‘Üç Latin Amerika devinin’ eğilimlerine ilişkin soru işaretleri

‘Üç Latin Amerika devinin’ eğilimlerine ilişkin soru işaretleri
TT

‘Üç Latin Amerika devinin’ eğilimlerine ilişkin soru işaretleri

‘Üç Latin Amerika devinin’ eğilimlerine ilişkin soru işaretleri

1 Aralık gece yarısından hemen önce G20 liderleri, Arjantin’in başkenti Buenos Aires’te 20 gün süren G20 zirvesinin son akşamında “Columbus” sahnesinde yüksek sesle “Arjantin” sloganları atan dansçıların tezahüratları arasında gözyaşlarını tutamayan Arjantin Devlet Başkanı Mauricio Macri ve eşi Juliana Awada’yı coşkuyla alkışladılar.
Bu, dünya nüfusunun üçte ikisini yöneten, dünya zenginliklerinin yüzde 85'ini üreten ve küresel ticaretin dörtte üçünü gerçekleştiren liderlerin bir araya geldiği son sahneydi.
Macri’nin gözyaşları, Almanya Başbakanı Angela Merkel’in ona sarılmasına, Hindistan Başbakanı Narendra Modi’nin ise sıcak kucaklamasına neden olurken sahne gösterisinin erken bitmesine kızan ABD Başkanı Donald Trump’ın “protestosu” ile karşılandı. Bu durum, onlarca yıldır kaynaklarını ve enerjilerini aktif hale getirmeye ve uluslararası alanda bu enerjiler ve kaynaklarla uygun bir rol oynamaya çalışan Arjantin ve birçok Güney Amerika ülkesinin zirveye yönelik özlemleri ve hayal kırıklıklarını özeti sayılabilir.
Birçok küresel ilişki için bir yönetim kurulu olarak hizmet veren G20, özellikle ABD ve diğer ülkeler arasında bir dizi önemli ekonomik meselede büyük güçlerin tutumları arasındaki zıtlığı ön plana çıkarıyor. Ancak bununla birlikte diyalog ve krizlerin giderilmesinde bir forum olarak G20’nin yararlı olduğu da vurgulanıyor.
Buenos Aires’te düzenlenen zirveden olağanüstü sonuçlar çıkmadı. Zaten kimse dünyanın şuan içinde bulunduğu ekonomik ve jeopolitik koşullarda, tıpkı küresel mali sistemin çöküşü ve bir başka büyük ekonomik durgunluğun patlak vermesini önlemek için bir dizi radikal karar alınan 2008 Washington ve 2009 Londra zirvelerinde olduğu gibi bir takım gelişmeler olmasını beklemiyordu. Yakın ve uzak tarihin de kanıtladığı gibi, büyük güçler, uluslararası meseleleri kendi iç kaygılarına çekmeyecek ve çok ciddi bir ekonomik kavşakta olmadıkça uluslararası istikrarı teşvik etmek için fedakârlık yapmayacaktır.
Büyük küresel krizden 10 yıl sonra G20 liderleri çok farklı koşullarda Arjantin’in başkentinde bir araya geldiler. Küresel ekonomide giderek artan zorluklarla karşı karşıya kalınmış bir manzara var. Ancak Brexit’ten ticaret savaşına, artan kamu borcundan ekonomideki büyümenin yavaşlamasına ve petrol fiyatlarındaki dalgalanmalar gibi zorluklar yaşandığı konusunda görüş birliği de var.
Bununla birlikte uluslararası işbirliği, hala ABD'nin geri çekilmesinin neden olduğu gerilemeyi gidermeye çalışıyor. Başkan Trump’ın başta çokça eleştirilen “Önce ABD” sloganı her ne kadar açıkça belirtilmese de daha sonra bazı G20 liderleri arasında karşılık bulduğu bir sır değil. Çünkü liderler içeride (halk nezdinde) hızlı ve kolay bir şekilde karşılık bulan ve eski bazı yükümlülüklerden sıyrılmak için açık kapı bırakan bu söylemden memnunlar.
Sonuç bildirisiyle ilgili iyimserlik
Bu bağlamda, zirveden çıkan nihai bildiride bir takım iyimserliklerin olduğu söylenebilir. Birincisi, zirveden birçok beklentinin aksine tüm tarafların kabul ettikleri bir açıklama çıktı. İkincisi, bir bildirinin oybirliğiyle ve çekincesiz olarak yayınlanması önemlidir. Çünkü bu, istihdamın geleceği ve 2030'da özellikle sağlık ve altyapı, eğitim ve çocuk bakımı, yolsuzlukla mücadele, göç ve mülteci sorunlarının ele alındığı alanlarda sürdürülebilir kalkınma hedeflerine ulaşmak için yatırımı teşvik etme ihtiyacı gibi bir dizi küresel ekonomik zorluğun ortak bir tanısını oluşturur.
Gözlemcilerin büyük umutlarla baktığı bu zirvenin tahmin edilemeyen ümit verici sonuçlarından biri de, uzun vadede bir ticaret savaşını önlemek için Dünya Ticaret Örgütü'nün (DTÖ) lağvedilmesi gerekliliğinde uzlaşılmasıydı. Ancak bu adımın önünde bir takım engeller bulunuyor. Bunlardan en önemlisi de Çin ve ABD ile taraflar arasındaki diyalog kanallarının açılmasını sağlamak için arabuluculuk yapmaya çalışan Avrupa Birliği (AB) arasındaki mevcut anlaşmazlık. AB arabuluculuğu ilk meyvelerini Buenos Aires'te verdi. ABD Başkanı Trump ve Çin Devlet Başkanı Şi Cinping arasındaki ikili görüşmede iki ekonomik güç arasında geçici olarak ateşkes ilan edildi. ABD, üç aylığına çok sayıda Çin malına yönelik yüzde 25'lik ek vergilerin uygulanması kararını ertelemeyi kabul etti. Pekin ise Washington'la bir ticaret savaşına girmeyi engellemek için her türlü çabayı sarf etmeye istekli olduğunu gösterdi.
G20 Zirvesi’ne dair umutların çoğu başlarda büyük küresel sorunlara dair çok taraflı sistemi güçlendirmeye yönelikti. Ancak son yıllardaki gelişmeler daha gerçekçi bir yaklaşım benimsenmesiyle iyimserlik seviyesinin azalmasına neden oldu. Çünkü artık sadece bir araya gelmenin dahi kendi başına bir başarı olduğu düşünülüyor. ABD Başkanı Trump ile Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in Ukrayna ve Rusya arasındaki sıcak gerilimin giderilmesine dair görüşmelerde bulunmak üzere bir araya gelmeleri bekleniyordu. Ancak son anda iptal oldu. ABD ve Çin liderleri arasındaki ikili görüşmelerin de özellikle Çinli teknoloji şirketi Huawei'nin Mali İşler Direktörü (CFO) Meng Vancou’nun Kanada’da tutuklanması ve bu olayı takip eden gelişmelerin ardından iptal olmasından korkulmuştu. Fakat görüşme gerçekleşti.
Fransa’daki protestolar
Tüm enerjisini çok yönlü bir cephenin lideri olmaya adayan Fransa Cumhurbaşkanı Emmenuel Macron’un hayalleri, ülkesindeki protesto gösterileri ve şiddet olaylarıyla hızla buhar olup gitti. Bu durum, Brexit’ten İtalya’nın neden olduğu bütçe krizine ve AB’nin temellerini sarsan popülist güçlerin yükselişine kadar AB'nin çeşitli cephelerinde çıkan yangınlar devam ederken yaşandı.
Ancak bu kasvetli tabloya rağmen gözlemciler, büyük ekonomik güçlerin, kapitalist sistemin zayıflıklarının kapitalistlerde olduğunu anladıklarını düşünüyorlar. Chicago Üniversitesi’nde ekonomi uzmanı olan ve Uluslararası Para Fonu'nda (IMF) yıllarca baş ekonomist olarak görev yapan Raghuram Rajan, “Kapitalizmi kapitalistlerden kurtarmak” adlı kitabında, serbest piyasayı, modern toplumlarda yaşam koşullarını iyileştirmek için en iyi ve en etkili ekonomik sistem olarak nitelendiriyor. Ancak bunun için vatandaşlara fırsat eşitliği sağlayan bir dizi program ve prosedürün yanı sıra devletin piyasayı düzenleyen, altyapı ve temel hizmetleri sağlayan kuralların belirlenmesi koşulunu öne sürüyor.
Latin Amerika üçlüsü
G20’ye ev sahipliği yapan Arjantin, Brezilya ve Meksika gibi Latin Amerika’nın büyük ülkeleri ile birlikte ekonomik küreselleşmenin, kapasiteleri ve kaynakları ile uyumlu kalkınma hedeflerine ulaşmak için mevcut tek alan olduğunu kabul ediyor. Arjantin geçtiğimiz yıldan bu yana karşı karşıya olduğu büyük ekonomik krize rağmen zirveye ev sahipliği yapmak ve tüm imkanları seferber etmek için olağanüstü çaba sarf etti. Böylece büyük zorluklarla baş edebilen ve uluslararası sistemin güvenine layık bir ülke profili çizdi. IMF, tarihindeki en yüklü krediyi vermeseydi Arjantin’de mali sistemin çöküşü kaçınılmaz olurdu.
Arjantin'in finansal sıkıntılarının öyküsü, küresel ekonomik sicilde önemli bir yer tutuyor. Bir dizi kriz, sürpriz ve kaçınılması gereken planlarla birlikte Arjantin’in bu sicili uzmanlar için bir ders kaynağıdır. Arjantin, mali sistemini çöküşten kurtarmak için IMF’den 50 milyar dolarlık borç aldı. Sosyal koşulların bozulmasının temel nedeni olan borç yükü, ülkeyi bu açıdan sıfırlayacak. Nüfusunun yüzde 30'u yoksulluk sınırının altında yaşayan Arjantin’in insani gelişme endeksi, bazıları geçtiğimiz yüzyılda kendisine borçlu olan Avrupa ülkeleri seviyesinden Afrika ülkeleri seviyelerine geriledi.
Bazı çevreler, Arjantin'in bu yılın başından bu yana para biriminin değerinin yarısını kaybetmesi, faiz oranlarının dünya rekoru kırması ve yüksek enflasyon sıralamasında 5’inci sıraya yükselmesinin ardından IMF’den aldığı büyük yardımın, ekonomik sıkıntılar doğurmasından şüpheleniyor.
Bu şüpheciler, IMF’den alınan kredinin şartları gereği alınan ilk tasarruf tedbirlerinden sonra Arjantin hükümetinin gelecek yıl yapılacak başkanlık ve genel seçimlerde ekonomiyi düzeltmek ve mali sistemi kurtarmak için gerekli yapısal reformları sürdürmek yerine sendika ve sosyal çevrelere hakim olan yoğun tıkanıklığı hafifletmek için harekete geçme eğilimi göstermesinden ve böylece yeni bir kriz doğmasından korkuyorlar.
Tehlikeli Brezilya macerası
Aslında Latin Amerika'nın tamamı, yıllarca umut vadeden ekonomik büyüme, uzun bir durgunluk dönemi, kamu kurumlarındaki yolsuzluk ve yanlış politikalarla mali çöküşün ardından tarihte eşi benzeri görülmemiş bir siyasi sayfa açan ve diğer devlerin önünde bir örnek teşkil eden Brezilya'nın önündeki yeni döneme dair nefeslerini tutmuş durumda.
Eski bir asker olan Jair Bolsonaro, Brezilya Devlet Başkanı olarak göreve geldikten bir gün sonra Brezilya'nın ekonomi politikasında, komşu ülkelerle olan ilişkilerinde ve uluslararası arenadaki rolünde radikal değişiklikler olacağı uyarısında bulundu. Bolsonaro’nun seçim kampanyasında gösterdiği aşırı popülizmin, Şikago'daki liberal bir okulun önde gelen bir öğrencisine emanet edilen ekonomi politikasındaki popülizmle karşılanamayacak şekilde olması, bunun ilk belirtilerindendi. Fakat yeni hükümetin yoksullara yönelik yardım programlarının iptal edilmesi ve orta sınıfın daha fazla fedakârlık göstermesini gerektiren ekonomik programını açıkladığında Brezilya’nın yeni bir toplumsal huzursuzluk ve protesto döneminin eşiğine geleceğine dair büyük korkular var. Bolsonaro'nun polis ve güvenlik güçleriyle şiddet ve kaosa müdahale etme ve askeri diktatörlüğe yönelik eğilimleri bu korkuyu artırıyor.
Brezilya'nın siyasi sahnesindeki gerginliğe dair bir başka endişe kaynağı da, Bolsonaro'nun baş rakibi, eski Devlet Başkanı Luiz Inácio Lula da Silva'ya verilen hapis cezası ve başkanlığa aday olmasını engelleyen siyasi çalışmalarının yasaklanması kararının arkasındaki yargıç Sergio Moro’nun adalet bakanlığına getirilmesi. Gözlemciler, seçim kampanyasına “İşçi Partisi ortadan kaldırılması gereken bir kanserdir” diyerek başlayan Bolsonaro'nun Adalet Bakanı olarak atadığı Moro'nun ilk olarak yolsuzluk ve kötü yönetim suçlamalarıyla İşçi Partisi’nin sembol isimleri ve liderlerine yönelik soruşturmalar başlatmasını bekliyorlar.
Meksika... Ters akım
Meksika, seçim kampanyasındaki başlıklar ve zor vaatlerle dolu programıyla halkın büyük çoğunluğunun desteğini alarak devlet başkanlığına seçilen solcu Manuel Lopez Obrador’la yeni bir siyasi sayfa açıyor.
Ağır yolsuzluk ve şiddet olaylarının geride bıraktığı miras ışığında vaat edilen radikal değişim, geniş reformların önünü açmak ve devlet kurumlarındaki ekonomik zayıflık ve performans düşüklüğünü düzeltmek, yeni başkan için kolay olmayacak. Bununla birlikte Buenos Aires'teki zirvenin oturum aralarında Meksika, Kanada ve ABD arasında yeni bir ticaret anlaşmasının imzalanmasıyla büyük bir engelin aşılmasına rağmen ABD’den kuzeyindeki “komşusuna” esen yeni rüzgarlar kaygı ve endişeleri artıracak.
Demokrasi diyabeti
Latin Amerika'daki Stratejik Araştırmalar Enstitüsü tarafından yayınlanan son yıllık rapora göre, Latin Amerika ülkelerinde demokratik sistemden memnun olmayan vatandaşların oranı geçtiğimiz yıl yüzde 51 iken bu yıl yüzde 71'e yükseldi. Demokrasiyi destekleyenlerin oranının yüzde 44'ten yüzde 24'e gerilemesi, son dönemde bölgedeki seçim “darbelerini” açıklıyor.
Rapor bu durumu bir “demokrasi diyabeti” olarak nitelendiriyor. Yani ilerlerken belirti göstermeyen ve hızlı bir şekilde ölüme götüren gizli diyabetin ortaya çıktıktan sonra iyileştirilmesi neredeyse imkansızdır. Rapor, bunun nedenlerini, gelişme düzeyindeki düşüşe, yolsuzluğun yayılmasına, kamu kurumlarına olan güven eksikliğine ve gerekli demokratik davranış ve yetkinliklere sahip liderlerin sayısının az olmasına bağlıyor.
Arjantin’in First Lady izlenimi
Arjantin ve Latin Amerika basınında, özellikle Arjantin Devlet Başkanı Macri’nin eşi Lübnan asıllı Juliana Awada'nın, özellikle diğer devlet başkanlarının eşlerine eşlik ettiği sosyal programda oynadığı önemli role dikkat çekildi. Güzelliği ve zarafetine dikkat çekilen Juliana Awada'nın, ABD First Lady’si Melanie Trump'ı dahi gölgede bıraktığı vurgulandı. Ancak buna rağmen, Arjantin basını Awada'nın bu zor ekonomik koşullardaki savurganlığını eleştirdiler. Kamu hazinesine 112 milyon dolara mal olan zirve bütçesinin üçte birinin Awada’nın toplantılarına, misafirleri ile yaptığı ziyaretlere ve cömertçe seçilen resmi hediyelere harcandığına dikkat çekildi.
Çin'in sessiz nüfuzu
ABD merkezli Dış İlişkiler Konseyi (CFR) Arjantin’deki G20 zirvesiyle aynı dönemde yayınladığı bir raporda, Çin’in yıllardır Latin Amerika’da “sessizce nüfuz etme” politikası sürdürdüğü konusunda uyardı. Raporda, Çin’in Latin Amerika’da, Afrika kıtasındaki altyapı projeleri, krediler ve mali yardımlarla izlediği nüfuz politikasından tamamen farklı bir yol izlediği belirtildi.
Rapora göre Pekin, Latin Amerika'da medya, film, televizyon ve sanat üretim kurumları gibi sektörlere yatırım yapmaya odaklandı. Yine rapora göre bunu da Çin’e dair olumlu bir imaj çizmek ve zor bulunan bir hammadde ile dolu olan bu kıtada daha derin ve geniş bir ekonomik nüfuza hazırlanmak için ülkenin elit kesimlerini kendine çekmek ve artan satın alma gücü ile büyük bir tüketici pazarı oluşturmak için yapıyor.
Rapor ayrıca Latin Amerikalı düşünürlerin ve sanatçıların Çin hükümetinin davetlisi olarak Çin'de geniş bir ziyaret programı gerçekleştirdiklerini aktardı.



Emperyal proje uğruna ulus devletlerin içeriden işgali

Irak’ın 1 buçuk milyondan oluşan eğitimli bir askeri kuvveti varken Haşdi Şabi’ye ihtiyacı var mı? (Reuters)
Irak’ın 1 buçuk milyondan oluşan eğitimli bir askeri kuvveti varken Haşdi Şabi’ye ihtiyacı var mı? (Reuters)
TT

Emperyal proje uğruna ulus devletlerin içeriden işgali

Irak’ın 1 buçuk milyondan oluşan eğitimli bir askeri kuvveti varken Haşdi Şabi’ye ihtiyacı var mı? (Reuters)
Irak’ın 1 buçuk milyondan oluşan eğitimli bir askeri kuvveti varken Haşdi Şabi’ye ihtiyacı var mı? (Reuters)

Refik Huri
Irak'ta ulus devlet projesi dışında bir çözüm yok. Bu projenin karşısında büyük engeller duruyor. Geleneksel yapı ve bunun devlet seviyesinin altında projelerde istihdam edilmesi, Irak’ı emperyal projesinin bir parçası haline getirmek isteyen bölgesel planla bağlantılı engeller.
Ulus devlete inanan ve onun için çalışan Başbakan Mustafa el-Kazimi'nin zorlanmadan, zaman ve emek vermeden, yeni nesle, “Ekim Devrimi” nesline güvenmeden bu engelleri aşması kolay değil.
Durum epey kompleksli ve yargı üzerinde bile baskı var. Nitekim Haşdi Şabi’nin askeri geçit törenleri ortasında yargı, Kerbela’da aktivistlere suikast düzenlemekle itham edilen Haşdi Şabi’nin Enbar Operasyonlar Komutanı Kasım Muslih’i serbest bıraktı. Kazimi’nin dediği gibi, Musul’un DEAŞ’ın eline düşmesinin arkasında nasıl ki “yanlış gidişat” yer alıyorsa, DEAŞ’ın coğrafi kontrolü sonrası evreyi organize eden negatif gidişat da Irak’ın çöküşüne yol açabilir.
Devlete meydan okuyan ve devletin güvenliğine karşı tehlikeli uygulamaları olan Haşdi Şabi ile mücadelede Kazimi'nin sonuna kadar gitmesini neyin engellediği kimsenin meçhulü değil. Yine Başbakan'ın, Şii dini mercii Ayetullah Ali es-Sistani'nin Musul'dan Bağdat'a yönelmeye hazırlanan DEAŞ'a karşı koymak için verdiği "Cihad Fetvası”nın 7’inci yıldönümünde yaptığı konuşmada, resmin tamamını çizmesi beklenmiyordu.
Kazimi, Haşdi Şabi’nin “canavarı durdurmak” için harcadığı çabaları övdü ve dini merciinin; “Fetvanın ulusal olmayan projeler çıkarına siyasi ve ekonomik olarak istismar edilmesine” yönelik uyarılarını tekrar etmekle yetindi. Kazimi’nin; “Silahlı kuvvetleri destekleyerek ve performansını ulusal askeri kurallara göre kontrol ederek yanlış gidişatı düzeltmeye ve ülkeyi doğru çizgiye getirmeye” çalışmanın altını çizmesi de doğaldı.
DEAŞ Hilafeti’ne karşı mücadelede bir “gereklilik” olan Haşdi Şabi, DEAŞ’a karşı zaferin  ardından Irak için “zararlı” olmaya başladı.
Bağdat’taki Yeşil Bölge ve havalimanlarının yanı sıra ABD kuvvetlerini içeren askeri üslere roketler ve insansız hava araçları ile saldırılar düzenlemeye devam ediyor. Son olarak Asaib Ehli'l Hak örgütünün lideri, roket saldırıları ortasında ABD kuvvetlerine karşı savaş kararının alındığını deklare etti.
Bu, elbette eğitim ve bilgi alanları başta olmak üzere ihtiyaç duyulan hizmetlerin yanı sıra kuvvetlerin çekilmesi konularını ABD ile müzakere eden hükümetin kararı değil. ABD’nin nükleer dosyayla ilgili müzakereler sırasında kendisinden bölgesel etkisini sınırlama ve “istikrar bozucu davranışlarını” durdurma talebine karşılık, ABD'yi güçlerini “Batı Asya”dan çekmeye zorlayarak denklemi tersine çevirmek isteyen İran'ın kararı.
Bu karar, Arap ülkelerini kontrol etmek, ulus devlet projelerini fıkhi bir ad taşıyan emperyal bir proje lehine sona erdirmek amacıyla bu ülkelerin ordularına alternatif askeri kuvvetler oluşturmaya dönük geniş stratejinin bir parçası.
Gerçekler konuşuyor; Cihad Fetvası’ndan 7 yıl sonraki sahne, Haşdi Şabi’nin Necef'e bağlı "dini mercii Haşdi Şabisi" ve Velayet-i Fakih'e bağlı "Velayet Haşdi Şabisi" olarak ikiye bölünmüş olduğunu gösteriyor.
Velayet-i Fakih’e bağlı Haşdi Şabi, Hizbullah Tugaylarının öldürülen lideri Mehdi Mühendis’in belirttiği gibi bir “ümmet ve mercii projesi”.
Bir diğer lider de; “Biz Velayet-i Fakih’e bağlıyız ve onun dışında hiç kimseden emir almayız” demişti.
Haşdi Şabi’nin meşru ve kanunen silahlı kuvvetler başkomutanlığına, bir komuta zincirine bağlı olması, kadrolu ve maaşlı olması durumu değiştirmiyor. Bu durum, Lübnan’daki Hizbullah ve Suriye’deki birçok milis grubu gibi İran’ın tesis ettiği, finanse ettiği ve silahlandırdığı milisler, Yemen’de desteklediği ve silahlandırdığı Husi Ensarullah örgütü için de geçerli.
Bu grupların tamamı bulundukları ülkelerde iktidarı kontrol ediyor ve sadece Devrim Muhafızlarının direktiflerine uyuyorlar. Yemen’de Husilerin yaptığı gibi meşruiyete karşı darbeler gerçekleştiriyorlar. Bunlar her şeyden önce, bir dini grubun tamamını arkasında toplamaya çalışan mezhepçi milis gruplar.
Uluslararası ve bölgesel güçler arasında, Mollalar Cumhuriyeti gibi projesi için savaşacak ve onu savunacak milis grupları olan kimse yok. ABD, Rusya, Türkiye ve İsrail işgal için ordularını, içeriden ve dışarıdan paralı askerler kullanıyorlar. İran’a gelince, Yemen, Irak, Suriye ve Lübnan'ı bu ülkelerin evlatlarından oluşan milis gruplarla "işgal ediyor".
Milisler Velayet-i Fakih’e inanıyor ve bunu ümmetin kaderi olarak görüyorlar. Ancak bu emperyal proje birçok zorluk ve engelle karşı karşıya. Bunlar bir kısmıyla, İran'ın jeopolitik çatışmadaki emellerini sınırlayan bölgesel ve uluslararası güçlerin çıkarlarıyla çatışmasından kaynaklanıyor. Bir kısmını da çok mezhepli ülkeler üzerinde tek bir mezhep veya dini grubun hegemonyasını reddeden yerel güçlerle mücadele oluşturuyor.
Bu noktada şu basit soruyu sormalıyız; Irak’ın 1 buçuk milyondan oluşan eğitimli bir askeri kuvveti varken Haşdi Şabi’ye ihtiyacı var mı?
Cevap daha da basit; katiyen yok.
Gelgelelim, Haşdi Şabi ve milisleri yaratan emperyal proje hala bunu empoze etme gücüne sahip, ama nihayetinde gelecek yalnızca ulus devletlerindir.