Kahire, İsrail sınırında karşılıklı ateş açılmasıyla ilgili soruşturma başlattı

Yaşanan çatışma sonucu, bir Mısır ve 3 İsrail askeri öldü. Netanyahu, olayın iki ülke arasındaki ortak iş birliğini etkilemeyeceğini söyledi.

Olay yerindeki İsrail askerleri (Reuters)
Olay yerindeki İsrail askerleri (Reuters)
TT

Kahire, İsrail sınırında karşılıklı ateş açılmasıyla ilgili soruşturma başlattı

Olay yerindeki İsrail askerleri (Reuters)
Olay yerindeki İsrail askerleri (Reuters)

Saatler süren bekleyişin ve İsrail resmî kurumları ile medyasının verdiği çelişkili bilgilerin ardından Mısır, “Uluslararası Sınır Güvenliği Güçleri’nden bir askerin güvenlik bariyerini aştığını ve uyuşturucu kaçakçılığı unsurlarını kovalarken karşılıklı ateş açıldığını” duyurdu. Karşılıklı ateş sonucu, Mısırlı askerin yanı sıra İsrail güvenlik güçlerinden 3 kişi öldü, 2 kişi ise yaralandı.

İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu'nun ofisinden hükümetteki bakanlara, olayın ‘istisnai’ olduğ ve Mısır ile güvenlik alanında iş birliği ve ortak çalışmanın gerçekliğini temsil etmediğinin belirtildiği bir mesaj gönderilirken, yaşanan olayın gelecekte Mısır ile iş birliğini etkilemeyeceği vurgulandı. Mısır tarafının yaptığı açıklama, dün (Cumartesi) öğleden sonra Mısır Silahlı Kuvvetleri Sözcüsü Albay Garib Abdulhafız tarafından sosyal medyadaki resmi hesaplar aracılığıyla yapıldı. Sözcü, “Olayla ilgili olarak tüm araştırma, inceleme ve yasal önlemlerin alındığını” belirterek, hayatını kaybedenlerin ailelerine başsağlığı ve yaralılara acil şifa dileklerini dile getirdi. Olay, Sina'nın merkezinde, Mısır-İsrail sınırına bitişik el-Avce geçidi yakınında, bölgede uyuşturucu ve silah kaçakçılığı yapan çetelerin faaliyet gösterdiği yerde meydana geldi.

İsrailli bir kadın, kazadan sonra bir kadın askeri sakinleştirmeye çalışıyor (Reuters)
İsrailli bir kadın, kazadan sonra bir kadın askeri sakinleştirmeye çalışıyor (Reuters)

Bölge, sınırlar arasında çok sayıda kaçakçılık operasyonuna tanık oldu. Söz konusu operasyonların en sonuncusu, Mısırlı kaçakçıların sınır tellerini aşıp İsrail tarafına girmesinin ardından geçen yılın aralık ayı başlarında gerçekleşti. Operasyonda, Mısır tarafındaki sınır güvenlik güçleri kaçakçılara ateş açarken, sınırın diğer tarafındaki İsrail güçleri kaçakçıları uyuşturucu torbalarıyla tutukladı. İsrail ordusu daha önce Ağustos 2022'de “Ürdün ve Mısır sınırlarında uyuşturucu ve silah kaçakçılığı operasyonlarını engelleme oranlarında önemli bir artış olduğunu” duyurmuştu. Mısır Düşünce ve Stratejik Araştırmalar Merkezi Danışmanı Dr. Muhammad Mücahid ez-Zeyyat, olayın tüm koşullarını ortaya çıkarmak için derinlemesine bir soruşturma gerektirdiğini belirterek, Mısır askeri sözcüsünün yaptığı açıklamada olayla ilgili resmi soruşturma başlatılmasına değindi. Ez-Zeyyat, Şarku’l Avsat'a yaptığı açıklamada, “olayla ilgili tüm gerçekleri ortaya çıkarmak için soruşturmanın Mısır ve İsrail tarafları arasında ortaklaşa yürütüleceğini” ifade etti. “İsrail güvenlik personelinin kaçakçılık operasyonuna karışıp karışmadığını ortaya çıkarmak ve Mısır askerinin İsrail topraklarına nasıl girdiğini netleştirmek için soruşturmanın şeffaf bir şekilde yürütülmesi gerektiğini” vurgulayan ez-Zeyyat, “Mısır askeri teşkilatının, gerçekler tamamlanıp uygun bir şekilde sunulana kadar yapacağı herhangi bir açıklamada dikkatli davranacağını” ifade etti. “Olayın, olayı gerçekleştiren askerin kimliği ve kendisine verilen görevler de dahil olmak üzere birçok ayrıntı üzerinde durulmasını gerektirdiğini” de belirten ez-Zeyyat, “Orası görev yeri miydi yoksa başka bir yerden mi gelmişti? Tüm bu detayların, her boyutuyla bilinmesi önemli. Bu da detayların açıklanmasında dikkatli ve temkinli olmayı ve devam eden soruşturmalar üzerine tahmin yürütmemeyi gerektiriyor” şeklinde konuştu.

Mısır anlatımı İsrail'i ikna etmedi

Askeri muhabirler ve gazetecilere göre olayın Mısır kurumlarınca yapılan resmi anlatımı, İsrail'i ikna etmedi. İsrail kaynakları ilk inanışın, Mısır polisinin uyuşturucu kaçakçılığı olayından yararlanarak, boşluklardan birinden bölgeye sızıp erkek ve kadın askerleri vurarak öldürdüğü ve ardından saldırısına devam ettiği yönünde olduğunu söyledi. Netanyahu'nun ofisi ise hükümetteki bakanlara, olayın ‘istisnai’ olduğunu ve Mısırla güvenlik iş birliği ve ortak çalışmanın gerçekliğini temsil etmediğini belirttiği, bunun Mısır ile gelecekteki iş birliğini etkilemeyeceğini vurgulayan bir mektup göndermişti.

Yaşananlarla ilgili olarak Twitter hesabı üzerinden açıklama yapan İsrail Ordu Sözcüsü Avichai Adraei , “Sabahın erken saatlerinde, sınır güvenliğini sağlamak için düzenlenen bir faaliyet sırasında, Mısır sınırında açılan ateş sonucu bir askeri karakolda bir erkek ve bir kadın asker öldü. Bunun üzerine bölgeye takviye kuvvetler geldi ve bölgede tarama operasyonlarına başladı. Ordu güçleri, öğle saatlerinde İsrail topraklarındaki geniş çaplı operasyonlar sırasında saldırganı tespit etti. Burada karşılıklı çatışma çıktı. Saldırgan ve bir İsrail askeri ölürken, bir astsubay hafif yaralandı.”ifadelerini kullandı.  Adraei ayrıca, olayla ilgili soruşturmanın Mısır ordusuyla tam ve yakın iş birliği içinde yürütüldüğünü bildirdi.

Sınıra yakın üslerinin dışında bekleyen İsrail askerleri (AFP)
Sınıra yakın üslerinin dışında bekleyen İsrail askerleri (AFP)

İsrail, olayın yaşandığı 3 Haziran sabahı olayla meşgul oldu. Ordu, sınırı geçmeyi başaran silahlı bir kişinin karşılıklı ateş açıldıktan sonra öldürüldüğünü duyurdu. Bunun ardından İsrail medyası kaçakçılık, askerlerin kaçırılma girişimleri ve Filistinliler tarafından kurşuna dizilmelerle ilgili pek çok uydurma hikâyeyi yaymaya başladı. İsrail ordusu, olayın askeri gözetim altında gerçekleştiğini, yaralılara ilişkin herhangi bir detayın yayınlanmayacağını ve olayın soruşturulduğunu belirterek, karışıklığa son vermek için bir açıklama yaptı. İlk açıklamadan saatler sonra tüm detaylar açıklandı. Operasyon, İsrail ordusunun önceden herhangi bir uyarısı olmadığı bir zamanda gerçekleşti. Savunma Bakanı Yaov Gallant'ın yaptığı değerlendirmenin ardından bölgede ordunun alarm halinde tutulmasına karar verilirken, Genelkurmay Başkanı Herzi Halevi sınırda harekât alanını ziyaret ederek saha değerlendirmesi yaptı.

Mısır ve İsrail arasında barış antlaşması

Mart 1979'da Mısır ile İsrail arasında imzalanan barış antlaşması, Sina Yarımadası’nı üç bölgeye (A, B ve C) ayırıyor. Anlaşma, Mısır tarafının İsrail sınırına bitişik C Bölgesi'ne uçak ve ağır silah sokmasını yasaklıyor ve burada konuşlandırılan Mısır askeri sayısının 750'yi geçmemesini şart koşuyor. Bununla birlikte anlaşmanın hükümlerinden biri, “taraflardan birinin talebi üzerine ve onların anlaşmasıyla, Mısır veya İsrail topraklarındaki sınırlı silahlanma bölgeleri, Birleşmiş Milletler (BM) güçleri ve gözlemcileri dahil olmak üzere, mutabık kalınan güvenlik düzenlemelerinin oluşturulmasına” izin veriyor. Yıllar önce Tel Aviv, Mısır'ın ‘terörist’ örgütlere karşı yürüttüğü operasyonlarda Sina'daki Mısır kuvvetlerinin sayısını artırmayı kabul etti. İsrail Kasım 2021'de, Mısır ordusunun buradaki güvenlik varlığının güçlendirilmesi lehine (C Bölgesi kapsamında yer alan) Refah bölgesinde muhafız kuvvetlerinin bulunmasına izin verecek bir anlaşma değişikliğinin imzalandığını duyurdu. O sırada Mısır tarafından herhangi bir yorum yapılmadı. 2014 yılında ise dönemin Mısır Savunma Bakanı Mareşal Abdulfettah Sisi şunları söyledi: “İsrail tarafı, ortak sınırdaki Mısır kuvvetlerinin sadece bölgedeki durumu güvence altına almak ve Sina’yı, Mısır ve komşularına yönelik saldırılardan korumak amacıyla orada olduğunu anladı. Barış, istikrara kavuştu ve bu durum Mısır güçlerinin belirli bölgelerde bulunması endişesinin ötesine geçti.” Son on yılda Mısır ordusu, Sina'nın farklı bölgelerinde çok sayıda askeri operasyon ve güvenlik baskınları gerçekleştirdi. Engebeli arazisiyle bilinen bölgede konuşlanmış terörist unsurlara karşı yoğun operasyonların yürütüldüğü bölgelerin başında dünkü olayın yaşandığı bölgenin bulunduğu Orta Sina yer alıyordu.



Arafat’ın Saddam’a desteğinin bugüne dek devam eden feci sonuçları…

Yaser Arafat ve Saddam Hüseyin. (AFP)
Yaser Arafat ve Saddam Hüseyin. (AFP)
TT

Arafat’ın Saddam’a desteğinin bugüne dek devam eden feci sonuçları…

Yaser Arafat ve Saddam Hüseyin. (AFP)
Yaser Arafat ve Saddam Hüseyin. (AFP)

Macid Kiyali

Irak’ın Kuveyt’i işgali (2 Ağustos 1990) ve bu işgalin sebep olduğu İkinci Körfez Savaşı veya Çöl Fırtınası Harekatı (17 Ocak-28 Şubat 1991) gibi önemli sonuçlar, Irak ve Arap dünyasının yanı sıra İsrail’e karşı mücadelede Arap boyutuyla ilgili olanlar da dahil olmak üzere Filistin meselesi için de sarsıcı bir olaydı.

Irak açısından bu olay, ülkenin teorik ve pratik olarak İsrail’e karşı mücadele denkleminden dışlanması veya çıkarılması ve o dönemde Suriye ordusuyla sınırlı hale gelen sözde ‘Doğu Cephesi’nin ağırlığından kurtulmasıyla sonuçlandı. Araplar açısından da tüm bunlar, Arap siyasi sisteminin çatlamasına ve birbiriyle çatışan odaklara dağılmasına yol açtı. Bu dönüşümün etkisini artıran şey, Irak ‘barajı’ önünden kalktıktan sonra İran’ın bu sisteme meydan okuma imkânı elde etmesi oldu. Halbuki İran ile Irak arasında sekiz yıl süren (1980-1988) kanlı ve yıkıcı savaşta bu barajı ortadan kaldıramamıştı. Bu olayın daha sonra tüm Arap Doğusu ülkeleri üzerinde, şimdiye kadar devam eden ciddi yansımaları olacaktı.

Filistin düzeyinde bu olay, dava, halk ve ulusal hareket için çok feci sonuçlar doğurdu. Nitekim Arapların Filistin davası etrafındaki birlikteliği sona erdi, Filistin meselesi Arapların öncelikler listesinden ya da (varsayılan) merkezî konumundan uzaklaştırıldı. Dolayısıyla Filistinliler İsrail’in izlediği politikalar ve meydan okumalar karşısında savunmasız kaldı. Üstelik Filistinliler, kaybedenler kampında yer alıyorken İsrail, eski Sovyetler Birliği’nin çökmesi ve dağılması sonucunda uluslararası ve bölgesel sisteme tek kutup olarak hâkim olmaya başlayan ABD’den destek alıyordu.

Filistin’in durumuna yönelik doğrudan sonuçlara gelince… Olayın yansımaları, 1987-1993 yılları arasındaki ilk Filistin halk ayaklanmasının (Birinci İntifada) oluşturduğu etkilerin zayıflatılmasına ve özellikle liderlerinin işgal karşısındaki muğlak tutumundan ötürü Filistin Kurtuluş Örgütü’nün (FKÖ) dışlanmasına odaklandı. Buna ek olarak çoğunluğu, işgal edilen Filistin topraklarındaki ailelerine destek olan Filistinlilerin çoğunun işgal sırasında ve sonrasında Kuveyt’ten göç etmesi de ayrı bir felaket olarak tarihe geçti.

ABD’nin Irak ordusunu Kuveyt’ten çıkarmak için Arap ülkeleriyle birlikte başlattığı operasyon, İsrail’i endişelendirdi. Zira bu operasyon onun, bölgenin güvenliğini ve ABD’nin çıkarına olduğu bilinen istikrarı sağlama sürecine katılamayacağını gösterdi.

Sonuç olarak tüm bu zorlu uluslararası ve bölgesel koşullar, Madrid Konferansı (1991 yılı sonları) yoluyla Arap-İsrail barış sürecinin başlatılmasına katkı sağladı. Bu gelişme, Filistinlilerin söylemlerinde ve mücadele biçimlerinde görülen tüm değişikliklerle birlikte Oslo Anlaşması’nın (1993) yolunu açtı. Filistin ulusal hareketinin bir otoriteye dönüşmesi ve Filistin davası kavramının Filistin, Arap ve dünya düzeyinde değişmesi söz konusu değişikliklere örnek gösterilebilir.  

İsrail’in işgali istismar etmesi

İlk bakışta İsrail, Irak’ın Kuveyt’i işgaline şaşırmış göründü. Aynı şekilde daha sonra uluslararası koalisyonun (ağırlıklı olarak Batı’nın), özellikle onu dışarıda bırakarak Irak’a karşı yürüttüğü operasyona da şaşırmış görünüyordu. Bunun üzerine başlangıçta ABD’nin Irak ordusunu Kuveyt’ten çıkarmak için herhangi bir doğrudan askerî faaliyette bulunma ihtimalini dışlamaya dayalı seçenekleri benimsedi.

İşçi Partisi’nin lideri ve eski Başbakan İzak Rabin, bu tutumu şu ifadelerle dile getirmişti:

“Batı’nın Körfez’de meydana gelen durum için sömürgeci bir askerî seçeneği yok… ABD, Irak’a karşı kullanmak üzere askerî güçler gönderemez. Buna dahil olacağını sanmıyorum.” (Yediot Aharonot/3 Ağustos 1990).

Askerî strateji yorumcusu Ze’ev Schiff ise şunları söylemişti:

ABD, Irak petrolünün ihracını engelleyebilir ve Irak’a ambargo uygulayabilir. Ama bu, aşırı bir adımdır. Bu konuda Sovyetler Birliği ya da Avrupa ülkeleri tarafından bir destek göreceği şüpheli. Aynı şekilde Arap dünyası da böyle bir hamlede iş birliği yapmayı reddedecektir. Dolayısıyla ABD, ekonomik yaptırımlarla yetinecek. (Haaretz/3 Ağustos 1990)

Sonuç olarak ABD’nin Irak’ı Kuveyt’ten çıkarmak için Arap ülkeleriyle birlikte başlattığı operasyon İsrail’i endişelendirdi. Zira bu operasyon onun, bölge güvenliğini ve ABD’nin çıkarına olduğu bilinen istikrarı sağlama operasyonuna katılamadığını ortaya koydu. Ayrıca ABD ve Arap ülkeleri tarafından doğrudan askerî bir müdahaleyle, bu çıkarların savunulması uğrunda kendisinin gözden çıkarılabileceğini de gösterdi. Bununla beraber dönemin İsrail Savunma Bakanı Moşe Arens, bu değişimin etkisini ve stratejik sonuçlarını hafifletmeye çalışarak şöyle dedi:

Amerikalılar, Arap ülkelerini içine alan geniş bir cephe oluşturmaya çalışıyor. Bu durumda İsrail’in bu çabaya dahil edilmesinde bir çıkarlarının olmaması anlaşılır bir durum. Bu yüzden İsrail, buna dahil değil. (Yediot Aharonot/10 Ağustos 1990)

Ancak İsrail çok geçmeden bu endişenin üstesinden gelerek bu hadiseyi birkaç alanda istismar etmeye çalıştı. Mesela Arap dünyasına güvenilemeyeceğini ve onun sorununun İsrail’in varlığıyla değil, bizzat Arap gerçekliğiyle alakalı olduğunu öne sürdü. Bu durum da onun, herhangi bir çözüm süreciyle bağlantısı olmaksızın güvenliğini sağlama, istikrarını ve bölgedeki askerî üstünlüğünü güvence altına alma yaklaşımının isabetliliğini ve Batılı ülkelerin kendisine destek vermeye devam etmesi gerektiğini teyit ediyordu. Ariel Şaron da Irak’ın Kuveyt’i işgalini değerlendirirken şu ifadeleri kullandı:

İsrail topraklarındaki Arap-Yahudi çatışması, ikincil öneme sahip bir sorun olarak gerçek boyutunu kazanıyor. İsrail’in gerek varlığı gerekse güvenliği açısından yorulmak bilmeden güçlenmesi gerekiyor. (Yediot Aharonot/10 Ağustos 1990)

Çok açık ki İsrail, Batılı ülkelerin Irak ordusunu yıkıma uğratıp Irak’ı zayıflatmasından çok memnun oldu. Bu, kendisi hiçbir bedel ödemezken Doğu Cephesi’nin zayıflatılması demekti ki bu, İsrail’in stratejik ve uzun vadeli hedeflerinin merkezinde yer alıyor.

Barışa siyasi yatırım

Bununla birlikte bu savaşa yapılan asıl ve siyasi yatırım şudur: Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra tek kutup olarak küresel sistem ve Irak’ın Kuveyt’i işgalinin sonuçlarına bağlı olarak da bölgesel sistem üzerindeki hâkimiyetiyle ABD bu savaşı, Madrid Konferansı’nda (1991 sonları) varılan Filistinlilerle çözüm süreci kisvesi altında Arap-İsrail ilişkilerinde yeni bir sayfa açmak için uygun bir fırsat olarak gördü.

Burada kayda değer bir nokta şu ki Madrid’de başlatılan bu çözüm süreci, 1967 yılında işgal edilen Filistin veya Suriye topraklarını sahiplerine iade edecek bir çözüme, İsrail’in temel direği olacağı ve çeşitli alanlarda karşılıklı iş birliğine dayalı yeni bir bölgesel düzenin oluşturulmasına odaklandığı kadar odaklanmadı.

O dönemde bu müzakereler, İsrail ile ilgili tarafların her biri (Filistin, Suriye, Ürdün ve Lübnan) arasında ikili ve çoklu olmak üzere iki yönde başlamıştı. Amacı da İsrail ile Arap ülkeleri arasında, Avrupa ve ABD başta olmak üzere uluslararası tarafların da katılımıyla (ekonomide, sularda, altyapıda ve güvenlik düzenlemelerinde) ortak sistemler oluşturarak bölgesel iş birliğinin önünü açmaktı. Bu müzakereler, her yıl periyodik olarak düzenlenen Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da Ekonomi Zirvesi konferansıyla taçlandı (1994-1997 yılları arasında Kazablanka, Amman, Kahire ve Doha’da dört konferans düzenlendi). Çoklu müzakerelerin ve bu konferansların teorik zemini, Ortadoğu’da yeni bir bölgesel düzen kurma bahanesiyle oluşturuluyordu. Eski İsrail Başbakanı Şimon Peres de Yeni Ortadoğu adlı kitabında buna açıklık getirmiş ve teşvik etmiştir.

Filistin’in tutumundaki hatalar

FKÖ yönetimi ve lideri Yaser Arafat tarafından temsil edilen sorunlu ve muğlak Filistin tutumu, Filistin ulusal hareketi ile Arap siyasi yapısı arasında önemli bir çarpışma anı oldu. Bu tutumun, harekete ve Filistin halkına uzaktan yakından olumlu bir getirisi olmadı. Hatta aksine her düzeyde Filistinlilere ve davalarına zarar verdi.

Bu aşamada Arap resmî sistemi iki eksene ayrılmış gibi görünüyordu. Bu eksenlerden ilki, işgale karşı çıkıp kınadı, Kuveyt’e destek verdi ve Irak’ı Kuveyt’ten çıkarmak için gösterilen her türlü askerî faaliyete yardımcı oldu. Diğerinin ise görünüşe göre olan bitene itirazı yoktu ya da Kuveyt’in işgaline yönelik herhangi bir girişime veya askerî çözüme çekimser yaklaşıyordu. İlk eksen, işgale karşı güçlü bir uluslararası hareketin merkezinde yer alıyordu. Bu hareket, 2 Ağustos 1990’da, yani işgal gününde alınan, Irak’ın Kuveyt’i işgalini kınayan ve Irak ordusunun genel olarak, derhal ve koşulsuz geri çekilmesini talep eden 660 sayılı Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararında ifade edildi. İkinci eksen ise bu uluslararası denklemin dışındaydı ya da ondan kopmuştu. O kritik tarihî anda Filistin Yönetimi bunun farkında değildi. BM Güvenlik Konseyi tarafından daha sonra alınan (6 ve 9 Ağustos 1990) kararların (661 ve 662) içeriğinde bahsedilen ve Irak’a yaptırım uygulanmasını da içeren sonraki uluslararası adımların boyutunu da idrak edemedi. Aynı şekilde 10 Ağustos 1990’daki Arap Zirvesi konferansında alınan ve Irak’ın işgalinin kınanmasını ve Arap Körfez ülkelerinin Kuveyt’i geri alma yolunda attığı adımlara destek verilmesini içeren kararların boyutunun da farkına varamadı. Bu zirvenin kararları arasında Kuveyt’i geri almak için uluslararası güç talep etmek ve buna katkı sağlamak için Arap güçleri göndermek de yer alıyordu.

Filistinli akademisyen tarihçi Velid el-Halidi, ‘Körfez Krizi: Kökenler ve Sonuçlar’ başlıklı makalesinde (Filistin Araştırmaları Dergisi, Sayı: 5, Kış 1991) bu çarpışma anını acı bir şekilde gözlemliyor ve şöyle diyor:

“Bu zorlu durumda FKÖ, Libya ve Irak ile birlikte bu karara karşı oy kullandı.”

FKÖ’nün tutumu, memnun edici değildi… Saddam’ın Kuveyt’i işgal ederek çiğnediği ilkeler, Filistin davasına manevi gücünü veren ilkelerin aynısı. Arafat’ın üzerinden atmaya çalıştığı terörist imajı, Kuveyt’in işgalinden sonra Saddam’la olan yakın ilişkisiyle güçlendi. Teorik olarak, ABD liderliğindeki BM’nin düşmanlığa ve işgale karşı sergilediği tutum, FKÖ’nün elde etmek için bıkmadan usanmadan peşinde koşması gereken olgunun ta kendisidir. Velid el-Halidi

Halidi’nin ifadesiyle; “FKÖ’nün tutumu, memnun edici değildi… Saddam’ın Kuveyt’i işgal ederek çiğnediği ilkeler, Filistin davasına manevi gücünü veren ilkelerin aynısıdır. Arafat’ın üzerinden atmaya çalıştığı terörist imajı, Kuveyt’in işgalinden sonra Saddam’la olan yakın ilişkisiyle güçlendi. Teorik olarak, ABD liderliğindeki BM’nin düşmanlığa ve işgale karşı sergilediği tutum, FKÖ’nün elde etmek için bıkmadan usanmadan peşinde koşması gereken olgunun ta kendisidir.” Halidi bu duruma ilişkin şunları söyledi:

Yaser Arafat’ın, Fetih hareketinin kuruluşundan sonraki siyasi hayatında yaptığı en büyük stratejik hataydı… Arafat, Fetih hareketinin kurulduğu günden bu yana benimsediği temel bir ilkeyi unuttu: Filistin davasına hizmet etmek, FKÖ’nün Araplar arasındaki anlaşmazlıklardan uzak tutulmasını gerektirir. BM kararlarına dayanarak işgali açıktan kınayamaması ve Irak’ın geri çekilmesini savunamaması, FKÖ’nün siyasi güvenilirliğine ve uluslararası konumuna ciddi şekilde zarar verdi.

Feci sonuçlar

Aslında işgalin ve savaşın yansımaları; uluslararası, Arap ve İsrail yansımaları bakımından Filistinlerin davası için bir felaketti. Bu yansımalardan ilki, o dönemde doruk noktasında olan Filistin halk ayaklanmasının zayıflatılması oldu. Zira önce savaş patlak vermiş ve sonra Kuveyt’te yaşayan ve çalışan yüz binlerce Filistinli, işgal esnasında ve sonrasında bu ülkeden ayrılmak zorunda kalmıştı. Bu, Batı Şeria ve Gazze Şeridi’ndeki on binlerce aileyi, Kuveyt’teki akrabalarından elde ettikleri kaynaklardan mahrum etti ki bu kaynaklar, onların direnişini güçlendiriyordu.

Bu aynı zamanda FKÖ Yönetimi’nin mali kaynaklarının kurumasıyla beraber Arap dünyasındaki saygınlığının da eskisine nazaran azalmasına neden oldu. Öyle ki o Arap ve uluslararası koşullarda (Sovyet müttefikini kaybettikten sonra), ABD’nin Ortadoğu için düzenlediği siyasi yola girmeyi kabul etmek suretiyle gemisini tekrar yüzdürmeye ve Arap-İsrail çatışmasını bitirmeye mecbur görünüyordu. Zira onun gözünde, başka bir seçeneği yoktu. Üstelik İsrail’in Lübnan’ı işgal edip (1982) tüm güçleri, kurumları ve liderleri ile FKÖ’yü Lübnan’dan çıkarmasından sonra artık dışarıda ve Filistin sınırlarından uzakta kalmıştı.

Ancak tüm bu gelişmeler, Filistin Yönetimi’ni daha ileri gitmeye sevk etti ve Filistinlilerden bağımsız bir taraf olarak müzakere çerçevesinden dışlanmasının temsil ettiği eksikliği telafi etme çabasıyla, elverişsiz koşullarda gizli müzakerelere girdi. Bu doğrultuda ortak bir Ürdün-Filistin heyetiyle temsil edildi ve bu onun, İsrail’e (ve ABD’ye) ağır bedeller ödemesine sebep oldu. Zira bağlantılı uluslararası kararları müzakereler için bir referans olarak kabul etmemeyi ve iki taraf (Filistinliler ve İsrailliler) arasındaki müzakereleri herhangi bir anlaşmanın temeli olarak kabul etmeyi onaylamıştı ki bu elbette İsrail’in çıkarınaydı. Ayrıca (mülteciler, yerleşimler, Kudüs, sınırları, güvenlik düzenlemeleri gibi…) temel meselelerde, nihai çözümün ne olduğunu açıklamadan, kararın ertelenmesine de onay vermişti ki bu da Filistinlilerin otuz yıldır bedelini ödediği şey.

Böylece Oslo Anlaşması imzalandı. Bu, terminolojik bakımdan geçici bir anlaşma olsa da aslında bir idari özerklik anlaşmasıydı. Amacı ise yalnızca İsrail otoritesinin bir vekili olarak, işgal edilmiş topraklardaki Filistinlileri kontrol edecek bir Filistin otoritesi üretmekti. Bununla Filistinliler, en yüksek otoritenin İsrail’e ait olduğunu, Filistin otoritesinin ise topraklar, kaynaklar veya geçitler üzerinde değil, sadece kendi halkı üzerinde geçerli olduğunu akılda tutarak iki otoriteye tâbi hale geldi.  

Bunun yanı sıra otoriteyi kurmanın bedeli olarak Filistin davasının içi boşaltıldı. Filistin ulusal hareketi, sınırlı bir özyönetim otoritesinden ibaret hale getirilerek ulusal kurtuluş hareketi olma özelliğini terk etti ve davanın, halkın ve toprakların birliği dağıtıldı. Araplar ise Batı Şeria ve Gazze Şeridi’nde Filistin Yönetimi kurulmasını meşrulaştırdı. Varlığı Filistinliler tarafından kabul edilip de Filistin anlatısı, 1967’de işgal edilen topraklar üzerindeki çatışmayla sınırlı hale geldikten sonra da İsrail ile normalleşme süreçleri ve çeşitli biçimlerde ilişki kurulması normalleştirildi. Nekbe (1948) dosyası da Filistin ve Araplar için kapandı.    

Aslında tarihe müracaat edip incelediğimizde korkunç Filistin gerçeği, Irak’ın Ağustos 1990’da Kuveyt’i işgalinin bir yansıması gibi görünüyor. Hem Araplar hem Filistinliler için feci kayıpların ve dönüşümlerin çoğunu sonuç veren o felaket veya tehlikeli macera olmasaydı Arap Doğusu ile Filistin davasının durumu nasıl olurdu, kimse biliyor.

*Bu makale Şarku’l Avsat tarafından Majalla’dan çevrildi.