Lübnan'daki Ayn el-Hilve Kampı baskınının sorumlusu kim?

Radikal gruplar kamp sakinlerini ablukaya alırken çatışmalar Sayda’da istikrarı tehdit ediyor

Ayn el-Hilve (AA)
Ayn el-Hilve (AA)
TT

Lübnan'daki Ayn el-Hilve Kampı baskınının sorumlusu kim?

Ayn el-Hilve (AA)
Ayn el-Hilve (AA)

Lübnan'da Filistinli mültecilerin kaldığı Ayn el-Hilve Kampı’nda yaşanan çatışmaların Lübnan'daki Filistinli en büyük grup olan El Fetih Hareketi ile kendisine ‘Eş-Şebabu’l-Muslim’ (Müslüman Gençlik) adını veren ve El Fetih Hareketi komutanlarından Ebu Eşref el-Armuşi’nin beraberindeki dört kişiyle birlikte Sayda’da pusuya düşürülerek öldürülmesini üstlenen bir grup arasında olduğunu düşünenler yanılıyorlar. Çünkü Armuşi suikastı planı söz konusu grubun yapabileceklerinin ötesine geçiyor. Bu yüzden Armuşi’yi kimin tuzağa düşürdüğü halen bilinmiyor. Suikast planında Armuşi’nin konvoyunun geçmesi gereken yollar kapatılmış ve konvoy üzerine ateş açılan yola çıkmak zorunda bırakılmıştı.

El Fetih’in önde gelen saha komutanlarından biri olan Armuşi’nin suikastıyla ilgili Şarku’l Avsat’a konuşan Filistinli kaynaklar, Armuşi suikastının Eş-Şebab’ul-Muslim’in değil, böylesi ağır suçlar işleyebilecek yeterli deneyime sahip ve bir Eş-Şebab’ul-Muslim üyesinin bir El Fetih üyesi tarafından öldürülmesinin neden olduğu gergin atmosferden yararlanan tarafların planı olduğunu söylediler. Kaynaklara öre Armuşi'nin Eş-Şebab’ul-Muslim üyesini öldüren El Fetih üyesini Lübnanlı yetkililere teslim etmesi gerekiyordu, ancak Armuşi biri veya birileri tarafından silahlı pusuya düşürülerek öldürüldü.

Filistinli kaynaklar, Filistinlilerin kaldığı kamplardan farklı olarak Ayn el-Hilve Kampı’na bir yandan çatışmaların yayılmasına yol açabilecek bir yandan da radikal grupların büyümesine neden olan El Fetih Hareketi’ndeki örgütsel ve askeri yapının gevşemesine zamanında müdahale edebilecek bir merciinin olmaması nedeniyle bir anormallik oluşturmaya başladığına dikkati çekiyor.

Aynı kaynaklar, Ayn el-Hilve Kampı’nın bir hesaplaşma arenasına ve bazı tarafların mesajlaşma alanına dönerek bölgedeki çelişkilerin rehinesi haline gelmesinden dolayı hızla bir yumuşak karına dönüştüğünün altını çizdiler. Kaynaklara göre Lübnan’ın güneyindeki Sayda ilinin kenar mahallelerinde yer alan Ayn el-Hilve Kampı, güvenlik ortamının olmaması, kontrolsüz silahların çoğalması ve yolların kapatılması gibi etkenlerle güneyde istikrar için tehlike oluşturuyor.

Filistinli kaynaklar, Eş-Şebab’ul-Muslim’in, DEAŞ, Heyetu Tahriru'ş Şam (HTŞ), El Kaide, Bilal el-Bedir liderliğindeki Cunudu'ş-Şam ve Fetih’ul-İslam örgütlerinin uyuyan hücreleri ve Abra'da Lübnan askerlerinin ölümüne yol açmak suçundan hapis cezasına çarptırılan Şeyh Ahmed el-Esir’in destekçileri de dahil olmak üzere çeşitli yönelimlerden grupların yer alacağı siyasi çatı oluşturmadıktan sonra El Fetih ile açıkça savaşa giremeyeceğini düşünüyorlar.

Ayn el-Hilve Kampı’nda Suriye'deki iç savaştan kaçıp buraya sığınan ve çoğu güvenlik servisleri tarafından aranan onlarca Suriyelinin de olduğunu söyleyen kaynaklar, bunlara işledikleri suçlar nedeniyle Lübnan yargısından buraya kaçan Lübnanlıların yanı sıra güvenliği ihlal etmek, isyana teşvik etmek ve Trablusşam'da Lübnan güvenlik güçlerine direnmek suçlamalarıyla aranan güneylilerin eklendiğini belirttiler.

Güvenlik güçleri tarafından aranan diğer kişiler arasında Lübnanlıların ve Filistinlilerin Suriye'de DEAŞ saflarına katılmalarını kolaylaştırmakla suçlananların olduğunu ve bu kişilerin yıllardır kampta bir oluşum haline geldiklerini belirten kaynaklar, kampın bir askeri ve siyasi yapılar merkezi haline geldiğini, kamp sakinleri ve başta Sayda olmak üzere civar şehir ve kasabalar için tehdit oluşturduğunu görmezden gelmenin artık mümkün olmadığını belirttiler.

Konuyla ilgili Şarku’l Avsat’a konuşan kaynaklara göre radikal gruplar, genellikle Asabetu'l-Ensar grubunun kontrol ettiği mahallelere sığınma arayışına başladıklarını belirttiler. Ancak Asabetu’l-Ensar grubunun kurucusu Ebu Mihcen’in halen Sayda'da dört hakime suikast düzenlemek suçundan yargıdan kaçıp saklandığını aktaran kaynaklar, yerine kardeşi Ebu Tarık el-Saadi’nin geçtiğini, ölümü üzerine ise yerine Şeridi ailesinden birinin getirildiğini söylediler.

Lübnanlı kaynaklar, Asabetu’l-Ensar grubunun kamptaki güvenlik ve istikrara yönelik tehdidin ardındaki radikal grupların önde gelen isimlerini gizleyememesinin ardındaki nedenlere ilişkin “Asabetu’l-Ensar, Filistinli gruplardan bir isim hedef alındığında kampın güvenlik sorumlularından biri olarak onlara koruma sağlaması gerekmez miydi?” diye sordular.

Ayn el-Hilve Kampı’nın şu anda kanun kaçaklarının sığınak listesinin başında yer aldığının altını çizen kaynaklar, kampın radikal gruplardan, ağırlıklı olarak kınama ve ihbar niteliğindeki açıklamalar yapılarak kurtarılamayacağını vurguladılar. Lübnan-Filistin Koordinasyon Komiteleri’nin ısrarı üzerine aranan kişileri teslim ederek değil, daha çok katı önlemler alınması gerektiğine işaret eden kaynaklar, çünkü meseleleri kökten çözmemenin durumun daha da çıkmaza girmesine neden olacağına dikkati çektiler.

Filistin Kurtuluş Örgütü'ne (FKÖ) bağlı Filistinli grupların ve Suriye ve İran tarafından desteklenen Filistin Güçleri İttifakı’nın, radikal grupları dizginlemedeki ve kampın ve komşu şehirlerin ve kasabaların güvenliğini bozmalarını engellemedeki rolüne ilişkin halen soru işaretleri var. Kampın kanun kaçaklarının sığınağı olmaktan kurtulmasını ve bilinmeyen bir geleceğe doğru sürüklenmesinin önlenmesini engelleyenler mi var yoksa bu grupların kampın radikallerin pençesinden kurtarmak için kırmızı çizgileri aşmalarını engelleyen bölgesel hesapları mı var?

Tüm bunlara rağmen Lübnan devletinin burada sorumluluğu olmadığı söylenemez. Lübnan devleti kampta güvenliği sağlamak yerine 2006 martında Meclis binasında Meclis Başkanı'nın daveti üzerine gerçekleşen diyalogda alınan ve aralarında Filistinli grupların silahlarının kampların dışına çıkarılması kararının da yer aldığı kararlara odaklandı. Peki dışarıdaki şartların Filistinli grupların silahlarını kabul etmeye uygun olmadığı bahanesiyle devletin Ayn el-Hilve Kampı’nda kontrolüne başka bir alternatif getirilebilir mi? Kampta zaman zaman çatışmaların yeniden başlaması karşısında durum nasıl şekillenecek?



Bölgesel güç dengeleri

 İsrail, ilk kez içeride derin bir darbe aldı ve iç hedefler benzeri görülmemiş şekilde vuruldu (AFP
İsrail, ilk kez içeride derin bir darbe aldı ve iç hedefler benzeri görülmemiş şekilde vuruldu (AFP
TT

Bölgesel güç dengeleri

 İsrail, ilk kez içeride derin bir darbe aldı ve iç hedefler benzeri görülmemiş şekilde vuruldu (AFP
İsrail, ilk kez içeride derin bir darbe aldı ve iç hedefler benzeri görülmemiş şekilde vuruldu (AFP

Mustafa Feki

Ortadoğu, Doğu Akdeniz ve Arap Körfezi, son zamanlarda karşılaştıkları krizlerin büyüklüğünü önemli ölçüde vurgulayan benzeri görülmemiş ve zor koşullar yaşadı. Bu krizler, yalnızca sınırlı bir bölgesel sorun olmaktan çıkıp büyük bir uluslararası sorun haline geldiler.

Bölgedeki kanlı diziyle başlarsak, ki bu nihayetinde Filistin topraklarının İsrail tarafından vahşice işgal edilmesinin beklenen bir sonucu gibi görünüyor, 7 Ekim 2023 tarihinin işgalin dirençli Filistin halkına her düzeyde uyguladığı baskının otomatik ve doğal bir sonucu olduğunu hemen fark ederiz. Söz konusu baskı, şiddet döngüsünün genişlemesine ve Gazze'nin mevcut koşulları altında yaşanmaz bir alana dönüşmesine yol açtı. Öldürülmemesi gereken on binlerce çocuk, kadın ve sivili içeren şehit kafileleri her gün birbirini takip ediyor. Karşı karşıya kaldıkları katliamlar hem kardeşlerinden hem de dostlarından hiçbir insani yardım veya destek alamadan katlandıkları zor yaşam koşulları unutulamaz.

Son İran-İsrail çatışmasındaki ateşkesin, Gazze'deki acı verici duruma olumlu bir yansıması olabilir, ne var ki İsrail'in uzlaşmazlığı ve Netanyahu modelinin sabah akşam yaydığı nefret dolu söylemlerin temsil ettiği güç despotluğu, acıların devam edeceğinin, güven ve barış kıyısından hâlâ uzak olunduğunun en iyi kanıtı.

Belki okuyucuyla birlikte ülkelerin ağırlıklarını, gerçekleşen dönüşümlerin doğasını ve bazı tarafların ağırlıkları açısından bölgesel borsa üzerindeki etkilerini düşünebilir ve aşağıdaki kanıtları gözlemleyebiliriz:

İlk olarak, bir yandan Lübnan'da Hizbullah'ın başına gelenlere, diğer yandan Suriye'de yaşananlara bakıldığında, İran toplamda kaybeden gibi görünüyor. Tahran, Esed ailesinin yönetimi boyunca sadakatini sürdüren itaatkar bir müttefikini kaybetti. Buna ilaveten, ABD'nin tam desteğiyle İsrail, İran'ın nükleer projesinin temellerini büyük ölçüde yok etti. İran ayrıca siyasi yaşamının, askeri mevkilerinin ve bilimsel uzmanlıklarının en ön saflarından onlarca şehit verdi.

Burada, İran'ın direndiğini ve inkar edilmesi zor birçok güçlü karşılık verdiğini dolaylı olarak kabul etmeliyiz. İsrail'e gönderdiği füze ve insansız hava araçlarının, on binlerce sakinini İran saldırılarından kaçmak için sığınaklara yönelmeye zorladığını itiraf etmeliyiz. Ancak, bu elbette, İsrail Hava Kuvvetleri'nin İran'ın kalelerini vurması, İran içindeki bir dizi önemli ekonomik ve askeri konumda hayati öneme sahip arterleri hedef almasıyla kıyaslanamaz.

ABD Başkanı Donald Trump, başlangıcından itibaren İran-İsrail çatışmasının baş vaftiz babası rolünü oynadı. Gelişmelerin ayrıntılarına doğrudan kişisel olarak müdahale etti. Öyle ki hem İran hem de İsrail tarafı kazandıklarını iddia ettikleri bir zafer veya rakiplerine karşı sağladıklarını iddia ettikleri bir üstünlükle gururlanarak savaştan çıktılar. Her halükarda durum ve medyatik gelişmeler alanı yorumlara açık, tüm tarafların bakış açılarının kabul edilmesine olanak tanıyor. Zira silahlı çatışmalar geride bir kazanan bırakmaz, aksine kayıp ve zararları tüm taraflara dağıtır.

Burada, İran nükleer programının geçici bir süreliğine de olsa çökertilmesinin, Netanyahu için gurur duyacağı yanıltıcı bir zafer olduğuna dikkat etmeliyiz. Bu zafer, onu siyasi durumunu ve İsrail hükümetinin başkanı olarak konumunu güçlendirebilecek bir erken genel seçim çağrısında bulunmaya itebilir. Tahran ve Tel Aviv arasında yaklaşık iki hafta süren bu askeri çatışma hakkında ne söylenirse söylensin, İsrail'in imajına bir çizik atıldığını, her koşulda etkilendiğini dürüstçe belirtmeliyiz. İran, bölgedeki en büyük askeri cephaneliğe karşı mücadelede kahramanlıktan veya cesaretten yoksun olmayan bir duruş sergiledi. İsrail'e verilen Amerikan desteği, o savaşta gerçek belirleyici faktördü, kimsenin itiraz edemeyeceği ve olaylar tarafından gölgede bırakılmış gibi görünen bir kriterdi. Zira İsrail ilk kez içeride derin bir darbe aldı, iç hedefler benzeri görülmemiş bir şekilde vuruldu. Şarku’l Avsat’ın Independent Arabia’dan aktardığı analize göre bu da yenilmez ordu efsanesinin ve son on yıllarda yarattığımız büyük putun ne sandığımız kadar sağlam ne de hayal ettiğimiz kadar güçlü olmadığını teyit etti.

İkincisi; eğer şimdi uzun bir geçmişe ve geniş topraklara sahip bir İslam devleti olarak İran'dan bahsedeceksek, kendisinin üstünden atlanması zor birkaç hatasını kaydetmeliyiz. Bunların ilki, arenalar birliği dediğimiz şey ve son kırk yıldır komşu ülkelerde onlar aracılığıyla savaştığı çeşitli kollardır. Lübnan'daki Hizbullah ile başlayıp Suriye ve Irak'tan geçerek Yemen'deki Ensarullah-Husi grubuna kadar uzanan bu kollar, kanlı çatışmaların ve tekrarlanan çekişmelerin bir tarafı olarak kendini dayattı. Böylece İran Batı'nın, Batı Asya, Arap Yarımadası, Arap Körfez bölgesi ve hatta Kuzey Afrika'daki Araplar, Türkler, Kürtler ve diğer etnik gruplara karşı kullandığı bir korkuluğa dönüştü.

İran'ın benimsediği kollar inşa etme politikası, İran'da İslam Devrimi'nin patlak vermesi ve Şah'ın Şubat 1979'da devrilmesi ile başlayan geniş çaplı bir kaosa yol açtı. Ama iş bununla bitmedi. İran, Arap Körfez bölgesindeki Amerikan hedeflerini vurmaya çalışarak ve Katar hava sahasını ihlal ederek de büyük bir hata yaptı. İlave olarak, İran'ın hatalarına sık sık tahammül eden, işlerine karışmasını ve yanlışlarını görmezden gelen Körfez'de de tahribat yaratmaya çalıştı. İşleri daha da kötüleştiren ise İran parlamentosunun, bu hayati bölgede dünya petrol nakliyatının yüzde 20'sinin geçtiği, büyük öneme sahip bir ticaret ve deniz yolu olan Hürmüz Boğazı'nı kapatma kararı almasıydı.

İran'ın son eylemleriyle Körfez’in duygularını geçici de olsa kendisine karşı yabancılaştırarak kaybettiğine şüphe yok. Oysa Körfez ülkeleri, Maşrık (Levant) ülkeleri, Mısır ve diğerleri, İsrail'in İran'a yönelik saldırganlığını en başından kınadılar. Tahran, düşman listesine geçici de olsa başka ülkeler eklemek yerine dostlarının desteğini almaya çalışmalıydı.

Bu nedenle, İran'ın çok şey kaybettiğine, yalnızca Beyaz Saray'daki güçlü adamın, Tahran ve Tel Aviv arasındaki savaşı sona erdirme başarısını kendisine nispet etmeye çalışan Donald Trump'ın göreceli, geçici memnuniyetini elde ettiğine inanıyorum. Trump daha önce de Pakistan ve Hindistan arasındaki ateşkesi kendisine mal etmişti. Buna bir de ABD’nin Tahran'daki rejimi devirmeye çalışmadığını, bunun yerine yalnızca İran nükleer projesini yok etmeyi ve onu en azından gelecekte aciz hale getirmeyi amaçladığını defalarca dile getirenin de o olduğunu eklemeliyiz.

Üçüncüsü; nükleer programını kaybeden İran'ın, siyasi rejiminin devamı ve onu zayıflatma girişimlerini durdurma konusunda geçici bir kabul kazandığı açıkça ortaya çıktı. İran’ın artık sona eren bu çatışmada en önemli ve en öne çıkan devlet olduğuna şüphe yok. Ancak, Trump'ın gözdesi Recep Tayyip Erdoğan liderliğindeki Türk tarafını da göz ardı etmemeliyiz. Türkiye'nin bir Avrupa-Asya, Akdeniz ve Ortadoğu ülkesi, NATO'nun aktif bir üyesi, bölgede ve genel olarak güç denkleminde hem İsrail hem de İran ile birlikte hesaba katılması gereken bir güç olduğunu aklımızda tutmalıyız. Türkiye de Suriye'de yaptıkları ve Körfez'de elde ettikleri sayesinde ve ayrıca ABD’nin bölgedeki politikalarından duyduğu memnuniyet sayesinde yaşananlardan kazançlı çıktı.

Güç dengesinin, Körfez ülkelerinin de şu ana kadar kazandığını gösterdiğine inanıyorum, çünkü İran tarihsel olarak dost bir ülke ancak onlarla ilişkileri varlığı inkar edilemez veya görmezden gelinemez endişelerden yoksun değil. Biz Araplar olarak, İranlı ve Türk komşularımızın, akıllardan hiç çıkmayan adil Arap davası, yani tüm sonuçları, tarihsel gelişmeleri ve onu çevreleyen koşullarıyla Filistin davası için kalıcı bir çözüme ulaşmada aktif oyuncular olmalarını umut ediyoruz.

*Bu analiz Şarku’l Avsat tarafından Independent Arabia’dan çevrilmiştir.