İyad el-Anberi
Irak’ta 1959 yılında kabul edilen 188 sayılı Kişisel Statü Kanunu'nda değişiklik öngören tasarıya ilişkin tartışma, devleti İslamcı bir kimliğe büründürmek isteyenlerle, siyasal İslam ideolojisini yasalara, mevzuata ve dolayısıyla kurumlara dayatmak isteyenler arasındaki tartışmadan başka bir şey değildir. Tüm bunlar ‘demokrasi’ adı altında ve ‘çoğunluğun yönetme hakkı’ bahanesiyle yapılıyor! Değişiklik kanunu taslağı kırmızı kalemle ‘Şii dini mercii tarafından tavsiye edildi’ diye marjinalleştirildiğinde, devlete kendi iradelerini dayatmaya ve yasa yapmaya çalışanların her şeyi dini sembolizmle örttükleri açıkça anlaşılıyor.
Seçimlerin zaman aşımına uğramasının ve Temsilciler Meclisi oturumlarının devam etmesinin, devletin siyasi ve anayasal kurumların inşasını tamamlamak için ihtiyaç duyduğu yasa tasarıları ve mevzuatlara öncelik verme konusunda siyasi olgunlukla eşleşeceği varsayılıyordu. Ancak bunun tam tersi gerçekleşiyor. Temsilciler Meclisi, oylanan hükümet programı çerçevesindeki yasaları görmezden gelerek, dini hükümlerin otoritesini ve Velayet-i Fakihçilerin Irak siyasi sistemindeki gücünü göstermeyi amaçlayan yasalara yöneldi.
Anayasa Yazım Komitesi’nde siyasal İslamcı partilerden gelen isimlerin etkisinin yanı sıra, siyasi değil de dini unvanlara sahip isimlerin yer alması tesadüf değildi. Kürt siyasetçiler kendi federal gerçekliklerini istikrara kavuşturmak ve yetkilerini genişletmekle meşgul iken, siyasal İslamcıların iki endişesi vardı. Bunlardan birincisi, geçmişten duyulan korku ve geçmişin tekrarlanmasını engelleme ve diktatörlüğün yeniden canlanması için bahaneleri duymazdan gelme çabası, ikincisi ise güçlerini ve etkilerini nasıl artıracakları, iktidarda kalmaya nasıl devam edecekleriydi. Parlamenter bir sistem seçmiş olsalar da bu sistem halkın gücünü değil, siyasi oligarkların gücünü ve liderlerin yönetimini temsil ediyor. Bu federal bir sistem ama gerçekte devlet içinde bir devlet kurulmuş durumda. Buna rağmen siyasal İslamcı ideolojilerini sağlamlaştırma arzularını unutmuyorlar.
Siyasal İslamcılar Anayasa Yazım Komitesi’ndeki mevcudiyetlerinin büyük bir kısmını kullandılar. İkinci maddede, özellikle de ‘İslam’ın temel ilkeleriyle çelişen hiçbir kanun çıkarılamaz’ paragrafında kendi egemenliklerini tesis etmeye çalıştılar.
Siyasal İslamcılar Anayasa Yazım Komitesi’ndeki mevcudiyetlerinin büyük bir kısmını kullandılar. İkinci maddenin birinci fıkrasının ‘İslam dininin temel ilkeleriyle çelişen hiçbir kanun çıkarılamaz’ şeklindeki (a) bendinde kendi egemenliklerini tesis etmeye çalıştılar. Her ne kadar fıkranın ‘demokrasi ilkeleriyle çelişen hiçbir kanun çıkarılamaz’ diyen (b) bendi demokrasiye vurgu yapsa da bu madde, hukuk terminolojisinde ‘yasal hile’ ya da belki de Şii inancının, özellikle siyasi konular ve pozisyonlardaki ilkelerinden biri olan ‘takiyye kapısı’ olarak bilinen olgunun bir parçasıydı.
‘İslam dininin ilkeleri’ ile ‘demokrasinin ilkeleri’ arasındaki çelişkiyi bir araya getiren bu paradoks, siyasal İslamcı güçlerin neredeyse ‘parlamento çoğunluğu’ ilkesiyle sınırlı kalan demokrasi anlayışında yatıyor. Buna Temsilciler Meclisi’nde çoğunluk oldukları ve tek bir İslam anlayışı yerine mezheplerle ve içtihatlarla Müslüman dünyası bölünmüş olduğu için ‘İslam dininin hükümleri ve sabiteleri’ üzerinde uzlaşılmadığı sürece, parlamento tarafından çıkarılan yasalara itiraz etmenin caiz olmadığı anlayışı eşlik ediyor. İslam dininin sabitelerini ve hükümlerini kim belirliyorsa parlamentoda çoğunluğa sahip olan odur ve bunlar da kesinlikle siyasal İslamcı Şii güçlerdir.
Öyle görünüyor ki siyasal İslamcı güçleri, özellikle de şu an aktif siyasal güçlerin çoğunluğunu oluşturan Şii siyasal İslamcılar temsil ettiğinden Şii siyasal İslam, parlamentoda çoğunluğun sağlanması ilkesi ile sağlamlaştırılabilecek olan Velayet-i Fakih stratejisine göre çalışıyor. Bu nedenle Şii siyasetçilerin söylemi, dini etkinlik ve bayramların dayatılması ile İslam hukukunun uygulanması çağrısını beraberinde getiren yasaların çıkarılması söz konusu olduğunda, parlamento çoğunluğu ilkesine odaklanıyor.
İslam dininin sabitelerini ve hükümlerini kim belirliyorsa parlamentoda çoğunluğa sahip olan odur ve bunlar da kesinlikle siyasal İslamcı Şii güçlerdir.
En ciddi ironi, Kişisel Statü Yasası'nda yapılan değişikliğin Şii dini mercii tarafından desteklendiği gerekçesiyle geçirilmeye çalışılmasıdır. Bu merciin kim olduğu ise şimdiye kadar açıklığa kavuşturulmadı. Yasa değişikliğini desteklediğine dair açık ve net bir fetva yayınlamayan ya da Necef'teki ofisinden resmi bir açıklama yapmayan, hatta resmi vekillerinden bile bir açıklama gelmeyen Seyyid Ayetullah Sistani mi? Ancak Sistani otoritesinin sessizliği, siyasal İslamcı güçlerin lehine olabilir. Bu durumda Sistani'nin sessizliği yasa değişikliğini ‘onayladığı’ şeklinde görülebilir mi?
Tarihsel olarak bakıldığında, 1959 tarihli 188 sayılı Kişisel Statü Kanunu'nun değiştirilmesi meselesi, Irak'taki İslami hareket ile devlet arasındaki ilk ve en önemli anlaşmazlık olarak karşımıza çıkıyor. Çünkü bu yasa, kişisel statünün düzenlenmesinde dini kurum ve mensuplarının hegemonyasını ortadan kaldırmış ve devletin yasalarını vatandaşlık ilkesine göre modernize etme temelinde yürürlüğe girmiştir.
Dr. Raşid el-Hayun, ‘Kişisel Statü: 100 Yıl Geriye’ başlıklı makalesinde, Muhammed Bahru’l-Ulûm'un ‘Kişisel Statü Yasası Üzerine’ adlı kitabından 1960'larda en yüksek dini otoritenin Kişisel Statü Yasasına karşı olduğunu açıkladığını ve 1963 darbe yönetimine yasayı kaldırması için seslendiğini ve şöyle dediğini aktarmaktadır: “Kraliyet dönemi hükümeti daha önce İslam hukukunu ihlal eden bir kişisel statü yasası çıkarmış ve İslam hukukunu ihlal eden bu yasayı Temsilciler Meclisi'ne sunmuştu. Oğullarımdan birini milletvekilleriyle temasa geçmesi ve bu yasayı onaylamadığımı bildirmesi için gönderdim.” diyerek seslendiğini aktarıyor.
Irak’ta 2003 yılında rejimin değişmesi ve Yönetim Konseyi'nin kurulmasının ardından mesele, devletle Şiiler arasında kişisel bir siyasi-dini çekişmeye dönüştü. Özellikle 2004 yılında, Sayın Abdulaziz el-Hekim'in dönüşümlü başkanlığı döneminde, Kişisel Statü Kanunu'nun kaldırılması için 137 sayılı karar önerildi, ancak karar Yönetim Konseyi'ne katılan siyasilerin şiddetli muhalefetiyle karşılaştı ve reddedildi. Bunun üzerine dini güçler de vatandaşlık ve kadın hakları ilkesine göre ileri hakları düzenleyen bir yasaya karşı intikam arayışını sürdürdü. İntikamlarını 2005 Anayasası’nın 41’inci maddesinde yer alan ‘Iraklılar dinlerine, mezheplerine, inançlarına ya da tercihlerine göre kişisel statülerine bağlı kalmakta özgürdürler ve bu durum kanunla düzenlenir’ hükmüyle aldılar.
Nuri el-Maliki hükümetinin ikinci döneminde Adalet Bakanlığı İslami Fazilet Partisi'nin bir parçasıydı ve dönemin bakanı, partinin liderlerinden biriydi. Dolayısıyla ‘Caferi Kişisel Statü Yasası'nı kabul ederek, siyasal İslamcı partisi için siyasi bir kazanım elde etmek istedi.
Caferi Kişisel Statü Yasası 23 Ekim 2013 tarihinde dönemin Adalet Bakanlığı tarafından onaylanarak Bakanlar Kurulu'nda oylamaya sunulmuştur. Bakanlar Kurulu aynı yılın aralık ayında yasanın onaylamasını ertelese de 2014 şubatında yasayı onaylayarak Temsilciler Meclisi'ne sevk etti. Bu onay, yargı ve kanunları mahkeme ve hakimlerin yetkisinden hukukçuların yetkisine kaydırmak amacıyla Kişisel Statü Kanunu'nda değişiklik yapılmasına yönelik bir mahkumiyetten ziyade, İslami Fazilet Partisi ile dönemin Başbakanı Nuri el-Maliki arasındaki siyasi bir anlaşma olabilir.
Eğer siyasal İslamcı güçler önümüzdeki dönemlerde Temsilciler Meclisi’ndeki çoğunluğu kaybederse, hala demokrasiye inanmaya devam edecekler mi?
Hukuki ayrıntılara girmeden ve 1959 tarihli 188 sayılı Kişisel Statü Kanunu'nun hükümleri ile önerilen değişiklikleri karşılaştırmaya girmeyeceğim. Önerilen kanun, Şii siyasal İslamcı güçlerin, hukukçuların bireylerin özel alanına nüfuz etme ve onları devletin vatandaşı olmaktan ziyade Şii veya Sünni mezhebinin tebaası haline getirme yetkisi aracılığıyla, devleti İslamileştirmeye çalıştıkları mevzuat ve kanunlara hâkim oldukları bir dizi olayı yansıtmaktadır.
Siyasal İslamcılar, içki yasağı maddesinin ‘Belediye Gelirleri Düzenleme Yasası’ adı verilen bir yasaya dahil edilmesi ile içki yasağı yasasını çıkarmayı başardılar. Şii Koordinasyon Çerçevesi güçlerinin değişikliği kabul etme ve Temsilciler Meclisi’nden geçirme konusundaki ısrarlarının ardından, belki de Kişisel Statü Yasası'ndaki değişiklik taslağını geçirmeyi de başarırlar. Bir sonraki adım, Federal Yüksek Mahkeme üyeleri arasında İslam hukuku uzmanlarının bulunmasını öngören Anayasa'nın 92’nci maddesi uyarınca, Federal Mahkeme Kanunu'nu onaylamak olabilir. Böylece Federal Yüksek Mahkeme'ye siyasal İslamcı partilerden ve akımlardan hukukçuların atanması arzusu da yerine getirilmiş olacaktır.
Siyasal İslamcı güçler için tüm bu ‘zaferler’ ‘parlamento çoğunluğu’ başlığı altında sıralanıyor. Ancak geriye şu önemli soru kalıyor: Eğer siyasal İslamcı güçler önümüzdeki dönemlerde Temsilciler Meclisi'ndeki çoğunluğu kaybederse, hala demokrasiye inanmaya devam edecekler mi, yoksa demokrasiye ve demokrasiyi uygulama ilkesine ‘ölü eti yemek gibi’ diyerek karşı mı çıkacaklar?
Bu makale Şarku’l Avsat tarafından Londra merkezli Al Majalla dergisinden çevrilmiştir.