‘Nehirden denize’ ifadesi, Siyonistlere mi ait yoksa Filistinlilere mi?

Filistinliler ve Araplar, otuz yıl boyunca tüm Filistin topraklarının kurtarılması hedefine sadık kaldılar

27 Şubat 2020’de Gazze’deki bir protesto gösterisi sırasında Filistinli bir kadın, Filistin Mandası’na ait bir haritayı tutuyor (AFP)
27 Şubat 2020’de Gazze’deki bir protesto gösterisi sırasında Filistinli bir kadın, Filistin Mandası’na ait bir haritayı tutuyor (AFP)
TT

‘Nehirden denize’ ifadesi, Siyonistlere mi ait yoksa Filistinlilere mi?

27 Şubat 2020’de Gazze’deki bir protesto gösterisi sırasında Filistinli bir kadın, Filistin Mandası’na ait bir haritayı tutuyor (AFP)
27 Şubat 2020’de Gazze’deki bir protesto gösterisi sırasında Filistinli bir kadın, Filistin Mandası’na ait bir haritayı tutuyor (AFP)

Şirin Yunus

“Nehirden denize Filistin, özgürdür ve Arap’tır.”

Bu, son zamanlarda İsrail’in Gazze Şeridi’ne yönelik savaşına karşı düzenlenen protestolarda pek çok kişinin dillendirdiği bir ifade. Bununla birlikte bir bağlamı ya da özel bir tarihî önemi yok. Aksine özellikle Filistin edebiyatında sonradan ortaya çıkan bir şey. Ve 1948’deki Nekbe (Büyük Felaket) sonrası bir haritayla bağlantılı coğrafi çağrışımlara sahip. Bu harita, Filistinlilerin kendi devletlerini kurma hayallerine aykırı olarak, yeni varlık İsrail için Ürdün Nehri’nin batısı ile Akdeniz arasında bir yer belirliyor.  

Al-Majalla’ya konuşan İsrailli araştırmacı Mordechai Kedar, bu bağlamda Milletler Cemiyeti’nin (daha sonraki adıyla Birleşmiş Milletler) Nisan 1920’de İtalya’nın San Remo şehrinde düzenlenen bir oturumuna işaret ediyor. Bu oturumda Balfour Deklarasyonu, resmî olarak benimsenmiş ve böylece, Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasının ardından Yahudilerin Ürdün Nehri’nin iki yakasında ve Akdeniz’e kadar olan bölgede kendileri için bir devlet kurma hakkını tanıyan uluslararası bir belge haline gelmişti.

Kedar, 1924 yılında Mavera-i Ürdün/Şarku’l-Ürdün Emirliği’nin (Ürdün Haşimi Krallığı) kurulmasının, o dönemde Siyonist hareket çevrelerinde itirazla karşılandığını söylüyor. Zira bu, kurulmaya çalışılan Yahudi devletinin alanını küçülttü. Daha sonra “nehirden denize” ifadesi ortaya atıldı. Bu ifade, Ürdün Nehri’nin batı yakasından Akdeniz’e kadar olan bölgelere (Batı Şeria ve 1948 toprakları) işaret ediyordu.

“İsrail’in Filistin topraklarının bir kısmı üzerine kurulduğu ilan edildi; Batı Şeria, Ürdün’ün yönetimi altına girdi ve Balfour Deklarasyonu’nda Siyonist hareket için öngörülen alan ise daraldı”

Filistin toplumu tarihi alanında uzman tarihçi Mahmud Yezbek ise Siyonist hareketin Osmanlı İmparatorluğu yıkılmadan önce ‘Nehirden Denize Büyük İsrail’ olarak bilinen yapıyı kurmaya dönük vizyonunu inşa ettiğini, bununla birlikte kastedilen nehirlerin siyaset ve saha gelişmelerine göre farklılık gösterdiğini ileri sürüyor. Al-Majalla’ya konuşan Yezbek, bu iddiasını şu sözlerle ifade ediyor: “Bazıları, Yahudi devletinin Nil Nehri’nden Fırat Nehri’ne kadar olan bölgede kurulacağını belirten Tevrat metinlerini takip ederken, bazıları da Büyük İsrail’in Ürdün Nehri’nin iki yakasıyla Akdeniz’e kadar olan bölgeyi kapsadığını söyledi.”

Yezbek bu iddiasını teyit etmek için, daha önce Filistin’i ziyaret eden ve Daliyat el-Karmel’de yaşayan İngiliz Hıristiyan diplomat Laurence Oliphant’ın (1829-1888) Yahudilerin sadece Filistin’e değil, Ürdün Nehri’nin doğu yakasına da yerleştirilmesi fikrini desteklediğini ve bu düşünceyle Siyonist harekete ve liderlerine destek verdiğini söylüyor.

Bu ifade, Siyonizm’e özgü bir ifade mi?

Şarku’l Avsat’ın Al Majalla’dan akatrdığı habere göre Tarihçi Johnny Mansour, Yezbek’in iddialarını destekliyor. Ona göre de “nehirden denize” ifadesi, Filistin Kurtuluş Örgütü’nün (FKÖ) kurulmasıyla birlikte Filistin koridorlarında kullanılmaya başlamadan önce, esasında Siyonist harekete özgüydü. Ze’ev Jabotinsky (1880-1940), 20’nci yüzyılın başlarında kaleme aldığı “Demir Duvar” gibi çeşitli eserlerinde Yahudilerin nehirden denize kadar olan İsrail topraklarında yaşaması ve Arap sakinlerin de bir Yahudi egemenliği altında kültürel olarak bağımsız kalmaları gerektiğini ifade etti.

Gerçekten de 1948 yılında Filistinliler büyük felaketi (Nekbe) yaşadı. Filistin topraklarının bir kısmında İsrail’in kuruluşu ilan edildi; Batı Şeria, Ürdün’ün yönetimi altına girdi ve Balfour Deklarasyonu’nda Siyonist hareket için öngörülen alan ise bir kez daha daraldı.

Foto: 15 Eylül 1948 felaketinden sonra eşyalarını taşıyan Filistinliler
15 Eylül 1948 felaketinden sonra eşyalarını taşıyan Filistinliler

Mayıs 1964 sonlarında Filistin halkının meşru temsilcisi olarak FKÖ’nün kuruluşunu öngören Filistin Ulusal Sözleşmesi imzalandı ve Filistinlilerin Ürdün Nehri’nden Akdeniz’e kadar işgal altında olan vatanlarını geri alma hakkına sahip oldukları ilan edildi. Batı Şeria, o dönemde halen Ürdün yönetimi altındaydı. Mansour’a göre bu noktada “nehirden denize” ifadesi, bu toprakların tarihî mirasının ve halkın devamlılığının bir ifadesi olarak Filistin edebiyatına girdi. Bu, Filistin’in mülkiyetini (vaat edilmiş topraklarda Tanrı’nın seçilmiş halkı için) ‘ilahi bir hak’ olarak gören Siyonist hareketle bir karşıtlık oluşturuyordu.

“Filistinliler ve Araplar otuz yıl boyunca İbrani devletini tanımayı veya onunla müzakere edip uzlaşmayı reddederek, (nehirden denize) tüm Filistin topraklarının kurtarılması hedefine sadık kaldı”

Arzu edilen Filistin devletinin sınırları, 1968 yılında (İsrail’in Batı Şeria’yı ve Gazze Şeridi’ni işgal ettiği ‘gerileme’ döneminden bir yıl sonra) Ulusal Konsey toplandığında Filistin Ulusal Sözleşmesi ilan edilirken tekrar dile getirildi. Ayrıca bu toprakların kurtarılması ve nehirden denize kadar olan bölgede demokratik Filistin devletinin kurulması gerektiği vurgulandı ve bu toprakların birliği ile bu birliğin temel bileşeni olarak dönüş hakkı da kutsandı.

Filistinliler ve Araplar otuz yıl boyunca İbrani devletini tanımayı veya onunla müzakere edip uzlaşmayı reddederek, (nehirden denize) tüm Filistin topraklarının kurtarılması hedefine sadık kaldı. FKÖ’ye bağlı gruplar ve hareketler de işgale direniş hakkını muhafaza etti.

Araplar ve Filistinliler düzeyinde dönüşümler

Gelgelelim 1980’li yılların başında Arapların Filistin-İsrail çatışması meselesine yaklaşımında bir değişikliğe şahit olundu. Özellikle Mısır ile İsrail arasındaki Camp David Anlaşması’nın imzalanmasından sonra… Nitekim barış anlaşması nedeniyle Kahire’ye yöneltilen eleştirilere rağmen Araplar, 1982 yılında Fas’ın Fes şehrinde düzenlenen Arap zirvesinde İbrani varlığını zımnen tanıdılar. Bundan beş yıl sonra da Batı Şeria’da, Gazze Şeridi’nde ve Kudüs’te ilk Filistin ayaklanması (İntifada) patlak verdi. FKÖ’ye yönelik uluslararası baskı da devam etti. Kasım 1988’de Filistin Ulusal Konseyi, Cezayir’de düzenlenen 19’uncu oturumunda, 1947 Filistin topraklarının bölünmesi ve 4 Haziran 1967 sınırlarında Batı Şeria’yı, Kudüs’ün doğu tarafını ve Gazze Şeridi’ni kapsayan bir Filistin devletinin kurulması kararını fiilen tanıyan Filistin Bağımsızlık Bildirisi’ni duyurdu. Böylece Filistin’de iki devletli çözüm ortaya çıktı.

Foto: 13 Eylül 1993’te Oslo Anlaşması’nın imzalanmasının ardından (sağda) Yaser Arafat ile İzak Rabin arasında duran Bill Clinton (AFP)
 13 Eylül 1993’te Oslo Anlaşması’nın imzalanmasının ardından (sağda) Yaser Arafat ile İzak Rabin arasında duran Bill Clinton (AFP)

1990’ların başında FKÖ, İsrail’le siyasi çözüm yoluna yöneldi ve ABD ile Avrupa’nın gözetiminde siyasi müzakerelere ve temaslara başladı. Madrid Konferansı’yla başlayan bu süreç, Eylül 1993’te Oslo Anlaşması’nın imzalanmasıyla doruk noktasına ulaştı. Bu anlaşma, Batı Şeria ile Gazze Şeridi’nin idaresini aşamalı olarak FKÖ liderliğine geri verdi. Ayrıca Batı Şeria bölgesinin yaklaşık yüzde 40’ında sivil yetkiler FKÖ’ye devredilirken, yüzde 60’ı (C Sınıfı Bölgeler) ise İsrail’in güvenlik idaresi kapsamında kaldı.

Oslo Anlaşması, Filistin Ulusal Sözleşmesi’nde değişiklik öngörüyordu. FKÖ’ye 1996 yılında Ulusal Konsey’i toplama çağrısı yapıldı. Bunun üzerine Konsey, iki devletli çözümü ve çatışmanın barışçıl yollarla bitirilmesini öngören ve Filistin devletini ilan eden 1988 Bağımsızlık Bildirisi’yle tutarlı olacak şekilde, karşılıklı tanıma mesajlarıyla çelişen maddeleri değiştirme kararı aldı.  

Bu amaçla Ulusal Sözleşmeyi yeniden formüle etmek ve sonra da sunmak üzere bir komite görevlendirildi. Nihayetinde Ulusal Konsey, Kasım 1996’da Gazze Şeridi’nde eski ABD Başkanı Bill Clinton’ın katılımıyla yeni bir oturum düzenledi ve Filistin Ulusal Sözleşmesi’nin silahlı mücadeleye ve İsrail varlığının tanınmamasına ilişkin maddelerinin çoğunu iptal etti.Ulusal Konsey’in o oturumdaki oylaması, oturumda yeterli çoğunluğa dair sorgulamalar ışığında halen tartışılıyor.

Al-Majalla’ya konuşan Mordechai Kedar, Ulusal Konsey’in o dönemde aldığı kararın belirsiz olduğunu ve sahadaki gerçekleri değiştirmediğini söylüyor. Ona göre Filistinliler, Yahudilere ait bir devlet olarak İsrail’i tanımadı ve Ürdün Nehri’nden Akdeniz’e kadar olan bölgede Filistin devletinin kurulmasını ana ilke olarak benimsemeye devam etti. Kedar, Filistinlilerin barış yönelimini ‘siyasi oyalama’ olarak niteliyor.

“Son yıllarda ‘Nehirden denize Filistin, Arap’tır’ sloganının kullanımı arttı ve özellikle İsrail’e yönelik boykot hareketinin yaygınlaşmasıyla birlikte Filistin topraklarının sınırlarını aşarak ABD’ye ve Avrupa ülkelerine kadar ulaştı”

Filistin Ulusal Sözleşmesi’nde yapılan bu değişiklik pratikte FKÖ tarafından atılan son adımdı. Bu adımın sonucunda Filistin Mandası sınırlarında (nehirden denize) bağımsız bir devlet kurma süreci, ulusal etkinliklerde katılımcıların ya da göstericilerin dillendirdiği bir slogana dönüştü. Kimilerine göre İsrail’in özellikle 1967 yılındaki hezimetten ve Batı Şeria ile Kudüs’ün doğu tarafının işgal edilmesinden sonra sahada dayattığı gerçekler, FKÖ’nün politikasındaki değişimin temelini oluşturuyordu. Bununla birlikte bu değişim; FKÖ mensubu olmayan, halen İsrail’in varlığını tanımayan ve silahlı direnişi işgali bitirmenin ve manda altındaki Filistin sınırlarında bağımsız bir devletin kurulmasının bir yolu olarak gören Hamas, İslami Cihad ve Filistin Halk Kurtuluş Cephesi-Genel Komutanlık gibi Filistinli grupların tutumlarında bir değişikliğe yol açmadı.

“Nehirden denize Filistin, Arap’tır” sloganının kullanımı son yıllarda artış gösterdi ve özellikle İsrail’e yönelik uluslararası boykot hareketinin yaygınlaşmasıyla birlikte Filistin topraklarının sınırlarını aşarak ABD’ye ve Avrupa ülkelerine kadar ulaştı. İsrailli ve uluslararası çevreler, bu sloganın kullanımını İsrail’in yıkılması için bir çağrı ve bir tür Yahudi karşıtlığı (antisemitizm) olarak görüyor. İftira ve Karalama ile Mücadele Birliği de Gazze Şeridi’ne yönelik savaş sırasında bu sloganın kullanımının arttığını ve bununla beraber kullanıcıların da ABD’de ve Avrupa’da daha fazla hedef alınmaya başladığını duyurdu.

Foto: 18 Kasım’da New York’un Brooklyn semtinde Filistin’e destek için yapılan bir gösteri (AFP)
18 Kasım’da New York’un Brooklyn semtinde Filistin’e destek için yapılan bir gösteri (AFP)

Öte yandan “Nehirden denize” ifadesini kullananların çoğu bunu, Filistin Mandası’nın tüm sakinleri için adaletle eşit haklar çağrısı ve yerleşim politikasına bir tepki olarak görüyor. Aynı şekilde boykot hareketi de bu ifadeyi ele alırken, Filistin topraklarının yönetim biçimine veya bölünmesine değinmeksizin, sömürgeci uygulamalardan vazgeçme anlayışını vurguluyor.

İsrail’in yıkılması için bir çağrı mı?

İsrail’in genelinde, özellikle de siyaset koridorlarında “Nehirden denize” ifadesi, İsrail’in yok edilmesi için bir çağrı ve İsrail’in varlığına yönelik bir itiraz olarak algılanıyor. İsrailli yetkililer de bu düşünceyi pek çok kez dile getirdi. Örneğin Başbakan Binyamin Netanyahu, savaş sırasında Fox News kanalına verdiği bir röportajda, bu sloganının dillendirilmesi ve savaş karşıtı etkinlikler kapsamında kullanılması bağlamında şu yorumu yaptı: “Nehirden denize ifadesi, İsrail’in yok olması demek.”

Tarihî açıdan peş peşe gelen İsrail hükümetleri, aynı ilkeye dayalı olarak İsrail’in sınırlarını genişletmeye çalıştı. Hatta bazen Tevrat metinlerinde yer alan bir ifadeyle “tüm İsrail topraklarında” aşamalı olarak bir Yahudi devleti kurulması ilkesine göre nüfuzunu yaymak için dinî anlatıyı benimsedi. Bu “tüm İsrail toprakları”; İsrail’in 1967’deki Altı Gün Savaşı’nda, Mısır’la barış anlaşması imzalayıp da Sina Yarımadası’ndan çekilmeden önce ele geçirdiği Arap topraklarının yanı sıra Ürdün kurulmadan önceki İngiliz Mandası sınırlarını kapsıyor.

1948 Nekbe’sinden sonra ‘Büyük İsrail Ülkesi’ ideolojisi, çeşitli İsrailli partilerin ortak paydası oldu. Pratikte ise ‘gerilemeden’, Doğu Kudüs’ün İsrail kontrolüne geçmesinden ve Batı Şeria ile Gazze Şeridi’nin işgal edilmesinden sonra güçlendi. O dönemde Batı Şeria’da, Gazze’de, Kudüs’te, Golan’da ve Sina’da yerleşim yerleri inşa edilmesi çağrısında bulunan sesler arttı ve milliyetçi dindar hareket Gush Emunim gibi sağcı hareketler kuruldu. Bununla birlikte 1967-1980 yılları arasındaki İsrail hükümetleri, bu bölgelerde çok sayıda İsrailli yerleşim birimi kurmak için acele etmedi ve gizliden gizliye nüfusun, İsrail’in güvenliği için hayati önem taşıyan ve en az sayıda Filistinliyle olabildiğince geniş topraklar üzerinde kontrol kurmayı mümkün kılan yerlere ‘dağıtılmasına’ yönelik çeşitli planlar benimsedi.

Bu planlardan biri de eski Palmah-Haganah liderlerinden ve İsrail ordusu komutanlarından biri olan, ayrıca İşçi Partisi milletvekilleri arasında yer alan Yigal Allon tarafından ortaya atıldı. Bu plan, 1967’de işgal edilen topraklarının bir kısmını, özellikle Kudüs’ü, Ürdün Vadisi’ni ve Gush Etzion’u (Batı Şeria’nın güneyini) yerleşimler yoluyla ilhak etmeyi öngörüyor.

“İsrail’in Gazze Şeridi’ne yönelik savaşı devam ederken, dindar Siyonist partilerde ve bazı liberal sağcı çevrelerde Gazze Şeridi’nde yeniden yerleşim yerleri inşa edilmesi ve buradaki güvenlik kontrolünün ele geçirilmesi yönünde sesler yükseliyor”

Likud Partisi’nin 1977 yılında İsrail yönetiminin başına geçmesinin ardından yerleşim hareketi, bariz bir genişleme yaşadı. Bu genişleme, ‘Büyük İsrail Ülkesi’ vizyonuna göre bir coğrafi devamlılık sağlamayı, dolayısıyla da bir Filistin devleti kurulması ihtimalini baltalamayı hedefleyen sağcı bir ideolojiye dayanıyordu. Bazı İsrailli gruplar, Likud hükümetinin yerleşim birimleri inşa etmesinin, Likud tabanına mensup toplumsal kesimler arasında konut krizine sebep olan ekonomik krizle başa çıkmak için olduğunu düşünüyor.

Yerleşim ideolojisi

Siyasi koşullar değişti ve önce Mısır’la, daha sonra FKÖ’yle barış anlaşması imzalandı. Ardından İsrail, dinî Siyonizm’e ve aşırı sağa mensup hareketlerin gösterdiği yoğun muhalefet ortamında Gazze Şeridi’ndeki yerleşimlerden çekildi. Bununla birlikte Batı Şeria’da yerleşim birimleri inşası, iki devletli çözüm konuşmaları yapılırken bile gerilemedi. Dahası ‘tüm İsrail toprakları’ düşüncesi, bugün halen sağcı çevrelerde dillendiriliyor.

Foto: Haziran 2021’de Kudüs’ün Şey Cerrah mahallesinde yerleşimciler ile Filistinliler arasında çıkan anlaşmazlık (AFP)
Haziran 2021’de Kudüs’ün Şey Cerrah mahallesinde yerleşimciler ile Filistinliler arasında çıkan anlaşmazlık (AFP)

İsrail’in Gazze Şeridi’ne yönelik savaşı devam ederken, dindar Siyonist partilerde ve bazı liberal sağcı çevrelerde Gazze Şeridi’nde yeniden yerleşim yerleri inşa edilmesi ve buradaki güvenlik kontrolünün ele geçirilmesi çağrısında bulunan sesler yükseliyor. Örneğin Likud Milletvekili Nissim Vaturi, bir basın açıklamasında, Gazze Şeridi’ndeki yerleşim faaliyetinin yeniden başlaması ve yerinden edilmiş Filistinlilerin, eğer Mısır onları kabul etmezse, Danimarka’ya gönderilmesi gerektiğini söyledi.

Ulusal Güvenlik Bakanı Itamar Ben-Gvir de İsraillilerin güvenliğini temin etmek uğrunda Gush Katif’teki yerleşim faaliyetlerini (Gazze Şeridi’ndeki eski yerleşimler) yeniden başlatmaktan ve Gazze’yi işgal etmekten çekinmediğini dile getirdi.

Sahada “tüm İsrail toprakları” ve “Nehirden denize Filistin özgürdür” ifadeleri, İsraillileri ve Filistinlileri bilinmez bir akıbete sürüklerken, iki taraf arasındaki siyasi çıkmaz da tek devletli çözümü destekleyen ya da bundan çekinen sesleri artırıyor.

Bu makale Şarku’l Avsat tarafından Londra merkezli Al Majalla dergisinden çevrilmiştir.



Yüksek Savunma Konseyi'nin Filistinlilerin silahlarını teslim etmelerine istemesi Hamas'ı Lübnan'da zor durumda bırakıyor

Cumhurbaşkanı Joseph Avn başkanlığında toplanan Yüksek Savunma Konseyi, hükümete Hamas'ı Lübnan topraklarını ulusal güvenliğe zarar verecek eylemler için kullanmaması konusunda uyarması yönünde tavsiye kararı aldı (Lübnan Cumhurbaşkanlığı)
Cumhurbaşkanı Joseph Avn başkanlığında toplanan Yüksek Savunma Konseyi, hükümete Hamas'ı Lübnan topraklarını ulusal güvenliğe zarar verecek eylemler için kullanmaması konusunda uyarması yönünde tavsiye kararı aldı (Lübnan Cumhurbaşkanlığı)
TT

Yüksek Savunma Konseyi'nin Filistinlilerin silahlarını teslim etmelerine istemesi Hamas'ı Lübnan'da zor durumda bırakıyor

Cumhurbaşkanı Joseph Avn başkanlığında toplanan Yüksek Savunma Konseyi, hükümete Hamas'ı Lübnan topraklarını ulusal güvenliğe zarar verecek eylemler için kullanmaması konusunda uyarması yönünde tavsiye kararı aldı (Lübnan Cumhurbaşkanlığı)
Cumhurbaşkanı Joseph Avn başkanlığında toplanan Yüksek Savunma Konseyi, hükümete Hamas'ı Lübnan topraklarını ulusal güvenliğe zarar verecek eylemler için kullanmaması konusunda uyarması yönünde tavsiye kararı aldı (Lübnan Cumhurbaşkanlığı)

Hamas ile Lübnan otoritesi arasındaki ilişki iç savaştan bu yana görülmemiş bir noktada. Mart ayında İsrail'e roket fırlatmasının ardından Lübnan Yüksek Savunma Konseyi'nin Cuma günü hareketin adını anarak Lübnan topraklarını ülkenin “ulusal güvenliğine zarar verecek eylemler” için kullanmaması konusunda uyarıda bulunması, Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas'ın bu ayın 21'inde Beyrut'a yapması beklenen ziyareti sırasında akıbetine karar verilmesi beklenen Lübnan'daki Filistin silahları meselesine yaklaşımda önemli bir gelişme teşkil ediyor.

Lübnan'daki Hamas liderleri Yüksek Savunma Konseyi'nin duyurusu hakkında yorum yapmaktan kaçınırken, Şark'l Avsat'a konuşan kaynaklar hareketin liderliği tarafından daha sonra bir açıklama yapılacağını söyledi.

Lübnan ordusu geçen ay yaptığı açıklamada 22 ve 28 Mart 2025 tarihlerinde işgal altındaki Filistin topraklarına yönelik iki roket fırlatma operasyonu gerçekleştiren, aralarında Lübnanlı ve Filistinlilerin de bulunduğu grubun tespit edildiğini duyurmuş, bunun sonucunda bazı grup üyelerinin tutuklandığını ve iki operasyonda kullanılan mekanizma ve ekipmanların ele geçirildiğini kaydetmişti. Daha sonra AFP'ye konuşan bir güvenlik kaynağı da Lübnan ordu istihbaratının ikisi Filistinli, biri Lübnanlı olmak üzere Hamas mensubu üç kişiyi tutukladığını söyledi.

Şarku'l Avsat'ın kısa süre önce üst düzey bir Lübnanlı kaynaktan aktardığına göre Lübnanlı yetkililer Hamas'tan roket saldırısına karıştıkları gerekçesiyle aranan diğer kişileri de teslim etmesini isteyecek.

Hamas'ın Katar kararı

Siyasi yazar Kasım Kassir Şarku'l Avsat'a verdiği demeçte Yüksek Savunma Konseyi'nin tutumunun Lübnan'ı bir çatışma arenasına dönüştürmeyi reddeden resmi tutumla uyumlu olduğunu ve son gelişmelerden sonra bunun Lübnan'ın çıkarına olduğunu belirterek edindiğimiz bilgilere göre Hamas Lübnan'ın güvenliğine önem veriyor ve Lübnan'ın güvenliğine zarar vermeyi reddetiğini belirtti. Bir soruya cevaben Kassir, “Hamas'ın kararının şu anda liderliğinin bulunduğu Katar'da olduğunu” açıkladı.

Sınırlı seçenekler

Hamas'ın Lübnan'daki mevcut durumunu yakından izleyenler, örgütün kuşatıldığı ve çok sınırlı seçeneklere sahip olduğu, Lübnan devletinin kendisinden silahlarını teslim etmesini istemeye kadar varan taleplerine yanıt vermekten başka çaresi olmadığı konusunda hemfikir.

Filistinli bir araştırmacı olan Tatweer Studies Center direktörü Hişam Dabsi Şarku'l Avsat'a şu değerlendirmelerde bulundu: “Yüksek Savunma Konseyi'nin kararları, Lübnan topraklarındaki Filistin silahlarının dosyasını açmayı amaçladığı için doğru yönde atılmış bir adımdır. Karar bir uyarı ve yargı denetimi içermekle birlikte, Filistinli olsun ya da olmasın, Hamas olsun ya da olmasın, herhangi bir tarafın yasalar dışında yürüttüğü herhangi bir askeri faaliyete karşı kesin bir siyasi duruş da taşımaktadır. Dolayısıyla bu adımın herkesi sorumluluklarının önüne koyduğuna ve Hamas'ın Ayn el-Hilve kampında arananların teslim edilmesi konusunda işbirliği yapması gerektiğini vurguladığına inanıyorum.

Bu gerçekleşmediği takdirde sürecin katı bir güvenlik ve yargı yoluna gireceğine şüphe yoktur.”

“Hamas önümüzdeki günlerde Lübnan meşruiyetinin egemenliğine bağlılığı ve Lübnan devleti ve kurumlarıyla işbirliği yapma konusundaki iyi niyetinin bir göstergesi olarak aranan kişileri teslim edip etmeyeceği ya da bundan kaçınmaya devam edip etmeyeceği konusunda bir sınavla karşı karşıya” diyen Dabsi, ”Hareketin önünde çok fazla seçenek yok, ya kendisini Lübnan meşruiyetine karşı çıkma ve isyan etme kategorisine sokacak ki bu da Ya kendisini Lübnan'ın meşruiyetine itiraz ve isyan kategorisine sokar ki bu çok maliyetli bir seçenektir ya da pozisyonunu yeniden gözden geçirir ve Lübnan devletinin taleplerine yanıt verir ki bu benim açımdan en olası seçenektir, özellikle de sağlam olmayan iç durumu ve bu aşamadaki zayıf durumu göz önüne alındığında şu anda tırmandırıcı bir itirazda bulunmak için gerçek bir fırsatı olmadığı için. Ayrıca İran ile çalışmaya devam eden aşırılık yanlısı eğilimler ile bu askeri çıkmazdan kurtulmaya çalışan ve Müslüman Kardeşler'in daha geniş çerçevesi içinde siyasi bir hareket olarak yeniden dönmeyi arzulayan diğer eğilimler arasında ciddi iç bölünmelerden muzdarip.”

Abbas'ın Beyrut'a yapacağı ziyaretin hedefleriyle ilgili olarak Dabsi şunları söyledi: “Yeni dönem, devletin egemenliğini Filistin kampları da dahil olmak üzere tüm topraklara yayma ve Suriye rejiminin Bekaa ve Nameh'teki Filistin askeri varlığının tasfiyesini tamamladıktan sonra kamplardaki silah olgusunu sona erdirmek için Filistin Yönetimi tarafından desteklenen bir Lübnan yol haritası geliştirmeye çalışma gibi tarihi bir görevle karşı karşıya olduğundan, iki meşruiyet arasındaki resmi ilişkilerin uluslararası, bölgesel ve Lübnan'daki gelişmeler ışığında yeniden düzenlenmesinden daha önemli bir hedef yoktur.”

Hamas'ın Lübnan'daki rolünün evrimi

Hamas'ın Lübnan'daki varlığı geçtiğimiz yıllarda medya, siyasi, kültürel, sosyal ve kitlesel faaliyetlerle sınırlı kalırken, hareketin güvenlik ve askeri faaliyetlerdeki yükselişi Aralık 2022'de Kuzey Kulesi kampında meydana gelen patlamadan sonra ortaya çıkmaya başladı; o dönemde patlamanın dizel yakıt deposunda çıkan ve Hamas'a ait bir mühimmat deposuna sıçrayan bir yangından kaynaklandığı bildirilmiş, Hamas ise konuyu yalanlayarak Koronavirüse (COVID-19) karşı koruma sağlayan malzemelerin bulunduğu bir depodaki elektrik kontağından kaynaklandığını söylemişti.

Güney Lübnan'daki Ayn el-Hilve Filistin mülteci kampındaki ortak güvenlik gücü dışında Hamas'ın hiçbir askeri ya da güvenlik operasyonu kaydedilmedi. Ancak El-Aksa Tufanı Operasyonu ve Hizbullah'ın Lübnan'ın güneyindeki Ayn el-Hilve Filistin mülteci kampını dönüştürmesiyle durum tamamen tersine döndü. Güney Lübnan, Gazze'ye destek cephesine dönüştü. Bu durum, hareketin askeri kanadı olan Kassam Tugayları ve diğer silahlı grupların, Hizbullah'ın gözetimi ve kontrolü altında kalmasına rağmen, Lübnan topraklarından işgal altındaki Filistin topraklarına askeri operasyonlar düzenlemesine ve roket fırlatmasına yol açtı.

Ekim 2023'ten bu yana hareket, Lübnan'daki üyelerine ve liderlerine yönelik birçok suikasta maruz kalmıştır ve bu suikastlar devam etmektedir. İsrail, Ocak 2024'ün başlarında Beyrut'un güney banliyölerinde hareketin başkan yardımcısı Salih el-Aruri'yi hedef almıştı.