Prof. Dr. Abdullah Faysal Al Rabah
Geçtiğimiz yarım yüzyıl boyunca, ‘modernite’ meselesi, Körfez kültür sahnesinde bir tartışma konusu oldu. Bununla birlikte, çatışmanın taraflarının çoğunun hukuki veya edebi bir geçmişe sahip olması dikkat çekicidir. Bir grup, moderniteye Batılılaşma ve küfür olarak bakarken, yazarlar moderniteyi aydınlanma olarak kabul ediyor. Bununla birlikte, herkes terimin kökenini ve ülkelerindeki kültürel ve sosyal sahneye yaklaşımını gözden kaçırdı.
Modernist akademisyenler -ki bu akademisyenlerden bazıları, o zamanlar Batı’dan akademik dereceler alarak ülkelerine yeni dönmüşlerdi- Bu akademisyenlerle moderniteye dair fikir eksikliği ve aşırılıkları olan dindarlar Don Kişotvari bir çatışmaya girdiler.
O zamanlarda modernistler basit şekilde anlayabilecekleri şekilde modernite kavramını muhataplarına açıklamamışlardı. Tartışmada moderniteye yüklenen kötü anlamlar bu sebeple daha baştan yüklenmemeli.
Modernizm tartışmasına bağlı olarak ortaya çıkan toplumsal ve kültürel değişiklikleri ifade eden “modernite” terimi, Sanayi Devrimi ile ilişkili oldu. Buhar gücü ve daha sonra elektrik, üretimi artırmak ve kaliteyi yükseltmek için kullanılan bir araç olarak kabul edildi. Ancak sanayileşmeye eşlik eden modernite kavramını anlayabilmek için öncelikle sanayileşme öncesi kavramıyla ilişkilendirilen modernite öncesi kavramını ele almamız gerekmekte.
Ön-Modernite (Pre-Modernite) dönemi, sanayi öncesi dönemle ilişkilidir ve insanların doğaya müdahale etme ve onu evcilleştirme sürecinde benimsedikleri yaşam tarzlarını özetleyen üç aşamadan geçti:
-İnsanın vahşi hayvanları avlayarak ve yabani bitki kaynaklarını toplayarak doğrudan doğa ile ilgilendiği avcı-toplayıcı aşaması. Bu aşamada, avcılar küçük gruplar halinde yaşadığı ve erkeğin yiyecek getirdiği, kadının da yavrulara baktığı ataerkil bir hiyerarşi içinde işlerini düzenlemek için basit politikaları olduğu için kişi yalnızca ihtiyaçlarını arar. Kaynaklar için rekabet şiddetli değildir; amaç kısa bir süre için yiyecek sağlamak olduğundan, şiddetli rekabete gerek yoktur.
-Hayvancılık (pastoral) ve tarım (horticultural) aşaması. İnsanlar bu aşamalarda yerleşik yaşama geçerek evler inşa ettiler ve sonuç olarak doğal kaynakları evlerine 'getirmeye' karar verdiler. Burada insan, bazı hayvanları evcilleştirerek ve kendisine yiyecek ve giyecek için temel malzemeleri sağlayan bazı bitkiler yetiştirerek doğaya müdahalede bir adım atmıştır. Bu aşamada aile kavramı gelişmiş ve kadınlar üretim sürecine katılmış ancak hegemonya aile reisinde kalmıştır.
-Tarım toplumu aşaması (agrarian society). Bu aşamada insanlar tarımda ve hayvan yetiştiriciliğinde yeni yöntemler geliştirerek doğaya olan müdahalelerini artırdı. Mahsulleri arttırmak için yeni tarım teknikleri kullanıldı, meyve ve sebzeler kurutularak kış için saklandı. Ayrıca peynir üretimi gibi faaliyetler de gerçekleştirildi. Doğaya karşı bu meydan okuma, insanın yaşamın zorluklarına karşı gücünü artırdı. Bu dönemde, çiftlik sahibi ya da tımar sistemiyle kiralanmış olsun fark etmeksizin çiftlik için işgücü sağlamak amacıyla daha fazla çocuk sahibi olmanın önemi vurgulandı. Din, insanları bir araya getirme rolünü korudu. İnsanların dinlenme günlerinde ibadet etmelerini ve Tanrı’ya şükretmelerini sağladı. Aynı zamanda toplumsal destek ve küçük toplumun üyelerinin durumunu kontrol etme işlevini yerine getirdi.
Gerçekler
“Körfez toplumları, endüstri öncesi ile ilişkilendirilen modern öncesi aşamadan endüstriyel ve post-endüstriyel aşamaya geçtiler. Bu, sahnedeki aktörlerin belirsiz kavramlar üzerinde tartışmasına neden olan çok kısa bir süre içinde gerçekleşti.”
Tüm bu aşamalarda, insanın amacı öncelikle tüketmek için üretmek ve fazlalığı satmak (veya takas etmek) suretiyle eksikliklerini karşılamaktı. Finansal servetin toplanması kendi başına bir amaç değildi, üretimi artırmak için daha fazla arazi satın almak için kullanıldı. Büyük miktarlarda altın biriktirmek ise feodal elitlere özgü olmuştur.
İnsanın doğaya müdahalesinde büyük bir atılım, buhar makinesinin icadıyla gerçekleşti. Yoğun bir şekilde üretimin artmasıyla birlikte, üretimin temel amacı tüketim değil satış olmaya başladı. Bu noktada, konut şekli ve eğitimin önemi değişti. Eğitim, işçinin hedeflerini yükselten ve fabrikada işlevsel olarak yükselmesine olanak sağlayan bir öneme sahip oldu. Aile otoritesi azaldı ve dinin rolü geriledi; çünkü şehirler, bireylerin birbirlerinin gizliliklerine büyük ölçüde müdahale etmediği çeşitlilik üzerine kurulu toplumlar haline geldi. İşte burada, geleneksel sosyal kurumların (aile, din, ekonomi ve devlet) rolü hakkındaki önceki varsayımları yeniden düşünen modernlik gelişti. ‘Servet toplama’ fikri herkes için mümkün hale geldi ve seçkinler elitlerin servet üzerinde hala hakimiyeti olsa da yoksulluktan zenginliğe çıkmayı başaran modeller birçok insanı birey olarak çaba harcamaya ve rekabete teşvik etti. Kapitalizmin ruhu, maddi düşünceyi yerleştirmede merkezi bir rol oynamıştır. Bu düşünce, moderniteyi, geleneksel olarak kabul edilen, mantıksız unsurlara dayanan, dini gizemlere veya halk hikayelerine dayanan anlayışa bir tepki olarak benimsedi. Modernite, geleneksel yapıya karşı şiddetli bir tepki olarak ortaya çıktı. Ailenin yeniden yapılandırılmasını, erkek ve kadın arasındaki eşitliğin artırılmasını, dinin kamu alanındaki rolünün sınırlanmasını, iş gücü piyasasında rekabetin artmasını ve devletin ekonominin hizmetine koşulmasını amaçladı.
Modernite, güç dengesini değiştirip endüstriyel ekonominin itici gücünü kullanarak toplumu eğitime yönlendirdi ve işçi sınıfının yoksulluktan ve mülk sahibi sınıfa bağımlılıktan çıkarak orta sınıfa yükselme hedeflerini artırdı. Bu eğilim, geleneksel liderlikle müttefik olan dini kurumların rolünü azaltırken, laikliğin bireyci liberal ve devrimci sosyalist yönleriyle yükselmesine yol açtı. Bu iki akım farklılıklara sahip olsalar da genel alanın yeniden şekillendirilmesinde anlaşıyorlar. Burada, sosyal, dilsel, ekonomik ve kültürel yapılara yaklaşıma dayalı olarak, bu yapılardaki temel öğelerin iç ilişkilerini keşfederek ve metafizik dünyadan uzak, rasyonel olarak ölçülebilir bir maddi kültür yaratmak için bu yapıların dayandığı anlamları belirleyerek yapısal yaklaşım gelişti.
Teknolojik gelişme, buhar ve elektrikli makinelerle durmadı. Bilgisayar teknolojisi de gelişti, bu da insanların yaptığı birçok işi ortadan kaldırdı ve bireylerin üretim meselesini aşan işler arayışında bulunmalarını zorunlu hale getirdi. Bu, işgücü piyasasının ‘verimlilik’ yerine ‘hizmete’ kaydığı “post-sanayicilik’ (post-industrialism) aşaması olarak bilinen aşamadır. Bu aşamada işgücü piyasasına hızlı bir bakışla, insanların yaptığı işlerin çoğunun üretimde değil (ilaç, bakım, eğitim, müşteri hizmetleri...) hizmet bölümünde sınıflandırıldığını göreceğiz. Teknoloji sürekli olarak yapay zeka ile gelişti (1960'larda bilgisayarların muazzam gelişimiyle başladı) ve insanların teknolojik gelişmeye ayak uydurabilme kapasitesini aştı. Burada kişi, kültürel ve sosyal olarak, filozofların baskın aksiyomlar hakkında sorular sorma eğiliminde olduğu ‘post-modernite’ aşamasına geçer.
Post-Modernite dönemi
Post-modern dönem, yüksek şüphecilik, görecelilik ve öznelcilikle kendini gösterdi. İdeolojik gerçekler sadece bakış açıları haline geldi ve ardından maddi gerçekler de aynı şekilde bakış açıları haline geldi. Post-modern filozoflar, bazı deneysel bilim insanlarının sürekli desteğini alarak bilgiye dair kuşkuları, kimyasal ve biyolojik deneylere dayalı tartışmalarla besledi. Örneğin, cinsiyet ve cinsel kimlik konularına bakalım. Bunlar kesin kabullerden, homoseksüelliğin psikolojik bir hastalık olarak kabul edilip tedavi edilmesi gerektiği görüşünden normalleştirilerek, homoseksüelliğin ‘meşruiyetini’ reddedenlerin ‘homofobi’ tedavisi görmesi gerektiği kanaatine dönüştü. Bu yaklaşımı destekleyen filozoflar, eğer biyoloji ve tıp alanlarında araştırmacılardan destek almamış olsalardı bu yaklaşımı savunamazlardı. Klinik alanda bu yeni yaklaşım, geleneksel erkek/kadın ayrımını aşmamız gereken geçmişte kalan bir şey olarak tasvir etmeyi amaçlar. Burada, postmodernizm felsefi olarak uygulama alanında ortaya çıkar. ‘Şüphecilik’ geleneksel bölümlemenin meşruiyetine dair soruları gündeme getirdi ve ‘rölativizm’ de konunun net olmadığı fikrini ortaya attı. ‘Öznelcilik/bireyselcilik’ ise bireylere kendi kimliklerini kendi duygusal hislerine dayanarak belirleme hakkını verdi, ki bu hislerde şüphe edilen gerçekliğe dayanır. Bu örnek, Avrupa ve Kuzey Amerika'da pazarlanan yeni kimliklerle ilgili başka örneklerle karşılaştırılabilir. Bu kimlikler, mirastan kurtulma olarak tanımlanarak felsefeyi aşan bir şekilde zihni açmayı amaçlamaktadır ve bunu laboratuvarla desteklemektedir.
Daha önce bahsettiğimiz gibi, son yüzyılın son 20 yılı boyunca Körfez bölgesinde kültürel sahnede önemli bir yer tutan modernlik fikrinin kökenine dair bir soru ortaya attık ve çatışmanın taraflarının daha önemli soruyu göz ardı ettiğine dikkat çekmek istiyoruz: Hem modernliğin hem de postmodernliğin bir arada olduğu bir şekilde moderniteyi nasıl düşünebiliriz? Çünkü Körfez toplumları endüstri öncesi dönemle ilişkili olan modern öncesi aşamadan endüstriyel ve post-endüstriyel aşamaya çok kısa bir sürede geçtiler. Bu durumda, sahnede etkin olan aktörlerin belirsiz kavramlar üzerinde çekiştiği bir dönem ortaya çıktı.
Prof. Dr. Abdullah Faysal Al Rabah (Grand Valley Üniversitesi'nde Sosyoloji Bölümü’nden Washington'daki Ortadoğu Enstitüsü'nde konuk araştırmacı akademisyen)
