Atatürk hilafeti kaldırdı... Talipler yarıştı

Sultan Vahdettin, 17 Kasım 1922'de Dolmabahçe Sarayı'ndan ayrılırken. (Getty)
Sultan Vahdettin, 17 Kasım 1922'de Dolmabahçe Sarayı'ndan ayrılırken. (Getty)
TT

Atatürk hilafeti kaldırdı... Talipler yarıştı

Sultan Vahdettin, 17 Kasım 1922'de Dolmabahçe Sarayı'ndan ayrılırken. (Getty)
Sultan Vahdettin, 17 Kasım 1922'de Dolmabahçe Sarayı'ndan ayrılırken. (Getty)

Sami Mubayyıd

"Halifelik kaldırıldı." Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk, 3 Mart 1924'te bu güçlü sözlerle, son resmi İslam halifeliğini kaldırdı. Bu, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin (TBMM) Türkiye'nin cumhuriyete dönüştüğünü ve Osmanlı İmparatorluğu'nun Birinci Dünya Savaşı'ndaki yenilgisinden beş buçuk yıl sonra sona erdiğini ilan etmesinden sadece dört ay sonra gerçekleşti. Halifenin bazı görevleri, sorumlulukları ve kalan parası TBMM’ye devredildi. Bir zamanlar İslam birliği ve gücünün sembolü olan halifelik, şimdi neredeyse sembolik ve önemsiz bir dini otorite haline geldi.

Osmanlı Padişahı’nın ihtişamı ve gücü, 1920'lerin başlarında yok olmaya başlamıştı. Atatürk, padişah unvanını da kaldırdı. Son Padişah, Kasım 1922'de görevden alınan 6. Mehmed (Vahdeddin) oldu. Ordusu yenildi ve hüküm sürdüğü imparatorluk yok edildi. Batılı güçler, Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra başkentini işgal etti. Eskiden İspanya ve Hindistan'daki Müslümanlar arasında büyük saygı gören mağlup halife, İngiltere ve Fransa'nın emirlerine boyun eğmek zorunda kaldı.

Sultan Vahdeddin. (Corbis/Getty)
Sultan Vahdeddin. (Corbis/Getty)

Sultan Vahdeddin, Anadolu'nun bazı bölgelerini, Suriye ve Irak'ın tamamını ve müttefiklerin tüm mahkumlarını serbest bırakmak zorunda kaldı. Halife ayrıca Osmanlı İmparatorluğu'nun ünlü demiryolu ve telgraf hatlarının kontrolünden de vazgeçti. Sultan Vahdeddin, İstanbul'daki tahtından bir İngiliz gemisine binerek Malta'ya gitti ve asla geri dönmemesi emredildi. Dünyadan ve İslam halifeliğinden tüm izlerini kaybetti. İki gün sonra, amcasının oğlu, Veliaht Abdülmecid, Müslümanların halifesi olarak ilan edildi. Ancak Sultan unvanını taşımadı. Atatürk 1924 yılının mart ayında onu da devirdi. Sultan Vahdeddin, İtalya Rivierası'na sürgün edildi ve Mayıs 1926'da öldüğünde naaşı uçakla Şam'a götürüldü. Türkiye devlet hazinesi boştu. Bu yüzden naaşı, o zamanlar Suriye Cumhurbaşkanı olan Ahmed Nami'nin özel parasıyla taşındı ve defnedildi. Ahmed Nami, aynı zamanda Sultan 2. Abdülhamid’in damadıdır.

Osmanlı Padişahı’nın ihtişamı ve gücü, 1920'lerin başlarında yok olmaya başlamıştı. Atatürk, Padişah unvanını da kaldırdı. Son Padişah, Kasım 1922'de görevden alınan 6. Mehmed'di (Vahdeddin). Ordusu yenildi ve hüküm sürdüğü imparatorluk yok edildi.

Atatürk'ün danışmanlarından bazıları, halifeliğin, padişahlığın otoritesinden ayrılarak korunabileceğini öne sürerek halifeliğin kaldırılmaması için kendisine tavsiyede bulunmuşlardı. Padişahın ilahi otoritesinden kurtulmak bir şeydi, ancak Sultan Vahdeddin’in taşıdığı unvanı kaldırmak tamamen farklı bir şeydi. Atatürk'ün danışmanları, hilafetin korunmasının yeni Türkiye Cumhuriyeti'nin çıkarlarına hizmet edeceğini ve dünyadaki Müslümanları otoritesi altında birleştireceğini savundu. Halifenin dini otoritesini Vatikan'ın Katoliklik üzerindeki kontrolüne benzetiyorlardı. Cumhuriyet ve hilafet bir araya gelemeyeceği için hilafetin cumhuriyetle keskin bir çelişki içinde olduğuna inanıyordu. Yeni anayasaya göre Türk halkı yasama kaynağıydı, halife değildi.

Atatürk'ün kararı, eskiden halifenin tebaası olan dünyanın her yerindeki Müslümanlar tarafından hoş karşılanmadı. Birçoğu hilafeti kurtarmaya çalıştı ancak çok az başarı elde ettiler. Örneğin, 1919'da Hindistan'da Halifelik Hareketi kuruldu. Bu hareket, Büyük Britanya'ya baskı yapmak için dünya çapında İslami bir destek toplamaya çalıştı. Hareket, Mahatma Gandhi de dahil olmak üzere birçok önemli kişiyi sosyal etkinliklerine çekmeyi başardı. Ancak hareket uzun sürmedi ve diğer halifelik çağrıları gibi başarılı olamadı. Cezayir direnişinin lideri Emir Abdulkadir el-Cezairi'nin torunu olan, önde gelen Cezayir Emiri Said el-Cezairi, Şam'da hilafet hareketini kurdu ancak 1920'lerin sonunda o da dağıldı.

Fotoğraf Altı: Halife unvanını isteyen Kral 1. Fuad. (Hulton Archive/Getty )
Halife unvanını isteyen Kral 1. Fuad. (Hulton Archive/Getty )

Mısır Kralı I. Ahmed Fuad, halifelik için aday olanlardan biriydi. Diğer aday ise Mekke Emiri ve Hicaz Krallığı'nın kralı olan Şerif Hüseyin bin Ali idi. Şerif Hüseyin, kendisini son Osmanlı halifesinin doğal varisi ilan etti ve ailesinin soyunun Hz. Muhammed'e kadar dayandığını savundu. Şerif Hüseyin, 11 Mart 1924'te, halifeliğin Türkiye'de kaldırılmasından sadece iki hafta sonra, Müslümanların boşta kalan halifeliği için adaylığını açıkladı.

Ancak bir yıl sonra, Kral Abdülaziz el-Suud, Şerif Hüseyin'in yönetimini ortadan kaldırdı ve onu Kıbrıs'a sürgün etti. Şerif Hüseyin'in halifeliği talep etmesi, siyasi rolünün kaybolmasıyla birlikte ortadan kalktı. Mısır Kralı, 25 Mart 1924'te İslam'ın geleceğini tartışmak için kapsamlı bir İslam konferansı düzenlemeye çağırdı. Konferansın amacı, Mısır Kralı'nın el-Ezher'den halife unvanını almasını destekleyen bir girişimi olan İslam dünyasını arkasında birleştirmekti. Ancak, girişimi Şerif Hüseyin'in girişimi gibi başarısız oldu.

Bu sorun, sonraki yüzyılda da ortadan kalkmadı. 2007 yılında Gallup tarafından yapılan bir kamuoyu araştırması, ankete katılan Müslümanların yüzde 65'inin İslam devletlerinin hilafet altında birleşmesini istediğini ortaya koydu. ABD Başkanı George W. Bush'un konuşmalarında hilafetten 15 kez, bir konuşmada ise dört kez bahsedildi. ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney, El Kaide'nin ‘hilafeti yeniden kurmak istediği’ konusunda uyardı. Savunma Bakanı Donald Rumsfeld, El Kaide'nin ‘mevcut İslami rejimlerin yerini alacak bir hilafet kurmak istediğini’ ekledi. Bu arada İngiliz Genelkurmay Başkanı Sir Richard Dannatt, İslamcıların gözlerini uzun vadeli ‘tarihi İslami Hilafeti yeniden kurmak’ hedefine diktikleri için Afganistan'da İngiliz kuvvetlerine ihtiyaç olduğunu açıkça belirtti. ABD Temsilcisi Ellen West, de Ağustos 2011 yaptığı açıklamada "Arap Baharı denilen şeyin, İslami hilafeti yeniden kurmanın ilk aşaması olduğu kadar, demokratik bir hareketle hiçbir ilgisi yoktur" demişti.

Bu sorun, sonraki yüzyılda da ortadan kalkmadı. 2007 yılında Gallup tarafından yapılan bir kamuoyu araştırması, ankete katılan Müslümanların yüzde 65'inin İslam devletlerinin hilafet altında birleşmesini istediğini ortaya koydu. ABD Başkanı George W. Bush'un konuşmalarında hilafetten 15 kez, bir konuşmada ise dört kez bahsedildi. ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney, El Kaide'nin ‘hilafeti yeniden kurmak istediği’ konusunda uyardı.

Ekim 2011’de Tunus'ta gerçekleştirilen Arap Baharı'nın ardından yapılan seçimlerde kazanan Müslüman Kardeşler'in genel sekreteri Hammadi Cibali, "İnşallah biz altıncı halifelik dönemini yaşıyoruz" dedi. Altıncı halifelikten kastettiği, ilk dört halife (Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali) ile Emevi hanedanından olan beşinci halife Ömer bin Abdulaziz'dir. Müslüman Kardeşler lideri Raşid Gannuşi de halifeliğin Müslümanların ortak umudu ve arzusu olduğunu söyledi. Kıdemli Suriyeli araştırmacı Satih el-Husari'ye bir keresinde 1948 Savaşı’nda yedi Arap ordusunun neden İsrail'i yenemediği sorulduğunda, bunun ortada yedi ordu bulunmasından kaynaklandığını söyledi. İslam devletinin işlerini yönetmek için bir ordu ve bir hilafet kurulmasına ihtiyaç vardı.

Ebu Bekir el-Bağdadi, sahte ve geçersiz bir halifelik görevini üstlendi

Mustafa Kemal Atatürk'ün halifeliği kaldırmasının üzerinden tam 90 yıl geçtikten sonra, ilk ciddi hilafet adayı ortaya çıktı. Iraklı bir Sünni İslamcı olan İbrahim Avvad İbrahim el-Bedri (daha çok Ebu Bekir el-Bağdadi olarak bilinir), 29 Haziran 2014'te Irak ve Suriye'de bir halifelik ilan etti. Sözcüsü, Ebu Bekir el-Bağdadi'nin ‘Halife İbrahim’ unvanını alacağını ve hilafetin yeniden kurulduğunu duyurdu.

20 Eylül 2014'te, 120'den fazla Sünni din adamı, Ebu Bekir el-Bağdadi'ye açık bir mektup imzaladı ve onu Kur’an-ı Kerim ve Sahih Hadis'in yanlış yorumlamasıyla suçladı. Mektupta, "İslam'ı sertlik, zulüm, işkence ve cinayet dini olarak yorumlayarak İslam'ı yanlış yorumladınız. Bu büyük bir hatadır ve İslam'a, Müslümanlara ve tüm dünyaya bir hakarettir" ifadelerine yer verildi.

Fotoğraf Altı: DEAŞ terör örgütü halifesi Ebubekir el-Bağdadi. (Getty)
DEAŞ terör örgütü halifesi Ebubekir el-Bağdadi. (Getty)

Fransa'da bir camide binlerce Müslüman, “Biz bunu kabul etmiyoruz” demek için toplandı. Mısır’daki Daru’l İfta, DEAŞ’ı ‘Irak ve Suriye'deki El Kaide ayrılıkçıları’ olarak adlandırdıkları bir fetva yayınladı. Ekim 2014'te, İngiliz İslami kuruluşları Britanya İslam Topluluğu, İngiliz Müslümanlar Derneği ve Müslüman Barolar Birliği, DEAŞ’ı İslam dışı devlet’ olarak adlandırmayı önerdi.

Batılı gazeteciler, İslam hakkında yeterli bilgiye sahip olmadıkları için genellikle el-Bağdadi'yi yanlışlıkla İslam'ın ilk halifesi olan Ebu Bekir es-Sıddık'ın halefi olarak tanımlarlar. Bu hem gazetecilerin hem de okuyucularının tarihini bilmemesinden kaynaklanmaktadır. Bu nedenle, 2014 yılındaki birçok haber raporunda yer alan ‘İslam hilafeti, Hz. Muhammed'in 632 yılındaki ölümünden sonra kuruldu ve 1924 yılında Birinci Dünya Savaşı'nın ardından Mustafa Kemal Atatürk tarafından kaldırıldı’ şeklindeki tarihsel özete kimse itiraz etmedi. Kasıtlı veya kasıtsız olarak yapılmış olsun, bu yanlış argüman, Ebu Bekir el-Bağdadi'nin Ebu Bekir el-Sıddık'ın ve Ömer ibn el-Hattab, Ali ibn Ebi Talib gibi büyük adamlardan oluşan bir hanedanın ve Kanuni Sultan Süleyman, Abdülmecid ve Abdülhamid gibi Osmanlı padişahlarının doğal halefi olduğunu gösteriyor.

Müslüman Sünnilerin çoğuna göre, Hz. Muhammed'in arkadaşı, komşusu ve en güvendiği sahabe olan Ebu Bekir es-Sıddık, 632 yılında ilk halife oldu. Ona ‘Resulullah'ın halifesi’ unvanı verildi. Sünniler, halifenin, İslam'ın doğum yeri olan Mekke'nin güçlü kabilesi Kureyş veya herhangi bir yan kolundan doğrudan soyundan gelmesi gerektiğini ve oy birliğiyle (şura) seçilmesi gerektiğini savunur. Hz. Muhammed de Kureyş'in Beni Haşim koluna mensuptu. Ancak, İslam'ın Hanefi mezhebi, halifenin Kureyşli olmayanlar tarafından da seçilebileceğini söyler. Bu, Osmanlı padişahlarının İslam imparatorluğunu nasıl yönettiğini açıklar. Osmanlı padişahlarının hiçbiri Mekke'nin soylularından değildi. Şii Müslümanlar ise halife olmak için birinin Mekke'nin soylularından olması yeterli olmadığını, potansiyel rakiplerin Hz. Muhammed'in soyundan, yani Ehl-i Beyt'ten gelmesi gerektiğini savunur. Bu, Ebu Bekir el-Bağdadi'nin, bir açıklama yaptığında veya kamuoyunun önüne çıktığında kullandığı iki önemli ek ismin nedenini açıklar. İlk unvan ‘Kureyşli’ (Kureyş'ten), ikinci unvan ise ‘Haseni’ (Hz. Muhammed'in torunu Hz. Hasan'ın soyundan). Batılı gazeteciler ve gayrimüslimler, pratik nedenlerle genellikle bu iki unvanı göz ardı etme eğilimindedir. Ancak DEAŞ medyası, Ebu Bekir el-Bağdadi'den bahsederken her zaman bu iki aidiyeti belirtir.

Hilafet koşulları: Kimler halife olabilir?

Hilafet şartları, soyundan bağımsız olarak oldukça açıktır. Halifenin bir erkek ve Müslüman olması gerekir. Halifenin Müslüman kitlelere namaz kıldırması gerekiyordu. İslami geleneklere göre kadınlar liderlik pozisyonlarını üstlenemezler, hatta bir camide erkeklere ayrılmış bölümde görünemezler. Halife İslam hakkında bilgili olmalıdır. Adaletli, güvenilir ve yüksek ahlaka sahip olması gerekir. Ayrıca fiziksel ve ruhsal olarak sağlıklı, cesur ve milletini düşmanlarından koruma yeteneğine sahip olmalıdır. Sünniler, halifenin, İslam hukuku sınırları içinde ‘adaletle’ hüküm vermesi beklenen bir dünyevi hükümdar olduğu konusunda hemfikirdir. Bir fakih tarafından onun adına hazırlanması beklenen yasaları onaylamakla ve vatandaşların bunları takip etmesi gerekir. Ancak halifenin gücü Kur’an-ı Kerim hukukunun üstünde değildir. Kur’an-ı Kerim öğretilerini ihlal ederse, Şura Konseyi tarafından sorguya çekilebilir. Şura Meclisi, devlet işlerini tartışmak ve İslam ümmeti adına kararlar almakla görevli eğitimli insanlardan oluşan küçük bir gruptur. Halifenin görevden alınmasının gerekçelerinden biri, örneğin, Müslümanları namaza çağırmamasıdır.

Mustafa Kemal Atatürk'ün halifeliği kaldırmasının üzerinden tam 90 yıl geçtikten sonra, ilk ciddi hilafet adayı ortaya çıktı. Iraklı bir Sünni İslamcı olan İbrahim Avvad İbrahim el-Bedri (daha çok Ebu Bekir el-Bağdadi olarak bilinir), 29 Haziran 2014'te Irak ve Suriye'de bir halifelik ilan etti. Sözcüsü, Ebu Bekir el-Bağdadi'nin ‘Halife İbrahim’ unvanını alacağını ve hilafetin yeniden kurulduğunu duyurdu.

İlk halife Ebu Bekir es-Sıddık'ın 634 yılındaki ölümünden sonra, yerine Ömer bin Hattab halife seçildi. Ömer bin Hattab, İslam tarihinde olağanüstü bir şahsiyetti. Bilge, adil ve dindar biriydi ve yüksek siyasi zekaya sahipti. Ömer bin Hattab konuşurken, sözleri yasalara dönüşürdü ve bunlar Müslümanların nesiller boyunca aktardığı sözler olurdu. Aynı zamanda Peygamber'in eski bir arkadaşı ve eşi Hz. Hafsa'nın babasıydı. ‘Resulullah'ın halifesinin halifesi’ ifadesindeki tekrar yerine Ömer bin Hattab, ‘Müminlerin Emiri’ unvanını aldı. Bu unvan, kendisi ve halefleri Osman bin Affan ve Ali bin Ebu Talib'in de unvanı oldu. Her ikisi de Mekke'nin soylularındandı ve Peygamber'in kızlarıyla evliydiler. Sünni hadislere göre Peygamber ilk dört halifeyi ahirette cennetle müjdelemiştir. Bu müjde, Peygamber'in ne ilk eşi olan sevgili eşi Hatice ne kızı Fatıma ne de en sevdiği eşi Ayşe de dahil olmak üzere hiçbir yakınına verilmedi. Bu halifelerin tarihi, İslam dünyasının kalbinde yer almaktadır. Ebu Bekir el-Bağdadi, bu tarihi ezbere biliyordu. İlk dört halife, her Müslümanın takip ettiği ideal bir örnektir ve el-Bağdadi, onların yolunu takip ettiğini iddia etti.

Ancak Bağdadi iyi bir Müslüman değildi. Aksine bir zorba ve şarlatandı. Emir Said el-Cezairi, 1924'te Suriye'de hilafet hareketi kurulduğunda, Atatürk'ün kararıyla boş kalan pozisyonu bir sahtekar ortaya çıkmadan hemen önce uygun bir halefin doldurması gerektiği konusunda Müslüman ümmetini uyarmıştı. 90 yıl sonra bu sahtekar, Ebu Bekir el-Bağdadi ve onun halefi olduğunu iddia eden herkes, 2019'daki ölümünün ardından ortaya çıktı.

*Bu makale Şarku’l Avsat tarafından Majalla’dan çevrildi.



Türkiye-Suriye normalleşmesi: Olasılık ve sürdürülebilirlik

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esed ile Şam'daki Halk Sarayı'nda tokalaşırken, 11 Ekim 2010 (AP)
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esed ile Şam'daki Halk Sarayı'nda tokalaşırken, 11 Ekim 2010 (AP)
TT

Türkiye-Suriye normalleşmesi: Olasılık ve sürdürülebilirlik

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esed ile Şam'daki Halk Sarayı'nda tokalaşırken, 11 Ekim 2010 (AP)
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esed ile Şam'daki Halk Sarayı'nda tokalaşırken, 11 Ekim 2010 (AP)

Ömer Önhon

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esed ile görüşme çağrılarını daha yüksek sesle dile getirmeye başladı. Cumhurbaşkanı Erdoğan, Geçtiğimiz hafta Washington'da gerçekleşen NATO Liderler Zirvesi kapsamında düzenlenen basın toplantısında bir soru üzerine Esed'i Türkiye'de ya da üçüncü bir ülkede görüşmeye davet ettiğini söyledi.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ı Ankara ile Şam arasındaki gerilimin sona erdirilmesi için uygun atmosferi oluşturmakla görevlendirdi. Washington dönüşü uçakta açıklamalarda bulunan Cumhurbaşkanı Erdoğan, ABD ve İran'ın bu olumlu gelişmeleri memnuniyetle karşılaması ve desteklemesi gerektiğini söyledi.

Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın daha önceki ‘Esed'siz Suriye’ politikasını terk ettiği ve Suriye'deki sorunları Esed ile birlikte çözmek istediği açık.

Suriye Devlet Başkanı Esed, Cumhurbaşkanı Erdoğan'la görüşmek için Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) Suriye'nin kuzeyinden çekilmesini şart koşarken, Türkiye görüşmelerin önkoşulsuz olarak devam etmesi gerektiğini vurguluyor. Türk uzmanlara göre Türkiye, Suriye'nin kuzeyinde sonsuza kadar kalma niyetinde değil, ancak Erdoğan'ın ‘terör örgütü’ olarak tanımladığı grupların kontrolü altındaki bölgeden Türk topraklarının hedef alınmayacağına dair kendisine garantiler verilmesine ihtiyaç duyuyor.

Erdoğan'ın tekrarlanan çağrılarına Suriye'den verilen doğrudan yanıt bu kez Esed’den değil, Suriye Dışişleri Bakanlığı'ndan yapılan yazılı bir açıklamayla geldi. Bakanlık açıklamasında, iki ülkenin çıkarlarının çatışmaya ya da düşmanlığa değil, sağlıklı bir ilişkiye dayandığı ve Türkiye ile ilişkilerin normale ve 2011 öncesine dönmesine bağlı olduğu ifade edildi.

Açıklamada, şu ifadeler yer aldı:

Normalleşmeye yönelik her türlü girişim, arzu edilen sonuçlara ulaşılmasını amaçlayan sağlam temellere dayanmalı. Bunların başında da yasadışı güçlerin Suriye topraklarından çekilmesi ve sadece Suriye'nin değil, Türkiye'nin de güvenliğini tehdit eden terörist gruplarla mücadele edilmesi geliyor.

Bana göre bu açıklama normalleşme sürecinin başlamasına dair herhangi bir önkoşul dayatmaktan ziyade, süreç başladıktan sonra nelerin başarılması gerektiğinin ana hatlarını çiziyor.

Açıklamada ayrıca Şam’ın ‘Suriye-Türkiye ilişkilerinin düzeltilmesi için samimi çabalar bulunan kardeş ve dost ülkelere teşekkürleri ve takdirleri’ dile getirildi.

Türkiye ile Suriye arasındaki normalleşme sürecine Rusya arabuluculuk yapıyor ve henüz netleşmemiş olsa da Irak'ın da bir rolü olduğuna inanılıyor. Ancak normalleşmeyi mümkün ve sürdürülebilir kılmak için ele alınması gereken önemli meseleler var.

1- Suriye muhalefeti Suriye'nin kuzeybatısında kendi yönetimini kurdu ve varlığını sürdürebilmek için Türkiye'nin desteğine ihtiyaç duyuyor. Şam ile uzlaşma durumunda Türkiye'nin Suriye muhalefetini terk edeceği korkusu bu bölgelerde son zamanlarda protestoların düzenlenmesine neden oldu.

2- Başta köktendinci gruplar olmak üzere militanların ve Esed'in yönetimi altında yaşamayı reddeden Suriyelilerin gidebilecekleri tek bir yer var, o da Türkiye. Ancak Ankara'nın bir yandan Türkiye’deki Suriyelileri geri göndermeye çalışırken diğer yandan yeni Suriyeli grupları kabul etmesi büyük bir ikileme yol açacak.

3- ABD tarafından eğitilen ve donatılan Halk Koruma Birlikleri (YPG), bağımsız bir oluşum olarak kazanımlarını korumaya çalışıyor. Ancak Cumhurbaşkanı Erdoğan, Türkiye sınırlarında ‘terör devleti kurulmasına’ izin vermeyeceğini vurguluyor.

4- Suriyeli mültecilerin geri dönüşü Türkiye'de önemli bir siyasi mesele haline geldi. Dolayısıyla Ankara, Suriyeli mültecileri ülkelerine geri göndermeye çalışıyor, ancak Şam bu konuda kendisiyle iş birliği yapmadığı sürece çabaları sınırlı kalacaktır.

Türkiye'deki muhalefet partileri, Erdoğan'ın ‘katil’ olarak nitelendirdiği ve onsuz bir Suriye için aktif çaba sarf ettiği Esed'le uzlaşmayı istemesini, ‘Suriye politikalarının başarısızlığının açık bir göstergesi’ olarak görüyor.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, 1 Temmuz'daki kabine toplantısının ardından Suriye muhalefetine dış politikadaki gerilimi azaltmak için görüşmesi gereken herkesle görüşmekten kaçınmayacağı konusunda güvence verdi. Esed ile görüşebileceğini ve bunu yaparak Türkiye’nin (Suriye muhalefetine atıfla) kimsenin güvenine ihanet etmeyeceğini belirten Erdoğan, “Türkiye dostlarını terk eden bir ülke değildir” dedi. Türk yetkililer ayrıca Suriyeli muhalif grupların temsilcileriyle de bir araya gelerek onları ikna etmeye çalıştı.

Suriye’nin kuzeybatısında yaklaşık 5 milyon nüfusa sahip. Sadece Halep ve İdlib'den gelenler değil, aynı zamanda silahlı grupların üyeleri ve aileleri ile Humus, Hama, Şam/Doğu Guta ve Dera gibi diğer bölgelerden gelen ve 2017 yılında imzalanan ‘çatışmasızlık bölgesi’ oluşturulması anlaşmalarının ardından Esed yönetimi altında yaşamak istemedikleri için kuzeye göç eden kişiler de yaşıyor. Bu kişiler, Esed ile uzlaşmaya en azından mevcut koşullar altında niyetli değiller.

xdvfbr
Suriye'nin kuzeyindeki el-Bab kentinde Türkiye karşıtı gösteriler sırasında bir Türk askeri aracını izleyen çocuklar, 1 Temmuz (AFP)

Tüm bu zorluklara rağmen, Türk ve Suriyeli yetkililerin, özellikle de istihbarat yetkililerinin, Erdoğan ve Esed arasında olası bir görüşmenin önünü açmak için Rusya'nın arabuluculuğunda bir araya geldikleri varsayılabilir.

Şam'daki iktidarını sürdürmeyi başaran, Arap Birliği (AL) üyeliğine geri dönen ve uluslararası ilişkilerinde bazı ilerlemeler kaydeden Esed, 2011 yılındaki ayaklanmaya yol açan politikalarını ve acımasız uygulamalarını değiştirmedi. Hatta muhalefeti reddetmeyi ve rejime entegre olmalarına karşı çıkmayı sürdürüyor. Aynı zamanda özgür ve kapsamlı seçimler yapılması ve en alt düzeyde bile olsa iktidar paylaşımı gerçekleşmesi imkansız olasılıklar olarak kalmaya devam ediyor.

Ayaklanmanın başlangıcında olduğundan çok daha kötü ekonomik koşullarla birleşen mevcut durum, silahlı çatışmaların yeniden başlaması ihtimalini her zaman diri tutuyor. Rusya ve Suriye'nin İdlib'deki hedefleri bombalamaya devam etmesi, Suriye muhalefetine ve yeni bir mülteci akını potansiyeli de dahil olmak üzere Türkiye'ye her türlü ek komplikasyonu hatırlatıyor.

Türkiye'deki muhalefet partileri, Erdoğan'ın ‘katil’ olarak nitelendirdiği ve onsuz bir Suriye için aktif çaba sarf ettiği Esed'le uzlaşmayı istemesini, ‘Suriye politikalarının başarısızlığının açık bir göstergesi’ olarak görüyor.

Türkiye'nin ana muhalefet partisi Cumhuriyet Halk Partisi'nin (CHP) lideri Özgür Özel, Esed ile görüşmek üzere yakında Şam'ı ziyaret etmeyi planlıyor. Ziyaretin amacının Ankara ile Şam arasında normalleşmeyi kolaylaştırmak olduğu belirtiliyor. Ancak Suriye tarafı henüz ziyareti teyit etmedi.

BMGK’nın 2015 yılında Rusya ve Suriye de dahil olmak üzere tüm taraflarca kabul edilen 2254 sayılı kararı, Suriye’de kapsamlı bir siyasi çözüm için en iyi seçenek olmaya devam ediyor.

Mülteciler ve geri dönenler konusunda sorunun başlıca kaynağı Suriye. Türkiye'deki ve başka yerlerdeki Suriyeliler ya da en azından bir kısmı, anavatanlarında uygun sosyal, ekonomik ve güvenlik koşullar oluşturulduğu takdirde geri döneceklerdir.

Suriye'nin bu konuda ciddi adımlar atması gerekiyor ve uluslararası toplumun yardımına ihtiyaç duyacağı açık. Ancak ülke kendi kaynaklarını da kullanmalı.

ABD’nin koruması altındaki YPG/PKK, Suriye'deki tüm petrol sahalarını kontrol ediyor. Bu sahalardan çıkardığı petrolü Esed rejimi, kökten dinci örgütler ve kuzeybatıdaki muhalefet de dâhil olmak üzere çeşitli alıcılara satarak faaliyetlerini finanse ediyor. Oysa bu kaynaklardan elde edilen ülke serveti, Suriye'nin yeniden inşası ve halkın evlerine dönmesini kolaylaştıracak koşulların yaratılması için kullanılmalı.

Suriye’deki kriz sadece Türkiye ve Suriye arasındaki bir mesele olmamakla birlikte bu krizi tamamen sona erdirmenin tek yolu kapsamlı bir çözümdür.

Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin (BMGK) 2015 yılında Rusya ve Suriye de dahil olmak üzere tüm taraflarca kabul edilen 2254 sayılı kararı, Suriye’de kapsamlı bir siyasi çözüm için en iyi seçenek olmaya devam ediyor.

Tüm bunlar, Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Suriye Devlet Başkanı Esed önümüzdeki haftalarda bir araya gelse bile, tüm karışık konuların çözülmesinin yıllar alacağını beklememiz gerektiğini gösteriyor.

*Bu makale Şarku’l Avsat tarafından Londra merkezli Al Majalla dergisinden çevrilmiştir.