Suriye'de yeni ordu kademesine yabancıların atanması tartışma yarattı

Yeni atamalar, yabancıların yeni Suriye ordusu içinde son derece hassas ve üst düzey askeri mevkilere yerleştirilmesini gerektirdi (AFP)
Yeni atamalar, yabancıların yeni Suriye ordusu içinde son derece hassas ve üst düzey askeri mevkilere yerleştirilmesini gerektirdi (AFP)
TT

Suriye'de yeni ordu kademesine yabancıların atanması tartışma yarattı

Yeni atamalar, yabancıların yeni Suriye ordusu içinde son derece hassas ve üst düzey askeri mevkilere yerleştirilmesini gerektirdi (AFP)
Yeni atamalar, yabancıların yeni Suriye ordusu içinde son derece hassas ve üst düzey askeri mevkilere yerleştirilmesini gerektirdi (AFP)

Tarık Ali

Yeni Suriye yönetiminin hassas ve üst düzey askeri görevlere yabancı komutanları atama kararı, Savunma Bakanı Tümgeneral Murhef Ebu Kasra’nın gözetiminde yapılandırılmakta olan yeni Suriye ordusunun kurulması çerçevesinde Suriyeliler arasında atamaların nedenleri, gerekçeleri ve meşruiyetine ilişkin soru işaretleri yarattı.

Ayrıntılara bakıldığında, Savunma Bakanlığı, geçici Savunma Bakanı ve Genelkurmay Başkanı'nın atanmasının ardından komuta kademesinin oluşumunu tamamlamış ve entegre bir ordu kurmak için güçlü adımlar atmıştır. Bu adımlardan ilki, Beşşar Esed rejimine bağlı Suriye ordusunun lağvedilmesinin ardından Cumhuriyet Muhafızları ve Hava Kuvvetleri'nin yanında altı muharip tabur kurulması oldu.

Cumhuriyet Muhafızları ve Şam Garnizonu hakkında

Yeni atamalar, Savunma Bakanı tarafından aday gösterilen ve Cumhurbaşkanı tarafından onaylanan, ordu içindeki çok hassas ve üst düzey mevkilere yabancı isimlerin atanmasını gerektiriyordu. Cumhuriyet Muhafızları komutanlığına, Esed rejiminin düşmesinden önceki unvanı Ebu Hüseyin el-Ürdüni olan Ürdün vatandaşı Tuğgeneral Abdurrahman el-Hatib getirildi.

Yeni komutan ve çiçeği burnunda birliğine verilen ilk görev, geçtiğimiz haftalarda Humus'un güneybatısındaki el-Kusayr kırsalındaki köylerde tarama yaparak hakkında arama emri çıkarlan kişileri ve silahları bulmak ve Suriye-Lübnan sınırındaki Captagon üretim fabrikalarını lağvetmek oldu.

Amman Üniversitesi Tıp Fakültesi mezunu bir akademisyen olan Hatib, Ürdün'de Selefi-cihadi gruplar lehine eğilimleri ve faaliyetleri fark edilince tutuklandı. 2013 yılında serbest bırakıldıktan sonra Suriye'de adını daha sonra Heyet Tahrir Şam (HTŞ) olarak değiştiren Nusra Cephesi'ne katıldı. Hatib, o tarihten bu yana HTŞ içinde önemli roller üstlendi.

HTŞ'ye ve liderine gerçek bir sadakat gösteren ve 2016 yılından beri askeri planların geliştirilmesi, denetlenmesi ve uygulanmasından sorumlu olan Hatib, özellikle 2016 yılında Nusra Cephesi’nin eski komutanlarından Ebu Ömer Serakib'in öldürülmesinden sonra Askeri Operasyonlar Odası’nda üst düzey bir komutan haline geldi.

Askeri çevrelerde ‘Şam Garnizonu’ olarak bilinen Şam Askeri Taburu, Türk vatandaşı Tuğgeneral Ömer Muhammed Çiftçi’ye emanet edildi.  Çiftçi gücü, merkezi konumu ve yapısı bakımından zorlu bir askeri yapı olan bu taburun komutasını üstlendi.

Çiftçi, Esed rejiminin yıkılması öncesinde ‘Muhtar Türki’ künyesiyle biliniyordu. Gölge adamlardan biriydi. Muhammed el-Culani'ye (Ahmed eş-Şara) mutlak sadakati dışında hakkında hiçbir şey bilinmiyordu. Adı sadece bir yandan HTŞ içindeki yabancı savaşçılar diğer yandan Ahmed eş-Şara ile arasında veya birbirleri arasında bir anlaşmazlık olduğunda yayınlanan kısa ve sınırlı askeri açıklamalarda geçiyordu. Çiftçi’nin her açıklamasında HTŞ lideri Ahmed eş-Şara'ya mutlak desteğini vurgulaması, onu yetkinlik ve sadakat açısından güvenilen ve bunlar üzerine inşa edilen prestijli bir konuma sahip güvenilir bir adam haline getirdi.

Şarku’l Avsat’ın Independent Arabia’dan aktardığı analize göre Cihatçı hareketleri izleyen çevrelerde Muhtar el-Türki'nin HTŞ ile Türk istihbaratı arasında birkaç yerde ve ayrıntıda koordinasyon sağlamada önemli bir rolü olduğu düşünülüyor. Muhtar Türki’nin Türk makamları tarafından çeşitli suçlardan aranan bir isim olması, onun birçok kez arabulucu rolü oynamasını engellemedi.

Bu, çeşitli tarafların, taraflardan biri tarafından tam olarak kabul edilmeyen kapsayıcı bir kanal aracılığıyla bir araya geldiği siyasi olaylarda ve savaş dönemlerinde anlaşılabilir bir durum. Suriye'nin kontrolünü ele geçiren ve baskıcı Esed rejimini yerinden eden HTŞ, dünya ülkeleri tarafından hala terör örgütü olarak sınıflandırılıyor. Suriye’deki yeni liderler, HTŞ bu sınıflandırmadan çıkarılmadan yabancı ülkelerin yetkilileriyle görüşmeler gerçekleştiriyor. Elbette siyasette her şey mümkün.

Sınırötesi cihatçı Selefilik

Askeri analist Mutaz Bişan, Suriye'de yabancıların görevlendirilmesinin, adından da anlaşılacağı üzere ulusal bir ordunun kurulması, yani tamamen milli ve üyelerinin Suriye vatandaşı olması anlamında olumsuz yönler taşıdığını düşünüyor. Bişan’a göre doktrin ve motivasyonun keskinleştirilmesinin, ordunun varlığına ve doktrinine dayanarak ve vatanını savunacağı herhangi bir savaşın temel meseleleriyle bağlantılı olduğu düşünüldüğünde, ordularını gerekli ulusal formda sunan ülkelerde alışılmış olan budur. Bu yüzden ordular, sınırötesi cihatçı Selefilikten uzak, sivil doktrin ya da devletin kendi mensupları arasındaki yasama biçiminin gerektirdikleri üzerine inşa edilir.

Ayrıca burada atamaların liyakatten ziyade sadakate dayalı olması gibi bir sorunun da var olduğundan bahseden Bişan, “Savaş sırasında rejime bağlı ordudan ayrılan 7 bin subaya ne olacak?” diye sordu.

Bişan, sözlerini şöyle sürdürdü:

“Çok basit ama duygusal bir soru olduğu için bu durum Suriye toplumu içinde hızla büyük bir bölünme daha yaratacak. Suriye'ye iltica etmiş, yerinden edilmiş, hayatı mahvolmuş, her şeyini feda etmiş, hakikat uğruna ve vatandaşları öldürülmesin diye kaçak durumuna düşmüş bir subaydan daha yürekli kim olabilir? Suriye yönetiminin yabancı uyruklu yaklaşık sekiz subayı albay, tuğgeneral ve general rütbelerine yükselttiğini öğrendik. Bu doğru bir adım değil. Çünkü bu kişiler danışman olabilir ve geniş yetkiler verilebilir, ancak Suriye ordusu birliklerine, subaylara ve personele komuta etme görevi verilemez.”

Savaşın başlamasından birkaç ay önce emekli olan Tümgeneral Nasır Hizbe ise bu durumun belli bir bağlamda iyi olabileceğine, ancak yine de dar bir çerçeveye sahip olduğuna inanıyor. Sadakatin ödüllendirilmesi siyasette, ekonomide ve hatta orduda çok önemli bir olgu olduğunun altını çizen Hizbe, “Bu komutanlar değerlerini, sadakatlerini ve inandıkları doktrinlerini kanıtlamış görünüyorlar. Atanmalarıyla ilgili iyi olansa umutlarının ve hırslarının getirildikleri mevkilerle sınırlı olması” yorumunda bulundu.

Olumsuzlukların şüphesiz çok daha büyük olduğunu vurgulayan Nasır, “Ancak içinde bulunduğumuz dönemde bunlar düzeltilebilir. Şu an başlıca hedef Suriye'yi inşa etmek ve korumaktır. Cumhuriyet Muhafızları Taburu'nun sınırları temizlemesi, Ahmed eş-Şara'nın her işin hakkını veren parlak bir askeri zihniyetle düşündüğünün en büyük kanıtıdır” ifadelerini kullandı.

‘Ebu Emşa’ künyeli Suriye vatandaşı Muhammed el-Casim, hakkındaki savaş suçları ve insanlığa karşı işlenen suçlar nedeniyle uluslararası yaptırım uygulanan bir isim olmasına rağmen tuğgeneralliğe terfi ettirilerek Hama’daki 25’inci Tabur komutanlığına getirildi.

Daha önce Suriye'nin Türkiye denetimindeki kuzeyinde Suriye Milli Ordusu’na (SMO) bağlı Sultan Süleyman Şah Taburu (Ebu Emşa’ya atıfla ‘Emşat’ adıyla da biliniyordu) komuta eden Ebu Emşa, yeni Suriye yönetimi tarafından muharip görevler ve üst düzey sorumluluklar verilen ilk SMO subayı oldu. Ebu Emşa, Esed rejiminin düşmesinden önce İdlib'i birkaç kez ziyaret etmesi ve SMO ile HTŞ arasındaki anlaşmazlıklar sırasında Ahmed eş-Şara ile ittifak kurmasıyla biliniyor.



Bölgesel güç dengeleri

 İsrail, ilk kez içeride derin bir darbe aldı ve iç hedefler benzeri görülmemiş şekilde vuruldu (AFP
İsrail, ilk kez içeride derin bir darbe aldı ve iç hedefler benzeri görülmemiş şekilde vuruldu (AFP
TT

Bölgesel güç dengeleri

 İsrail, ilk kez içeride derin bir darbe aldı ve iç hedefler benzeri görülmemiş şekilde vuruldu (AFP
İsrail, ilk kez içeride derin bir darbe aldı ve iç hedefler benzeri görülmemiş şekilde vuruldu (AFP

Mustafa Feki

Ortadoğu, Doğu Akdeniz ve Arap Körfezi, son zamanlarda karşılaştıkları krizlerin büyüklüğünü önemli ölçüde vurgulayan benzeri görülmemiş ve zor koşullar yaşadı. Bu krizler, yalnızca sınırlı bir bölgesel sorun olmaktan çıkıp büyük bir uluslararası sorun haline geldiler.

Bölgedeki kanlı diziyle başlarsak, ki bu nihayetinde Filistin topraklarının İsrail tarafından vahşice işgal edilmesinin beklenen bir sonucu gibi görünüyor, 7 Ekim 2023 tarihinin işgalin dirençli Filistin halkına her düzeyde uyguladığı baskının otomatik ve doğal bir sonucu olduğunu hemen fark ederiz. Söz konusu baskı, şiddet döngüsünün genişlemesine ve Gazze'nin mevcut koşulları altında yaşanmaz bir alana dönüşmesine yol açtı. Öldürülmemesi gereken on binlerce çocuk, kadın ve sivili içeren şehit kafileleri her gün birbirini takip ediyor. Karşı karşıya kaldıkları katliamlar hem kardeşlerinden hem de dostlarından hiçbir insani yardım veya destek alamadan katlandıkları zor yaşam koşulları unutulamaz.

Son İran-İsrail çatışmasındaki ateşkesin, Gazze'deki acı verici duruma olumlu bir yansıması olabilir, ne var ki İsrail'in uzlaşmazlığı ve Netanyahu modelinin sabah akşam yaydığı nefret dolu söylemlerin temsil ettiği güç despotluğu, acıların devam edeceğinin, güven ve barış kıyısından hâlâ uzak olunduğunun en iyi kanıtı.

Belki okuyucuyla birlikte ülkelerin ağırlıklarını, gerçekleşen dönüşümlerin doğasını ve bazı tarafların ağırlıkları açısından bölgesel borsa üzerindeki etkilerini düşünebilir ve aşağıdaki kanıtları gözlemleyebiliriz:

İlk olarak, bir yandan Lübnan'da Hizbullah'ın başına gelenlere, diğer yandan Suriye'de yaşananlara bakıldığında, İran toplamda kaybeden gibi görünüyor. Tahran, Esed ailesinin yönetimi boyunca sadakatini sürdüren itaatkar bir müttefikini kaybetti. Buna ilaveten, ABD'nin tam desteğiyle İsrail, İran'ın nükleer projesinin temellerini büyük ölçüde yok etti. İran ayrıca siyasi yaşamının, askeri mevkilerinin ve bilimsel uzmanlıklarının en ön saflarından onlarca şehit verdi.

Burada, İran'ın direndiğini ve inkar edilmesi zor birçok güçlü karşılık verdiğini dolaylı olarak kabul etmeliyiz. İsrail'e gönderdiği füze ve insansız hava araçlarının, on binlerce sakinini İran saldırılarından kaçmak için sığınaklara yönelmeye zorladığını itiraf etmeliyiz. Ancak, bu elbette, İsrail Hava Kuvvetleri'nin İran'ın kalelerini vurması, İran içindeki bir dizi önemli ekonomik ve askeri konumda hayati öneme sahip arterleri hedef almasıyla kıyaslanamaz.

ABD Başkanı Donald Trump, başlangıcından itibaren İran-İsrail çatışmasının baş vaftiz babası rolünü oynadı. Gelişmelerin ayrıntılarına doğrudan kişisel olarak müdahale etti. Öyle ki hem İran hem de İsrail tarafı kazandıklarını iddia ettikleri bir zafer veya rakiplerine karşı sağladıklarını iddia ettikleri bir üstünlükle gururlanarak savaştan çıktılar. Her halükarda durum ve medyatik gelişmeler alanı yorumlara açık, tüm tarafların bakış açılarının kabul edilmesine olanak tanıyor. Zira silahlı çatışmalar geride bir kazanan bırakmaz, aksine kayıp ve zararları tüm taraflara dağıtır.

Burada, İran nükleer programının geçici bir süreliğine de olsa çökertilmesinin, Netanyahu için gurur duyacağı yanıltıcı bir zafer olduğuna dikkat etmeliyiz. Bu zafer, onu siyasi durumunu ve İsrail hükümetinin başkanı olarak konumunu güçlendirebilecek bir erken genel seçim çağrısında bulunmaya itebilir. Tahran ve Tel Aviv arasında yaklaşık iki hafta süren bu askeri çatışma hakkında ne söylenirse söylensin, İsrail'in imajına bir çizik atıldığını, her koşulda etkilendiğini dürüstçe belirtmeliyiz. İran, bölgedeki en büyük askeri cephaneliğe karşı mücadelede kahramanlıktan veya cesaretten yoksun olmayan bir duruş sergiledi. İsrail'e verilen Amerikan desteği, o savaşta gerçek belirleyici faktördü, kimsenin itiraz edemeyeceği ve olaylar tarafından gölgede bırakılmış gibi görünen bir kriterdi. Zira İsrail ilk kez içeride derin bir darbe aldı, iç hedefler benzeri görülmemiş bir şekilde vuruldu. Şarku’l Avsat’ın Independent Arabia’dan aktardığı analize göre bu da yenilmez ordu efsanesinin ve son on yıllarda yarattığımız büyük putun ne sandığımız kadar sağlam ne de hayal ettiğimiz kadar güçlü olmadığını teyit etti.

İkincisi; eğer şimdi uzun bir geçmişe ve geniş topraklara sahip bir İslam devleti olarak İran'dan bahsedeceksek, kendisinin üstünden atlanması zor birkaç hatasını kaydetmeliyiz. Bunların ilki, arenalar birliği dediğimiz şey ve son kırk yıldır komşu ülkelerde onlar aracılığıyla savaştığı çeşitli kollardır. Lübnan'daki Hizbullah ile başlayıp Suriye ve Irak'tan geçerek Yemen'deki Ensarullah-Husi grubuna kadar uzanan bu kollar, kanlı çatışmaların ve tekrarlanan çekişmelerin bir tarafı olarak kendini dayattı. Böylece İran Batı'nın, Batı Asya, Arap Yarımadası, Arap Körfez bölgesi ve hatta Kuzey Afrika'daki Araplar, Türkler, Kürtler ve diğer etnik gruplara karşı kullandığı bir korkuluğa dönüştü.

İran'ın benimsediği kollar inşa etme politikası, İran'da İslam Devrimi'nin patlak vermesi ve Şah'ın Şubat 1979'da devrilmesi ile başlayan geniş çaplı bir kaosa yol açtı. Ama iş bununla bitmedi. İran, Arap Körfez bölgesindeki Amerikan hedeflerini vurmaya çalışarak ve Katar hava sahasını ihlal ederek de büyük bir hata yaptı. İlave olarak, İran'ın hatalarına sık sık tahammül eden, işlerine karışmasını ve yanlışlarını görmezden gelen Körfez'de de tahribat yaratmaya çalıştı. İşleri daha da kötüleştiren ise İran parlamentosunun, bu hayati bölgede dünya petrol nakliyatının yüzde 20'sinin geçtiği, büyük öneme sahip bir ticaret ve deniz yolu olan Hürmüz Boğazı'nı kapatma kararı almasıydı.

İran'ın son eylemleriyle Körfez’in duygularını geçici de olsa kendisine karşı yabancılaştırarak kaybettiğine şüphe yok. Oysa Körfez ülkeleri, Maşrık (Levant) ülkeleri, Mısır ve diğerleri, İsrail'in İran'a yönelik saldırganlığını en başından kınadılar. Tahran, düşman listesine geçici de olsa başka ülkeler eklemek yerine dostlarının desteğini almaya çalışmalıydı.

Bu nedenle, İran'ın çok şey kaybettiğine, yalnızca Beyaz Saray'daki güçlü adamın, Tahran ve Tel Aviv arasındaki savaşı sona erdirme başarısını kendisine nispet etmeye çalışan Donald Trump'ın göreceli, geçici memnuniyetini elde ettiğine inanıyorum. Trump daha önce de Pakistan ve Hindistan arasındaki ateşkesi kendisine mal etmişti. Buna bir de ABD’nin Tahran'daki rejimi devirmeye çalışmadığını, bunun yerine yalnızca İran nükleer projesini yok etmeyi ve onu en azından gelecekte aciz hale getirmeyi amaçladığını defalarca dile getirenin de o olduğunu eklemeliyiz.

Üçüncüsü; nükleer programını kaybeden İran'ın, siyasi rejiminin devamı ve onu zayıflatma girişimlerini durdurma konusunda geçici bir kabul kazandığı açıkça ortaya çıktı. İran’ın artık sona eren bu çatışmada en önemli ve en öne çıkan devlet olduğuna şüphe yok. Ancak, Trump'ın gözdesi Recep Tayyip Erdoğan liderliğindeki Türk tarafını da göz ardı etmemeliyiz. Türkiye'nin bir Avrupa-Asya, Akdeniz ve Ortadoğu ülkesi, NATO'nun aktif bir üyesi, bölgede ve genel olarak güç denkleminde hem İsrail hem de İran ile birlikte hesaba katılması gereken bir güç olduğunu aklımızda tutmalıyız. Türkiye de Suriye'de yaptıkları ve Körfez'de elde ettikleri sayesinde ve ayrıca ABD’nin bölgedeki politikalarından duyduğu memnuniyet sayesinde yaşananlardan kazançlı çıktı.

Güç dengesinin, Körfez ülkelerinin de şu ana kadar kazandığını gösterdiğine inanıyorum, çünkü İran tarihsel olarak dost bir ülke ancak onlarla ilişkileri varlığı inkar edilemez veya görmezden gelinemez endişelerden yoksun değil. Biz Araplar olarak, İranlı ve Türk komşularımızın, akıllardan hiç çıkmayan adil Arap davası, yani tüm sonuçları, tarihsel gelişmeleri ve onu çevreleyen koşullarıyla Filistin davası için kalıcı bir çözüme ulaşmada aktif oyuncular olmalarını umut ediyoruz.

*Bu analiz Şarku’l Avsat tarafından Independent Arabia’dan çevrilmiştir.