Casusluktan yapay zekaya: Washington-Londra ittifakında dijital dönem

Çin'e karşı yeni bir eksen oluşuyor

ABD Başkanı Donald Trump, Washington'daki Beyaz Saray'ın Oval Ofisi'nde İngiltere Başbakanı Keir Starmer ile yaptığı görüşmede İngiltere Kralı Charles'ın mektubunu tutarken, 27 Şubat 2025 (Reuters)
ABD Başkanı Donald Trump, Washington'daki Beyaz Saray'ın Oval Ofisi'nde İngiltere Başbakanı Keir Starmer ile yaptığı görüşmede İngiltere Kralı Charles'ın mektubunu tutarken, 27 Şubat 2025 (Reuters)
TT

Casusluktan yapay zekaya: Washington-Londra ittifakında dijital dönem

ABD Başkanı Donald Trump, Washington'daki Beyaz Saray'ın Oval Ofisi'nde İngiltere Başbakanı Keir Starmer ile yaptığı görüşmede İngiltere Kralı Charles'ın mektubunu tutarken, 27 Şubat 2025 (Reuters)
ABD Başkanı Donald Trump, Washington'daki Beyaz Saray'ın Oval Ofisi'nde İngiltere Başbakanı Keir Starmer ile yaptığı görüşmede İngiltere Kralı Charles'ın mektubunu tutarken, 27 Şubat 2025 (Reuters)

Marco Massad

ABD Başkanı Donald Trump'ın bu sonbaharda İngiltere’ye yaptığı ziyaret, geleneksel bir diplomatik gezi olmaktan öte, iki ülke arasındaki ilişkilerde dönüm noktasıydı. İki ülke arasındaki tarihi ittifakı, askeri ve istihbarat çerçevesinden teknoloji ve yapay zeka (AI) temelli yeni ufuklara taşıdı. Dünya çapında ilgi gören bu ziyarette Trump, Microsoft'tan Google'a, Nvidia'dan Amazon'a ve Oracle'a kadar önde gelen Amerikan şirketlerinin yöneticilerinden oluşan daha önce başka benzeri görülmemiş bir heyetle birlikte geldi. Bu sahne, büyük teknoloji şirketlerinin nasıl ABD'nin stratejik kolları haline geldiğini, Beyaz Saray ile paralel hareket ederek, aynı anda hem yumuşak hem de sert gücünün bir parçası olarak hareket ettiğini açıkça gösterdi.

Bu olay sadece siyasi değil, aynı zamanda ekonomik ve stratejik açıdan da son derece önemliydi. İki taraf, çoğu bulut altyapısı, süper bilgisayar ve yapay zeka uygulamalarına yönelik 42 milyar doları aşan devasa bir yatırım taahhüdünde bulunduklarını açıkladı. Mesaj açıktı, Washington ve Londra arasındaki ittifak, büyük güçlerin Dördüncü Sanayi Devrimi'ne (Endüstri 4.0) liderlik etmek için rekabet ettiği bir dönemde ‘teknoloji alanında liderlik’ konusunda yeni bir aşamaya giriyordu.

Bu adım, küresel dönüşümün kritik bir döneminde atıldı. Dünya, yapay zeka, kuantum bilişim ve akıllı savunma teknolojileri alanlarında üstünlük için çılgın bir yarışa girmiş durumda. Çin, ‘Dijital İpek Yolu’ projesi ile dijital nüfuzunu genişletirken, Avrupa Birliği (AB) ABD merkezli şirketlere olan bağımlılığını azaltmak için teknolojik bağımsızlık arayışında. Washington bu noktada ‘Anglo-Sakson ittifakının’ sahnenin merkezinde yer almaya devam ettiğini, inisiyatif alabilen ve küresel güç dengelerindeki değişimlerin sadece bir seyircisi olmadığını vurgulamak istedi.

İngiltere'nin seçilmesi tesadüf değildi. Londra, AB’den ayrıldığından beri teknoloji ve inovasyon alanlarında Washington'un ayrıcalıklı ortağı olarak kendini konumlandırmaya çalışıyor. Keir Starmer liderliğindeki İngiliz hükümeti, ABD'li şirketlerin yatırımlarını Brexit (İngiltere’nin AB’den çıkışı) sonrası ekonomiyi istikrara kavuşturmak için bir fırsat olarak görürken, Trump bunu ABD'nin yurtdışındaki nüfuzunu güçlendiren ve yurt içindeki şirketleri destekleyen ‘büyük anlaşmalara’ dayalı ekonomik vizyonunu pekiştirmek için bir fırsat olarak gördü.

İngiltere Başbakanı Starmer, Trump’ın ziyareti sırasında imzalanan anlaşmaları, İkinci Dünya Savaşı'ndan bu yana iki ülke arasında yapılan en büyük ticaret anlaşması olarak nitelendirildi. İki ülke arasında imzalanan anlaşmaların tutarı 250 milyar sterlini aştı. Bu tutarın 42 milyar doları sadece teknoloji sektörüne ayrıldı. Anlaşmalar arasında gelişmiş veri merkezlerinin kurulması, yapay zeka araştırma projelerine finansman sağlanması ile hükümet ve savunma sektörleri için bulut altyapısının geliştirilmesi yer alıyor.

Trump’ın ziyaretinin yansıttığı bu dönüşüm, teknolojinin artık sadece bir sektör olmadığını, dış politikanın temel bir bileşeni haline geldiğini gösterdi.

Sembolik olarak çarpıcı bir tablo söz konusuydu. Trump, Microsoft CEO'su Satya Nadella, Nvidia CEO'su Jensen Huang ve Amazon Web Services CEO'su Matt Garman ile birlikte 10 Downing Caddesi’ndeki Başbakanlık Konutu önünde duruyordu. Siyaset, sermaye ve inovasyonu bir araya getiren bu sahne 20’nci yüzyılın ortalarında ‘Amerikan küreselleşmesinin’ kuruluşunu akla getirdi, ancak bu kez yeni dijital biçimiyle karşımızdaydı.

Bu ziyaret, ticaret veya parayla başlamayan, aksine İkinci Dünya Savaşı'nın zorlu koşullarında doğan güvenlik ve istihbarat ittifakıyla başlayan ABD-İngiltere ilişkilerinin uzun geçmişe sahip olan mirasının bir uzantısıydı. İki ülke yatırım alışverişinde bulunmadan önce, şifreler ve gizli bilgiler alışverişinde bulunarak, daha sonra Beş Göz İttifakı’nın (FVEY) çekirdeğini oluşturacak ortak bir istihbarat ağı kurdular. Bu ittifak, bugün iki ülkeyi benzeri görülmemiş bir güven ve entegrasyon düzeyiyle birbirine bağlıyor.

Bu açıdan bakıldığında, ‘Teknolojik Refah Anlaşması’nın yalnızca ekonomik bir anlaşma değil, güvenlik iş birliğinin bilimsel iş birliğine ve ardından kapsamlı bir teknolojik ortaklığa dönüşen uzun tarihi sürecin doğal bir uzantısı olduğu söylenebilir. 1940'larda radar ve şifreli sistemler askeri üstünlük için birer araç olduğu gibi, bugün yapay zeka algoritmaları ve süper bilgisayarlar da 21’nci yüzyılda nüfuz ve kontrol için birer araç haline gelmiş durumda.

Trump’ın ziyaretinin yansıttığı bu dönüşüm, teknolojinin artık sadece bir sektör olmadığını, dış politikanın temel bir bileşeni haline geldiğini gösterdi. Ülkeler artık güçlerini sahip oldukları uçak gemisi veya füze sayısıyla değil, veri analizi, yapay zeka geliştirme ve bulut depolama alanlarındaki yeteneklerinin kapsamıyla ölçüyorlar.

Görsel kaldırıldı.
Manchester'da düzenlenen ve toplu sınır dışı çağrısı yapan göçmen karşıtı bir protesto gösterisi sırasında aşırı sağcı grup Britain First (Önce Birleşik Krallık/BNP) grubu destekçilerinin ulusal bayraklarla katıldığı yürüyüşte görevli polis memurları, 2 Ağustos 2025 (AFP)

Bu noktada Trump'ın dev Amerikan şirketlerinin yöneticilerini yanına almak istemesi anlaşılabilir bir durum. Zira bu şirketler, silahlar yerine veriler, ordular yerine algoritmalar gibi alışılmadık yöntemler kullanarak, küresel güç mücadeleleri yürüten ‘gölge bakanlıklar’ haline geldi.

Beş Göz İttifakı (FVEY)

Trump’ın 2025 yılındaki ziyareti Washington ve Londra arasında yeni bir teknolojik iş birliği dönemini başlatmış olsa da bu ittifakın kökleri tarihin derinliklerine, askeri şifrelerin ve kablosuz iletişimin bugünün algoritmaları ve büyük veriden daha önemli olduğu bir döneme kadar uzanıyor. İki ülke arasındaki ilişki sadece ticaret üzerine değil, aynı zamanda 20’nci yüzyılın en karanlık dönemi olan İkinci Dünya Savaşı sırasında kurulan güvenlik ve istihbarat iş birliği üzerine de inşa edildi.

1943 yılında, Nazi Almanyası'na karşı verilen savaşlar devam ederken şifre kırma ve gizli bilgi alışverişi konusunda iş birliği için koordinasyon sağlanması amacıyla ABD ve Birleşik Krallık arasında BRUSA anlaşması imzalandı. O dönemde İngiltere, matematikçi Alan Turing tarafından ünlü hale getirilen Bletchley Park merkezine sahipti. Turing, Alman Enigma makinesinin şifrelerini kırmak için hesaplama mantığını kullanan ilk kişilerden biriydi.

Bu iş birliği, daha sonra tarihin en güçlü istihbarat ittifaklarından biri haline gelecek olan oluşumun çekirdeğini oluşturdu. Savaşın bitmesinden bir yıl sonra, 1946 yılında UKUSA Anlaşması imzalandı ve iki ülke arasındaki istihbarat iş birliğine kurumsal ve resmi bir nitelik kazandırıldı. Anlaşma, askeri ve sivil iletişimden elde edilen bilgilerin sistematik olarak paylaşılmasını ve ABD Ulusal Güvenlik Ajansı ile İngiliz Hükümeti İletişim Merkezi arasında görevlerin dağıtılmasını öngörüyordu.

Washington ve Londra, makine öğrenimini kullanarak saniyeler içinde milyonlarca sinyali filtreleyebilen ve şüpheli kalıpları ve davranışları tespit edebilen sistemler geliştirdi.

Bu anlaşma, Kanada, Avustralya ve Yeni Zelanda'nın da katılımıyla zamanla FVEY kısaltmasıyla bilinen ittifaka dönüştü. Bu ittifak zaman geçtikçe kıtalararası iletişimi izleyebilen ve istihbarat bilgilerini neredeyse gerçek zamanlı olarak paylaşabilen, dünyanın en büyük casusluk ve veri analiz ağı haline geldi.

Bu iş birliği Soğuk Savaş döneminde benzeri görülmemiş boyutlara ulaştı. Sovyetler Birliği nükleer silahlanmaya odaklanırken, Washington ve Londra elektronik dinleme ve uzay gözetimi alanındaki kapasitelerini geliştirmeye yoğunlaştı. Echelon Dinleme Sistemi, uydular ve denizaltı kabloları aracılığıyla yapılan görüşmeleri dinlemek için küresel bir ağ olarak 1970'lerde kuruldu. İstasyonları Avustralya'dan İngiltere üzerinden Kanada'ya kadar uzanıyordu ve ittifakın kurumları arasında koordineli olarak işletiliyordu.

Echelon Dinleme Sistemi’nin hükümetleri, şirketleri ve hatta vatandaşları dinlemek için kullanılmasıyla ilgili önemli tartışmaların yaşanmasına rağmen, bu sistem siber uzayda Batı'nın hakimiyetinin temel direklerinden biri olmaya devam etti ve bilgi toplama yeteneğine sahip olanın güç sahibi olduğu ilkesini pekiştirmeye yardımcı oldu.

Sonraki yıllarda, bilgi sadece savunma amaçlı bir araç olmaktan çıkıp siyasi ve ekonomik bir değer haline geldi. İstihbarat üstünlüğü, teknolojik üstünlüğe dönüştü. Bu ortaklıktan, şifreleme, veri analizi ve güvenli iletişim alanlarında ortak araştırma projeleri ortaya çıktı ve yapay zeka alanında gelecekteki iş birliğinin temelleri atıldı.

Yeni milenyumun başlangıcında, ittifak daha gelişmiş araçları da içerecek şekilde genişledi. Bunlardan en dikkat çekici olanı, FVEY ülkeleri arasında hassas savunma ve istihbarat bilgilerinin paylaşılmasına yönelik güvenli bir ağ olan Stone Ghost platformuydu. Bu platform, ABD Savunma İstihbarat Teşkilatı tarafından yönetiliyor ve dünyanın en güvenli sistemlerinden biri olarak kabul ediliyor.

Stone Ghost’un temelleri sıfır güven ilkelerine dayanıyor. Yani herhangi bir kullanıcıya önceden güven duymuyor, aksine kimlikleri, izinleri ve aktarılan verileri sürekli olarak doğruluyor. ABD, 2023 yılında tehditlerin niteliğine bağlı olarak yeni ortakların eklenmesini veya çıkarılmasını mümkün kılacak şekilde sistemi güncelleme niyetini açıkladı. Bu, küresel güvenlikteki değişikliklere hızlı şekilde yanıt veren esnek istihbarat ittifakına doğru bir adımdır.

Görsel kaldırıldı.
ABD Başkanı Donald Trump, İngiltere'nin orta kesimlerindeki Aylesbury şehrinde Başbakan Keir Starmer ile düzenlediği ortak basın toplantısında, Eylül 2025 (AFP)

Bu güncelleme, istihbarat veri analizinde yapay zeka araçlarının ortaya çıkmasıyla aynı zamana denk geliyor. Washington ve Londra, makine öğrenimini kullanarak saniyeler içinde milyonlarca sinyali filtreleyebilen ve şüpheli kalıpları ve davranışları tespit edebilen sistemler geliştiriyor. İronik bir şekilde, başlangıçta düşmanları izlemek için tasarlanan bu araçlar, artık kritik altyapıları ve veri merkezlerini siber saldırılardan korumak için kullanılıyor.

Casusluktan bilimsel araştırmaya

Washington ve Londra tüm bu yıllar boyunca istihbarat iş birliğinin sadece güvenlik bilgilerinin değil, bilimsel ve teknik bilgilerin de paylaşılması için bir platform olabileceğinde hemfikirdi. Milenyumun başlarında, iki ülke, askeri operasyonlarda ve sivil uygulamalarda kullanılabilecek ağ teknolojileri geliştirmek amacıyla, üniversiteleri ve savunma laboratuvarlarını birbirine bağlayan ortak bir araştırma programı olan Ağlar ve Bilgi Projesi'ni başlattı.

Bu proje önemli bir entelektüel dönüşümü temsil ediyor. Teknoloji artık bir ‘askeri araç’ olmaktan çıkıp, inovasyon ve bilimsel araştırmaya dayalı, başlı başına bir ‘stratejik alana’ dönüştü ve zamanla güvenlik ve bilim arasındaki sınırlar bulanıklaştı, teknik bilgi ulusal gücün bir unsuru haline geldi.

Son on yılda siber tehditlerin artmasıyla birlikte Londra ve Washington önceliklerini yeniden düzenledi. Tehlike artık sadece geleneksel casuslardan değil, enerji tesislerini, havaalanlarını ve ankaları felce uğratabilecek siber korsanlardan da geliyor. Bu durum, teknoloji girişimlerini endüstriyel casusluk ve fikri mülkiyet hırsızlığından korumayı amaçlayan, 2024 yılında FVEY tarafından başlatılan ‘İnovasyon için Güvenlik Girişimi’ gibi yeni girişimlerin ortaya çıkmasına neden oldu.

ABD ve İngiltere arasında yapay zeka, siber güvenlik ve kuantum bilişim için ortak standartlar belirlemekle görevli bir ‘Teknoloji Koordinasyon Konseyi’ kurulacağı duyuruldu.

Aynı yıl, iki taraf kimya alanında kuantum bilişim uygulamaları üzerine ortaklaşa finanse edilen bir bilimsel çalıştay düzenledi ve İngiltere Yapay Zeka Güvenliği Enstitüsü (AISI), yapay zeka teknolojileri için etik ve düzenleyici standartlar konusunda iş birliğini teşvik etmek amacıyla ABD’de bir ofis açıldığını duyurdu. Böylece, ilişkiler kod alışverişinden algoritma alışverişine, askeri mesajların şifresini çözmekten tehditleri gerçekleşmeden önce tahmin edebilen akıllı modeller geliştirmeye doğru genişledi.

ABD, savunmadan sağlık ve eğitime kadar çeşitli hükümet ve idare kademelerine yapay zekayı entegre etmek için çalışırken İngiltere, bazı Avrupa ülkelerinin korktuğu gibi kaotik bir ortama dönüşmeden inovasyona ev sahipliği yapmasını sağlayacak esnek bir yasal ve düzenleyici çerçeve oluşturmaya odaklanıyor. Londra, özgürlük ve düzenleme arasındaki bu denge sayesinde Avrupa'nın Batı yapay zekasına açılan kapısı olmayı umuyor.

Bu vizyonlar, müttefikler arasında birleşik bir dijital altyapı, ortak yönetişim standartları ve güvenli veri alışveriş sistemi paylaşan bir Batı teknoloji bloğu oluşturmayı amaçlayan daha geniş bir projede birleşiyor. Sadece yeni teknolojilerde Çin'i geçmek değil, aynı zamanda Batı'nın küresel bilgi altyapısı üzerindeki hakimiyetini sürdürmek amaçlanıyor. Bu hakimiyet eskiden askeri ve ekonomik iken, şimdi dijital ve bilgi temelli olarak devam ediyor.

Bu projenin özellikleri bazı pratik adımlarda açıkça görülüyor. ABD ve İngiltere arasında yapay zeka, siber güvenlik ve kuantum bilişim için ortak standartlar belirlemekle görevli ‘Teknoloji Koordinasyon Konseyi’ adlı bir yapı kurulacağı duyurulmuştu. Ayrıca G7 ülkeleri de eğitim modelleri için etik kurallar belirlemeyi ve güvenlik, adalet ve medya gibi hassas alanlarda kullanımlarını izlemeyi amaçlayan bir ‘Güvenilir Yapay Zeka Şartı’nın geliştirilmesi üzerinde çalışıyor.

Bu girişimlerin idealist niteliğine rağmen, bunların arkasında açık stratejik kaygılar yatmaktadır. Batı, Çin'in çip ve işlemci tedarik zincirlerinde hakimiyet kurmasının, 20. yüzyılda petrolün yaptığı gibi güç dengesini bozacağından korkuluyor. Bu yüzden Batı ülkeleri üretimi çeşitlendiriyor ve Amerikan ve İngiliz şirketlerini kendi ülkelerinde veya Kanada, Avustralya ve Hindistan gibi müttefik ülkelerde ileri teknoloji fabrikaları kurmaya teşvik ediyor. Bu hamle sadece ekonomik değil, öncelikle güvenlikle ilgili ve Batı'nın yapay zekasını jeopolitik rakiplerine bağımlılıktan korumayı amaçlıyor.

Öte yandan Batılı liderler yapay zeka alanındaki üstünlüğün yalnızca işlemci sayısı veya veri miktarıyla değil, teknolojiye duyulan küresel güvenle ölçüldüğünün farkında. Bu yüzden ‘değerler yönetimi’ olarak bilinen, yani Batı yapay zekasını teknik bir standart haline gelmeden önce ahlaki bir standart haline getirme çabası önem kazanıyor. Washington ve Londra, bu modeli gelişmekte olan ülkelere ihraç ederek, şeffaflık ve hesap verebilirlik ilkelerini paylaşan bir ortaklar ağı kurmayı umuyor.

Ancak bu yolda engeller de yok değil. AB, inovasyonu yavaşlatabilecek şirketlere katı standartlar getiren ‘Yapay Zeka Yasası’ gibi kendi düzenlemelerini dayatmaya çalışırken Çin, Güney Kore ve Japonya'nın araştırma ve endüstriyel uygulamalara büyük yatırımlar yaptığı Asya'dan rakiplerin gücü de artıyor. Yurt içinde ise Google ve OpenAI gibi büyük şirketlerin teknoloji alanındaki tekelleri ve bunun sonucunda bilgi ve içerik üzerinde kurulan hakimiyet konusunda endişeler devam ediyor.

Microsoft, büyük bir kısmı gelişmiş veri merkezleri inşa etmek ve İngiltere'nin en büyük süper bilgisayarını finanse etmek için kullanılacak olan 30 milyar dolarlık devasa bir yatırım açıkladı.

Tüm bu zorluklara rağmen Batı, üç belirleyici faktör sayesinde liderliğini koruyor. Bunlar, sürekli yenilik yapma kapasitesi, değişime uyum sağlama konusunda demokratik sistemlerinin esnekliği ve ne Çin ne de Rusya'nın sahip olmadığı stratejik bir derinlik kazandıran küresel ittifak ağı. Bu yüzden Washington ve Londra, teknolojiyi tekelleştirmeye değil, daha çok kendi çıkarlarına hizmet edecek ve dijital yüzyılda Batı'nın etkisinin sürdürülebilirliğini sağlayacak şekilde teknolojinin gelecekteki kurallarını şekillendirmeye çalışıyor.

Kısa vadede rekabet, yapay genel zeka (AGI), yani birden fazla alanda düşünme ve öğrenme yeteneğine sahip modellerin kontrolü üzerinde yoğunlaşacak. Kuantum bilişim, siber güvenlik, tıp ve ekonomiyi dönüştürecek benzeri görülmemiş bir hesaplama gücü sağlayacağı için bu yarışta oyunun kurallarını değiştirecek unsur olarak görülüyor. Bu alandaki ABD-İngiltere ortak projeleri, bu nedenle geleneksel yapay zekanın sınırlarını aşacak ve gelişmiş makine bilişinin yeni bir çağını başlatacak olan gelecekteki teknolojik ittifakın çekirdeğini oluşturuyor.

Karşılıklı güven sistemi

ABD-İngiltere ittifakını diğerlerinden ayıran özellik, bunun sadece çıkar ilişkisine dayalı bir ortaklık değil, onlarca yıllık gizli ve ortak operasyonlar sonucunda oluşturulmuş karşılıklı güven sistemi olmasıdır. İki ülke, iletişim istihbaratından nükleer silah kodlarına kadar en hassas verileri paylaşıyorsa, bu, ilişkilerinin geleneksel ittifak sınırlarını aştığı anlamına gelir.

Bu güven, yeni bir teknolojik ittifakın doğmasına neden oldu. Microsoft, Nvidia ve Google, İngiltere’nin teknolojik altyapısına milyarlarca dolarlık yatırım yapmaya karar verdiklerinde, bunu sadece ekonomik fizibilite nedeniyle değil, aynı zamanda İngiliz güvenlik ortamının Amerikan sisteminin doğal bir uzantısı olarak görülmesi nedeniyle de yaptılar. Bu güven, Brexit sonrası İngiltere'yi, sıkı düzenleyici kısıtlamalar uygulamaya devam eden Avrupa'nın geri kalanından farklı olarak, Amerikan şirketleri için tercih edilen bir destinasyon haline getirdi.

ABD ile İngiltere arasındaki bu ittifakın merkezinde, teknoloji sadece ekonomik büyüme için bir araç olmaktan çıkıp, askeri ve istihbarat iş birliğiyle önem açısından rekabet eden stratejik bir odak noktası haline geldi. Teknolojik Refah Anlaşması, bu tarihi değişimi somutlaştırdı. Zira Washington ve Londra arasındaki ortaklık artık yalnızca serbest ticaret veya ortak savunma ilkelerine dayanmakla kalmayıp yapay zeka, süper bilgisayarlar ve büyük veri gibi temeller üzerine inşa edilmiş durumda.

Bu dalganın öncüsü olan Microsoft, 30 milyar dolarlık devasa bir yatırım yapacağını duyurdu. Bu yatırımın büyük bir kısmı, yapay zeka için uygun maliyetli ve yüksek performanslı altyapı sağlayan Nscale ile ortak bir girişimde, gelişmiş veri merkezleri inşa etmek ve İngiltere'nin en büyük süper bilgisayarını finanse etmek için kullanılacak.

Bu proje, yalnızca İngiltere’nin bilgi işlem kapasitesini artırmayı değil, aynı zamanda çoğu Avrupa ülkesinde şu anda sağlanması zor olan muazzam bilgi işlem gücü gerektiren gelişmiş yapay zeka araştırmalarına ev sahipliği yapmasını da amaçlıyor.

Google, makine öğrenimi yapay zeka alanında liderliği ile tanınan iştiraki DeepMind ile bağlantılı araştırmaları desteklemek için 6,8 milyar dolarlık bir yatırım yapacağını duyurdu. Şarku’l Avsat’ın al Majalla’dan aktardığı analize göre DeepMind, inovasyon ve sonuçlar açısından ABD’deki merkezlerle rekabet edebileceğini kanıtladıktan sonra, şirket İngiltere'yi gelişmiş yapay zeka araştırmaları için Avrupa’daki bir platforma dönüştürme taahhüdünü teyit etti.

Bu yatırımların, yüksek teknoloji alanlarında yaklaşık 15 bin yeni iş imkanı yaratması ve İngiltere’deki iş gücü için ileri düzeyde eğitim ve yeterlilik fırsatları sağlaması bekleniyor.

Öte yandan Nvidia, derin öğrenme ve büyük öğrenme modelleri alanında İngiltere'nin bilgi işlem kapasitesini artırmak için 120 bin adede kadar grafik işlem birimi sağlanmasını içeren, yaklaşık 13,5 milyar dolar değerinde bir yatırım paketi açıkladı. Bu rakam teknik bir ayrıntı değil, İngiltere’yi GPT veya daha büyük modeller barındırabilecek altyapıya sahip birkaç ülke arasına sokan ve ülkenin Avrupa'nın özerk yapay zeka geliştirme merkezi haline gelmesinin önünü açan büyük bir sıçrama anlamına geliyor.

Yatırım akını bununla da bitmedi. Salesforce, 2030 yılına kadar taahhütlerini uzatan 2 milyar dolarlık ilave bir yatırım planı açıklarken, Core Wave İngiltere'deki faaliyetlerini genişletmek için yaklaşık 1,5 milyar sterlinlik bir yatırım yaptı. Teknoloji devlerinin yanı sıra, finans sektöründe de bir sürpriz yaşandı. Blackstone Investment Fund, önümüzdeki on yıl içinde İngiltere ekonomisine yaklaşık 122 milyar dolarlık yatırım yapacağını taahhüt ederek, teknolojinin artık dijital şirketlerin tekelinde olmadığını, geleneksel olarak gayrimenkul ve enerjiye yönelen büyük sermaye için de cazip hale geldiğini gösterdi.

Başbakan Starmer'ın açıklamalarına göre bu yatırımların yüksek teknoloji alanlarında yaklaşık 15 bin yeni iş imkanı yaratması ve ülkedeki iş gücü için ileri düzeyde eğitim ve yeterlilik fırsatları sağlaması bekleniyor. Ancak, gerçek etki rakamların ötesine geçiyor, çünkü Atlantik'in iki yakası arasındaki ekonomik ve teknolojik etki haritasını yeniden çiziyor.

ABD Başkanı Donald Trump için bu anlaşmalar sadece ekonomik bir başarıdan daha fazlasını temsil ediyor. Bu anlaşmalar, onu ülkesinin ulusal çıkarlarına hizmet etmek için dev Amerikan şirketlerini harekete geçirebilen bir anlaşmacı olarak yeniden tanıtan stratejik bir siyasi kart. Trump, ülkesinde yurt dışındaki bu genişlemeleri ekonomik dehasının kanıtı olarak sunabilir. Amerikan şirketleri yeni pazarlar kazanıyor ve nihayetinde ABD’ye geri dönecek karlar elde ederken, ABD’nin en stratejik Avrupa pazarlarından birinde nüfuzu güçleniyor.

Dışarıdan bakıldığında, bu anlaşma ona ABD-İngiltere ittifakının artık savunma ve güvenlikle sınırlı olmadığını, yaklaşan teknolojik devrimin ortak liderliğine dönüştüğünü gösterme fırsatı veriyor. Zira bu, Çin'in genişlemesi ve Avrupa’nın dijital bağımsızlık arzusu karşısında, Silikon Vadisi ile Londra Şehri, Amerikan inovasyonu ile İngiliz araştırma ortamı arasında kurulmuş bir ittifak.

Bu teknoloji anlaşması, Çin'e paralel olarak Washington, Londra ve belki daha sonra Ottawa, Sidney ve Tokyo gibi başkentleri de içeren bir Batı teknoloji merkezi kurulacağının dolaylı bir duyurusu olarak okunabilir. Microsoft, Nvidia ve Google gibi büyük şirketleri bu ortaklığın merkezine koymak, Amerikan özel sektörünü dijital dünyada güç dengesini yeniden şekillendiren yumuşak jeopolitik gücün bir parçası haline getiriyor.

Görsel kaldırıldı.
Hannover'daki bir ticaret fuarında Google logosunun yanından geçenler (Reuters)

Avrupa’nın gözünden bakıldığında, bu gelişmeler AB için açık bir meydan okuma olarak görülebilir. Çünkü İngiltere’nin AB’den ayrılmasının ardından ABD yatırımları için tercih edilen bir destinasyon olması Brüksel'i seyirci rolüne itiyor. Ayrıca, Avrupa'nın inovasyonu desteklemek yerine kısıtlayabilecek katı veri koruma mevzuatı çıkarmaya çalıştığı bir dönemde, bulut sistemi ve yapay zeka hesaplama alanlarında yaşlı kıta ile ABD arasındaki uçurumu derinleştiriyor.

Ortadoğu ve Afrika'da bu mesajın stratejik anlamı çok açık; yapay zeka ve devasa bulut sistemi altyapılarını kontrol edenler, verilerin ve gelecekteki pazarların gidişatını belirleyebilecekler. Bu açıdan bakıldığında, Trump'ın Londra ziyareti sadece törensel bir etkinlik değil, küresel teknolojik etkinin haritasını yeniden çizmek ve ‘Washington ve Londra'nın halen inovasyonun dizginlerini elinde tuttuğu’ görüşünü güçlendirmek için yapılan stratejik bir hamleydi.

Ancak bu ortaklık tamamen sütliman değil. İngiltere, nefret söylemini ve zararlı içeriği engellemeyi amaçlayan Çevrimiçi Güvenlik Yasası gibi yasalarla dijital alanın daha sıkı kontrol edilmesi gerektiğini savunurken ABD, kendi anayasasının Birinci Ek Maddesi'nde yer alan ifade özgürlüğünü korumaya dayanan liberal modelinde ısrarcı. İki ülkenin yasaları arasındaki bu farklılıklar, Meta, YouTube ve X gibi dev teknoloji şirketlerini, İngiltere’nin katı yasalarına uymak ile ABD’nin açık felsefesini korumak arasında sürekli bir ikilemde bırakıyor.

Bu yüzden Teknolojik Refah Anlaşması’nın başarısı yalnızca yatırımların büyüklüğü veya sağlanan iş imkanlarının sayısı ile değil, her iki tarafın güvenlik ve özgürlük, açıklık ve sorumluluğu birleştiren ortak bir teknoloji yönetişim modeli tasarlama becerisi ile de ölçülecek.

Son olarak bu gelişmeler Washington ve Londra arasındaki ilişkinin ‘özel ortaklık’ aşamasını aşarak, sermaye ile bilgiyi ve özel sektörü siyasi karar alma sürecini birleştiren sınır ötesi bir teknolojik ittifaka dönüştüğünü ortaya koyuyor. Bunun yanında söz konusu ittifak, gizlilik ve sansür sorunlarından Çin ile rekabete kadar birçok sınavla karşı karşıya kalmaya devam edecek. Fakat uzun soluklu adaptasyon geçmişi, onu şaşırtıcı bir hızla değişen dünyada en uygulanabilir ve önde gelen ittifaklardan biri haline getiriyor.

*Bu analiz Şarku’l Avsat tarfından Londra merkezli al Majalla dergisinden çevrilmiştir.



ABD'nin Ortadoğu'daki politikasını çeyrek yüzyıl boyunca böyle takip ettim

Andre Kojokara
Andre Kojokara
TT

ABD'nin Ortadoğu'daki politikasını çeyrek yüzyıl boyunca böyle takip ettim

Andre Kojokara
Andre Kojokara

Robert Ford

2000 yılında, Bill Clinton'ın başkanlığının ikinci dönemi sona eriyordu ve İsrail Başbakanı Ehud Barak ile Filistin Ulusal Otoritesi Başkanı Yaser Arafat arasında nihai bir anlaşma sağlamak için hummalı bir şekilde çalışıyordu. Clinton ekibi önceki yönetimler gibi, iki devletli çözümün İsrail ile Arap devletleri arasında kapsamlı bir anlaşmanın önünü açacağına ve bölgede kalıcı istikrarı sağlayacağına inanıyordu. Son Camp David zirvelerinde Clinton, haritalar ve sınırlarla ilgili ayrıntılara bizzat daldı, Kudüs'teki belirli mahalleleri ve sokakları inceledi, Barak ve Arafat arasında nihai bir anlaşma sağlamaya çalıştı. Daha sonra Clinton, başarısızlığın sorumluluğunu Arafat'a yükledi, ancak yardımcısı Robert Malley'nin yeni bir kitabı bu değerlendirmeyi sorguluyor.

Bill Clinton iki devletli çözüm için çabalıyor

Clinton, iki devletli çözüm için çabalarken aynı zamanda Saddam Hüseyin'e Irak'ın kitle imha silahları programına ilişkin BM soruşturmalarıyla iş birliği yapması için baskı yapıyordu. Birkaç füze saldırısı düzenledi ancak bölgeye yönelik herhangi bir ABD kara müdahalesinden kaçındı. Selefi Başkan baba George Bush gibi, Clinton da bir rejim değişikliğine veya Irak'ın iç siyasetine müdahale etmeye istekli değildi. Bunun yerine, Bağdat'ın iş birliği yapmasını sağlamak için füze saldırıları ve sert yaptırımları tercih etti. Dışişleri Bakanı Madeleine Albright, Iraklı siviller, özellikle de çocuklar üzerindeki yıkıcı etkisine rağmen, Irak'a uygulanan yaptırımları savundu.

11 Eylül 2001 saldırılarının ardından Başkan oğul George Bush, Afganistan ve Irak'a karşı tam ölçekli bir işgal harekatı başlattı. İki devletli çözüm çalışmaları, terörle savaş lehine süresiz olarak ertelendi

Bu arada, Clinton ve Dışişleri Bakanı Madeleine Albright, İran'a karşı uzun süredir devam eden Amerikan düşmanlığını sürdürdüler. Bu düşmanlık, İran'ın Hizbullah ve Filistinli muhalif fraksiyonlara verdiği destek ile Tahran'ın kitle imha silahları programlarına olan ilgisine dair endişelerden kaynaklanıyordu. Bu nedenle Clinton, 1995 yılında İran ile Amerikan petrol şirketi Conoco arasında imzalanması planlanan 1 milyar dolarlık anlaşmayı engelledi; dönemin İran Cumhurbaşkanı Haşimi Rafsancani bu anlaşmanın ikili ilişkileri geliştireceğini umuyordu. Bunun yerine, Clinton yönetimi hem Irak hem de İran'a karşı “çift yönlü çevreleme” politikası kapsamında İran'a yönelik yaptırımları sıkılaştırdı.

ABD Başkanı Bill Clinton, Camp David'de İsrail Başbakanı Ehud Barak ve Filistin Devlet Başkanı Yaser Arafat arasındaki barış görüşmelerinde arabuluculuk yapıyor, 11 Temmuz 2000 (Reuters)ABD Başkanı Bill Clinton, Camp David'de İsrail Başbakanı Ehud Barak ve Filistin Devlet Başkanı Yaser Arafat arasındaki barış görüşmelerinde arabuluculuk yapıyor, 11 Temmuz 2000 (Reuters)

Clinton, bölge ülkelerinde siyasi reformu desteklemekle ilgilenmiyordu. Nitekim 1994-1997 yılları arasında Cezayir'deki ABD Büyükelçiliği'nde çalışırken, teröristlerin ve güvenlik güçlerinin katliamlar işlediği dehşetli iç savaşın ortasında, Washington'daki hiçbir üst düzey yetkili Cezayirli yetkililerle temaslarında hükümetin suistimalleri konusunu gündeme getirmedi. Aynı durum Saddam Hüseyin'in Irakı gibi baskıcı rejimler için de geçerliydi. Daha sonra, ABD Başkan Yardımcısı Al Gore ile Mısır Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek arasındaki özel ikili girişimi yöneten Amerikan ekibinin bir parçası olduğumda da ABD’nin odak noktası insan hakları değil, Mısır ekonomisinin liberalleştirilmesiydi. Washington'daki hakim görüş, bölgede kapsamlı bir barışın, sivil ve insan haklarına saygıdan ziyade ekonomik büyümeye bağlı olduğu ve bunun istenen istikrarı sağlayacağı yönündeydi.

11 Eylül her şeyi değiştiriyor

11 Eylül 2001'de yaklaşık 3 bin kişinin ölümüne yol açan terör saldırılarından sonra, Başkan George W. Bush Afganistan ve Irak'a karşı tam ölçekli bir işgal harekatı başlattı. İki devletli çözüm çalışmaları, terörle savaş lehine süresiz olarak ertelendi. Beyaz Saray'ın Saddam Hüseyin'in el-Kaide ile ilişkisine dair güçlü bir kanıtı olmamasına rağmen, Saddam'ın bir gün el-Kaide ile iş birliği yapabileceği gerekçesiyle işgali haklı çıkarması dikkat çekicidir. Ortadoğu konusunda uzman iki kıdemli Amerikalı diplomat, William Burns ve Ryan Crocker, Dışişleri Bakanı Colin Powell'ı Irak'ı işgal etmenin tehlikeleri konusunda ikna etmeyi başardılar, ancak Powell Bush'u ikna edemedi. Bush'un Amerikan askeri üstünlüğü sayesinde Irak ve Afganistan'da beklediği hızlı zafer ise bir yanılsamaydı.

Arap Baharı'nın başlangıcında Obama, askeri müdahalede bulunma niyeti olmamasına rağmen, Oval Ofis'ten gösterileri alenen güçlü bir şekilde destekledi

Daha geniş bir bölgesel ölçekte, Bush yönetimi, baskıcı ve yolsuz hükümetlere karşı Arap sokaklarına hakim olan hayal kırıklığını terörün kaynağı olarak görüyordu. Clinton yönetiminin yaklaşımından önemli bir sapmayla Bush yönetimi, uzun süredir müttefik olanlar da dahil olmak üzere birçok hükümet üzerinde siyasi baskıyı yoğunlaştırdı. 2005 yılında, Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice, Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek'in Kahire'de bir insan hakları konferansına ev sahipliği yapmayı reddetmesi ve siyasi muhalif Eyman Nur'u tutuklamasının ardından Mısır ziyaretini iptal etti. 2002 yılında Beyaz Saray, Dışişleri Bakanlığı Ortadoğu ve Kuzey Afrika Bürosu bünyesinde Ortadoğu Ortaklık Girişimi'ni başlattı ve bölgede insan haklarını teşvik etme amacıyla başına Cumhuriyetçi Parti’ye sadık bir kişiyi atadı.

 ABD 2. Tabur askerleri, Bağdat'ta devriye gezmeden önce üstlerinden direktif alıyor, 14 Ağustos 2007 (Reuters)ABD 2. Tabur askerleri, Bağdat'ta devriye gezmeden önce üstlerinden direktif alıyor, 14 Ağustos 2007 (Reuters)

2006 yılında büyükelçi olarak Cezayir'e döndüğümde, Washington ilk görevimden farklı olarak, Cezayirli yetkililerle temaslarında insan hakları ve sivil özgürlükler konularını gündeme getirmeye hazırdı. Bu girişim ayrıca, bağımsız gazeteler gibi Cezayir sivil toplum üyelerine işletme yönetimi ve örgütlenme konusunda eğitim verilmesini de sağladı. Ardından, 2008'de Bağdat'taki ABD Büyükelçiliğine döndüğümde, Irak'ta insan haklarını ve sivil toplumu teşvik etmeye yönelik yıllık bütçemiz 70 milyon dolara ulaşmıştı ve bu şaşırtıcı bir rakamdı. Ama ne yazık ki, bu paranın büyük bir kısmı bu konuda asla ciddi olmayan gruplara harcandı.

Obama, Bush'un politikasını değiştirdi

Barack Obama, Beyaz Saray’a girdiğinde Ortadoğu'daki savaşları sona erdirmeye kararlıydı. Bölgenin, ABD'nin yeniden şekillendiremeyeceği bölünmüş toplumlardan ibaret olduğu inancıyla hareket etti. Selefi Demokrat Başkan Bill Clinton'ın aksine, Obama İsrail-Filistin çatışmasını çözmekle pek ilgilenmedi. 2013 yılında ikinci Dışişleri Bakanı John Kerry'nin başlattığı girişime hiçbir destek sunmadı.

 Eski ABD Başkanı Barack Obama, Florida, 26 Haziran 2012 (Reuters) ABD Eski Başkanı Barack Obama, Florida, 26 Haziran 2012 (Reuters)

Buna karşılık, Obama ve ilk Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, bölgedeki zayıf yönetimi doğrudan istikrarsızlıkla ilişkilendirdiler. 12 Ocak 2011'de Clinton, Tunus Cumhurbaşkanı Zeynel Abidin Bin Ali'nin ülkeyi terk etmesinden bir gün sonra ve Mısır ordusunun Kahire’deki ayaklanma sırasında Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek'i devirmesinden bir ay önce, Doha'da hükümet yolsuzluğunu ve baskısını eleştiren sert bir konuşma yaptı. Arap Baharı'nın başlangıcında Obama, askeri müdahalede bulunma niyeti olmamasına rağmen, Oval Ofis'ten gösterileri alenen güçlü bir şekilde destekledi. Yıllar sonra, Oval Ofis'te onunla, bir ABD başkanının askeri müdahale niyeti olmamasına rağmen bir liderin istifa etmesini kamuoyu önünde talep etmesinin ne kadar akıllıca olduğu konusunu tartışmış, istifası istenen liderin böyle bir talebi görmezden gelmesinin başkanı nasıl zayıf göstereceğini ve iç muhalefete sahte bir umut vereceğini söylemiştim. Ancak Obama, bir ABD başkanının müdahale sözü vermeden insan haklarına saygı gösterilmesini kamuoyu önünde talep etmesi gerektiğinde ısrar etti. Ocak 2011'de Mübarek'ten istifa etmesini istemişti, ancak onu deviren Washington değil, Mısır sokağı ve Mısır ordusuydu.

Trump, küçük ABD özel operasyon güçlerine güvenmeyi tercih ediyor, ancak Ortadoğu'da başka bir büyük ölçekli kara savaşına girmekten kaçınıyor

Arap Baharı Libya'ya uzandığında, Obama Mart 2011'de Muammer Kaddafi'ye karşı uluslararası müdahaleyi destekleyen bir lojistik ve istihbari rol oynamayı isteksizce kabul etti. Obama yönetimi yetkililerinden biri, ABD'nin Avrupalıları ve Arap müttefiklerini perde arkasından yönlendirdiğini söyledi. Hillary Clinton da 2012'de bana, askeri uzmanların Libya ordusunun birkaç hafta içinde çökeceğini tahmin ettiğini, ancak Kaddafi'nin isyancılar tarafından öldürülmesine kadar yedi ay süren bir mücadele yaşandığını söylemişti. Libya’da durumun yanlış yorumlanması, Irak Savaşı'nın anıları ve Beşşar Esed'e karşı herhangi bir müdahaleye yönelik iç siyasi desteğin yokluğu, Obama'yı 2013'te Esed'in kimyasal silah kullanımına karşı çizdiği kırmızı çizgiyi savunmaktan kaçınmaya yöneltti.

Sınırın İsrail tarafından görüldüğü gibi, Kuzey Gazze üzerinde gün batımı, 28 Temmuz 2025 (Reuters)Sınırın İsrail tarafından görüldüğü gibi, Kuzey Gazze üzerinde gün batımı, 28 Temmuz 2025 (Reuters)

Obama, sadece DEAŞ’a karşı güçlü bir şekilde müdahale etme konusunda istekli görünüyordu. Ancak yanlış yönlendirilmiş bir Amerikan politikasının örgüte ilk aşamalarında yardımcı olduğunu hatırlamakta fayda var. Başkan Yardımcısı Joe Biden, 2010 seçimlerinden sonra Washington'un Irak Başbakanı Nuri el-Maliki'yi yeni bir dönem için güçlü bir şekilde desteklemesi gerektiğine karar verdi, çünkü Biden ve danışmanları, yalnızca Maliki'nin hızlı bir şekilde hükümeti kurabileceğine, istikrarı sağlayabileceğine ve Irak'taki Amerikan güçlerinin geleceği hakkında Washington ile müzakerelere olanak tanıyabileceğine inanıyordu. Ancak Maliki'nin Irak'taki Sünni topluluklara yönelik yenilenen baskısı, DEAŞ'ın üye kazanmasına ve 2013 ve 2014 yılları arasında batı Irak ve doğu Suriye'yi ele geçirmesine yardımcı oldu. 2014 ve 2016 yılları arasındaki Paris ve Brüksel saldırıları, Washington ve Avrupa başkentlerinde endişeyi artırdı. Libya'nın aksine, Obama, DEAŞ'a karşı uluslararası bir koalisyonu ön saflardan yönetmeye hazırdı.

Clinton'ın Doha konuşmasından ve Washington'un Libya'daki “arka plandan liderlik etme” yaklaşımından dört yıl sonra, Obama otoriter rejimlerle iş birliğine daha meyilli hale geldi ve Washington'dan gelen ciddi reform talepleri sona erdi. Yine de Obama, bu savaşta büyük kara birliklerini kullanma konusunda tereddüt ediyordu. Bu sebeple bu birlikler yerine, Amerikalılar Suriye'de Kürt liderliğinde kurulan bir milis gücüne ve Irak'taki Şii milislerle dolaylı koordinasyona güvendiler. Bu iş birliği, her iki ülkede de daha sonraki siyasi ve güvenlik sorunlarının doğrudan sebebi oldu.

Trump'ın politikası, Clinton'ın yaklaşımını yeniden şekillendiriyor

Trump, küçük ABD özel operasyon güçlerine güvenmeyi tercih ediyor, ancak Ortadoğu'da başka bir büyük ölçekli kara savaşına girmekten kaçınıyor. Bu konuda Clinton, Obama ve Biden'a benziyor. Haziran ayında İran nükleer hedeflerine yönelik saldırıları güçlü ve hızlıydı ve hemen ardından müzakerelere geri dönmeye hazır olduğunu açıkladı. Trump, askeri güç dengesi zayıf bir devlet aleyhine olduğunda, anlaşmayı güvence altına almak için önemli tavizler vermek zorunda kalacağına inanıyor. Bu algı, Ukrayna'nın yanı sıra nükleer mesele konusunda İran için de geçerli. Ancak Trump'ın kavrayamadığı şey, daha zayıf tarafın dış destek arayışıyla veya rakiplerinin zayıflaması umuduyla beklemeyi tercih edebileceğidir. İran rejimi devrilmedikçe, Trump ne İran ile nükleer bir anlaşma imzalayacak ne de çok istediği Nobel Ödülü'nü kazanacaktır.

Trump yönetimi altında Washington, İsrail ve Filistinliler arasında bir barış anlaşmasına varma çabalarına yeniden başladı, ancak bu çabalar Gazze ile sınırlı kaldı. İki devletli çözüme inandığına dair hiçbir işaret yok

Aynı zamanda Trump, özellikle Körfez ülkeleri başta olmak üzere, bölgedeki ülkelerle ticaret anlaşmaları yapmaya büyük bir gayret gösteriyor. Kendi girişimleri ve ortak ticari çıkarlar vizyonu, kalkınmaya odaklanan Gore-Mübarek Girişimi gibi ekonomik programların yerini aldı.

Ticari kazançlara odaklanma, küresel ölçekte insan haklarına yönelik sözlü desteği bile bir kenara itti. 2019'da Trump, Mısır Cumhurbaşkanı Abdulfettah es-Sisi'yi en sevdiği cumhurbaşkanı olarak tanımladı ki bu, ne George Bush, ne Obama, ne de Biden'ın yapacağı bir açıklama değildi.

Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Selman ve ABD Başkanı Donald Trump, Washington'da düzenlenen ABD-Suudi Yatırım Forumu'nda katılımcılarla birlikte fotoğraf çektiriyor, 19 Kasım 2025 (Reuters)Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Selman ve ABD Başkanı Donald Trump, Washington'da düzenlenen ABD-Suudi Yatırım Forumu'nda katılımcılarla birlikte fotoğraf çektiriyor, 19 Kasım 2025 (Reuters)

Geçen yıl Riyad'da düzenlenen bir konferansta Trump, bölgedeki ilerlemenin arkasında Batı müdahalesi, devlet kurucular veya Amerikalı neo-muhafazakarlar değil, bölge halkları olduğunu söyledi.

Trump yönetimi altında Washington, İsrail ve Filistinliler arasında bir barış anlaşmasına varma çabalarına yeniden başladı, ancak bu çabalar Gazze ile sınırlı kaldı. İki devletli çözüme inandığına dair hiçbir işaret yok. Bunun yerine, Gazze'de ateşkesin, dış denetim altında bir Filistin yönetimine doğru atılan küçük adımların ve oradaki yabancı ticari kalkınmanın Arap devletlerini İbrahim Anlaşmalarına katılmaya ve İsrail ile ilişkilerini normalleştirmeye ikna edeceğini umuyor. Şarku'l Avsat'ın al Majalla'dan aktardığı analize göre Trump, diğer Arap devletlerinin, özellikle Körfez'dekilerin, hızla Suudi Arabistan'ın izinden gideceğini ve böylece kendisine Nobel Ödülü kazandıracağını varsayarak yanlış düşünüyor. Zira on yıllardır devam eden Amerikan mali ve askeri desteğinden sonra, İsrail bölgedeki baskın askeri güç haline geldi ve 1979'da olduğu gibi kendisini barış karşılığında toprak vermeye teşvik edecek hiçbir şey olmadığını düşünüyor. Keza bazı Arap devletlerinin İsrail'in askeri tehditlerinden İran'dan korktukları kadar korktuğunu gösteren işaretler var. Yine de Trump ve ekibi, Arap devletlerinin İsrail ile normalleşme karşılığında toprak tavizlerini kabul edeceğine inanıyor. Bu, iyi düşünülmüş bir analiz değil, sadece bir umuttur.

*Bu analiz Şarku’l Avsat tarafından Londra merkezli al Majalla dergisinden çevrilmiştir.


Netanyahu, Trump’ın ekibinin desteğini kaybediyor

Trump, Gazze'deki ateşkes sürecinde ikinci aşamaya yakında geçileceğini söylemişti (AFP)
Trump, Gazze'deki ateşkes sürecinde ikinci aşamaya yakında geçileceğini söylemişti (AFP)
TT

Netanyahu, Trump’ın ekibinin desteğini kaybediyor

Trump, Gazze'deki ateşkes sürecinde ikinci aşamaya yakında geçileceğini söylemişti (AFP)
Trump, Gazze'deki ateşkes sürecinde ikinci aşamaya yakında geçileceğini söylemişti (AFP)

ABD Başkanı Donald Trump'ın ekibi, İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu'nun barış sürecini sabote etmek istediğini düşünüyor.

Kimliğinin açıklanmaması şartıyla Axios'a konuşan ABD'li yetkililer, Gazze'deki ateşkes anlaşmasının gidişatının Trump ve Netanyahu arasında pazartesi günü yapılacak görüşmeyle belirleneceğini söylüyor.

Trump'ın ekibinin Netanyahu'nun süreçte atılması gereken adımları geciktirdiğini ve Gazze'ye yönelik askeri operasyonları tekrar başlatabileceğini düşündüğü aktarılıyor.

Adının gizli tutulmasını isteyen İsrailli bir yetkili de Netanyahu'nun ABD Başkan Yardımcısı JD Vance ve Dışişleri Bakanı Marco Rubio dahil Trump yönetimindeki üst düzey isimlerin desteğini kaybettiğini söylüyor.

Kaynaklar, Washington'ın bir an evvel anlaşmanın ikinci aşamasına geçilmesini istediğini belirtiyor.

Trump'ın damadı Jared Kushner'la ABD Başkanı'nın Ortadoğu Özel Temsilcisi Steve Witkoff'un ikinci aşamaya geçiş için Türkiye, Mısır ve Katar'la yakın çalıştığı aktarılıyor. Ancak Netanyahu'nun planla ilgili Kushner ve Witkoff'la anlaşmazlık yaşadığı ifade ediliyor.

Öte yandan İsrail Savunma Kuvvetleri'nin (IDF) ateşkes ve rehine takası anlaşmasına rağmen Gazze'de saldırıları sürdürmesinin Washington'da olumlu karışlanmadığı belirtiliyor.

Kimliğinin paylaşılmamasını isteyen Beyaz Saray'dan bir yetkili, "Bazen sahadaki IDF komutanlarının önüne gelene ateş etmeye meraklı olduğunu düşünüyoruz" diyor.

Witkoff ve Kushner, geçen hafta Miami'de düzenlenen toplantıda Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, Katar Başbakanı ve Dışişleri Bakanı Muhammed bin Abdurrahman Al Sani ve Mısır Dışişleri Bakanı Bedir Abdulati'yle bir araya gelmişti.

Axios'un aktardığına göre taraflar, Trump - Netanyahu toplantısı öncesi ele alınacak konuları belirledi. Bunlar arasında İsrail'e ateşkese uyma ve sivil kayıpları önleme çağrısı yapılmasının yanı sıra Gazze'nin Mısır sınırındaki Refah kapısının açılmasının sağlanması da yer alıyor. Ayrıca ABD Başkanı'nın Batı Şeria'daki yasadışı yerleşimlerle ilgili endişelerini dile getirmesi bekleniyor.

Gazze savaşının sonlandırılması için ABD öncülüğünde hazırlanan 20 maddelik barış planı 10 Ekim'de devreye girmişti. Anlaşmanın garantörleri arasında Türkiye, Mısır ve Katar var.

Anlaşmanın ilk aşamasında Hamas ve İsrail arasında rehine takası gerçekleştirilmişti. Ayrıca İsrail askerleri belirlenen "sarı hatta" geri çekilmişti. İsrail ordusu Gazze Şeridi'nin yaklaşık yüzde 53'ünü kontrol ediyor.

İkinci aşamadaysa Hamas'ın silah bırakması ve Gazze'nin geleceğinde söz sahibi olmaması isteniyor. Bunun yerine Gazze Şeridi'nin yönetiminin Filistinlilerin yer alacağı bir teknokratlar komitesine geçici olarak devredilmesi planlanıyor. Trump'ın başkanlık edeceği Barış Kurulu'na ek olarak bölgeye Uluslararası İstikrar Gücü'nün (ISF) konuşlandırılması öngörülüyor.

Independent Türkçe, Axios, Times of Israel


Guatemala'da bir otobüsün uçuruma yuvarlanması sonucu 15 kişi hayatını kaybetti

Olay yerindeki polis memurları (AFP)
Olay yerindeki polis memurları (AFP)
TT

Guatemala'da bir otobüsün uçuruma yuvarlanması sonucu 15 kişi hayatını kaybetti

Olay yerindeki polis memurları (AFP)
Olay yerindeki polis memurları (AFP)

Kurtarma ekiplerinin açıklamasına göre dün, Guatemala'nın batısındaki bir otoyolda yolcu otobüsünün uçuruma yuvarlanması sonucu en az 15 kişi hayatını kaybetti.

Gönüllü itfaiye sözcüsü Leandro Amado gazetecilere yaptığı açıklamada, "Bu trafik kazasında 15 kişi hayatını kaybetti" dedi. Yaklaşık 20 yaralının yakındaki hastanelere kaldırıldığını belirten Amado, ölenler arasında 11 erkek, üç kadın ve bir çocuğun bulunduğunu belirtti.

Otobüs, henüz bilinmeyen bir nedenle yaklaşık 75 metre derinliğindeki uçuruma yuvarlandı.

Guatemala'da ölümcül trafik kazaları sık sık yaşanıyor. Şarkul Avsat’ın edindiği bilgiye göre şubat ayında, Guatemala şehrinin kuzey eteklerinde bir yolcu otobüsü uçuruma yuvarlanmış ve 54 kişi hayatını kaybetmişti.