Macid Kayali
Başlangıçta, ABD ile İsrail arasındaki ilişkilerin, zaman zaman öncelikler, görüşler ve çıkarlar konusunda farklılıklar veya çatışmalar olsa da güçlü, derin ve çok yönlü olduğu vurgulanmalı. Bu durum, mevcut ve öngörülebilir uluslararası ve bölgesel koşullar ve şartlar göz önüne alındığında, güvenilmemesi veya hesaba katılmaması gereken mevcut gerginlikler için de geçerli.
ABD’nin karşılaştırılamayacak kadar güçlü bir taraf olduğu ve her bakımdan karar verici konumda olduğu da kabul edilmesi gerekiyor. Ancak bu aynı zamanda ABD ile İsrail arasındaki ilişkiyi bir tür küresel komplo veya ABD'deki Yahudi lobisinin nüfuzunun sonucu olarak yorumlamaktan kaçınmamız gerektiği anlamına gelir. Ayrıca İsrail'den sanki ABD'nin bir uydu devleti veya kara uçak gemisiymiş gibi bahsetmekten de kaçınmalıyız.
Ancak İsrail şu an ekonomik, teknolojik ve askeri gücü ve Ortadoğu'daki bariz hakimiyetine rağmen, birçok iç ve dış sorun ve krizle karşı karşıya.
Bu dış sorunların başında şunlar geliyor:
1- Statüsünün gerilemesi ve sömürgeci, ırkçı ve soykırımcı bir devlet olarak imajının ortaya çıkması, ardından uluslararası kamuoyunda ve toplumlar ve hükümetler arasında dışlanma ve meşruiyetinin yitirilmesi, geçmişte Güney Afrika'daki apartheid rejiminde yaşananlara benzer bir durumdur.
2- Yahudiler için güvenli bir liman olarak imajı solduğu ve Yahudi soykırımı olarak bilinen Holokost kurbanlarının temsilcisi olarak etkisi azaldığı için, dünyadaki Yahudilerle ilişkisi kopmuştur. Bu durum, içerideki birliğin bozulmasında da kendini gösteriyor.
3- ABD'nin uydu devleti olarak konumu her zamankinden daha güçlü. Artık savaş açıp açmayacağına, düşmanlıkları durdurup durdurmayacağına ve Gazze'nin geleceğine ABD karar veriyor. Filistin’in siyasi varlığının biçimini ve Filistin devleti meselesini de ABD belirliyor. Her şeyden öte, Ortadoğu'nun mimarisini ve Arap-İsrail ilişkilerinin gelecekteki şeklini de ABD kontrol ediyor.
Burada, Gazze, Filistinlilerin geleceği ve Ortadoğu'nun bölgesel yapısı konusunda meseleleri kendi eline alan İsrail ile ABD arasındaki ilişkilerdeki değişikliklere odaklanmak gerekiyor. Bu da İsrail'in siyasi, ekonomik ve askeri konumunun açığa çıkmasına ve Ortadoğu'daki gücünün ve imkanlarının sınırlarının ortaya çıkmasına neden olabilir.
Sol görüşlü İsrailli gazeteci Gideon Levy, Haaretz gazetesinin 20 Kasım 2025 tarihli sayısında durumu şöyle özetliyor:
“İsrailliler ve Filistinliler, çatışmanın hızla uluslararasılaşması sürecinden geçiyorlar, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK) doğru yönü belirleyen bir karar alıyor, İsrail hızla gerçek boyutuna geri dönüyor ve Filistinlilerin kaderi, adım adım, İsrail'in tekelinden kurtuluyor. Süper güç yeniden süper güç haline geldi ve uydu devleti doğal yerine geri döndü. Megalomani sona buldu ve kendini her şeyi yapabilecek durumda gören devletin kibri ortadan kalktı... Bu bitti.”
Aksa Tufanı Operasyonu iki çelişkili sonuca yol açtı. Bir yandan, İsrail'in gücünün zayıflığını ve yeteneklerinin sınırlarını ortaya çıkardı. Öte yandan, İsrail'in bölgedeki etkinliğinin ABD'nin desteğine ihtiyaç duyduğunu ortaya koydu.
İsrail ve İran'ın rolleri arasında
İsrail, 1967 yılındaki Altı Gün Savaşı’ndan sonra gerçek boyutundan daha büyük göründü ve bu da ABD’nin bölgeye yönelik politikasındaki konumunu güçlendirdi. Ancak Ortadoğu’nun kontrolü konusunda bu konum, İran'ın öne çıkmasıyla, özellikle de ABD'nin Afganistan’ı işgalinden (2001) ve ardından Irak'ı işgali ve Saddam Hüseyin rejiminin devrilmesi (2003) ile birlikte ABD yönetimi içinde, silahlı milisler ve mezhepçiliği kışkırtarak Levant bölgesinde yer alan Arap ülkelerindeki devlet ve toplumu istikrarsızlaştırmak ve ardından İran tehdidiyle Arap ülkelerine şantaj yapmak için İran'ın politikalarına yatırım yapmanın mümkün olduğu görüşünün ortaya çıkmasına yol açtı. Zira bu hedefler, İsrail'in çıkarlarıyla örtüşüyordu.
ABD’nin İsrail'in rolünü azaltma ve İran'ın rolüne daha fazla alan tanıma yönündeki bu eğiliminin, iki kutuplu dünyanın, Soğuk Savaş'ın ve ardından ABD'nin uluslararası ve bölgesel sistemler üzerindeki hegemonyasının sona ermesinden sonra ortaya çıktığı iyi biliniyor. Bu dönüşümler, Ortadoğu'da yeni bir bölgesel sistemin kurulmasına ve 30 Ekim 1991'de Madrid Barış Konferansı düzenlenmesine zemin hazırladı.
Bu çerçevede Aksa Tufanı Operasyonu (7 Ekim 2023) iki çelişkili yol oluşturdu. Bir yandan, İsrail'in gücünün zayıflığını ve yeteneklerinin sınırlarını, öte yandan, İsrail'in bölgedeki etkinliğinin, finansal, teknolojik, istihbarat, askeri ve siyasi olarak ABD'nin desteğine ve korumasına ihtiyaç duyduğunu ortaya çıkardı.
Aksa Tufanı Operasyonu’nun yansımalarından biri de, İran'ın Levand bölgesindeki nüfuzunu sınırlayarak onu eski boyutuna, sınırlarının arkasına geri döndürerek İsrail'in bölgedeki ana aktör olarak bölgesel konumunu güçlendirmek olsa da ABD dış politikasında İsrail'in konumunu zayıflattı. İran'ın bölgesel tehdidi ortadan kalkmasıyla Arap ülkeleri seçimlerinde ve ABD ile çıkarları konusunda pazarlık yaparken daha özgür hale geldi. Bu gelişmeler, İsrail'in aleyhine Türkiye'nin bölgedeki konumunu da güçlendirdi. İsrailli gazeteci Anna Barsky'nin Maariv gazetesinin 19 Kasım 2025 tarihli sayısında kaleme aldığı makaleye göre İsrail, yeni Ortadoğu'da oyunun kurallarını belirleyen bir aktör haline gelirken ılımlı Arap devletleri, ABD ile ilişkilerini derinleştiriyor ve yeni bir bölgesel güvenlik mimarisine uyum sağlıyor. İsrail'in süregelen siyasi krizler ve iç anlaşmazlıklar içinde boğulduğu bir dönemde Washington, İsrail'i hala yeri doldurulamaz bir stratejik ortak olarak mı, yoksa artık ABD'nin bölgedeki politikasının ağırlık merkezi olmayan önemli bir ülke olarak mı görüyor? Mevcut ABD yönetiminin görüşüne göre Suudi Arabistan'daki istikrar, bu ülkeyle iş birliği ve diğer bölgesel etkilerin sınırlandırılması bugün daha önemli olabilir. ABD, yalnızca İsrail'in bakış açısıyla değil, Ortadoğu için kapsamlı bir stratejik vizyonla hareket ediyor.
ABD ve İsrail
Dolayısıyla, İsrail'in meşruiyetini yitirme sürecinden kaynaklanan korkularının yanı sıra, onun için daha az tehlikeli olmayan başka bir süreç daha var. O da bağımsızlığının zedelenmesi ve ABD’nin yanında rol oynama yeteneğinin azalması. Netanyahu, alışık olduğu üzere Batı toplumlarının özgürlük, demokrasi ve haysiyet değerlerine meydan okumaya başlayarak, bu değerlere bir istisna olarak kendini dayatıp Holokost kurbanlarının temsilcisi olduğunu iddia ederek, Batı'ya, ABD’ye ve hatta Batı'daki Yahudi topluluklarına güvenlik, siyasi, mali ve ahlaki bir yük olmaya başladıktan sonra Filistinlilerin özgürlüğünü ve haysiyetini ihlal etme hakkını kendinde görüyor. Öyle ki iki yıldır onlara karşı acımasız bir soykırım savaşı yürütüyor. Ayrıca, kendisine yönelik her türlü eleştirinin bir tür antisemitizm ve Yahudi karşıtı duygu olduğunu öne sürerek Batı'da ifade özgürlüğünü kontrol etmeye çalışıyor. Bu iddialar, İsrail'in itibarını ve imajını, ayrıca dünya Yahudilerinin temsilcisi ve onların güvenli limanı olarak konumunu zedeledi.

ABD’de dahi İsrail'in, Ortadoğu'daki Amerikan çıkarlarını veya demokrasi ve insan haklarıyla ilgili değerleri hiçe sayarak, Filistin topraklarını işgalini ve Filistinliler üzerindeki kontrolünü güçlendirmek için aşırı güç kullanan sömürgeci ve ırkçı bir devlet olduğu anlaşıldıkça ABD’lilerin algılarında bazı gelişmeler ve değişiklikler olduğu gözlemlendi. Bunlar arasında Amerikan toplumunda, özellikle Demokrat Parti destekçileri ve gençler arasında İsrail'e olan desteğin azalması da vardı.
Tüm bunların yanında İsrail'de, ABD’nin Ortadoğu politikalarında başta Mısır ve Suudi Arabistan olmak üzere müttefiki olan Arap ülkelerini ve başta Türkiye olmak üzere bölgesel aktörleri, dikkate alma eğiliminin artmasından endişe duyuluyor. Çünkü Filistin Yönetimi'nde reformlar yapıldıktan sonra Trump'ın Gazze'deki imha savaşını sona erdirme ve bölgenin gelecekteki yapısına Filistin boyutunu dahil etme planı, bunu açıkça ortaya koydu. Bu, Türkiye'nin Gazze'de ertesi gün için gerekli güçlere katılımı, Suudi Arabistan'ın silahlandırılması ve Suudi Arabistan ile özel ilişkiler kurulması konusunda da geçerli. Bu durum, Suudi Arabistan Veliaht Prensi'nin Washington'a yaptığı son ziyaretinde çarpıcı ve benzeri görülmemiş bir şekilde gözler önüne serildi.
ABD’de dahi İsrail'in, Filistin topraklarını işgalini ve Filistinliler üzerindeki kontrolünü güçlendirmek için aşırı güç kullanan sömürgeci ve ırkçı bir devlet olduğu anlaşıldıkça ABD’lilerin algılarında bazı gelişmeler ve değişiklikler olduğu gözlemlendi.
İsrailli gazeteci Avner Golub, Yedioth Ahronoth gazetesinin 19 Kasım 2025 tarihli sayısında, bu gelişmeleri şöyle değerlendirdi:
“Amerikan sağındaki muhafazakarlar ve etkili isimler, kuruluşunun 80. yılını kutlayan İsrail'in 1980'lerdeki ülkeyle aynı ülke olmadığına inanıyor. Artık güçlü ve zengin bir ülke olan İsrail'in, ABD’nin ‘vesayeti’ altında kalmaya devam etmesi ve bağımsızlığını zedeleyebilecek ve ABD’ye yeterli fayda sağlamayan yardıma ihtiyaç duyması mantıklı olmaz. Demokratik açıdan bakıldığında, İsrail'in popülaritesi savaş sırasında önemli ölçüde azaldı ve bununla birlikte, Filistin sahnesindeki İsrail politikasında bir değişiklikle bağlantılı olmadan yardımı güncelleme isteği de azaldı. İsrail'in ‘payları’ azalıyor. Dahası, İsrail'in iki partili uzlaşı konusu olma statüsünü, ilerici ayrılıkçılar ve gençlerden oluşan partiler arası muhalefet cephesi karşısında kaybetmesi, İsrail'i çift seçim yılı arifesinde bölücü bir konu haline getirmekle tehdit ediyor. İsrail'in uluslararası toplum tarafından tecrit edilmesi, ABD’ye olan stratejik bağımlılığını daha da derinleştiriyor. Savaşın sonucunda bölgesel konumuna verilen zarar, Tel Aviv'in Arap ülkeleri için Washington'a açılan kapı olma konumunu marjinalleştirdi.”
Gazze düğümü
İsrail'i en çok endişelendirense, belki de ABD’nin Gazze Şeridi'ne daha fazla müdahalesi ve bunun Filistinlilerin geleceği üzerindeki etkisi. Zira Başkan Trump, İsrail'in Gazze'deki imha savaşını sona erdirmeye ve Hamas'ın Gazze'de tuttuğu İsrailli rehineleri serbest bırakmaya karar veren kişi gibi görünüyordu. Bu plan, savaşın sona erdirilmesi, yardımların ulaştırılması, Gazze'nin yeniden inşası ve Filistin devletinin kurulması vaatlerini içeriyordu. Plan, Suudi Arabistan, Mısır, Ürdün, Katar, Türkiye, Endonezya ve Pakistan dahil olmak üzere ilgili Arap, bölgesel ve uluslararası tarafların onayını aldı. İsrail hükümeti ise planın taleplerinin çoğunu içermesine rağmen ikincil bir taraf gibi davranıyor.
Aslında Trump, İsrail'in hesaplamalarıyla hiçbir ilgisi olmayan bölgesel sistemin mimarisini kontrol eden kişi haline gelmiştir. Zira İsrail'in Hamas ve Lübnan'daki Hizbullah'ı zayıflatmasını, İran'ın Arap Doğu'daki etkisini zayıflatmasını ve ona karşı savaşa ve nükleer tesislerine müdahale ederek onu sınırlarının arkasına itmesini sağlayan, ABD'nin İsrail'e verdiği destektir (Haziran 2025). Bu denklemler, Suriye rejiminin ani çöküşüne yol açtı (2024 sonu). Başka bir deyişle, bu bölgesel değişikliklerin çoğu İsrail'in politikalarıyla örtüşse de İsrail'in gücünün sınırlarını ortaya çıkardı ve ABD'nin siyasi, ekonomik, askeri, teknolojik ve istihbarat gücüyle gerçekleştirildi.
The Times gazetesinin 22 Ekim 2025 tarihli sayısına göre aslında Trump, İsrail'in hesaplarıyla hiçbir ilgisi olmayan bölgesel sistemin mimarisini kontrol eden kişi haline geldi. Çünkü İsrail'in Gazze Şeridi’nde Hamas’a ve Lübnan'daki Hizbullah'a ağır darbe indirmesinin yanı sıra İran'ın Ortadoğu'daki nüfuzunu zayıflatmasını ve ona karşı geçtiğimiz haziran ayındaki savaşa ve nükleer tesislerine müdahale ederek onu sınırlarının arkasına itmesini sağlayan ABD'nin İsrail'e verdiği destekti. Bu denklemler, 2024 yılı sonlarında Suriye rejiminin ani çöküşüne yol açtı. Başka bir deyişle, bu bölgesel değişikliklerin çoğu İsrail'in politikalarıyla örtüşse de İsrail'in gücünün sınırlarını ortaya çıkardı. Zira tüm bunlar ABD'nin siyasi, ekonomik, askeri, teknolojik ve istihbarat gücüyle gerçekleştirebildi. Trump, ikinci başkanlık döneminde İran'ı zayıflatarak, Hizbullah liderliğine darbe vurarak, Beşşar Esed'in ülkeden kaçmasını ve yeni bir Suriye yönetiminin kurulmasını sağlayarak bir yıldan kısa bir sürede bölgeyi yeniden şekillendirdiğine dair defalarca kez övündü.
Trump şu an İsrail'in hesaplarıyla hiçbir ilgisi olmayan bölgesel sistemin mimarisini kontrol ediyor.
Kudüs Strateji ve Güvenlik Enstitüsü’nün (JISS) internet sitesinde 11 Kasım 2025’te yer alan bir rapora göre detaylara daha fazla inildiğinde İsrail, Gazze'de kontrolünü kaybediyor gibi görünüyor. Tabii ki bu durum, ABD ve Trump’ın ‘Ortadoğu’nun Rivierası’ projesi, Gazze sahasında bir varlık edinme girişimi lehine, özellikle de Washington'ın İsrail'in güneyindeki Kiryat Gat'ta, ABD Kara Kuvvetleri Merkez Komutanı General Patrick Frank liderliğinde ‘Sivil-Askeri Koordinasyon Merkezi’ adlı devasa bir askeri üs kurmasıyla gerçekleşti. Aralarında ABD Başkan Yardımcısı J.D. Vance, Dışişleri Bakanı Marco Rubio ve Başkan Trump’ın temsilcileri Steve Witkoff ve Jared Kushner’ın olduğu ABD’li bakanlar ve Trump'ın temsilcileri, İsrail'e baskı uygulamak ve Trump'ın planına bağlı kalmasını sağlamak için İsrail'e arka arkaya ziyaretlerde bulundular.

The Times gazetesinin 22 Ekim 2025 tarihli sayısına göre bu gelişmenin dramasına, Başkan Trump'ın Gazze'nin gelecekteki statüsünü kontrol etmek üzere yakında kurulacak olan ‘Barış Konseyi’nin başkanlığını üstlenme niyetinde olduğunu defalarca kez açıklaması da ekleniyor.
Bu konuda Başkan Trump'ın Filistinli siyasi tutuklu Mervan Bergusi'nin serbest bırakılması kararının kendisine ait olduğunu belirtmesi ve Netanyahu'yu savaşı sürdürmemesi konusunda uyararak küresel izolasyonla karşı karşıya kalacağı ikazında bulunması dikkat çekiciydi.
Anlaşmazlıkların tarihi arka planı
Şarku’l Avsat’ın Al Majalla’dan aktardığı analize göre İsrail'in 1948 yılında Batı ülkelerinin desteğiyle kurulmasından bu yana ABD’de 15 başkan görev yaptı ve bunların hepsi, İsrail'in güvenliğini ve komşuları üzerindeki niteliksel üstünlüğünü sağlamak için İsrail'e her türlü siyasi, ekonomik ve güvenlik desteğini sağladı.
Ancak, bazılarının İsrail'i çoğu eyaletten daha fazla ayrıcalığa sahip ABD’nin 51’nci eyaleti olarak gördüğü bu özel ve benzersiz ilişkiye ve İsrail'in ekonomik, mali, teknolojik, istihbarat ve askerî açıdan ABD’ye bağımlı olmasına rağmen, İsrail belirli noktalarda ABD’nin Ortadoğu politikasından sapmaya veya buna karşı çıkmaya çalıştı.
Birçok siyasi, kültürel ve dini hususun yanı sıra bölgesel ve uluslararası müdahalelerin çakışması nedeniyle karmaşık olan bu denklem, İsrail'in gerçek manada ABD’nin bir vasal devleti olmadığı ve politikalarında tamamen bağımsız olmadığı anlamına gelir.
İsrail'in kurulduğu günden bu yana, Beyaz Saray'ın İsrail'in Ortadoğu'daki politikalarını kolaylaştırmadığı veya İsrail'in güvenliğini ve dolayısıyla ABD'nin çıkarlarının istikrarını tehdit edecek şekilde sorumsuzca davrandığı yönündeki algısı nedeniyle, İsrail'in ABD ile ilişkileri gerginliklerle dolu olageldi.
İsrail'in politikalarıyla ilk kez çatışan eski Başkan Dwight Eisenhower (1953-1961) yönetimi altında, Mısır'a karşı üçlü saldırının ardından ABD’nin 1956 yılında İsrail'i Sina Yarımadası ve Gazze Şeridi'nden çekilmeye zorlamasıyla gerçekleşti.
Aynı durum, dönemin İsrail Başbakanı Menachem Begin'i Sina Yarımadası’ndan çekilmeye ve buradaki yerleşim birimlerini lağvetmeye zorlayan Başkan Jimmy Carter (1977–1981) yönetimi sırasında Mısır ile 1978 yılında Camp David Anlaşması'nın imzalanmasında da yaşandı.
Yine eski ABD başkanlarından George H. W. Bush'un başkanlığı döneminde (1989-1993) da bu durum tekrarlandı. ABD 1991 yılında Irak ordusunu Kuveyt'ten çıkarmak için bir savaş başlattı ve Irak ordusu tarafından bombalanan İsrail'in misillemede bulunmasına izin vermedi. Bu hamle, ABD'nin bölgedeki istikrarı korumak için İsrail'e ihtiyaç duymadığını gösteriyordu.
Bunun yanında Başkan Bush, 1991 yılında, kredi garantilerini askıya alma tehdidiyle, dönemin İsrail Başbakanı İzak Şamir'i, karşı çıkmasına rağmen Madrid Barış Konferansı'na katılmaya zorladı. Başkan Bush ve dönemin Dışişleri Bakanı James Baker'ın, yerleşim yerleri konusunda İsrail'deki Likud hükümetiyle sık sık çatıştığı da unutulmamalı.
İsrail, kelimenin tam anlamıyla ABD’ye bağlı değilse de politikalarında da tamamen bağımsız değil. Bu, birçok siyasi, kültürel ve dini faktörün yanı sıra bölgesel ve uluslararası müdahalelerin iç içe geçmesi nedeniyle karmaşık bir denklem.
Bu durum, Barack Obama yönetimi (2009-2017) ve ardından Joe Biden yönetimi (2021-2025) döneminde de belirgindi. Bu dönemlerde, Netanyahu hükümeti, Demokratlar ve Cumhuriyetçiler arasındaki iç çekişmeleri kullanarak İsrail ile ilişkiler en yüksek gerilim seviyesine ulaşmıştı. Bu anlaşmazlıkların temelini yerleşim birimi inşa faaliyetlerinin dondurulması, Kudüs ve Batı Şeria'daki demografik ve kentsel değişikliklerin durdurulması ve İsrail'in şiddetle karşı çıktığı 2015 İran nükleer anlaşmasına ilişkin talepleri oluşturuyordu. Önceki Başkan Biden'ın görev süresi boyunca bu gerilimler arttı, çünkü Biden İsrail'deki yargı reformlarına ve Netanyahu'nun İsrail'in demokratik bir devlet olma özelliğinden çok bir Yahudi devleti olma özelliğine öncelik verme girişimine karşı çıktı ve yargıyı ötekileştirmeye ve İsrailli yetkileri kontrol etmeye çalıştı.
Trump, ilk başkanlık dönemi (2017-2021) boyunca, Filistin Yönetimi ve Oslo Anlaşmaları’na yönelik desteğini geri çekecek kadar, her açıdan İsrail'e koşulsuz destek verdi. Yerleşim birimlerini ve İsrail’in Golan Tepeleri'ni ilhakını tanıdı. Washington'daki Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) ofisini kapattı ve ABD’nin, BM Filistin Mülteciler Yardım ve Çalışma Ajansı'na (UNRWA) verdiği desteği durdurdu.
Trump, ikinci başkanlık döneminde ise bölgesel durum değiştiğinde İsrail'e muazzam askeri, teknolojik, istihbarat, siyasi ve mali destek sağladı.
İran ile İsrail arasında geçtiğimiz haziran yaşanan 12 günlük savaşın ardından İran'ın bölgesel etkisinin zayıflaması ve ardından Suudi Arabistan, Mısır ve Türkiye'nin öne çıkmasıyla ‘direniş ekseninin’ çöküşünden sonra, iki taraf arasında gerilimler başladı, ancak bu kez Netanyahu, kendisini tamamen kontrol altına alan Trump'a karşı isyan edemedi.
Trump ve Netanyahu
Ancak burada, öncelikle, ABD’nin uzun vadede İsrail'in güvenliğini sağladıktan ve bölgede yeni müttefikler ortaya çıktıktan sonra, bölgedeki politikasının daha liberal hale geldiği belirtilmeli. İkinci olarak İsrail'in ABD'nin Ortadoğu politikasında azalan statüsü, Soğuk Savaş ve iki kutuplu dünyanın sona ermesinden sonra, yani ABD'nin uluslararası ve bölgesel sistemleri domine etmesinin ardından George H. W. Bush yönetimi döneminde Irak'ın Kuveyt'i işgal etmesiyle aynı zamana denk geldi. Üçüncüsü ise sınırlı ama önemli olan ABD-İsrail anlaşmazlıkları hem Demokrat hem de Cumhuriyetçi yönetimlerin (Eisenhower, H. W. Bush ve şimdi Trump) dönemlerini kapsadı. Bu da bu ilişkilerin mutlak veya ebedi olmadığı, ABD'nin çıkarları, öncelikleri ve uluslararası ve bölgesel imajına bağlı olduğu anlamına gelir. Filistinlilerin kendi devletlerini kurma hakkına ilişkin ilk BMGK kararının (12 Mart 2002 tarihinde alınan 1397 sayılı karar), Başkan George W. Bush yönetimi sırasında alındığını hatırlatmakta fayda var.

Dördüncü olarak da Netanyahu'nun bundan 16 yıl önce, 2009 yılında iktidara gelmesinden bu yana İsrail ile ABD arasındaki anlaşmazlıkların giderek arttığı ve milliyetçi ve dindar partilerden oluşan aşırı sağcı bir hükümetin iktidara gelmesi dikkat çekici. Bu hükümet, dış politikada Filistinlilere karşı, iç politikada ise bölgede normal bir devlete dönüşmeye karşı olmak üzere iki açıdan aşırı tutumlara sahip. Bu aşırılık da normalleşme karşılığında barış fikrini (2002 Beyrut Zirvesi'nde Arap Barış Girişimi'ni) bile reddetmesi ‘güç kullanarak barış’ peşinde koşması ve işgal altındaki topraklarda (1967) bile Filistinlilerin haklarını elinden almasıyla uyumlu.
İsrail'i seküler ve demokratik bir devlet olma özelliğini feda ederek dini ve milliyetçi bir Yahudi devletine dönüştürme çabasında aşırılık sergilemesi, yargı gücünü elinden alması ve Batı'nın modern değerlerini ortadan kaldırması, ırkçı bir Yahudi devleti olma özelliğini teyit etmesi, Gazze'deki Filistinlilere karşı bir yok etme savaşı yürütmesi ve Batı Şeria'daki Filistinlileri kısıtlamaya çalışması eş zamanlı oldu.
Trump şimdi uluslararası, bölgesel ve Arap bölgesindeki gelişmelere yatırım yaparak kendi izini bırakmaya çalışıyor gibi görünüyor. Bölgeye kendi vizyonunu dayatmaya çalışsa da bu vizyon, İsrail'in aşırı sağcı hükümetinin istekleriyle her zaman örtüşmüyor. Bu da İsrail'in uluslararası alanda giderek zayıflayan konumunun bir başka göstergesi. Trump için ABD'nin çıkarları bizimkilerden ve diğer herkesinkinden önce geliyor.