‘Üç Latin Amerika devinin’ eğilimlerine ilişkin soru işaretleri

‘Üç Latin Amerika devinin’ eğilimlerine ilişkin soru işaretleri
TT

‘Üç Latin Amerika devinin’ eğilimlerine ilişkin soru işaretleri

‘Üç Latin Amerika devinin’ eğilimlerine ilişkin soru işaretleri

1 Aralık gece yarısından hemen önce G20 liderleri, Arjantin’in başkenti Buenos Aires’te 20 gün süren G20 zirvesinin son akşamında “Columbus” sahnesinde yüksek sesle “Arjantin” sloganları atan dansçıların tezahüratları arasında gözyaşlarını tutamayan Arjantin Devlet Başkanı Mauricio Macri ve eşi Juliana Awada’yı coşkuyla alkışladılar.
Bu, dünya nüfusunun üçte ikisini yöneten, dünya zenginliklerinin yüzde 85'ini üreten ve küresel ticaretin dörtte üçünü gerçekleştiren liderlerin bir araya geldiği son sahneydi.
Macri’nin gözyaşları, Almanya Başbakanı Angela Merkel’in ona sarılmasına, Hindistan Başbakanı Narendra Modi’nin ise sıcak kucaklamasına neden olurken sahne gösterisinin erken bitmesine kızan ABD Başkanı Donald Trump’ın “protestosu” ile karşılandı. Bu durum, onlarca yıldır kaynaklarını ve enerjilerini aktif hale getirmeye ve uluslararası alanda bu enerjiler ve kaynaklarla uygun bir rol oynamaya çalışan Arjantin ve birçok Güney Amerika ülkesinin zirveye yönelik özlemleri ve hayal kırıklıklarını özeti sayılabilir.
Birçok küresel ilişki için bir yönetim kurulu olarak hizmet veren G20, özellikle ABD ve diğer ülkeler arasında bir dizi önemli ekonomik meselede büyük güçlerin tutumları arasındaki zıtlığı ön plana çıkarıyor. Ancak bununla birlikte diyalog ve krizlerin giderilmesinde bir forum olarak G20’nin yararlı olduğu da vurgulanıyor.
Buenos Aires’te düzenlenen zirveden olağanüstü sonuçlar çıkmadı. Zaten kimse dünyanın şuan içinde bulunduğu ekonomik ve jeopolitik koşullarda, tıpkı küresel mali sistemin çöküşü ve bir başka büyük ekonomik durgunluğun patlak vermesini önlemek için bir dizi radikal karar alınan 2008 Washington ve 2009 Londra zirvelerinde olduğu gibi bir takım gelişmeler olmasını beklemiyordu. Yakın ve uzak tarihin de kanıtladığı gibi, büyük güçler, uluslararası meseleleri kendi iç kaygılarına çekmeyecek ve çok ciddi bir ekonomik kavşakta olmadıkça uluslararası istikrarı teşvik etmek için fedakârlık yapmayacaktır.
Büyük küresel krizden 10 yıl sonra G20 liderleri çok farklı koşullarda Arjantin’in başkentinde bir araya geldiler. Küresel ekonomide giderek artan zorluklarla karşı karşıya kalınmış bir manzara var. Ancak Brexit’ten ticaret savaşına, artan kamu borcundan ekonomideki büyümenin yavaşlamasına ve petrol fiyatlarındaki dalgalanmalar gibi zorluklar yaşandığı konusunda görüş birliği de var.
Bununla birlikte uluslararası işbirliği, hala ABD'nin geri çekilmesinin neden olduğu gerilemeyi gidermeye çalışıyor. Başkan Trump’ın başta çokça eleştirilen “Önce ABD” sloganı her ne kadar açıkça belirtilmese de daha sonra bazı G20 liderleri arasında karşılık bulduğu bir sır değil. Çünkü liderler içeride (halk nezdinde) hızlı ve kolay bir şekilde karşılık bulan ve eski bazı yükümlülüklerden sıyrılmak için açık kapı bırakan bu söylemden memnunlar.
Sonuç bildirisiyle ilgili iyimserlik
Bu bağlamda, zirveden çıkan nihai bildiride bir takım iyimserliklerin olduğu söylenebilir. Birincisi, zirveden birçok beklentinin aksine tüm tarafların kabul ettikleri bir açıklama çıktı. İkincisi, bir bildirinin oybirliğiyle ve çekincesiz olarak yayınlanması önemlidir. Çünkü bu, istihdamın geleceği ve 2030'da özellikle sağlık ve altyapı, eğitim ve çocuk bakımı, yolsuzlukla mücadele, göç ve mülteci sorunlarının ele alındığı alanlarda sürdürülebilir kalkınma hedeflerine ulaşmak için yatırımı teşvik etme ihtiyacı gibi bir dizi küresel ekonomik zorluğun ortak bir tanısını oluşturur.
Gözlemcilerin büyük umutlarla baktığı bu zirvenin tahmin edilemeyen ümit verici sonuçlarından biri de, uzun vadede bir ticaret savaşını önlemek için Dünya Ticaret Örgütü'nün (DTÖ) lağvedilmesi gerekliliğinde uzlaşılmasıydı. Ancak bu adımın önünde bir takım engeller bulunuyor. Bunlardan en önemlisi de Çin ve ABD ile taraflar arasındaki diyalog kanallarının açılmasını sağlamak için arabuluculuk yapmaya çalışan Avrupa Birliği (AB) arasındaki mevcut anlaşmazlık. AB arabuluculuğu ilk meyvelerini Buenos Aires'te verdi. ABD Başkanı Trump ve Çin Devlet Başkanı Şi Cinping arasındaki ikili görüşmede iki ekonomik güç arasında geçici olarak ateşkes ilan edildi. ABD, üç aylığına çok sayıda Çin malına yönelik yüzde 25'lik ek vergilerin uygulanması kararını ertelemeyi kabul etti. Pekin ise Washington'la bir ticaret savaşına girmeyi engellemek için her türlü çabayı sarf etmeye istekli olduğunu gösterdi.
G20 Zirvesi’ne dair umutların çoğu başlarda büyük küresel sorunlara dair çok taraflı sistemi güçlendirmeye yönelikti. Ancak son yıllardaki gelişmeler daha gerçekçi bir yaklaşım benimsenmesiyle iyimserlik seviyesinin azalmasına neden oldu. Çünkü artık sadece bir araya gelmenin dahi kendi başına bir başarı olduğu düşünülüyor. ABD Başkanı Trump ile Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in Ukrayna ve Rusya arasındaki sıcak gerilimin giderilmesine dair görüşmelerde bulunmak üzere bir araya gelmeleri bekleniyordu. Ancak son anda iptal oldu. ABD ve Çin liderleri arasındaki ikili görüşmelerin de özellikle Çinli teknoloji şirketi Huawei'nin Mali İşler Direktörü (CFO) Meng Vancou’nun Kanada’da tutuklanması ve bu olayı takip eden gelişmelerin ardından iptal olmasından korkulmuştu. Fakat görüşme gerçekleşti.
Fransa’daki protestolar
Tüm enerjisini çok yönlü bir cephenin lideri olmaya adayan Fransa Cumhurbaşkanı Emmenuel Macron’un hayalleri, ülkesindeki protesto gösterileri ve şiddet olaylarıyla hızla buhar olup gitti. Bu durum, Brexit’ten İtalya’nın neden olduğu bütçe krizine ve AB’nin temellerini sarsan popülist güçlerin yükselişine kadar AB'nin çeşitli cephelerinde çıkan yangınlar devam ederken yaşandı.
Ancak bu kasvetli tabloya rağmen gözlemciler, büyük ekonomik güçlerin, kapitalist sistemin zayıflıklarının kapitalistlerde olduğunu anladıklarını düşünüyorlar. Chicago Üniversitesi’nde ekonomi uzmanı olan ve Uluslararası Para Fonu'nda (IMF) yıllarca baş ekonomist olarak görev yapan Raghuram Rajan, “Kapitalizmi kapitalistlerden kurtarmak” adlı kitabında, serbest piyasayı, modern toplumlarda yaşam koşullarını iyileştirmek için en iyi ve en etkili ekonomik sistem olarak nitelendiriyor. Ancak bunun için vatandaşlara fırsat eşitliği sağlayan bir dizi program ve prosedürün yanı sıra devletin piyasayı düzenleyen, altyapı ve temel hizmetleri sağlayan kuralların belirlenmesi koşulunu öne sürüyor.
Latin Amerika üçlüsü
G20’ye ev sahipliği yapan Arjantin, Brezilya ve Meksika gibi Latin Amerika’nın büyük ülkeleri ile birlikte ekonomik küreselleşmenin, kapasiteleri ve kaynakları ile uyumlu kalkınma hedeflerine ulaşmak için mevcut tek alan olduğunu kabul ediyor. Arjantin geçtiğimiz yıldan bu yana karşı karşıya olduğu büyük ekonomik krize rağmen zirveye ev sahipliği yapmak ve tüm imkanları seferber etmek için olağanüstü çaba sarf etti. Böylece büyük zorluklarla baş edebilen ve uluslararası sistemin güvenine layık bir ülke profili çizdi. IMF, tarihindeki en yüklü krediyi vermeseydi Arjantin’de mali sistemin çöküşü kaçınılmaz olurdu.
Arjantin'in finansal sıkıntılarının öyküsü, küresel ekonomik sicilde önemli bir yer tutuyor. Bir dizi kriz, sürpriz ve kaçınılması gereken planlarla birlikte Arjantin’in bu sicili uzmanlar için bir ders kaynağıdır. Arjantin, mali sistemini çöküşten kurtarmak için IMF’den 50 milyar dolarlık borç aldı. Sosyal koşulların bozulmasının temel nedeni olan borç yükü, ülkeyi bu açıdan sıfırlayacak. Nüfusunun yüzde 30'u yoksulluk sınırının altında yaşayan Arjantin’in insani gelişme endeksi, bazıları geçtiğimiz yüzyılda kendisine borçlu olan Avrupa ülkeleri seviyesinden Afrika ülkeleri seviyelerine geriledi.
Bazı çevreler, Arjantin'in bu yılın başından bu yana para biriminin değerinin yarısını kaybetmesi, faiz oranlarının dünya rekoru kırması ve yüksek enflasyon sıralamasında 5’inci sıraya yükselmesinin ardından IMF’den aldığı büyük yardımın, ekonomik sıkıntılar doğurmasından şüpheleniyor.
Bu şüpheciler, IMF’den alınan kredinin şartları gereği alınan ilk tasarruf tedbirlerinden sonra Arjantin hükümetinin gelecek yıl yapılacak başkanlık ve genel seçimlerde ekonomiyi düzeltmek ve mali sistemi kurtarmak için gerekli yapısal reformları sürdürmek yerine sendika ve sosyal çevrelere hakim olan yoğun tıkanıklığı hafifletmek için harekete geçme eğilimi göstermesinden ve böylece yeni bir kriz doğmasından korkuyorlar.
Tehlikeli Brezilya macerası
Aslında Latin Amerika'nın tamamı, yıllarca umut vadeden ekonomik büyüme, uzun bir durgunluk dönemi, kamu kurumlarındaki yolsuzluk ve yanlış politikalarla mali çöküşün ardından tarihte eşi benzeri görülmemiş bir siyasi sayfa açan ve diğer devlerin önünde bir örnek teşkil eden Brezilya'nın önündeki yeni döneme dair nefeslerini tutmuş durumda.
Eski bir asker olan Jair Bolsonaro, Brezilya Devlet Başkanı olarak göreve geldikten bir gün sonra Brezilya'nın ekonomi politikasında, komşu ülkelerle olan ilişkilerinde ve uluslararası arenadaki rolünde radikal değişiklikler olacağı uyarısında bulundu. Bolsonaro’nun seçim kampanyasında gösterdiği aşırı popülizmin, Şikago'daki liberal bir okulun önde gelen bir öğrencisine emanet edilen ekonomi politikasındaki popülizmle karşılanamayacak şekilde olması, bunun ilk belirtilerindendi. Fakat yeni hükümetin yoksullara yönelik yardım programlarının iptal edilmesi ve orta sınıfın daha fazla fedakârlık göstermesini gerektiren ekonomik programını açıkladığında Brezilya’nın yeni bir toplumsal huzursuzluk ve protesto döneminin eşiğine geleceğine dair büyük korkular var. Bolsonaro'nun polis ve güvenlik güçleriyle şiddet ve kaosa müdahale etme ve askeri diktatörlüğe yönelik eğilimleri bu korkuyu artırıyor.
Brezilya'nın siyasi sahnesindeki gerginliğe dair bir başka endişe kaynağı da, Bolsonaro'nun baş rakibi, eski Devlet Başkanı Luiz Inácio Lula da Silva'ya verilen hapis cezası ve başkanlığa aday olmasını engelleyen siyasi çalışmalarının yasaklanması kararının arkasındaki yargıç Sergio Moro’nun adalet bakanlığına getirilmesi. Gözlemciler, seçim kampanyasına “İşçi Partisi ortadan kaldırılması gereken bir kanserdir” diyerek başlayan Bolsonaro'nun Adalet Bakanı olarak atadığı Moro'nun ilk olarak yolsuzluk ve kötü yönetim suçlamalarıyla İşçi Partisi’nin sembol isimleri ve liderlerine yönelik soruşturmalar başlatmasını bekliyorlar.
Meksika... Ters akım
Meksika, seçim kampanyasındaki başlıklar ve zor vaatlerle dolu programıyla halkın büyük çoğunluğunun desteğini alarak devlet başkanlığına seçilen solcu Manuel Lopez Obrador’la yeni bir siyasi sayfa açıyor.
Ağır yolsuzluk ve şiddet olaylarının geride bıraktığı miras ışığında vaat edilen radikal değişim, geniş reformların önünü açmak ve devlet kurumlarındaki ekonomik zayıflık ve performans düşüklüğünü düzeltmek, yeni başkan için kolay olmayacak. Bununla birlikte Buenos Aires'teki zirvenin oturum aralarında Meksika, Kanada ve ABD arasında yeni bir ticaret anlaşmasının imzalanmasıyla büyük bir engelin aşılmasına rağmen ABD’den kuzeyindeki “komşusuna” esen yeni rüzgarlar kaygı ve endişeleri artıracak.
Demokrasi diyabeti
Latin Amerika'daki Stratejik Araştırmalar Enstitüsü tarafından yayınlanan son yıllık rapora göre, Latin Amerika ülkelerinde demokratik sistemden memnun olmayan vatandaşların oranı geçtiğimiz yıl yüzde 51 iken bu yıl yüzde 71'e yükseldi. Demokrasiyi destekleyenlerin oranının yüzde 44'ten yüzde 24'e gerilemesi, son dönemde bölgedeki seçim “darbelerini” açıklıyor.
Rapor bu durumu bir “demokrasi diyabeti” olarak nitelendiriyor. Yani ilerlerken belirti göstermeyen ve hızlı bir şekilde ölüme götüren gizli diyabetin ortaya çıktıktan sonra iyileştirilmesi neredeyse imkansızdır. Rapor, bunun nedenlerini, gelişme düzeyindeki düşüşe, yolsuzluğun yayılmasına, kamu kurumlarına olan güven eksikliğine ve gerekli demokratik davranış ve yetkinliklere sahip liderlerin sayısının az olmasına bağlıyor.
Arjantin’in First Lady izlenimi
Arjantin ve Latin Amerika basınında, özellikle Arjantin Devlet Başkanı Macri’nin eşi Lübnan asıllı Juliana Awada'nın, özellikle diğer devlet başkanlarının eşlerine eşlik ettiği sosyal programda oynadığı önemli role dikkat çekildi. Güzelliği ve zarafetine dikkat çekilen Juliana Awada'nın, ABD First Lady’si Melanie Trump'ı dahi gölgede bıraktığı vurgulandı. Ancak buna rağmen, Arjantin basını Awada'nın bu zor ekonomik koşullardaki savurganlığını eleştirdiler. Kamu hazinesine 112 milyon dolara mal olan zirve bütçesinin üçte birinin Awada’nın toplantılarına, misafirleri ile yaptığı ziyaretlere ve cömertçe seçilen resmi hediyelere harcandığına dikkat çekildi.
Çin'in sessiz nüfuzu
ABD merkezli Dış İlişkiler Konseyi (CFR) Arjantin’deki G20 zirvesiyle aynı dönemde yayınladığı bir raporda, Çin’in yıllardır Latin Amerika’da “sessizce nüfuz etme” politikası sürdürdüğü konusunda uyardı. Raporda, Çin’in Latin Amerika’da, Afrika kıtasındaki altyapı projeleri, krediler ve mali yardımlarla izlediği nüfuz politikasından tamamen farklı bir yol izlediği belirtildi.
Rapora göre Pekin, Latin Amerika'da medya, film, televizyon ve sanat üretim kurumları gibi sektörlere yatırım yapmaya odaklandı. Yine rapora göre bunu da Çin’e dair olumlu bir imaj çizmek ve zor bulunan bir hammadde ile dolu olan bu kıtada daha derin ve geniş bir ekonomik nüfuza hazırlanmak için ülkenin elit kesimlerini kendine çekmek ve artan satın alma gücü ile büyük bir tüketici pazarı oluşturmak için yapıyor.
Rapor ayrıca Latin Amerikalı düşünürlerin ve sanatçıların Çin hükümetinin davetlisi olarak Çin'de geniş bir ziyaret programı gerçekleştirdiklerini aktardı.



Demokratik ülkeler ‘gri bölge’ savaşlarını nasıl kazanır?

Rusya devlet Başkanı Putin, Kırım'ın Ukrayna'dan alınması ve Rusya'ya ilhakının yıl dönümünü bir Rus savaş gemisinde kutladı (Reuters)
Rusya devlet Başkanı Putin, Kırım'ın Ukrayna'dan alınması ve Rusya'ya ilhakının yıl dönümünü bir Rus savaş gemisinde kutladı (Reuters)
TT

Demokratik ülkeler ‘gri bölge’ savaşlarını nasıl kazanır?

Rusya devlet Başkanı Putin, Kırım'ın Ukrayna'dan alınması ve Rusya'ya ilhakının yıl dönümünü bir Rus savaş gemisinde kutladı (Reuters)
Rusya devlet Başkanı Putin, Kırım'ın Ukrayna'dan alınması ve Rusya'ya ilhakının yıl dönümünü bir Rus savaş gemisinde kutladı (Reuters)

Savaş ve barış arasında, kavramların farklılaştığı ve kuralların karmaşıklaştığı ‘gri bölge’ olarak anılan belirsiz bir bölge var. Bu bölge, bir ülkenin bir başka ülkeye zarar veren faaliyetlerde bulunduğu yeri temsil ediyor. Öte yandan bu faaliyetler, savaş eylemleri olarak kabul edilse de yasal açıdan savaş eylemleri değildir.
Eski bir İngiliz ordu mensubu olan Albay Richard Kemp tarafından hazırlanan ve ABD merkezli Gatestone Enstitüsü tarafından yayımlanan bir raporda, demokratik ülkelerin gri bölgedeki otoriter devletlerin ve terör örgütlerinin eylemlerine ilişkin tutumları ve bunlarla nasıl mücadele edebileceklerine dair bir incelemeye yer verildi.
İngiltere Kabine Ofisi'nde uluslararası terörle mücadele ekibinin başkanı olarak görev yapan Kemp, ABD Başkanı Joe Biden yönetiminin, bu ay geçici ulusal güvenlik strateji belgesini yayınladığını, aynı şekilde Atlantik Okyanusu’nun karşısında İngiltere Başbakanı Boris Johnson’ın, Parlamento’ya entegre bir güvenlik, savunma, kalkınma ve dış politika belgesi sunduğunu söyledi. Biden ve Johnson, söz konusu belgelerde gri bölgedeki giderek artan zorluklarla ilgili endişelerini dile getirirken bunlara daha etkili bir şekilde yanıt vermek için önlemler alma sözü verdiler. Rapor, gri alanın, ülkeler arasındaki normal jeopolitik rekabetin dışında kalan, ancak silahlı çatışma düzeyine ulaşmayan zorlayıcı eylemlerin yer aldığı barış ve savaş arasındaki yer olduğuna dikkati çekti. Gri bölgedeki eylemler, genellikle teröristler dahil olmak üzere vekiller kullanan ülkeler ve terör örgütlerinin kendileri tarafından gerçekleştiriliyor. Gri bölgenin kuralları genellikle agresif, belirsiz, inkar edilebilir ve görünmezdir. Hedef ülkelere zarar vermeyi, onları zorlamayı ve etkilemeyi veya istikrarlarını bozmayı ya da uluslararası statükoya zarar vermeyi amaçlar. Bir yandan büyük bir askeri müdahaleden kaçınırken diğer yandan gerilimi daha da artırma tehdidiyle hedef ülkeyi yıldırmaya ve caydırmaya çalışırlar.
Albay Kemp, Alman Haber Ajansı’nda (DPA) yer alan analizinde, gri bölgenin yeni bir fenomen olmadığını, aksine dünya genelinde en baskın çatışma biçimi olduğunu belirtiyor. Bunun yanı sıra küreselleşme ve teknolojinin, bu tür eylemlerin sıklığını, etkililiğini ve ortaya çıkma hızını artırdığına işaret eden Albay Kemp, ABD ve İngiltere'nin de bu durumun farkında olduklarını vurguladı. Albay Kemp, siber alan, uzay, internet, sosyal medya, dijital propaganda ve insansız hava araçları (İHA) gibi giderek daha güçlü hale gelen ‘gri savaş’ araçlarını kullanan daha fazla aktörün devreye girdiğine dikkati çekti. Bu aktörlere verilen örnekler arasında Rusya’nın 2018 yılında Birleşik Krallık'ta bir kişiyi sinir gazı ile öldürme girişimi, Kırım'ın ilhakı, Avrupa parlamentosu seçimlerine müdahale çabaları, Çin'in Güney ve Doğu Çin denizlerindeki tartışmalı adalar üzerinde egemenlik ilan etme taktikleri ve eylemleri, Hindistan'a karşı Ladakh bölgesindeki askeri saldırısı, Hong Kong'a yönelik şiddetli baskısı ve İran’ın Ortadoğu, Güney Amerika, ABD, Avrupa ve diğer yerlerde tekrarlanan terörist saldırıları, uluslararası tankerlere el koyma ve saldırıda bulunma ve vekilleri aracılığıyla Irak’taki ABD’ye ait tesislere füze saldırıları düzenlemesi de yer alıyor. Batılı ülkelerin elinde, kendilerini veya müttefiklerini hedef alan ve çok taraflı koordinasyonu daha etkin bir şekilde kullanan gri bölge eylemlerine karşılık vermek için birçok proaktif ve reaktif seçenek bulunuyor. Amaç, caydırıcılığın yanı sıra topyekün bir çatışmaya yol açabilecek gerilimleri önlemektir. Seçenekler, diplomasi, basın, ekonomi ve askeri olmak üzere dört kategoriye ayrılır.
Söz konusu gri bölge eylemlerine askeri olarak karşılık verme kategorisi, NATO güçlerinin, Rusya'nın saldırı olasılığına karşı Litvanya'da konuşlandırılması ve İngiliz Kraliyet Donanmasına ait uçak gemilerinin Güney Çin Denizi'ndeki seyrüsefer özgürlüğünün sağlanması için devriye gezmeleri gibi sembolik güç gösterilerinin yanı sıra sınırlı konvansiyonel savaş, gizli operasyonlar, siber saldırılar ve casusluk gibi seçenekleri barındırıyor. 
Bu seçeneklerin her biri, gri bölge eylemlerine karşı son derece önemli olabilir, ancak önemli politik riskleri de beraberinde getirmektedir. ABD’nin 2020’de İran'ın Kudüs Gücü Komutanı Kasım Süleymani'yi hedef alan füze saldırısı, bunun en büyük örneğidir. Süleymani, diğer kötü niyetli faaliyetlerin yanı sıra, uzun yıllar ABD’yi ve müttefiklerini hedef alan saldırıları organize eden ve gri bölgenin önde gelen isimlerinden biriydi. Demokratik ülkelerin gerilim yaşama korkusu, gri bölgede askeri seçeneklerin kullanımı konusunda büyük kısıtlamalara yol açarken bu durum İran gibi otoriter ülkeler tarafından sömürülüyor. Oysa verilecek karşılık dikkatli bir şekilde hesaplandığı takdirde Başkan Biden’ın uyardığı türden bir tırmanma pek olası değildir. Gri bölge eylemlerinin asıl amacı, ABD ve müttefikleri ile topyekun bir çatışmaya girmekten kaçınmaktır.
Kemp, Batılı güçler tarafından yürütülen tüm askeri operasyonların, hükümetlerin askeri operasyonların yürütülmesinin veya kanunları uygulama prosedürlerinin belirli operasyonlarda geçerli olup olmadığına dair net bir karar almasıyla gri bölge de dahil olmak üzere iç ve uluslararası hukuka uygun olarak yürütülmesi gerektiğini düşünüyor.
Ancak yasalara bağlı olmak, askeri operasyonun siyasi açıdan zarar vermeyeceğini garanti etmez. Özellikle de operasyon ters giderse bu kaçınılmaz olur ve oldukça risklidir. Bazı durumlarda, dolaylı bir yaklaşım benimsenmesi ve gri bölgede başka bir ülkedeki bir düşmana ve onu harekete geçiren davadan farklı bir davaya karşı askeri bir operasyon düzenlenmesi gerektiğinden durum daha da karmaşık bir hale alır.
Eğer siyasi çıkarlar çok yüksekse, gri bölgedeki askeri operasyona karşılık vermek gerekir mi? İngiltere Başbakanı Johnson’ın Parlamento’ya sunduğu belgede, “Ülkeleri cezalandırılma ihtimalleri olduğunu belirterek, bu eylemleri yapanları açığa çıkararak, bunları kimin işlediğini açıklayarak ve buna göre cevap vererek düşmanca eylemlerinden caydırmaya çalışacağız. Caydırıcılık tek başına askeri bir seçenek anlamına gelmez. Mümkün olduğunda, yaptırımların uygulanması için diplomasi ve basın yolunun kullanılması ve ekonomik tedbirler alınması tercih edilir. Ancak bazen aynı şekilde yanıt vermek gerekebilir. Askeri seçeneği kullanmak isteyen gri bölge muhalifleri de gerçek bir askeri tehditle karşı karşıya kalmalıdır” ifadeleri yer aldı.
Albay Kemp raporunda “Liberal demokrasilerin gri bölgede çalışmak istediklerinden ne kadar eminiz?” diye soruyor. İngiltere, on yılı aşkın bir süredir İran’ın askeri mühimmatlarını kullanan vekil güçler, Irak'ta İngiliz (ve Amerikan) askerlerini öldürüldüğünde ve sakat bıraktığında dahi gri bölgede herhangi bir askeri operasyon düşünmedi. Her şey ortada olmasına rağmen İran’a düşmanlık bile beslemedi.  Bunun yerine diplomatik çabalara dayandı ve cinayetler devam etti” değerlendirmesinde bulunuyor.
Bu zayıf tutumun sonuçları, İran'ın devam eden gri bölge saldırılarında görülmeye devam ediyor. Eğer bu zayıflığın nedeni, -askerleri öldürülen ülkelerin- siyasi liderlerinin o dönemdeki gerilim yaşama korkusu ve siyasi yankılarsa, bugün özellikle çok yüksek bir risk taşımıyorsa gri bölgede askeri operasyonlar düzenlemeyi ciddi olarak düşünme ihtimalleri nedir?