin statü, egemenlik ve kaynaklar konusunda çevreyi kötü yönde etkilemesini önlemek için, karşılıklı güvene dayalı yönetişime daha geniş katılımı garanti eden bir sistem olduğunun anlaşılması gerekiyor.

Toplumun yönetimini etkileyen sorunlara güvenlik çözümleri getirilemedi. Çünkü herhangi bir güvenlik çözümü coğrafyaya, topluma, egemenliğe ve devlete sadece bölünmeler getirir.

Tüm bunlar bölünmek değil, federalizm gücün paylaşılması anlamına gelir. Dışişleri, savunma ve genel ekonomi yönetimi gibi devlet egemenliği ile ilgili konularda merkezileşme söz konusu. Bunların tümü birleşik parlamento ve merkezi hükümetin sorumluluğunda. Öte yandan iç güvenlik, eğitim, sağlık ve yerel kalkınma konularının yönetimi eyaletlerin veya yerel yönetimlerin yetki alanına girer.

Burada bazılarının endişelerini hafifletebilecek en önemli nokta, federalizmin etnik köken/milliyet veya din/mezhep yerine coğrafyaya dayalı olmasıdır. Çünkü herhangi bir kimlik meselesi, demokratik karakterini zayıflatır ve eşit vatandaşlık haklarının ve vatandaşların devletinin güçlenmesini engeller. Tıpkı Lübnan'da ve Irak'ta olduğu gibi.

Elbette, birçok alanda idari meselelerle ilgili olan ademi merkeziyetçi bir devleti, anayasaya göre yetkileri paylaşan federal bir devletle karıştırmak bir sorundur. Şarku'l Avsat'ın al Majalla'dan aktardığı analize göre federal devleti ayrılıkçı bir devlet olarak görmek de bir tür karışıklık veya yanılgı olarak adlandırılabilir, ancak bu doğru değil, çünkü merkezi devletler, yönetim, temsil ve kaynak dağıtımında esnekliğe sahip federal devletlere göre ayrılmaya çok daha yatkındır, zira günümüzün en büyük, en güçlü ve en zengin devletleri federal devletlerdir.

Bu yüzden herhangi bir kimlik grubuyla anlaşmazlık, kavramların karışmasına veya çarpıtılmasına yol açmamalı. Örneğin, İsrail'in siyasi sistem olarak demokrasiyi benimsemesi, demokrasiye karşı düşmanlığı teşvik etmemeli. Ayrıca, belirli bir önermeye elverişli olmayan koşullar olduğunu gözlemlememiz, bu kavramın tartışmaya açılmaması, geliştirilmemesi ve belirli bir ülkede devlet kurulması için ulusal birliği oluşturmaya hizmet eden bağlamlara yerleştirilmemesi gerektiği anlamına gelmez.

Son olarak, bu alanda, özellikle Suriye bağlamında, dikkate alınması gereken iki konu var. Öncelikle ülkenin toprakları üzerinde devlet egemenliğinden söz edilmesi için bunun halkın birliği gerçeğine dayanması gerekiyor. İkinci olarak ise toplumun yönetimini etkileyen sorunlara güvenlikle ilgili bir çözüm bulunmuyor, çünkü herhangi bir güvenlik çözümü coğrafyanın, toplumun, egemenliğin ve devletin bölünmesine yol açar.

*Bu analiz Şarku’l Avsat tarafından Londra merkezli al Majalla dergisinden çevrilmiştir