Ortadoğu: Geçmişin yanılsamaları ve geleceğin hayalleri

Arap ülkeleri, Filistin'i yutma girişiminin başlangıç ​​olacağını anlamalı

Filistinli bir çocuk, İsrail'in Gazze Şehri'nin Zeytun mahallesinde yerlerinden edilmiş kişilerin kaldığı bir okula düzenlediği hava saldırısının arkasında bıraktığı enkazın arasında oturuyor, 21 Eylül 2024 (AFP)
Filistinli bir çocuk, İsrail'in Gazze Şehri'nin Zeytun mahallesinde yerlerinden edilmiş kişilerin kaldığı bir okula düzenlediği hava saldırısının arkasında bıraktığı enkazın arasında oturuyor, 21 Eylül 2024 (AFP)
TT

Ortadoğu: Geçmişin yanılsamaları ve geleceğin hayalleri

Filistinli bir çocuk, İsrail'in Gazze Şehri'nin Zeytun mahallesinde yerlerinden edilmiş kişilerin kaldığı bir okula düzenlediği hava saldırısının arkasında bıraktığı enkazın arasında oturuyor, 21 Eylül 2024 (AFP)
Filistinli bir çocuk, İsrail'in Gazze Şehri'nin Zeytun mahallesinde yerlerinden edilmiş kişilerin kaldığı bir okula düzenlediği hava saldırısının arkasında bıraktığı enkazın arasında oturuyor, 21 Eylül 2024 (AFP)

Mustafa Feki

Ortadoğu'daki çatışmanın taraflarının çalkantılı düşüncelerini ifade eden yaygın bir sembolik hikaye vardır. Buna göre bir akrep, bir arıyı bir kıyıdan diğerine taşıyordur ve suyu geçerken aralarında bir konuşma geçer, bunun üzerine arı onu sokar ve akrep de aynı şekilde karşılık verince hem saldırgan hem de saldırıya uğrayan boğulur.

Ortadoğu ikilemi bugün tüm tasavvurları aşıyor ve çatışmanın uzunluğu, tarafların çokluğu ve aralarındaki nefretin derinliği açısından yeni bir rekor kırıyor. Yahudilere Filistin'de bir ulusal vatan vaat edenler, Yahudilerin sözde ulusal vatanlarına yönelik umutlarına ve özlemlerine sempatiyle bakmak adına işledikleri suçun boyutunun en çok farkında olanlardır.

Çatışmanın gelişmelerini dikkatle düşünen herkes, saldırıya uğrayanlar, toprakları işgal edilenler, vatanlarından sürülenler de dahil olmak üzere tüm tarafların hata yaptığını anlayacaktır. Sorun karmaşık, kompleks ve çok yönlü hale geldi ve istisnasız tüm bölge ülkelerinden, farklı derecelerde de olsa, bu kanlı çatışmanın bedelini ödemeleri talep edilir oldu.

Biz, benim kuşağım ve belki de ondan önceki kuşak ile bizden sonraki üçüncü kuşak da çatışmanın bitmesi ve bir arada yaşama mantığının kabul edilmesi, İsrail’in, bir asırdan fazla süredir - ki buna 1897’deki Basel Konferansı'ndan günümüze kadar geçen on yılları da ekleyebiliriz- durmayan barbar, beceriksiz ırkçı politikalarını ve saldırgan yerleşimci yöntemlerini uygulamaktan vazgeçmesi umuduyla yaşadı.

Filistinliler ile Yahudiler ya da Araplar ile İsrail Devleti arasındaki o uzun çatışmanın geniş dosyasına giren aşamaları belki şu noktalarla özetleyebiliriz:

Birinci aşama, İsrail'de ulusal bir vatanın çekirdeği sayılacak “devlet” adı altında Siyonist bir oluşum kurulması çağrısının başlangıcı ile birlikte başladı. Araplar bu konuya en baştan dikkat etmediler. Birçoğu bunu Arap Maşrık (Levant) ülkelerindeki dini gruplar arasındaki çatışmanın bir parçası olarak değerlendirdi. Bu çatışma ve devlet talebi daha önceki aşamalarda söz konusu dini gruplar arasında alışıldık bir şeydi. Ancak mesele gelişti ve 2 Kasım 1917'de Dışişleri Bakanı Balfour diasporadaki Yahudi halkının umutlarına sempati gösterdiğinde, İngiltere çatışma hattına dahil oldu. Bu, Ortadoğu'daki nüfuz alanlarını İngiltere ve Fransa arasında paylaştırmayı amaçlayan Sykes-Picot anlaşması sırasında yaşandı. Bu anlaşma ve Birinci Dünya Savaşı, Türklerin yenilgisi ve Şerif Hüseyin'in Arap projesinin başarısızlığından sonra yeni bir Arap ülkeleri haritası ortaya çıktı. Şerif Hüseyin’in başarısız olması üzerine bölgede çeşitli Haşimi krallıkları kuruldu ama sadece parlaklığı ve bölgedeki hayati rolüyle Ürdün Haşimi Krallığı ayakta kaldı.

Bu durakları, İsrail'in zaman içinde sıçradığını, hakkı olmayanı gasp etmeye, başkasının toprağına el koymaya çalıştığını, geçmişin yanılsamalarından yola çıkarak, hayal ile gerçeği birbirine karıştıran tezler ileri sürdüğünü, dünyanın en eski bölgelerinden biri olan Ortadoğu'da tarihi ve insanlığın gidişatını çarpıtmak için kullandığını herkes anlasın diye hatırlatıyorum. Bunun için hepsi de başkalarının haklarını yutan, kendisini Arap toprakları Filistin'de tek kontrol ve tek söz sahibi deklare eden Tevrat’tan sloganlar ve İbrani mitleri kullandı. İslam ve Hıristiyan kutsallarını hiçe saymanın yanı sıra, insanları korkuttu, emniyet içinde yaşayanlara korku saldı, son 80 yılda tarihe fitne tohumları ekti.

İkincisi, bundan sonra, Siyonist hareketin hakikatin kolunu bükmeye ve ona İbrani devletinin uzun vadeli hedeflerine hizmet edecek şekilde boyun eğdirmeye çalıştığı mücadele aşaması geldi. Filistinliler topraklarına dokunulmasını, miraslarına el konulmasını, vatanlarının çalınmasını kabul etmediler. Devrimlerinin ateşi 1920'lerden itibaren patlamalar ve ayaklanmalarla alevlenmeye başladı. 1930'lu yıllar ile Taksim Kararı ve İsrail Devleti'nin kuruluşunun deklare edilmesinden sonra Nekbe’nin kasvetli yüzünü gösterdiği döneme kadar kanlı bir hal aldı. İsrail Devleti’nin kuruluşu aralarında Amerika Birleşik Devletleri ve dönemin Sovyetler Birliği'nin de bulunduğu büyük güçlere ek olarak, tarihsel olarak Siyonist harekete sempati duyan ve Arap dünyasının kalbinde Siyonist bir devletin kurulmasını kesinlikle destekleyen Batılı ülkeler grubu tarafından da onaylandı.

Araplar, geçmişin rötuşlarından ve karanlık çağların hastalıklarından arınmamış derin bir nefret söylemiyle Filistin halkına düşman bu en tuhaf düşmanla mücadele etmek için geç de olsa uyanmaya başladılar. Ama bu karanlık çağda Yahudiler insanlığın vicdanını sarsan iğrenç bir terör sahnesi ile bir vatan çaldılar, bir halkı yerinden ettiler, sakinlerinin evlerini başlarına yıktılar, hatta Filistinlilerin yaşam hakkını bile reddettiler.

Üniversitesinde eğitim gördüğüm ve diplomat olarak çalıştığım Londra'yı ziyaretim sırasında, şehrin sokaklarında dolaşırken yolların çoğunun kapalı olması ve sloganların kulakları sağır eden uğultusu beni oldukça ürküttü. Daha sonra bunların şu ana kadar neredeyse bir yıl boyunca devam eden dehşet verici sahnelerin ardından Filistin halkı, ölen çocukları, yaslı anneleri ile dayanışma için yapılan gösterilerde atılan sloganlar olduğunu keşfettim. İsrail Başbakanı ise çatışmayı sürdürmek istiyor ve ordusu, daha fazla saldırıyor, açıkça suikastlar düzenliyor, Filistin caddeleri ve sokaklarında soğukkanlılıkla infazlarda bulunuyor. Elektronik cihazları patlatarak sahiplerini öldürüyor ve gece yeri bir yatak, gökyüzünü yorgan edinen yüz binlerce insanı az bir eşya ile aç ve susuz bitmek bilmeyen bir göçle bir yerden başka bir yere sürüklüyor. Bu, çağımızın trajedisi ve milyonlarca insanın çağdaş dünyada eşi benzeri olmayan bir acısıdır.

Üçüncüsü, geleceği inşa etmek için bugünü analiz etmek istiyorsak, geçmişin yanılsamalarından, çağın ve uluslararası toplumun gerçeklerini ve çeşitli boyutlarını incelemeye geçiş yapmalıyız. Hikayenin bölümleri henüz tamamlanmadı ve yakın gelecekte iyimser olmamızı gerektiren veya Filistin halkının meşru hedeflerinin gerçekleşeceğine inanmamıza olanak tanıyan şeyler görünmüyor. Herkes Netanyahu ve aşırı sağ hükümetin reddettiği iki devletli çözümden bahsetse de, biz adalete en yakın çözümün tek bir devletin kurulması olduğunu açık yüreklilikle söylüyoruz. Bu devlet, Araplar ile Yahudileri eşit temelde kapsamalı, yönetimde adil bir iktidar devir teslimi ile siyasi rotasyona izin vermeli. Vatandaşları arasında ayrım yapmayan, evlatlarını ayırmayan, dahası zamanın ruhuna uygun, uluslararası meşruiyete saygı duyan ve bir arada yaşama kavramını kabul eden tam demokratik bir devlet olmalı. Bunun boş bir hayal olduğunu söyleyenler olabilir. Nitekim bir gaflet anında, görünmeden, gerçeği çarpıtarak yerleşen İsrail varlığının yanında yerleşik tarihi Filistin varlığına saygı duyan tek bir devlette kim işleri yola koyabilir ve adalet terazisini kurabilir?

Dördüncüsü, Arap ülkeleri, Filistin'i yutma girişiminin bir başlangıç ​​olacağını anlamalılar. Kelile ve Dimne kitabındaki kara öküzün “Asıl ben beyaz öküzün yenildiği gün yenilmiştim” sözünü burada tekrar ediyorum. Siyonist hareket, dünya ulusları ve dünya halkları arasında benzerini pek bilmediğimiz, sömürgeciliğin özel bir türünü temsil eden saldırgan, ırkçı bir harekettir. Trajedi devam ediyor ve adaletsizlik ortada. Medeniyet hukukunun ve insan düşüncesinin değil, güçler dengesinin hakim olduğu çağımızda çifte standart politikası sürüyor. Ama insan aklı, karanlık uzun süre hüküm sürse ve gerçekler onlarca yıl saklı kalsa da yenilenmekten, uygarlaşmaktan ve ilerlemekten vazgeçmez. Böylece bir gün sabah gelir ve tüm insanların cinsiyet, renk, inanç ayrımı olmaksızın vatandaşlık mantığına göre eşitlik içinde yaşayacağı yeni bir devletin üzerine güneş doğar.

Gelin, Gazze şehitlerinin kanlarının ve çocuklarının parçalanmış bedenlerinin, Ortadoğu halklarına umut veren, umutların gerçekleştiği, uluslararası barış ve güvenliğin sağlandığı, kalkınmaya, devam etmeye ve yaşamı sürdürmeye olanak tanıyan sağlam temeller, güçlü sütunlar üzerinde çatışmanın sona erdiği bir geleceğe ışık tutan yeni bir itici güce dönüşeceği günü sabırsızlıkla bekleyelim.

Bunlar, evrenin geniş sahnesinde birbirini takip eden medeniyetlerin, semavi dinlerin ve insan hukukunu diğerlerinden önce tanıyan milletlerin evlatlarının düşünceleridir. Bu çatışma bir gün bitecek mi?

*Bu makale Şarku’l Avsat tarafından Independent Arabia’dan çevrilmiştir.



İsrail Lübnan'da haritaları değiştirmeye başlarken İran ‘Hasani yaklaşımına’ geri döndü

İsrail’in Lübnan'ın güneyindeki Zevtar beldesine düzenlediği füzeli saldırıda etrafa saçılan kıvılcımlar (AFP)
İsrail’in Lübnan'ın güneyindeki Zevtar beldesine düzenlediği füzeli saldırıda etrafa saçılan kıvılcımlar (AFP)
TT

İsrail Lübnan'da haritaları değiştirmeye başlarken İran ‘Hasani yaklaşımına’ geri döndü

İsrail’in Lübnan'ın güneyindeki Zevtar beldesine düzenlediği füzeli saldırıda etrafa saçılan kıvılcımlar (AFP)
İsrail’in Lübnan'ın güneyindeki Zevtar beldesine düzenlediği füzeli saldırıda etrafa saçılan kıvılcımlar (AFP)

Husam İtani

Hizbullah'a yakın analistler ve yazarlar, Hizbullah destekçilerine İsrail basınını takip etmelerini tavsıyor ediyor ve Haaretz, Yediot Ahronot ve Maariv gibi İsrail gazetelerindeki makalelerin ve İsrail televizyonlarındaki siyasi programların, İsrail’de kötüye giden ve tam bir çöküşe ve Hizbullah liderlerinin Mescid-i Aksa'da namaz kılma vaatlerinin yerine getirilmesine gittikçe yaklaşan iç siyasi, ekonomik ve sosyal durum hakkında önemli bilgiler barındırdığını söylüyorlar.

Ancak bahsi geçen analistler ve yazarlar, İsrail toplumunun yakında çökeceğine dair kötümser makaleler ve tahminlerden çok daha fazlasını kaçırmış görünüyorlar. Örneğin, Binyamin Netanyahu hükümetinin, Hizbullah'ın felaketle sonuçlanan Aksa Tufanı Operasyonu'nun ardından Hamas'ı desteklemek için sözde oyalama savaşının ilk günlerinden beri Lübnan için neler hazırladığına dair açık ve net bir şekilde yapılan açıklamaları gözden kaçırdılar. İsrailli yetkililerin, 60 bin kişinin yerinden edildiği kuzeydeki statükoya müsamaha göstermeyeceklerine dair uzun süredir yapılan tehditlerden ve uyarılardan habersizler.

İsraillilerin Hamas gibi kendilerine karşı bir tehdit olarak gördükleri bir örgütün sınırlarının hiçbir yerinde var olmasına ve Aksa Tufanı’nın ne pahasına olursa olsun tekrarlanmasına izin vermeyeceklerini duyurmalarının üzerinden çok zaman geçmedi. Bu sözler açık bir şekilde, 2018 yılında İsrailliler tarafından keşfedilen ve İsrail içlerine kadar uzanan tünelleri, Hizbullah sözcüleri ve diğer yetkilileri tarafından geniş başlıkları ve hatta detaylarıyla anlatılan ‘Celile'yi Kurtarma Operasyonu’ planında kullanılmak üzere inşa edilen tünelleri, Hizbullah’ın Rıdvan Gücü’nün İsrail'in kuzeyindeki yerleşim birimlerini ele geçirmedeki rolü ve benzerleri hakkında çok şey söylenen Hizbullah'a yönelikti.

‘Dikkat dağıtma savaşının’ ilk günlerinden itibaren İsrail'in kendisine yönelik roket saldırılarına karşılık verme biçiminde köklü bir değişiklik olduğu görüldü. İsrail, çağrı cihazlarının ve telsizlerin patlatılmasından ve son büyük hava saldırılarından önce Lübnan’da siviller dışında 426 Hizbullah üyesi ve 26 Emel Hareketi üyesini öldürdü. Yaklaşık bir yıldır aralıklarla devam eden çatışmalarda ölen Hizbullah üyesi sayısının İsrail ile çatışma tarihinde daha önce görülmemiş bir rakam olduğu açıktı. Çağrı cihazı ve telsiz saldırıları, Rıdvan Gücü komutanlığına yapılan hava saldırısı ve şiddetli bombardımanlarla tablo daha da kötüleşti.

Peki İsrail neyin peşinde?

Başbakan Netanyahu, Savunma Bakanı Yoav Gallant ve (genellikle pek ciddiye alınmayan Avichai Adrai de dahil) ordu sözcüleri tarafından yapılan sözlü ve yazılı açıklamalar yan yana konulduğunda İsrail'in planı büyük bir doğruluk ve netlikle çizilebilir. İsrail, Lübnan topraklarından on ila on beş kilometre içerideki tüm yaşam unsurlarını yok edecek ve sadece sivil halkın değil Lübnan ordusunun da geri dönüşünü engelleyecek. Dolayısıyla bu bölge Hizbullah üyelerine de yasaklanacak. İsrail sınırından yaklaşık yirmi kilometre uzaklıktaki Litani Nehri'ne kadar uzanan bölgeler sıkı güvenlik kontrolü altına alınacak ve sivillerin hareket etmesinin zor olduğu bir ‘ölüm bölgesi’ haline getirilecek.

İsrail, Lübnan topraklarından on ila on beş kilometre içerideki tüm yaşam unsurlarını yok edecek.

İsrail Gazze'de yaptığını Lübnan'da iki aşamalı olarak tekrarlıyor. Bu aşamalardan birincisi, Güney Lübnan'ın büyük bir bölümünü doğrudan ateşle kontrol altına almak, ikincisi ise durumu 7 Ekim 2023'teki haline getirecek diplomatik bir çözümü kabul etmemek.

ABD Başkanı Joe Biden’ın Özel Temsilcisi Amos Hochstein, bölgeye gerçekleştirdiği son ziyarette Lübnan’ın geçici Başbakanı Necip Mikati ve Meclis Başkanı Nebih Berri ile görüşerek Hizbullah'ı ateşkes için diplomatik çabalara yanıt vermeye ikna etmelerini istedi. Ancak Hizbullah'ın Gazze'yi desteklemeye devam etme ve Gazze'de ateşkes sağlanmadan İsrail’in kuzeyinde yaşayanların geri dönmelerine izin vermeme konusundaki kararlı duruşuyla karşılaştı. Hochstein, İsrail'de de kuzey sakinlerinin gerekirse zorla geri döneceklerine dair Hizbullah'ınkine benzer bir uzlaşmazlıkla karşılandı. Burada İsrail'in Lübnanlıların ve Filistinlilerin yaşamlarına ve haklarına değer vermediğini ve hiçbir zaman da vermeyeceğini söylemeye bile gerek yok.

rthth
İsrail'in kuzey semalarında uçan bir savaş uçağı, 23 Eylül (Reuters)

Nasıl ki Netanyahu hükümeti 7 Ekim saldırısının tekrarlanmasını önlemek bahanesiyle Hamas'ın ya da Filistin Yönetimi’nin Gazze'de iktidara geri dönmesine karşı çıkıyorsa aynı şekilde Hizbullah'ın hatta Lübnan'daki meşru yönetimin iktidara geri dönmesini de engellemeyi planlıyor. Buna hem Lübnan'da hem de Filistin'de siyasi bir çözümün tartışılmaması eşlik ediyor.

İsrail planının ikinci aşaması çağrı cihazlarının patlatılmasıyla başladı. İsrail, bunun hemen akabinde Hizbullah'ın hareket etme ve karşılık verme yeteneği en yüksek birimini vurmak için ‘kafa kesme operasyonları’ diye adlandırılan operasyonlarla Rıdvan Gücü komutanlarını öldürdü.

Elit birliğin karar merkezini ortadan kaldırılarak Hizbullah'ın taarruz kabiliyetlerinin sekteye uğratılması ve ardından 23 Eylül Pazartesi günü gerçekleştirilen yoğun saldırılar, bir yandan Radvan Gücü’nün misilleme niteliğinde bir kara harekatı başlatmasını, diğer yandan birçoğu araç ve kamyonlar üzerinde taşınan Hizbullah füzelerinin tahkimatlarından çıkarılarak hazır müdahale planlarına göre önceden belirlenmiş ateşleme noktalarına ulaşmasını engellemeyi amaçlıyordu.

Bir başka deyişle İsrail güçleri istihbarat servisleriyle iş birliği yaparak çağrı cihazı ve telsiz patlamaları saldırısından bu yana art arda gerçekleştirilen saldırıların yarattığı şok halinden faydalanarak askeri operasyonlarda üstünlüğü ele geçirdi ve Hizbullah’ı hazırladığı güçle karşılık verme imkanından mahrum bıraktı.

Dikkat edilmesi gereken ikinci bir nokta ise İsrail'in Lübnanlı sivillere Hizbullah'ın silah depoladığı evlerden uzak durmaları yönünde yaptığı çağrıların pratikte Hizbullah üyelerinin konuşlandığı tüm bölgelerin boşaltılması çağrısı olması. Hizbullah üyelerinin konuşlandığı tüm bölgelerin boşaltılması çağrısı, siviller arasında herhangi bir evin silah deposu olabileceği ve dolayısıyla İsrail’in hava saldırılarına açık hedef olduğu şüphesi uyandırıyor.

Bu plan ve İsrail bombardımanının ilk dalgası sırasında onlarca köyün acımasızca bombalanması ve yaklaşık 200 sivilin öldürülmesi, güney bölgelerinden Beyrut'un güney banliyölerine ve dağlarına doğru kaçış şeklinde bir panik durumu yaratmayı başardı. Durum, İsrail Ordusu Sözcüsü tarafından yapılan Bekaa Vadisi’nin köylerinin iki saat içinde boşaltılması tehdidiyle daha da kötüleşti.

Yukarı Cubeyl'deki İhmec bölgesinin bombalanması aynı zamanda Lübnanlı Hıristiyanlara, el-Avni Hareketi gibi bazı akımların Hizbullah'a destek vermeye çalışması halinde İsrail'in hedefinden kaçamayacakları mesajı veriyor.

Son günlerde ortaya çıkan bir başka husus da Hizbullah’ın ve onun emniyet ve askeri birimlerinin 8 Ekim 2023 tarihinden bu yana aldığı darbelerden ders çıkaramaması ve alternatifler geliştirememesi. Bu durum Hizbullah’ın imajına ciddi zarar verdi. Hizbullah uzun yıllar boyunca Lübnanlıları – hem Hizbullah destekçilerini hem de diğerlerini- başta güvenlik ve askeri alanlar olmak üzere tüm alanlarda yüksek yetkinliklere sahip olduğuna ikna etmeye çalıştı. Ancak son birkaç gün içinde yaşananlar, bunun tam tersini gösterdi. Hava saldırıları Hizbullah’ın lojistik sistemini darmadağın ederken Hizbullah’ın kendi ekosistemi olarak gördüğü yüz binlerce sivilin durumunun ele alınması için gerekli insani boyutların ihmal ettiği de ortada.

İran ve Hasani ve Hüseyni yaklaşımları

Hizbullah'ın üst düzey komutanlarından Fuad Şükür’ün öldürülmesi ve ertesi gün Hamas'ın Siyasi Büro Başkanı İsmail Heniyye'nin Tahran'ın merkezinde Devrim Muhafızları Ordusu’na (DMO) ait bir konutta öldürülmesinden bu yana Lübnanlılar arasında sık sık “İran şimdi ne yapacak? İran ne yapacak? Şam'daki İran konsolosluğunun bombalanmasına verilen tepkinin çok ‘ölçülü’ ve ‘önlenebilir’ olmasının ardından Hizbullah'ı kendi kaderine mi terk edecek?” soruları sorulmaya başladı.

İsrail güçleri istihbarat servisleriyle iş birliği yaparak çağrı cihazı ve telsiz patlamaları saldırısından bu yana art arda gerçekleştirilen saldırıların yarattığı şok halinden faydalanarak askeri operasyonlarda üstünlüğü ele geçirdi.

Bu sorular, İran'ın içinde bulunduğu durumun aşırı basitleştirilmiş şekilde yapılan bir okumasından kaynaklanıyor. Bu okumada, İranlı liderlerin söyledikleri yüzeysel sözler ve attıkları sloganlar, Dini Lider (Rehber) Ali Hamaney'in ve siyasi ve medya cephelerinin değil, gerçek otoriteyi elinde tutan kurumların efendilerinin sözleriyle karıştırılıyor.

zxscdvfg
Lübnanlılar Sayda kentinde kuzeye doğru kaçarken, 23 Eylül 2024 (Reuters)

İran’ın stratejisinin temelinde, 1980-1988 yılları arasında yaşanan İran-Irak savaşındaki deneyimine dayanarak, rejimin hayatta kalması ve ağır sınavlara tutulmaması amaçlanıyor. Irak, Suriye, Yemen ve Lübnan'ın bu stratejide tampon bölge ve manivela görevi gördüğünü söylemek çok da büyük bir keşif sayılmaz. Çünkü içeride durumunun doğrudan müdahil olduğu yurt dışı askeri maceralara tahammülü olmadığının farkında olan Tahran'ın omuzlarındaki yük çok hafif olmalı. DMO’nun yurt dışı kolu Kudüs Gücü Komutanı Kasım Süleymani'nin ya da nükleer bilimci Muhsin Fahrizade'nin tasfiyesi, Natanz'daki nükleer araştırma merkezlerine yapılan saldırılar ve nükleer arşivlerin çalınması gibi yönetici elit kesimi vuran büyük operasyonların hepsi, ima ettikleri meydan okumanın seviyesine uygun misillemelerle karşılık verilmeden geçiştirildi. Çünkü Tahran'da, başvuracağı herhangi bir şiddet içeren misillemeye İsraillilerin (ve Süleymani suikastı sonları ABD’nin) rejimin istikrarını bozacak şekilde karşılık vereceğine dair bir inanç vardı. Ne var ki geçtiğimiz günlerde İran Cumhurbaşkanı’nın ve Dışişleri Bakanı'nın ‘ABD’li kardeşlerden’ eğer ‘karşı taraf isterse’ New York'ta nükleer anlaşmayla ilgili müzakerelere başlamaktan ve ‘dünyayı barış içinde yaşanacak bir yer haline getirmekten’ söz ettiklerini duyduk. İran, ABD’nin başkanlık seçimleriyle meşgul olmasından faydalanmak ve İran'ın ülke genelindeki nükleer tesislerine saldırmak isteyen Netanyahu liderliğindeki İsrail hükümetinin sert misillemesine karşı duracak güce sahip değil.

ABD ve İran 2015 yılında nükleer anlaşmaya varmadan önce Hamaney'in ‘Hüseyni yaklaşımına’ karşı ‘Hasani yaklaşımı’ olarak adlandırdığı yaklaşımı öven açıklamaları yoğun şekilde gündeme geldi. Hamaney, söz konusu açıklamalarında Kerbela Savaşı sırasında Hz. Hüseyin’in ölümüyle sonuçlanan trajik çatışmada kendini gösteren ‘Hüseyni yaklaşımın’ aksine, Hz. Hasan’ın kan dökülmesini önlemek ve Müslümanlar arasındaki ihtilafları ortadan kaldırmak için halifeliği Muaviye bin Ebu Sufyan'a bırakmayı kabul ettiğini hatırlattı.

‘İlkelerinden’ geri adım atmadan yıkıcı bir çatışmadan kaçınmak isteyen İran'ın bugünkü durumu Hasani yaklaşımın olumlu yönlerini anımsatıyor. İran'ın Heniyye suikastına misillemede bulunma konusundaki isteksizliği de bundan kaynaklanıyor. Çünkü İran’ın böyle bir misilleme, Netanyahu'nun istediğinin olmasına, yani İran'ın açıklamaları bağlamında ele alınırsa sonucu zaten bilinen topyekun bir savaşın fitilinin ateşlenmesi demektir.

Ancak bu da “İran Hizbullah'ı tek başına bırakıp İsrail'in pençelerinde kaderine mi terk etti?” sorusunu akla getiriyor. Bu sorunun yanıtı gayet basit, “hayır”. Hizbullah, İran'ın dış başarılarının ‘baş tacı’ ve Gazze'de, Lübnan'da ve hatta Suriye topraklarında olup bitenlere sessiz ve kayıtsız kalan Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esed'in davranışlarının da gösterdiği gibi son zamanlarda sessiz hoşnutsuzluk belirtileri gösteren ‘Direniş Ekseni’ ülkeleri üzerindeki siyasi ve askeri kontrolünü genişletmek için vazgeçilmez bir araç olmaya devam ediyor. İran, bölgedeki stratejisinin önemli bir ayağının çökmemesi için Hizbullah'a desteğini sürdürecektir. Bu da İran’ın diğer domino taşlarının düşmesine yol açabilir. Yine de bu, ‘stratejik sabrı’ ve ‘ihtiyatı’ tercih eden İran’ın saldırgan bir politikaya ve her türlü doğrudan müdahaleye yöneleceği anlamına gelmiyor.

*Bu makale Şarku'l Avsat tarafından Londra merkezli Al Majalla dergisinden çevrilmiştir.