Malik el-Asamne
Ürdün'deki manzara 7 Ekim 2023'ten bu yana önemli ölçüde değişti. Hamas'ın İsrail'e düzenlediği sürpriz saldırı ve ardından Gazze Şeridi'nde yaşanan şiddetli savaşın Amman'da yansımaları oldu ve birçok düzeyde karışıklığa yol açtı. Kamuoyunda artan öfke ve eşi benzeri görülmemiş diplomatik değişikliklerden, güvenlik ve ekonomik etkilerle ilgili endişelere kadar her düzeyde farklı tepkiler ortaya çıktı. Etkileri, halkın öfkesinin artmasından daha önce eşi benzeri görülmemiş diplomatik değişikliklere, güvenlik ve ekonomik etkilerle ilgili endişelere kadar her düzeyde farklılık gösterdi. Ürdün, sokakların nabzı ile devletin gereklilikleri arasında hassas bir denge kurulmasını gerektiren krıtik bir döneme girdi.
İçeride sokaklar kaynarken baskı artıyor
Filistin topraklarındaki olaylar, tüm sembolizmiyle, Ürdün'de günlük bir arada yaşamanın altında uzun süredir uykuda olan kolektif duyguları harekete geçirdi. İsrail’in Amman Büyükelçiliği çevresinde başlayan ve birçok şehre yayılan büyük çaplı gösterilerde, direnişi destekleyen ve İsrail ile diplomatik ve ekonomik ilişkileri reddeden sloganlar atıldı. İsrail ile imzalanan Barış Antlaşması’nın yanı sıra doğal gaz ve su anlaşmalarının iptalini talep eden sloganlar, sadece dindar ve muhalefet kanatlarından değil, ideolojik ayrımların ötesinde geniş bir kesim tarafından yüksek sesle atıldı.
Hükümet, kendisinin karşı karşıya kaldığı kaynayan sokaklara karşı güvenlik önlemleri alırken, siyasi mesajlar verdi. Yüzlerce gösterici tutuklandı. Bazı bölgelerde toplanma yasağı getirildi. Ancak aynı zamanda, iç gerilimleri kontrol altına almak amacıyla İsrail'e yönelik resmi söylemlerin tonunda belirgin bir katılaşma ve Gazze'ye yönelik bombardıman hakkında sert eleştirilerde bulunuldu.
Amman, iletişim kanallarını asgari düzeyde tutmaya özen gösterirken, sahada tam bir kopuşa veya gerginliğin tırmanmasına yol açabilecek adımlar atmaktan kaçındı. Barış antlaşması pratik olarak yürürlükte kaldı.
İç gerginlik sadece sahada kalmadı, siyasi partiler, sendikalar ve kamuoyunda önde gelen tanınmış kişiler, ihtiyatlı davranma eğiliminde olan çevrelerde bile halkın hoşnutsuzluğunun boyutunu yansıtan açıklamalar ve tutumlar sergilediler. Filistinlilere açıkça sempati duyuluyor ve perde arkasında önerilebilecek herhangi bir yeni yerinden edilme senaryosu kategorik olarak reddediliyordu.
Dışarıda ise öfke ve ihtiyat arasında diplomasi yürütülüyor
Ürdün, dış politika cephesinde önceki krizlere kıyasla daha katı bir tutum sergiledi. Ürdün’ün Tel Aviv Büyükelçisi geri çağrıldı ve karşılığında İsrail’in Amman’daki meslektaşından da başkenti terk etmesi istendi. Ürdün'ün yaşadığı ciddi su krizi nedeniyle ülke için çok önemli olan su ve enerji anlaşması da dahil olmak üzere ortak projeler askıya alındı. On yıllardır süren stratejik ilişkilerin gözden geçirilmesi de önerildi.
Ancak tüm bu gerginliklere rağmen Amman, Tel Aviv ile asgari düzeyde iletişim kanallarını sürdürmeye özen gösterdi ve tam bir kopuşa veya sahada gerginliğin tırmanmasına yol açabilecek adımlar atmaktan kaçındı. Barış Antlaşması pratik olarak yürürlükte kalmaya devam etti. Güvenlik koordinasyonu, özellikle sınır, enerji ve su konularında arka kanallardan devam etti. Bu bir geri çekilme değil, kritik bir anda Ürdün liderliği tarafından seçilen ‘dengeli öfke’ stratejisinin parçasıydı. Bu güçlü diplomasi, Ürdünlü elitler arasında da yankı buldu. Zira bazıları bunu destekleyerek gerilimin daha fazla artırılmaması çağrısında bulunurken, bazıları bunun Ürdün’e tüm düzeylerde, hatta bir süre sonra olsa bile, yansımaları olacağından korkarak buna karşı çıktı ve aşırı ihtiyatlı davrandı.
Şarm eş-Şeyh’te düzenlenen zirvenin en dikkat çekici anı, Kral 2. Abdullah’ın İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu'ya güvenmediğini, onun barış istemediğini ve iki devletli çözümü reddettiğini açıklamasıydı.
Stratejik analist Dr. Amir es-Sebayle, Ürdün diplomasisinin öfkesi ile siyasi gerginliğin maliyetinden kaçınmak için yeterli özeni göstermediğini düşünüyor. Dr. Sebayle’ye göre Ürdün’ün diplomatik gerginliğinin sonucu olarak gerçekte olan şey, işsizlik, yoksulluk ve aşırılıkçılık gibi iç sorunlar pahasına bölgesel krizin Ürdün'e aktarılmasıydı. Şarku’l Avsat’ın al Majalla’dan aktardığı analize göre hatanın daha acil iç sorunlar pahasına özellikle Gazze ile ilgili bölgesel meseleye öncelik verilmesinde olduğunu düşünen Dr. Sebayle, Ürdün diplomasisinin gerginliği artırmasının, Ürdün içindeki Müslüman Kardeşler (İhvan-ı Müslimin) söyleminin işine yaradığını, resmi açıklamalarla Hamas’ın konumunu güçlendirdiğini ve ona güçlü bir destek verdiğini söyledi. Bunun sonucunda İhvan’ın ‘Hamas yanlısı’ kanadının parlamento seçimlerinde zafer kazandığını ifade eden Dr. Sebayle’ye göre bu politika, Ürdün'ün Gazze'deki çatışmanın bir parçası olduğu izlenimini yarattı, oysa gerçekte öyle değildi.
Ürdünlü siyasi analist ve akademisyen Dr. Nadya Saadeddin, Dr. Sebayle’nin görüşünün aksine, siyasi ve güvenlik sorunlarının Ürdün'ün seçeneklerini sınırladığını düşünüyor. Dr. Saadeddin’e göre Ürdün'ün iç istikrarı güçlendirme, ulusal güvenliği koruma ve Filistinlilerin haklarını destekleyen ilkeli tutumunu sürdürme çabaları ile İsrail'in düşmanca ve radikal davranışlarına karşı koyma girişimleri arasında denge kurma gayretlerinin kolay çabalar olmadığını söylüyor.
Siyasi çevrelerden gelen, yüksek maliyeti nedeniyle resmi tutumu yumuşatma çağrılarının durumun ciddiyetini ve ağırlığını yansıtmadığını düşünen Dr. Saadeddin’e göre bu çağrılar, işgalci İsrail’in suçlarına karşı halkın öfkesini ve daha güçlü bir tepki verilmesini talep eden sesleri de yansıtmıyor. İşgalin Gazze'de bu planı uygulamaya koyma çabaları ışığında, Filistinlilerin zorla yerinden edilmesine yönelik planın yeniden gündeme gelmesinin, Ürdün için kırmızı çizgi olan Batı Şeria'da yaşananların tekrarlanmasının önünü açarak, daha istikrarlı bir resmi tutumu pekiştirdiğini belirtiyor. Dr. Saadeddin, bunun yanında işgalci varlığın yetkilileri, Ürdün ve komşu Arap ülkelerini de kapsayan ‘Büyük İsrail’ gibi radikal planları benimsediklerine dikkati çekerek, bunun Ürdün için varoluşsal bir tehdit oluşturduğunu, Filistin davasını ortadan kaldırdığını ve bölgedeki Siyonist yayılmacı emelleri yeniden canlandırdığını vurguluyor.
Kral 2. Abdullah ve Netanyahu arasında biriken güvensizlik
Ancak, Şarm eş-Şeyh’te düzenlenen zirvenin en dikkat çekici anı, Kral 2. Abdullah’ın ABD Başkanı Donald Trump'ın katıldığı ve ‘tartışmalı bir konuşma’ yaptığı zirve öncesi İngiliz Yayın Kurumu'na (BBC) verdiği röportajda, açıkça İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu'ya güvenmediğini, onun barış istemediğini ve iki devletli çözümü reddettiğini açıklamasıydı. İki devletli çözümün gerçek barışa giden tek yol olduğunu vurgulayan Ürdün Kralı, alternatiflerin devam eden şiddet ve herkes için ciddi sonuçlar olacağı uyarısında bulundu. Kral 2. Abdullah’ın açıklamalarında bir kez daha altını çizdiği Ürdün’ün bu tutumu, Trump'ın belirsiz planına karşı ihtiyatlılığı yansıtsa da Ürdün mevcut aşamada, Gazze'de acil ateşkes sağlayacak her türlü girişimi memnuniyetle karşıladı.
Ekonomi de şok dalgalarından etkilendi. Koronavirüs (Kovid-19) pandemisinin ardından yavaş yavaş toparlanmaya başlayan turizm sektörü, rezervasyonlardaki düşüş ve gerginliğin Ürdün’e sıçrayabileceği endişesiyle ağır darbe aldı.
Netanyahu’ya karşı bu tutum aslında yeni değil. Kral 2. Abdullah daha önce kaleme aldığı ‘Son Şans’ adlı kitabında İsrail’in eski başbakanlarından Ehud Barak'ın Netanyahu hakkında, “Netanyahu hiçbir çukuru boş bırakmadı. En büyük sorun, bu çukura tek başına düşmeyip tüm ülkeyi de beraberinde sürüklemesi” dediğini aktarmıştı.
On üç yıl sonra Netanyahu'nun kendisinin düşmeye hazırlandığı çukur, yeni ayaklanmalara ve sonsuz savaşlara tahammül edemeyen bir dünyada, tüm bölgeyi içine alabilecek kadar büyük.
Netanyahu'nun yıllarca yavaş yavaş oluşturduğu aşırılıkçı politikaların birikimiyle ortaya çıkan ve aslında kaçınılmaz bir Filistin öfke patlaması olan bu son savaşın başlamasından sonra, Ortadoğu'nun modern siyasi tarihinde bu sorunlu ve rahatsız edici şahsı anlamaya çalışıyorum.
Netanyahu, 1997 yılında, sakinliği ve barışa olan sarsılmaz inancıyla tanınan merhum Kral Hüseyin bin Talal gibi bir insanı, kendisine karşı sert bir mektup yazmaya iten bir karakter. Merhum kral mektupta şöyle diyordu:
“Eğer amacınız Filistinli kardeşlerimizi kaçınılmaz bir silahlı direnişe kışkırtmak ise o zaman tek yapmanız gereken, Filistinlilerin ve Arapların duygularını, öfkelerini ve çaresizliklerini hiçe sayarak, Filistin şehirlerini kuşatan ve suçlar işleyen güçlü ordunuzla durumu iyileştirmeden buldozerlerinizi önerilen yerleşim bölgelerine göndermek olacaktır. Bu da ezilen Filistinlilerin ülkelerinden ve atalarının ülkelerinden yeni bir göç dalgasına yol açabilir ve böylece barış süreci sonsuza dek sona erebilir... Neden barışta Filistinli ortaklarınız olarak adlandırdığınız kişilere sürekli ve kasıtlı olarak aşağılama uyguluyorsunuz?”
Kral Hüseyin bin Talal'ın biyografisinde, merhum Kralın adamlarına her zaman ‘Netanyahu'ya asla güvenmeyin’ dediğinden bahsediliyor. Birkaç gün önce Kral Abdullah’dan da aynısını duyduk. Bu bilgelik görüldüğü üzere köklü ve babadan oğula kalan bir miras.
Ekonomi ve toplum
Ekonomi de şok dalgalarından etkilendi. Koronavirüs (Kovid-19) pandemisinin ardından yavaş yavaş toparlanmaya başlayan turizm sektörü, rezervasyonlardaki düşüş ve gerginliğin Ürdün’e sıçrayabileceği endişesiyle ağır darbe aldı. Otel doluluk oranları düştü ve turizm gelirleri önemli ölçüde azaldı, bu da kamu gelirlerine ve bu hayati sektördeki binlerce çalışanın gelirlerine yansıdı.
Yatırımcıların temkinli yaklaşımı ve piyasa güvenindeki göreceli düşüşün etkisiyle, yavaşlama bölgesel istikrarla bağlantılı diğer sektörleri de vurdu.
7 Ekim krizi, Ürdün'ün Filistin'in felaketlerine karşı sadece sessiz bir komşu olmadığını, aksine tarihinden, coğrafyasından ve demografik yapısından ayrılamayacak dikkatli hesaplarla etkilenen ve tepki veren bir aktör olduğunu ortaya koydu.
Halk düzeyinde, bu olay ulusal birlik duygusunu derinleştirdi, ancak aynı zamanda yerinden edilme senaryoları, dış baskılar ve boşuna çatışmalara sürüklenme olasılığı konusunda kronik endişeleri yeniden uyandırdı.
Ürdün toplumu savaşa sadece gösterilerle değil, popüler mahalleler ve topluluk grupları tarafından başlatılan bağış ve yardım kampanyalarıyla da güçlü bir tepki gösterdi. Bunun yanında Ürdün’ü kaldırabileceğinden daha ağır durumlara sürükleyebilecek aşırı duygusallığa karşı uyarıda bulunan sesler de yükseldi.
İmkansız zamanlarda sağlanabilecek denge
7 Ekim krizi, Ürdün'ün Filistin'in felaketlerine karşı sadece sessiz bir komşu olmadığını, aksine tarihinden, coğrafyasından ve demografik yapısından ayrılamayacak dikkatli hesaplarla etkilenen ve tepki veren bir aktör olduğunu ortaya koydu.
İç politikada devlet, istikrarı korumak ile halkın beklentilerine cevap vermek arasında karmaşık bir sınavla karşı karşıya kalırken dış politikada, siyasi olarak intihar etmeden öfke diplomasisi uygulayarak, kaynayan bölgede rasyonel bir arabulucu konumunu korudu.
Hareketlilik henüz sona ermedi, ancak 7 Ekim'den sonra işler eskisi gibi olmayacak. Ürdün daha uyanık, çevresinde olup bitenlere daha duyarlı hale geldi. Hareket alanının daraldığının, dengenin artık bir lüks değil, taviz verilemeyecek bir hayat-memat meselesi olduğunun daha çok farkına vardı.
*Bu analiz Şarku’l Avsat tarfından Londra merkezli al Majalla dergisinden çevrilmiştir