Kerkük’ün bugününü belirleyen tarih sıkıntılı geleceğin de habercisi

Şehrin içinde bile petrol kuyuları bulunduğu için Kerkük, Irak’ın en kirli şehirlerinden biri kabul ediliyor (Yusuf Kerkükî)
Şehrin içinde bile petrol kuyuları bulunduğu için Kerkük, Irak’ın en kirli şehirlerinden biri kabul ediliyor (Yusuf Kerkükî)
TT

Kerkük’ün bugününü belirleyen tarih sıkıntılı geleceğin de habercisi

Şehrin içinde bile petrol kuyuları bulunduğu için Kerkük, Irak’ın en kirli şehirlerinden biri kabul ediliyor (Yusuf Kerkükî)
Şehrin içinde bile petrol kuyuları bulunduğu için Kerkük, Irak’ın en kirli şehirlerinden biri kabul ediliyor (Yusuf Kerkükî)

Rüstem Mahmud

Irak’ın özerk Kürdistan Bölgesi ile merkezî hükümet arasında siyasi, güvenlik ve ekonomik açıdan çatışmanın yaşandığı Kerkük’ün çeşitli mahallelerinde dolaşırken şehrin etnik açıdan çeşitli sakinleri arasında herhangi bir farklılık görmezsiniz. Şehrin en kuzeybatısında mutlak Kürt nüfusa sahip Rahimava, eş-Şurci, Barudhane ve İmam Kasım mahallelerinden başlayarak, tarihî merkezinde Türkmen-Kürt karma Ahmed Ağa ve Hasirki mahallelerinden geçip, güney ve güneydoğuda tamamen Arap olan el-Kadisiye, el-Urubetu’ş-Şuheda, el-Mendude ve 1 Haziran Mahallesi’ne kadar farklı bölgeler; görsel, demografik, kültürel, ekonomik ve hizmetler açısından birbiriyle uyum içindedir.

Nitekim görünüşe bakılırsa hepsi de yorgun, gelişigüzel ve ihmal edilmiş, gelişme ve iş imkânı az, yoğun bir çevresel kirlilikle boğuşan, kıyısına antik kentin kurulduğu nehri Hasasu kurumuş, tarihî kalesi herhangi bir bakım ve restorasyon görmeden harap hale gelmiş bir şehrin parçası. Bazı halk kıyafet tarzlarını ve halk lehçesi telaffuzlarını hariç tutarsak Kerkük şehri, sakinleri ve içindeki yaşam biçimiyle, hiçbir kültürel, güvenlik ve sınıfsal engelin bulunmadığı sakin, iç içe geçmiş ve canlı bir mekân gibi görünüyor.  

Ancak bu, sadece gözle görünen manzara. Arka planda şehrin sahne olduğu kutuplaşma ve şiddetli bir siyasi, ekonomik ve güvenlik anlaşmazlığı mevcut. Bu anlaşmazlık, Irak devletinin kurulduğu yaklaşık bir asır öncesinden bugüne uzanıyor. Temeli ise şehrin ve eyaletin ulusal kimliği, sonra da yönetim biçimi, tâbiiyeti ve siyasi geleceği üzerine verilen mücadeledir.

zxsdc
Kerkük’te bir çarşı (Ömer Abdülkadir)

Kerkük şehri ve tüm vilayet, halihazırda yerel nüfusu temsil eden siyasi güçler arasındaki pek çok çatışmanın odağı gibi görünüyorlar. Bu çatışmalar, Kürtlerin ve Türkmenlerin devam eden sistemli Araplaştırma politikalarından şikâyetçi olduğu kırsal nüfus arasında tarım arazileri mülkiyetine dair ihtilaflara kadar bir dizi mayınlı gündeme kadar uzanıyor.

Kürtler ve Türkmenler, güvenlik yönetimine ortak edilmediklerini iddia ediyorlar. Çatışma, siyaset sahnesinde de görülüyor. Nitekim seçmen kaydı konusunda şiddetli bir anlaşmazlık söz konusu. Şöyle ki Arap siyasi güçler, bu yıl yapılacak yerel seçimlerde oy kullanma hakkına sahip ‘yerli nüfustan’ olmalarına rağmen kendilerinden on binlerce kişinin seçmen kaydında yer almadığını söylüyor.

Bu meselelerde yerel ulusal çatışma; Irak’taki diğer siyasi güçlerin etki biçimleri, bölgesel gündemler ve bir dereceye kadar enerjiye ve Irak’taki dengelerin idaresine ilişkin uluslararası çatışmalar ile iç içe geçiyor.

Şehrin sahne olduğu kutuplaşma ve yoğun siyasi, ekonomik ve güvenlik anlaşmazlığı Irak devletinin kurulduğu yaklaşık bir asır öncesinden bugüne kadar uzanıyor. Anlaşmazlığın temeli, şehrin ve vilayetin ulusal kimliği, dolayısıyla da yönetim biçimi, tâbiiyeti ve siyasi geleceği üzerine verilen mücadeledir

Şehre varmadan birkaç gün önce, kentin güneyine bitişik Tobzavi köyünden Kürt ve Türkmen çiftçiler, şehir belediyesinin çiftçilerin tarım arazileri içinde askerî bir bölge inşa etme kararını protesto edip, projenin sorumlularını demografik değişim amaçlayan siyasi bir gündem uygulamak ve eski Irak rejimi dönemine uzanan politikalar benimsemekle suçlayarak, şehrin ortasındaki anayolu kapattılar.

Bu hadiseden sadece bir hafta önce şehrin kuzeybatısındaki Serkeran bölgesinde Kürt ve Arap çiftçiler arasında yaşanan doğrudan karşılaşma, kanlı bir çatışmaya dönüşmek üzereydi. Bölgedeki Kürt köylüler, Irak ordusunun bazı kesimlerini, eski rejimin Arap ‘girişimciler’ lehine çıkardığı kararname ve belgeleri yürürlüğe koymakla itham ediyor.

Şehrin sakinleri ile siyasi güçleri, bu konuda tamamen iki zıt kutba bölünmüş durumda:

Kürtler ve Türkmenler, resmî ve adli kurumları, eski Irak rejiminin 1970’li ve 80’li yıllarda izlediği Araplaştırma politikalarının izlerinin silinmesine ilişkin anayasa maddelerinin uygulanmasında şeffaf olmamak ve hamaset gütmekle suçluyorlar. Bilindiği üzere eski rejim, güney ve merkez bölgelerden on binlerce çiftçiyi getirip onlara Kerkük vilayetinde mülk vermişti.

Buna karşılık o dönemde tapu edinen Arap çiftçiler de Irak devletinin son dönemde verdiği onaylanmış yargı kararlarına göre bu arazilerin kendilerine ait olduğunu söylüyor. Bununla birlikte Türkmen ve Kürt muadilleri, bu yargı organlarının tarafsız olmadığı, 2003 yılından sonra çıkarılan yasa ve mevzuatları dikkate almadığı, aksine Arap çiftçilerin elindeki tapu ve belgeleri hüküm için tek referans olarak gördüğü, dolayısıyla önceki politikaların aynılarının sürdüğü cevabını veriyor.

Tarım arazileri meselesi, şehirde ve çevresinde mülkiyetle ilgili her şeyin bir parçasıdır. Bu her şey; konutlar, bina ruhsatı verme mekanizması, 2003’ten sonra inşa edilen gecekondular, bölgelerindeki güvenlik olayları nedeniyle diğer vilayetlerden gelenler, seçmen kütükleri ve bunun gibi daha pek çok şeyi kapsıyor.

Eski şehirde; el-Kuriya, Ahmed Ağa ve Mecidiye kahvehanelerinde çeşitli bileşenlerin sakinleri yatsı namazından sonra sohbet halkasında bir araya gelip, tarım mülkiyetine dair yenilenen bu çekişme çerçevesinde, şehirdeki çeşitli siyasi güçlerin yaklaşan yerel seçimler (vilayet meclis seçimleri) konusundaki karşılıklı uyarılarını ve Kerkük’ün yeni bir gerilim dalgasına sahne olma ihtimalini tartışıyor.

xsc
Kerkük’ün ortasındaki Hasasu Nehri, tarım politikaları ve iklim değişiklikleri nedeniyle kurudu (Yusuf Kerkükî)

Merkezî parlamentoda Kerkük vilayetinin Arap bileşeninin temsilcileri, bu seçimlere ilişkin yasanın oylanmasına özel meclis oturumunu boykot etti. 2003 yılından sonra onaylanan ve vilayette yaşayan yaklaşık 300 bin kişinin yer almadığını iddia ettikleri seçmen kaydına ilişkin yasanın kabulüne itiraz eden temsilciler, Genel Seçim Yasası’nın 35’inci maddesinin yasanın yeni metinlerine dahil edilmesini talep ediyor. Söz konusu seçim yasası, Kerkük vilayetine istisnai bir özellik tanıyor ve seçmen kaydı için referans olarak yiyecek karnesi ve Ticaret Bakanlığı sicili ile alakalı belgelere dayanıyor. Türkmen güçler, bu konuda nispeten uzlaşma tavrı sergilerken, Kürt partiler bunu ‘kırmızı çizgi’ olarak değerlendiriyor. Zira bu, önceki rejimin izlediği nüfus çekme, yerleştirme ve Araplaştırma faaliyetlerinin fiili olarak meşrulaştırılması, dolayısıyla da demografik değişimin istikrara kavuşturulması anlamına gelir ki, Irak anayasası bunun kaldırılmasını öngörüyor.

Kürtler ve Türkmenler, resmî ve adli kurumları, eski Irak rejiminin izlediği Araplaştırma politikalarının izlerinin silinmesine ilişkin anayasa maddelerinin uygulanmasında şeffaf olmamak ve hamaset gütmekle itham ediyor

Kerkük vilayeti, son yerel seçimleri 2005 yılında gerçekleştirmişti. Bu seçimlerde Kürt güçler, 41 vilayet meclisi sandalyesinin yarısından fazlasını elde ederken, Arap siyasi güçlerin çoğunluğu aynı sebeple seçimleri boykot etti. Bu durum, son yıllarda vilayette yerel seçim yapılması ihtimalinin önünde bir engel olarak duruyor ve halihazırda siyasi, güvenlik ve sivil alanda kriz tehdidi oluşturuyor.

Vilayet meclisi, valiyi ve vilayetteki en üst idari hiyerarşinin diğer üyelerini seçme yetkisine sahip. Ayrıca vilayetteki çeşitli hizmet ve ekonomi kurumlarını, özellikle emlak daireleri, eğitim sistemi, tarım birimleri, genel emlak idaresi ve bir ölçüde güvenlik dosyası açısından denetliyor.

Kürtlere göre seçimler, daha önce yürütülen tüm yerinden etme ve nüfus çekme süreçlerine rağmen demografik büyüklüklerinin toplam vilayet nüfusunun neredeyse yarısı olduğunu ispatladı. Ancak vilayetteki idari yapıda, istihdamda ve yargıdaki oranları bunun çok altında. Eski rejimin hükümet teşkilâtında yer verdiği kamu görevlileri, kamusal hayatın idaresini elinde tutmaya devam ediyor. Bilhassa 2017 yılından sonra, dönemin başbakanı Haydar el-İbadi, Kürdistan bölgesinin bağımsızlığına dair referandum sürecine katıldığı için seçilmiş Kürt Vali Dr. Necmeddin Kerim’i görevden uzaklaştırıp, göreve vekaleten yardımcısı Arap Rakan el-Cuburi’yi getirmeye karar verdi. Cuburi, Kürtler tarafından tarafsız olmamak ve vilayet yönetimindeki dengeyi bozmakla itham ediliyor.

Irak anayasasına göre Kerkük vilayeti; anayasanın, Araplaştırma politikalarının izlerinin ortadan kaldırılmasını, vilayette bir nüfus sayımı yapılmasını ve işin, merkezî otoriteye mi yoksa Kürdistan bölgesine mi bağlı olunacağını belirleyen  referandumla sonuçlanmasını öngören 140’ıncı maddesine atıfta bulunulan ‘tartışmalı bölgeler’ arasında sayılıyor.  

Kürt güçler halen bu maddeye bağlı kalarak bunu, vilayet içindeki durumu ve bölge ile merkezî otorite arasındaki ilişkiyi istikrara kavuşturmanın özü olarak görüyor. Arap ve Türkmen muadilleri ise ‘maddenin zaman aşımına uğradığını’ ve gerçeklere göre hareket etmenin, yetkileri paylaşmanın, vilayetteki dosya ve kurumları üçlü sisteme göre idare etmenin daha iyi olduğunu söylüyor. Söz konusu üçlü sistem Arap, Kürt ve Türkmen bileşenlerin her birine idari yapıdaki üyelerin yüzde 33’ünü veriyor; yüzde 1 ise vilayetin Hıristiyan azınlığına kalıyor.

Bu detaylar, çeşitli bileşenlerden kültürel ve akademik seçkinler ve şehrin pek çok ileri geleni ile tartışılırken, şehrin sakinleri arasındaki toplumsal, ekonomik ve kültürel ilişkilerin olumlu ve iş birlikçi doğası vurgulanıyor. Ayrıca anayasanın 140’ıncı maddesine ilişkin ulusal çatışma ve kutuplaşmanın, vilayetteki petrol zenginliğinin aidiyeti ve idare biçimi ile vilayetin kendi özelliklerine göre yönetileceği merkezî olmayan yönetim şeklinin açık ve kesin bir şekilde tanımlanması, son olarak vilayetin merkeze bağlı ve merkezî olarak mı yoksa Kürdistan bölgesine bağlı olarak mı yönetileceği konusundaki sıfır denkleminden çıkarılması ile büyük ölçüde hafifletilebileceği belirtiliyor.

Vilayetin bileşenleri arasındaki siyasi/ulusal anlaşmazlıklar arttıkça güvenlik sıkıntıları da arttı. Bu bağlamda yaşanan en son hadise, Türkmen Cephesi’nde bir askerî subay ile liderin hedef alındığı patlamaydı. Bu hadisede Türkmen Cephesi, Türkmen Cephesi’ni destekleyen ve Kuzey Irak’ın tamamında PKK’ya karşı savaş yürüten Türkiye’den intikam almayı amaçladığı düşüncesiyle PKK terör örgütünü bu saldırının arkasında olmakla suçladı.

Irak’taki Türkmen siyasi akımların ‘en güçlüsü’ ve en popüleri kabul edilen ve Türkiye tarafından desteklenen Türkmen Cephesi aynı zamanda, Kürt siyasi güçlerinin, Kürt Peşmerge güçlerinin şehre/vilayete geri getirilmesi için hükümetteki / Arap mevkidaşlarıyla siyasi anlaşmaya varabileceklerine dair endişelerini de dile getiriyor.

Halihazırda Kerkük vilayeti, Kerkük Vilayeti Ortak Operasyon Odası’nın güvenlik ve askerî kontrolü altında. Bu yapı, resmî ve doğrudan Irak Başbakanlık Ofisi ile Ordu ve Silahlı Kuvvetler Başkomutanlığına bağlı olmakla birlikte fiilen ordu, istihbarat teşkilatı, çevik kuvvetler, federal polis, Şii milis gücü Haşdi Şabi (Halk Seferberlik Güçleri), Peşmerge güçleri, asayiş güçleri ve Kürt terörle mücadele güçleri dahil olmak üzere Irak güvenlik ve askerî kurumlarından birçok unsuru içermektedir.

Türkmenlerin, Arap/Kürt karışımı olarak değerlendirdiği bu güvenlik/askerî bileşimde herhangi bir Türkmen tarafı bulunmamaktadır. Bununla beraber şehrin yerel sakinlerinden olan Sünni Araplar, Arap ve Türkmen mahallelerinde konuşlanan Haşdi Şabi unsurlarını kendi temsilcileri olarak görmüyor. Yine de 2017 yılından sonra şehirden ve vilayetten uzaklaştırılan Kürt Peşmerge güçlerindense bu unsurların varlığını tercih ediyorlar.

Vilayetin Arapları, vilayetin nimetlerinden mahrum bırakıldıklarından şikâyet ediyor ve Kürt ve Türkmenlerle kıyaslandığından kendilerinin ‘en fakir’ olduklarını düşünüyorlar.

Kürt siyasi partileri, anayasanın vilayetin tartışmalı bölge olarak belirlenmesinde öngördüğü şekilde, vilayetteki güvenlik ve askerî idarenin vilayetin tüm bölgelerinde ortak olması ve daha sonra da güvenlik ve askerî idarenin ordu güçleri ile Kürt Peşmerge güçleri arasında paylaşımına dair bir mekanizma icat edilmesi çağrısında bulunuyor. Kürt partilere göre bu mekanizma, terörle mücadele dosyasında bir ortaklık ve dayanıklılık oluşturmaya tek başına yeter. Zira Kerkük vilayetinde, özellikle de Hamrin Dağları’nın yükseklerindeki güney bölgelerinde DEAŞ terör örgütü halen yoğun şekilde varlık gösteriyor.

thh
Kerkük’te ekonomik koşulların zorlaşması nedeniyle gelişen ikinci el giyim pazarı

Güvenlik ve idari dosyanın aksine, vilayetteki Araplar, vilayetin nimetlerinden mahrum bırakılmaktan şikâyet ediyor ve Kürt ve Türkmenlerle kıyaslandığında kendilerinin ‘en fakir’ olduklarını düşünüyorlar. Onlara göre Kürtler, iletişim şirketleri gibi hayati önem taşıyan ekonomik kurumların yanı sıra, Türkiye ile İran sınır kapılarından gelen ve Kürdistan bölgesi tarafından kontrol edilen ticaretin büyük bir kısmının da kontrolünü ellerinde tutuyor. Türkmenler ise şehrin ticaret merkezini işgal ediyor ve şehre gıda, kumaş ve elektrik tedarik eden büyük tüccarlar ve bölgesel şirketlerle geniş ve sağlam bir ilişki ağına sahipler.

Bununla birlikte şehrin tüm sakinleri, son on yılda tanık olduğu ve olmaya devam ettiği siyasi ve güvenlik geriliminin ardından vilayetin ekonomik olarak dışlanmasından şikâyetçi. Nitekim Kürdistan bölgesinde olduğu gibi, ana şehirleri yeniden yapılandırmaya dair herhangi bir stratejik plan yok. Ayrıca yerel meclisler, Irak anayasasının Basra ve Kerkük gibi üretici vilayetlerin lehine olarak onayladığı ‘Petro dolar’ fonlarından da bir şey elde etmiyor. Çeşitli siyasi güçler de görünürdeki ayrışmaları ve çatışmaları arkalarında bırakarak vilayetin imkânlarını kendi aralarında paylaştıkları gerekçesiyle çok sayıda suçlamaya maruz kalıyor. Haşdi Şabi unsurlarına yönelik geniş eleştirilerin de sonu gelmiyor. Şehir sakinlerine göre Haşdi Şabi liderleri, tüm hükümet sözleşmelerini ve tahsisatlarını, şehir halkından olsalar da kendilerine bağlı taraflar lehine kontrol ediyor.

Topraklarının verimliliği ve topografyasının çeşitliliğiyle tarihî açıdan önde gelen bir ticaret ve tarım merkezi olan Irak vilayeti, topraklarındaki büyük petrol keşifleri nedeniyle 1950’li yılların başından itibaren Irak ekonomisinin merkezi olmayı vaat eder oldu. Gelgelelim ilgili ulusal göstergelere ve standartlara göre şu an yoksulluğun, işsizliğin, eğitim ve meslek açısından seçkinler göçünün yaygın olarak görüldüğü bir yer…

*Bu makale Şarku’l Avsat tarafından Londra merkezli Al-Majalla dergisinden çevrildi.

 



Washington: Sudan'daki durum ‘çok karmaşık’, ancak barışı sağlamaya ‘kararlıyız’

Sudan'ın batısındaki el-Faşir'de Hızlı Destek Kuvvetleri'ne (HDK) atfedilen suçları protesto etmek için Omdurman’da düzenlenen gösterilere katılan bölge sakinleri (AFP)
Sudan'ın batısındaki el-Faşir'de Hızlı Destek Kuvvetleri'ne (HDK) atfedilen suçları protesto etmek için Omdurman’da düzenlenen gösterilere katılan bölge sakinleri (AFP)
TT

Washington: Sudan'daki durum ‘çok karmaşık’, ancak barışı sağlamaya ‘kararlıyız’

Sudan'ın batısındaki el-Faşir'de Hızlı Destek Kuvvetleri'ne (HDK) atfedilen suçları protesto etmek için Omdurman’da düzenlenen gösterilere katılan bölge sakinleri (AFP)
Sudan'ın batısındaki el-Faşir'de Hızlı Destek Kuvvetleri'ne (HDK) atfedilen suçları protesto etmek için Omdurman’da düzenlenen gösterilere katılan bölge sakinleri (AFP)

Beyaz Saray Sözcüsü Karoline Leavitt, Washington'un Sudan'daki çatışmayı sona erdirmek için diğer ülkelerle iş birliği yaptığını doğruladı. Bu açıklama, geçen hafta paramiliter Hızlı Destek Kuvvetleri'nin (HDK) bir şehri ele geçirirken toplu katliamlar yaptığına dair haberlerin ardından geldi.

Leavitt dün düzenlenen basın toplantısında, “ABD, Sudan'daki korkunç çatışmaya barışçıl bir çözüm bulmak için aktif olarak çaba sarf ediyor. Arap ortaklarımızla düzenli temas halindeyiz ve bu çatışmanın barışçıl bir şekilde sona ermesini istiyoruz... Ancak gerçek şu ki, sahadaki durum oldukça karmaşık” ifadelerini kullandı.

Diğer yandan Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) savcıları pazartesi günü, Sudan'ın el-Faşir kentinde toplu katliam ve tecavüz iddialarına ilişkin kanıt topladıklarını açıkladı.

Mücadeleye devam

Şarku’l Avsat’ın AFP’den aktardığına göre, Sudan Savunma Bakanı Hasan Kabrun dün, Güvenlik ve Savunma Konseyi'nin ABD'nin ateşkes önerisini görüşmesinin ardından ordunun HDK ile mücadelesine devam edeceğini bildirdi.

Kabrun, devlet televizyonunda yayınlanan konuşmasında, “Barışın sağlanması için gösterdiği çabalar ve önerilerinden dolayı Trump yönetimine teşekkür ederiz... Sudan halkının savaş hazırlıkları devam ediyor” şeklinde konuştu.

Hartum'da yapılan konsey toplantısının ardından Kabrun, “Savaş hazırlıklarımız meşru bir ulusal haktır” ifadesini kullandı.

ABD'nin ateşkes önerisiyle ilgili ayrıntılar ise açıklanmadı.

Son iki yılda on binlerce kişinin hayatını kaybetmesine ve milyonlarca kişinin yerinden edilmesine neden olan savaş, son günlerde Sudan'ın yeni bölgelerine yayıldı ve insani felaketin daha da kötüleşeceğine dair endişeleri artırdı.

Son aylarda Afrika ve Ortadoğu'daki diğer çatışmalarda arabuluculuk yapan Donald Trump liderliğindeki ABD yönetimi, Sudan'da ateşkes sağlanması için çaba gösteriyor.

Ordu yanlısı yetkililer, çatışma sona erdikten sonra kendilerini ve HDK’yi siyasi geçiş sürecinin dışında bırakacak bir ateşkes önerisini daha önce reddetmişti.

Son görüşmeler, sahada gerginliğin artmasının ardından geldi. HDK, batıdaki Darfur'da ordunun son kalesi olan el-Faşir'i ele geçirdikten sonra görünüşe göre Kordofan bölgesinde bir saldırı başlatmaya hazırlanıyor.

ABD Başkanı Donald Trump’ın Arap ve Afrika İşlerinden Sorumlu Başdanışmanı Massad Boulos, pazar günü Kahire'de Mısır Dışişleri Bakanı Bedr Abdulati ile, pazartesi günü ise Arap Birliği ile görüşmelerde bulundu.

Görüşmeler sırasında Abdulati, ‘ülke genelinde ateşkesin sağlanmasının ve kapsamlı bir siyasi sürecin başlatılmasının önünü açacak insani bir ateşkese ulaşmak için çabaların birleştirilmesinin önemini’ vurguladı.

Arap Birliği Genel Sekreteri Ahmed Ebu Gayt ile bir araya gelen Boulos, ona ‘Sudan'da savaşı durdurmak, yardımları hızlı bir şekilde ulaştırmak ve ülkede iç siyasi süreci başlatmak için son dönemde yapılan çabalar hakkında ayrıntılı bir açıklama’ yaptı.


İsrail'in korkunç hapishanesi... Dirilerin mezarlığından kurtulanların tanıklıkları

TT

İsrail'in korkunç hapishanesi... Dirilerin mezarlığından kurtulanların tanıklıkları

İsrail'in korkunç hapishanesi... Dirilerin mezarlığından kurtulanların tanıklıkları

Filistinli gazeteci Şadi Ebu Sido, İsrail Sde Teiman Gözaltı Merkezi’nde yaşanan zulümler hakkında çok şey duymuş ve okumuş olmasına rağmen, 2024 yılının nisan ayında bir gece vakti gördüklerini hayal bile edemezdi. O gece, İsrail askerlerinin, polis köpeklerini Filistinli mahkûmların üzerine saldıkları ve yaşananları gülerek kayda aldıkları bir vahşete tanık oldu.

Necef (Negev) Çölü’nde bulunan İsrail askeri gözaltı merkezinde tutulan ve Ekim 2025'te esir takası anlaşmasıyla serbest bırakılan Ebu Sido, Şarku’l Avsat'a, Mart 2024'te Gazze şehrindeki Şifa Tıp Kompleksi'nde olanları belgeleme görevini yaparken gözaltına alındığını söyledi.

Ebu Sido, “Gözaltına alındığımda askerler bana tüm giysilerimi çıkarmamı emretti. Sonra ellerimi arkamda bağlayıp kaburgalarımdan birini kırana kadar dövdüler. Ardından 10 saatten fazla bir süre yağmurda ve soğukta çıplak bırakıldım” ifadelerini kullandı.

Ancak Ebu Sido, ‘dirilerin mezarlığı’ olarak adlandırdığı hapishanede işkenceye maruz kalan tek kişi değildi. Sde Teiman'dan serbest bırakılan iki mahkûmun Şarku’l Avsat'a yaptığı açıklamalar, dayak, elektrik şoku, uyku, yemek ve tıbbi tedaviden mahrum bırakma ve ‘acımasız tecavüzler’ gibi korkunç olayları ortaya koydu.

Sistematik işkence

Sde Teiman, eski Askeri Başsavcı Yifat Tomer-Yerushalmi'nin tutuklanmasının ardından mercek altına alındı. İsrail makamları, Tomer-Yerushalmi'yi, gözaltı merkezlerinde İsrail askerlerinin Filistinli bir mahkûma tecavüz ettiğini gösteren bir videoyu sızdırmakla suçluyor. Başbakan Binyamin Netanyahu, bu sızıntının İsrail'in kuruluşundan bu yana ‘halkla ilişkiler açısından en büyük zarara’ yol açmış olabileceğini söyledi.

sdfr
2023 kışında İsrail'in güneyindeki Sde Teiman Gözaltı Merkezi’nde tutulan Filistinliler (AP)

Gazze Şeridi'nde savaşın patlak vermesiyle İsrail, çeşitli bahanelerle yüzlerce kişiyi gözaltına almaya başladı; onları gizli hapishanelerine attı, haklarını ellerinden aldı, herhangi bir yasal işlemden mahrum bıraktı ve avukatlara ve insan hakları örgütlerine erişimlerini engelledi. B'Tselem ve diğerleri de dahil olmak üzere İsrailli ve uluslararası insan hakları örgütleri, Sde Teiman Gözaltı Merkezi’nde ‘sistematik işkence’ ve ‘insanlık dışı muamele’ ile ilgili benzer şikayetleri belgeledi.

‘Disko’... İşkence görenlerin sesleriyle işkence

Soğukta uzun saatler bekledikten sonra Ebu Sido, askeri bir kamyonla Sde Teiman hapishanesine nakledildi. Burada, askerlerin ‘karşılama kıtası’ olarak adlandırdığı ve onun şu şekilde tarif ettiği yeni bir işkence yolculuğu başladı: “Koridorda duran yaklaşık 30 asker, tutuklular hapishaneye girmeden önce onları dövüyordu. Bazı tutuklular kan içinde kalıyordu, bazıları ise şiddetli dayak nedeniyle dişlerini veya gözlerini kaybetti.” Ebu Sido, yaklaşık 70 gün suçlamasız olarak gözaltında tutulduktan sonra soruşturma için başka bir yere nakledildi. Sorgu odasına girmeden önce çıplak soyunmaya ve ayrıntılı bir aramaya maruz kalmaya zorlandı, ardından ‘disko’ adı verilen bir yere götürüldü.

xcdf
Sde Teiman Gözaltı Merkezi’nin konumunu gösteren harita (Şarku’l Avsat)

Ebu Sido, devasa hoparlörlerin bulunduğu odada gördüklerini şöyle anlattı: “Diskoda mahkumlar saatlerce uyanık tutuluyor. Tek duyduğunuz gürültü, yüksek sesli müzik ve işkence gören diğer mahkumların çığlıkları.” Ebu Sido daha sonra başka bir işkence odasına nakledildi ve burada gardiyanlar onu ellerinden tavana asarak yorgun ve çıplak vücuduna yumruk attılar.

Barakaya dönüş: Aşağılama partileri

Sorgulamanın ardından Ebu Sido, ‘baraka’ denilen kalabalık gözaltı koğuşlarına geri götürüldü. Bu koğuşlar, soğuktan veya sıcaktan koruma sağlamayan metal yapılar olup, çölün ortasında zorlu koşullarda yaşayan yüzlerce mahkûmu barındırıyor.

Ebu Sido buradaki süreci şu ifadelerle anlattı: “Her barakada yaklaşık 140 ila 160 mahkûm vardı, hepsi kelepçeli ve gözleri bağlıydı. 30 ila 40 askerden oluşan ekipler köpeklerle birlikte gelip bize yüzüstü yatmamızı emrediyorlardı. Köpeklerin sırtımızda yürümelerine, üzerimize işemelerine, bizi tırmalamalarına ve başlarıyla vurmalarına izin veriyorlardı.”

Ebu Sido, 2024 yılının nisan ayında bir gece vakti yaşanan olayı ‘tam bir insanlık dramı’ olarak tanımladı: “Mahkumlardan biri kriz geçirerek ‘Çocuklarımın yanına gitmek istiyorum’ diye bağırmaya başladı. Gözaltı merkezi yetkilileri, bastırma ekibini ve köpekleri ‘barakalara’ gönderdi. Sonra onu dışarı çıkardılar, soyduktan sonra köpeklerin ona tarif edilemez şeyler yapmasına izin verdiler.”

O zor anları hatırlayan Ebu Sido şu ifadeleri kullandı: “Gözlerimizdeki bağın kenarından yaşananları izliyorduk. Askerlerin, mahkûmun çığlıklarına eşlik eden sesler eşliğinde gülüp, yaşananları telefonlarıyla kayda aldıklarını gördük. Biz de çığlık atmaya başladık. Sıranın bize geleceğinden korkuyorduk.”

sdrt
Bir süre Sde Teiman Gözaltı Merkezi’nde tutulan eski Filistinli mahkûm Şadi Ebu Sido, Gazze'de çocuklarıyla birlikte (Şarku’l Avsat)

Ebu Sido, Sde Teiman Gözaltı Merkezi’ni ‘diriler için bir mezarlık’ olarak tanımlayarak şöyle dedi: “Korkudan aklımızı kaçırıyorduk. Geceyi gündüzden ayırt edemiyorduk ve bizi döven veya aşağılayanlar dışında hiçbir insan yüzü görmüyorduk. Bu işkenceden kurtulmak için orada ölmeyi dilerdim.”

Genç adam, mahkumların dünyadan tamamen izole bir şekilde yaşadıklarını ve 24 saatlik süre içinde tuvalet ihtiyaçlarını gidermek için sadece iki dakika süre verildiğini söyledi.

Ebu Ful... Ayağı kesilmiş halde gözaltına alındı ve kör olarak serbest bırakıldı

Bir başka korkunç hikâye ise Gazze'nin kuzeyinde yaşayan Mahmud Ebu Ful tarafından anlatıldı. Ebu Ful, bacağı kesildikten sonra tedavi gördüğü Kemal Advan Hastanesi’nde gözaltına alındı ve esaret altında yaşadığı çileli günler sonunda görme yetisini kaybetti. 2023 yılının aralık ayı sonlarında, genç Gazzeli askerler hastaneye baskın düzenlediğinde oradaydı. Ebu Ful o günü şu ifadelerle anlattı: “Beni kelepçelediler ve gözlerimi bağladılar, sonra acımasızca dövmeye başladılar. Yaralıydım ve protez bacağım vardı, sadece koltuk değneği ile yürüyebiliyordum, ama onu benden aldılar ve ellerimi arkadan bağladılar.”

Saatlerce süren dayak ve hakaretlerin ardından Ebu Ful, Sde Teiman hapishanesine nakledildi ve burada aylarca kaldı. Genç adam gözaltında geçirdiği ilk günleri şöyle hatırlıyor: “Yedi gün boyunca ellerim arkamda bağlıydı. Her hücrede yaklaşık 140 mahkûm vardı, yemek çok azdı ve dayak ve hakaretler hiç bitmedi.”

Bir gün Ebu Ful yaklaşık iki saat boyunca işkence gördü ve kafasına vurularak bayılana kadar dövüldü.

Şarku’l Avsat’a konuşan genç adam görme yetisini kaybettiği günü şu ifadelerle anlattı: “Uyandığımda görme yetimi tamamen kaybetmiş olduğumu fark ettim. Etrafımdaki gençlere hiçbir şey göremediğimi söyledim. Korkudan titriyordum ve ağlamaya başladım.”

Ebu Ful, kendisini esir alanlara tıbbi tedavi için yalvardığını, ancak sonuç alamadığını belirtti: “İlaç istedim, ama bana bağırıp alay ettiler. Karanlıkta tek başıma acı çekiyordum.” Görme yetisini kaybettikten sonra Ebu Ful, sadece işitme duyusuyla esaret hayatını yaşadı: “Mahkumların işkence gördüğünü, çığlık attığını, yardım için ağladığını ve askerler tarafından küfredildiğini duyabiliyordum.”

Ebu Ful aylarca gözaltında tutulduktan sonra son mahkûm takası anlaşmasına dahil edildi. Serbest bırakıldıktan sonra hissettiklerini şu ifadelerle dile getirdi: “Gazze'ye hiçbir şey göremeden döndüm ve ailemin artık hayatta olmadığını düşündüm... Kalabalığın içinde, annemin sesini duyduğumda onların etrafımda olduğunu fark ettim... Halen onların arasında olduğum için Allah'a şükrediyorum. Sadece bir kez olsun annemin yüzünü görmek istedim.”

zsdf
Bir süre Sde Teiman Gözaltı Merkezi’nde tutulan eski Filistinli mahkûm Mahmud Ebu Ful, Gazze'deki bir çadırda anne ve babasının arasında oturuyor. (Şarku’l Avsat)

Filistin Tutuklular ve Eski Mahkumlar İşleri Komisyonu’na göre, yıl ortası itibarıyla İsrail hapishanelerinde 10 binden fazla mahkûm bulunuyordu. Bunların arasında İsrail'in ‘yasadışı savaşçı’ olarak sınıflandırdığı bin 800'den fazla Gazzeli tutuklu da bulunuyordu. Resmi Filistin rakamlarına göre, 7 Ekim 2023'ten bu yana İsrail gözaltı merkezlerinde 80'den fazla mahkûm hayatını kaybetti ve bunların yarısından fazlası Gazze Şeridi'ndendi.

Filistin Tutuklular ve Eski Mahkumlar İşleri Komisyonu Sözcüsü Şarku’l Avsat'a verdiği demeçte, “İşgal güçleri, iki yıl boyunca işgal hapishanelerindeki erkek ve kadın mahkumlara karşı bir dizi suç işledi” dedi.

Sözcü, İsrail makamlarının ‘gözaltı merkezlerinde başka bir tür soykırım uyguladığını, özellikle Gazze Şeridi'nden gelen mahkumlara Sde Teiman Gözaltı Merkezi’nde polis köpekleri de dahil olmak üzere çeşitli araçlar kullanılarak sistematik işkence ve tecavüz uygulandığını’ bildirdi.

İnsan hakları raporlarına göre, İsrail hapishanelerinde ve kamplarında, özellikle Sde Teiman'da bulunan Filistinli mahkumlar işkenceye ve açlığa maruz kalıyor ve bu durum birçok mahkûmun hayatına mal oluyor. Sde Teiman'da tutulmuş veya halen tutulmakta olan mahkumların sayısına ilişkin kesin bir tahmin bulunmuyor.


Arap Maşrık bölgesi: Taraflı diplomasi ve işlevsiz bir bölgesel düzenden çıkarılacak dersler

Fotoğraf: Majalla/AFP
Fotoğraf: Majalla/AFP
TT

Arap Maşrık bölgesi: Taraflı diplomasi ve işlevsiz bir bölgesel düzenden çıkarılacak dersler

Fotoğraf: Majalla/AFP
Fotoğraf: Majalla/AFP

Elie el-Kuseyfi

Bölge halkının diğer, daha az konuşkan halklara kıyasla daha konuşkan olduğu yönündeki yaygın algıyı kabul edersek, ABD Özel Temsilcisi Thomas Barrack neredeyse unutulmuş Lübnan kökenlerinden gelen bu özelliği kesinlikle korumuş. Sadece birkaç ay, hatta birkaç hafta içinde, en fazla açıklama yapan, klasik diplomatik dile göre hem beklendik hem de beklenmedik detaylı sonuçlar ve çıkarımlar sunan Arap ve yabancı yetkililerden biri haline geldi. Siyaset veya diplomasi dünyasından değil iş ve emlak dünyasından geldiği düşünüldüğünde, bu pek de şaşırtıcı değil. Ancak nihayetinde bu, yalnızca ABD'de değil, küresel olarak da siyasi ve diplomatik davranışlar üzerindeki etkisini zaman içinde gözlemlemenin ilginç olacağı Başkan Donald Trump'ın tarzını yansıtıyor.

Thomas Barrack, sanki almak istediği iki intikam varmış gibi uzun uzun konuşuyor. Bunlardan ilki Amerikan düzeninin ve derin devletin ürünü olan Barack Obama'nın mirasından, diğeri ise bölgedeki Avrupa sömürgeciliğinin mirasından intikam. Ne var ki Barrack, bu sömürgecilik olmasaydı (ki ona göre bu sömürgecilik, kabile kamplarına bayraklar asıp onları devletlere dönüştürmekle sınırlı) İsrail'in var olmayabileceğini unutmuş gibi yapıyor. Dahası, Barrack'ın -birincisi, Trump yönetiminin rejim değişikliği istemediği, ikincisi, İsrail'in Sykes-Picot Anlaşması'nı tanımadığı- şeklindeki iki fikri birleştirmesi, Trump Washingtonu'nun artık rejimleri değiştirmekle ilgilenmediği ama özellikle de İsrail tarafından yapılırsa, sınır değişikliklerine göz yumduğu anlamına geliyor. Bu durum, bölgeyi, devletler arasındaki uluslararası sınırlarla sınırlı kalmayıp, kimlik temelli ve coğrafi çatışmalara dayalı bir fay hattı üzerine kurulu bu devletlerin iç dinamiklerini de kapsayan yeni endişelere sürüklüyor.

Sınır müzakereleri, bölge devletlerinin, özellikle de Arap devletlerinin, ulusal güvenlik zorunlulukları açısından İran hegemonyasının yerini İsrail hegemonyasının almasını kabul etmeleri mümkün olmadığı sürece, yalnızca bir Suriye veya Lübnan meselesi değildir

Barrack'ın açıklamalarının genel teorik çerçevesi budur. Fakat pratik açıdan, özellikle de Suriye ve Lübnan'ın İsrail ile sınır anlaşmaları yapmalarının “zorunluluğu” konusunda önerdikleri, temel bir konuyu göz ardı ediyor. O da Tel Aviv'in bu sınırları tanımamasının, sakinlerinden ve silahlı varlıklardan (sadece milislerden değil, aynı zamanda meşru güçlerden de) arındırılmış tampon bölgeler oluşturma çabasının, müzakerelerin temel dayanaklarını dinamitlediğidir. Tel Aviv’in müzakereleri, zayıflayan İran hegemonyasının halefi olarak İsrail'in bölgesel hegemonya kurma girişimleri çerçevesinde mevcut durumu kabul etmekle eşdeğer kıldığı da görmezden geliniyor.

dcfg
Lübnan Cumhurbaşkanı Joseph Avn, ABD'nin Türkiye Büyükelçisi ve Suriye Özel Temsilcisi Tom Barrack, Lübnan Baabda’daki Cumhurbaşkanlığı Sarayı'nda, 21 Temmuz (AP)

Bu nedenle, sınır müzakereleri, bölge devletlerinin, özellikle de Arap devletlerinin, ulusal güvenlik zorunlulukları açısından İran hegemonyasının yerini İsrail hegemonyasının almasını kabul etmeleri mümkün olmadığı sürece, yalnızca bir Suriye veya Lübnan meselesi değildir. Hem de bu devletlerin Hizbullah'ın Lübnan içindeki nüfuzuna ilişkin tutumları geri dönülmez bir şekilde olumsuz olsa bile. Bu bağlamda, Şam'ın dört müzakere turuna katılmasına rağmen, işgal altındaki Golan Tepeleri meselesi bir yana, güney Suriye'deki sınır bölgesi konusunda bir güvenlik anlaşmasına varamamış olması da anlamlıdır. Bu arada İsrail, Suriye topraklarına yönelik saldırılarını sürdürüyor ve bunların sonuncusu geçtiğimiz günlerde gerçekleşti. Reuters, İsrail ordusunun Şam'a yalnızca 25 kilometre uzaklıkta olduğunu bildirdi.

Bu, Barrack'ın Manama konferansındaki açıklamaları ve hakkında aktarılanların kanıtladığı gibi, yeni Suriye hükümetini ve Cumhurbaşkanı Ahmed eş-Şara'yı öven ancak Lübnanlı yetkilileri kınayan Washington'un, Tel Aviv'e Suriye egemenliğini ve benzer şekilde Lübnan egemenliğini ihlal etmesi sebebiyle neredeyse hiç baskı yapmadığı anlamına geliyor. İki ülke arasındaki tek fark Lübnan'da Hizbullah ile yaşanan çatışma. Dolayısıyla Trump yönetiminin Gazze'de İsrail'e uyguladığı baskının Lübnan ve Suriye'yi kapsamadığı, Washington’un Tel Aviv'e bu ülkelerde, kısıtlama olmaksızın ya da zayıf ve değişken kısıtlamalarla, serbestçe hareket etme olanağı tanıdığı göz önüne alındığında, bölgedeki Amerikan politikası iki dinamiğe göre işliyor demektir. Bu durum, İsrailli yerleşimcilerin İsrail ordusunun gözetimi veya koruması altında Filistinlileri taciz etmeye devam ettiği Batı Şeria için de geçerli.

Lübnan ile ilgili arabuluculuk konusunda, özellikle ABD'nin yeni bir yaklaşım benimsemesi gerekiyor. Bunu da Lübnan tek başına ortaya çıkaramayacağından, Lübnan ile Suriye süreçlerinin birbirine bağlanması kaçınılmaz hale geliyor

Burada Washington'un Suriye ve Lübnan ile ilgili arabuluculuğunun taraflı olduğunu kastediyoruz. Ama Trump yönetimi, Barrack'ın kendisinden naklettiği meşhur “çabayı sonuçlarla karıştırmayın” sözünden hareketle, bunu pek de umursamıyor gibi görünüyor. Peki, bu çabalar “zorla barış” kisvesi altında bir oldubitti dayatma girişimine dönüşürse kendisinden ne gibi sonuçlar beklenebilir? Nitekim İsrail'in oluşturmaya çalıştığı güvenli bölgeler fikri, Suriye veya Lübnan topraklarından çekilmesinin ön koşulu olarak varmak istediği sınır anlaşmalarıyla çelişiyor. Bu durum, bizzat Thomas Barrack'ın teşvikiyle İsrail ile adım adım mantığıyla müzakereler yürütmeye çalışan Lübnan için müzakerelerin gidişatını belirsiz kılıyor. Zira Tel Aviv'den gelen mesaj, Lübnan tarafının ilk adımını Lübnan hükümetinin değil, İsrail'in belirleyeceği yönündeydi.

Dolayısıyla, Lübnan ile ilgili arabuluculuk konusunda, özellikle ABD’nin yeni bir yaklaşım benimsemesi gerekiyor. Bunu da Lübnan tek başına ortaya çıkaramayacağından, Lübnan ve Suriye süreçlerinin birbirine bağlanması kaçınılmaz hale geliyor. Ama bu Barrack'ın düşündüğü gibi, Beyrut'un hâlâ önünde uzun bir yol olan Şam’ı takip etmesi değil, bölgesel düzenin mantığının İran hegemonyasının İsrail hegemonyasıyla yer değiştirmesine izin vermesinin mümkün olmadığı temelinde olmalıdır. Bunun anlamı, İsrail'in Güney Lübnan ve Güney Suriye'deki davranışlarının, yalnızca İsrail çıkarlarına göre değil, yeni değişimlerle şekillenmesi gereken bölgesel düzene aykırı olduğudur.

sxdfr
ABD Başkanı Donald Trump ve İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, 29 Eylül 2025, Beyaz Saray (AFP)

Bu, Arap ve bölgesel tarafların Hizbullah'ın silahı meselesini yeni bir yaklaşım ile ele almasını ve bundan önce de Hizbullah'ın kendi silahı meselesini yeni bir yaklaşımla ele almasını gerektiriyor. Gazze ateşkes anlaşmasının sağladığı ivmeden güç alan Kahire'nin, Lübnan'da “Arap yüzlü” bir girişim başlatma kapasitesine sahip olduğu göz önüne alındığında, Mısır İstihbarat Şefi’nin geçen hafta Beyrut'a yaptığı ziyaret, bu yönde bir işaret verdi. Bu fikir, esas olarak bölgedeki gelişmelerin iki farklı ivmede, yani Lübnan'da gerginliği tırmandırırken, bir dereceye kadar Suriye ve Gazze'de gerginliği azaltma ile birlikte ilerleyemeyeceği varsayımına dayanıyor.

Ancak tüm bunlar temel engellerle karşılaşıyor. Hizbullah, katı yapılarından kurtulup Lübnan iç siyasetine ve Arap çevresine yönelik daha esnek politikalar benimseme konusunda isteksiz ve buna muktedir değil. Üstelik artan baskılar altındaki İran, bölgesel nüfuzundan olabildiğince vazgeçmek istemediğinin açık bir göstergesi olarak, en önemli bölgesel kalelerinden biri olan Hizbullah'a sıkı sıkı tutunuyor. Bu da nüfuzunu yeniden genişletme ve kabiliyetlerini geliştirme fikrinden vazgeçmediği anlamına gelebilir. Bunun anlamı ise İsrail ile İran arasında, Amerikan müdahalesiyle yeni bir savaş olasılığının oldukça gerçek, hatta belki de muhtemel olduğudur. Nitekim son iki gün içinde Irak Savunma Bakanı'nın, Amerikalı mevkidaşının kendisine ilettiğini söylediği mesajın içeriği dikkat çekiciydi. Mesajda, İran'a sadık Iraklı grupların bölgedeki olası bir Amerikan askeri harekatına müdahale etmemesinin kendi menfaatlerine olduğu belirtiliyordu. Bu mesaj, Irak'tan çok İran'a yönelikti.

ABD'nin Güvenlik Konseyi'ne sunduğu Gazze'deki uluslararası güç ile ilgili özel bir karar alınmasını öngören karar tasarısının içeriği, barışı korumaktan ziyade dayatma konseptine daha yakın

İkinci engel ise bölge ülkeleri İsrail'in artan hegemonyasına karşı koymak için aralarındaki farklılıkları, rekabetleri ve anlaşmazlıkları aşabilecek kapasitedeymiş gibi, tam teşekküllü bir bölgesel veya Arap sisteminden bahsetmenin imkansız olmasıdır. Son olarak Mısır gibi birçok önemli Arap devletinin İran ile yakınlaşmasına rağmen, bu yakınlaşma henüz bölgedeki nüfuzun yeni kurallara göre yönetilmesi konusunda bir anlaşmaya varma noktasına varmadı. Bu kurallardan ilki de İran'ın “milis imparatorluğundan” vazgeçmesidir. Dolayısıyla en fazla, değişen koşullarla birlikte Hizbullah'ın Arap sorununu çözmek için bir çerçeve üretebilecek, Hizbullah ile Mısır arasında yavaş bir diyalog gibi karşılıklı manevralar beklenebilir. Bu çerçeve, Lübnan'ın taleplerinin Trump yönetiminin Gazze ateşkes anlaşmasıyla ilgili bölgesel talepler listesine dahil edilmesine; başka bir deyişle, bu anlaşmanın Lübnan'ı ve İsrail'in güneyine yönelik saldırılarını sürdürdüğü Suriye'yi de kapsayacak şekilde genişletilmesine yardımcı olabilir.

sdfr
Suriye Devlet Başkanı Ahmed Şara ve ABD'nin Suriye Özel Temsilcisi Thomas Barrack, 29 Mayıs 2025, Şam (AFP)

Bu siyasi yaklaşıma paralel olarak, İsrail'in güvenlik yaklaşımı da her zaman mevctken, Hizbullah ateşkes anlaşmasına bağlı kalmakta ve İsrail saldırılarına yanıt vermekten kaçınmaktadır. Lübnan ve Gazze arasında, İsrail'in Lübnan'da Hizbullah'ın silahsızlandırılmamasının Gazze'de Hamas'ın silahsızlandırılmasını engelleyeceği teorisinin aksine yeni bir bağlantı varsa, bu durumda ABD'nin Güvenlik Konseyi'ne sunduğu Gazze'deki uluslararası güçle ilgili özel bir karar alınmasını öngören karar tasarısının içeriği, barışı korumaktan ziyade dayatma konseptine daha yakındır. Bu da ilk olarak Ürdün Kralı İkinci Abdullah’ın geçen hafta BBC'ye verdiği röportajda gündeme getirdiği bir konudur. Kral bahsi geçen röportajda, ülkesinin bu güce katılımını misyonunun barışı korumak şeklinde belirlenmesine bağlamıştı. Şarku’l Avsat’ın al Majalla’dan aktardığı analize göre bu, Türkiye'nin pazartesi günü uluslararası güç konusunu görüşmek üzere düzenlediği toplantıya katılmayan ve böylece bu gücün sahip olduğu BM örtüsünün herhangi bir bölgesel örtü ile değiştirilmesine karşı olduğunu gösteren Mısır'ın tutumuyla neredeyse aynı.

Ancak, karar tasarısının orijinal haliyle onaylanmasının, paralel olarak yeni bir Lübnan senaryosu yaratacağını da belirtmek önemlidir. Özellikle de İsrail'in Lübnan'a hava, kara ve belki de deniz yoluyla yeni ve büyük çaplı bir saldırı başlatması, daha sonra, Gazze anlaşmasına benzer bir ateşkes anlaşmasına varılması temelinde, Gazze deneyiminin Beyrut'ta tekrarlanabileceği göz önüne alındığında. Bu anlaşma, Hizbullah'ı silahsızlandırmakla görevli uluslararası bir gücün Lübnan'a konuşlandırılmasını da içerebilir. Zira Thomas Barrack da Lübnan ordusunun bu görevi yerine getirmesinin imkânsız olduğunu kabul etti. Peki, hangi ülkeler bu görevi yerine getirmek için asker göndermeye istekli olur ve İran rejimi değişmeden olduğu gibi kaldığı sürece bu beklenebilir mi?

Savaş ile diplomasi -hem de ne diplomasi- arasında iki yıldır süren çılgın yarışta diğer senaryolar arasındaki bir Lübnan senaryosu da budur.

*Bu analiz Şarku’l Avsat tarfından Londra merkezli al Majalla dergisinden çevrilmiştir.