ABD, Rusya ve Fransa’yı 2019’da neler bekliyor?

Michel Duclos, Robert Stephen Ford, Vitaly Naumkin
Michel Duclos, Robert Stephen Ford, Vitaly Naumkin
TT

ABD, Rusya ve Fransa’yı 2019’da neler bekliyor?

Michel Duclos, Robert Stephen Ford, Vitaly Naumkin
Michel Duclos, Robert Stephen Ford, Vitaly Naumkin

2018 nasıl geçti? 2019 yılı ABD, Rusya ve Avrupa’da yurtiçi, yurtdışı ve Ortadoğu açısından nasıl yaşanacak? Şarku’l Avsat, ABD, Rusya ve Fransa’dan üç ünlü uzmana, bu iki sorunun Arap dünyasının geleceğini nasıl etkileyeceğini sordu.
ABD'nin eski Cezayir ve Suriye Büyükelçisi Robert Ford bu iki soruya şöyle yanıt verdi:
2019’da ABD’de ne olacağını kendimize sorduğumuzda, buna verebileceğimiz en iyi cevap, ABD’nin 2020’yi 2019’dan daha fazla düşüneceğini söylemek olacaktır. 22 ay içinde ABD Başkanlık seçimleri yapılacak. 2019’un ortalarında seçim kampanyası başlayacak. Bu yüzden ABD’ye yönelik 2019 yılı analizlerinin tamamı bu noktadan başlamalı.
Rusya’nın 2018’i nasıl geçirdiği ve 2019’u nasıl geçireceği sorusuna ise Moskova merkezli Rusya Bilimler Akademisi Doğu Araştırmaları Enstitüsü Başkanı Vitaly Naumkin cevapladı.
Rusya için 2019’un yeni olanaklar ve zorluklarla dolu bir yıl olacağını ve 2018’in de böyle geçtiğini söyleyen Naumkin, hem olanakların hem de zorlukların Rusya’nın öncelikleri arasında en üst sıralarda yer alan başta Orta Doğu olmak üzere dünyanın bazı bölgelerinde esnek ve aktif bir dış politika yürütülmesini gerektirdiğini belirtti.
Astana süreci geliştirilecek
Suriye'nin Moskova için önemli bir konu olmaya devam edeceğinin altını çizen Naumkin, Şam'ın ülke topraklarındaki kontrol alanının genişletilmesi, terör gruplarının ortadan kaldırılması, mültecilerin ve yerlerinden edilmiş insanların geri dönüşü, ekonominin yeniden canlandırılması ve Şam'ın Arap ülkeleri arasına dönüş sürecinin başlaması gibi önemli ilerlemeler de dahil olmak üzere hedeflerinin büyük bir bölümünü gerçekleştirdiğini düşünüyor.
Naumkin’e göre Moskova, Cenevre müzakerelerine verdiği desteğe paralel olarak “Garantör ülkeler” (Rusya, Türkiye, ve İran) arasındaki işbirliğini artırmaya özel önem vererek Astana formülünü geliştirmeye devam edecek.
Macron yol ayrımında
Öte yandan Fransa'nın eski Şam Büyükelçisi Michel Duclos ise, Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un 2018’de düştüğü hatanın ne olduğunu, Fransa'daki olayların ülkenin uluslararası statülerini ne ölçüde etkilediğini, Fransa’nın 2019’da ne beklediği ve ondan ne beklendiği şeklindeki sorularımızı yanıtladı.
Macron'un “Sarı Yelekliler” protestoları karşısında küçük düşürülmüş hissettiğini söyleyen Duclos, bu yüzden Macron’un çalışmalarını Fransa'nın dışarıdaki rolü pahasına içeriye mi odaklayacağını yoksa iç huzursuzluğun Fransa'nın dış rolünü güçlendirerek telafi etmesinin önemine olan inancını mı arttıracağının önümüzdeki günlerde görüleceğini kaydetti.
Naumkin: 2019 Rusya için fırsatlar ve zorluklar yılı
Vitaly Naumkin’e göre 2019, Rusya için yeni olanaklar ve zorluklarla dolu bir yıl olacak. Bu yüzden hem olanaklar hem de zorluklar, Rusya’nın öncelikleri arasında en üst sıralarda yer alan başta Ortadoğu olmak üzere dünyanın bazı bölgelerinde esnek ve aktif bir dış politika yürütmesini gerektirecek.
ABD ve diğer Batılı ülkelerin Rusya’ya yönelik yaptırımlarının yanı sıra Moskova’yı, dünyanın farklı yerlerindeki çıkarlarını zayıflatacak ve müttefiklerinin çıkarlarını savunmasına engel olacak yeni bir silahlanma yarışına sürükleme girişimleri olduğunu söyleyen Naumkin, Rusya'nın savunma endüstrisindeki son başarılarının, öncelikle yeni askeri tehditlerden kaçınmaya yönelik etkili ve ucuz projelerden biri olan çeşitli ultrasonik silah sistemleri üretmek olduğunu kaydetti. Naumkin, yaptırımlara rağmen, dünya silah piyasalarının halen Rus silah sistemlerine ihtiyaç duyduğunun altını çizdi.
Ancak bununla birlikte Moskova’nın kendi dış politikasını dikkate almak zorunda kalacağını vurgulayan Naumkin, “Bu yıl Orta Doğu için ciddi bir değişim yılı olabilir.
Rusya, ülkelerin egemenliğine ve toprak bütünlüğüne, iç işlerine karışılmamasına, terör ve radikalizmle mücadelede işbirliğine ve istikrarın korunmasına saygı duymak gibi belirli ilkeleri sürdürme politikasını izleyecektir.
Bu ilkeler arasında pragmatizmle uyumlu 'yapıcı fırsatçılık' da var. Ancak bu, ayrım yapmaksızın 'her şeyi yutma politikası' anlamına gelmiyor. Fakat yine de çıkarlarına uyuyorsa, çatışan taraflar da dahil olmak üzere farklı taraflarla işbirliğine hazır olmayı öngörür. Genel olarak, Washington’un öngörülemeyen eylemleri zemininde Rusya’nın bölgedeki ortaklarının kapsamını genişletmesi beklenebilir. Aynı zamanda, Moskova Washington’u bölgeden çıkarmaya ya da davranışlarını değiştirmeye çalışmaz. Çünkü ABD ile karşı karşıya geldiğinde bunu yapacak kaynaklara sahip değildir. Bu yüzden çatışmaya çekilmekten kaçınmaya çalışıyor” ifadelerini kullandı.
Suriye'nin Moskova için önemli bir konu olmaya devam edeceğinin altını çizen Naumkin, Şam'ın ülke topraklarındaki kontrol alanının genişletilmesi, terör gruplarının ortadan kaldırılması, mültecilerin ve yerlerinden edilmiş kişilerin geri dönüşü, ekonominin yeniden canlandırılması ve Şam'ın Arap ülkeleri arasına dönüş sürecinin başlaması gibi önemli ilerlemeler de dahil olmak üzere hedeflerinin büyük bir bölümünü gerçekleştirdiğini düşünüyor.
Naumkin’e göre Moskova, Cenevre müzakerelerine verdiği desteğe paralel olarak 'Garantör ülkeler' (Rusya, Türkiye, İran) arasındaki işbirliğini artırmaya özel önem vererek Astana formülünü geliştirmeye devam ediyor.
ABD birliklerinin Suriye'den çekilmesinin 2019'da Suriye sahasındaki yeni zorluklardan biri olacağına işaret eden Naumkin, Moskova’nın Suriye’deki 'oyun kurucuların' verecekleri tepkilere dair tüm olasılıkları analiz ettiğini kaydetti. Naumkin, ABD’li emekli Albay Douglas McGregor’un da aralarında bulunduğu bazı Amerikalı analistlerin Fox News’te yayınlanan bir programda, ABD güçlerinin Suriye’den çekilmesinin, Rusya ile müttefikleri İran ve Türkiye arasındaki ilişkilerin yanı sıra, onlar ile verimli bir diyalog içinde olan Suriyeli muhalifler arasındaki ilişkileri zora sokmayı hedefleyen 'kurnazca bir adım' olduğu şeklindeki yorumlarına dikkati çekti.
Moskova’nın, Türkiye’ye Kürtlere yönelik Suriye topraklarında derinlemesine ve geniş çaplı bir operasyon başlatmasına izin verirse bunun Şam'la olan ilişkilerini zora sokacağını vurgulayan Naumkin, “Başka bir deyişle Amerikalıların geri çekilmesi, Rusya'yı zor bir tercihle karşı karşıya bırakmayı amaçlıyor. Washington’un planına göre, ABD’nin Suriye’de bıraktığı boşluğu kimin dolduracağı belli değil. Başkan Donald Trump’ın Washington’un işgal ettiği bölümü Şam’a devretmesi mantıklı mı? Ya da bazı analistlerin, Ankara'yla perde arkasında bir anlaşma yapıldığı iddiaları doğru mu?” şeklinde konuştu.
Şu ana kadar bunun sadece ticari bir konu olmaya devam ettiğine dikkati çeken Naumkin, “Ancak zaman zaman Arap hükümetlerinin Suriye sahnesine katılma planı varmış gibi bir takım bilgiler sızdırılıyor. Bu bilgilere göre, Batı yanlısı fakat Şam'la yakınlaşmaya hazır Arap ülkeleri arasında bir koalisyon gücü kurulması planlanıyor. Bu, 3 ila 4 bin unsurluk güç, Türkiye'nin Suriye topraklarında ilerlemesini engellemek, İran nüfuzunun artmasını önlemek ve ayrıca Kürtlerle Şam arasında anlaşma yapılması için gerekli zamanı kazanma gibi bir takım hedefleri amaçlıyor. Bununla birlikte ABD birliklerinin çekilme sürecinde geçici olarak bıraktıkları boşluğu doldurmaya hazırlar.
Şam'a Arap Birliği'ne hızla geri dönüş ve Arap ülkeleriyle diplomatik ilişkilerin devam etmesi sözü verdiler. Rusya ile anlaşmaya varılması ve böylece atmosferin korunmasının sağlanması istenecek. Bu plandaki ana rol Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Mısır'a verilecek. Bu planın gerçekten masada olup olmadığını ya da özellikle böyle bir amaç için hazırlandıkları şeklindeki bilginin kasıtlı sızdırılarak durumu ortaya çıkarma girişimi olup olmadığını söylemek hala çok zor” şeklinde konuştu.
Her halükarda bu yıl yakın gelecekte ABD güçlerinin Suriye'den yavaş da olsa geri çekilmesi gerçeğinin arka planındaki bilgi birikimine göre Rusya’nın, Kürt grupların Şam’la yakınlaşmasını destekleme noktasında çaba sarf etmesi ihtimali olduğunu belirten Rus analist, “Hemen hemen tüm ilgili tarafların verebileceği tavizlerin boyutları ve her bir tarafın belirlediği kırmızı çizgiler bilinmektedir” dedi.
Kürtler için asıl görevin kuzey illerinde mutlak bir çoğunluk teşkil etmese de mümkün olduğu kadar özerklik sağlama olduğunu vurgulayan Naumkin, “Bu bölgeler tıpkı Irak Kürt Bölgesel Yönetimi (IKBY) örneğinde olduğu gibi nüfus bakımından homojen değildir. Bu nedenle, Suriye’nin kuzeyindeki özerklik, etnik çoğulculuk ve çoğunlukla da dindarlık üzerine şekillenecektir. Dolayısıyla burada iki önemli soru karşımıza çıkıyor: Kriz sonrası Suriye devletinin şekli laiklik mi olacak yoksa İslam şeriatı formunda başka bir yapıda mı ilan edilecek? Bu, Suriye anayasa değişikliği mimarlarının çözmesi gereken bir mesele.
İkinci olarak ise Bu bölgede yaşayanlar sahip oldukları öz yönetim haklarının tamamından vazgeçmeye hazır değiller. Ancak Kürtler ve Suriye’nin kuzeyinde müttefiki olan diğer gruplar, ülkenin diğer bölgelerinde olduğu gibi kendi kendilerini yönetme konusunda aynı mı düşünüyorlar? Şam’ın daha fazla tolerans göstermeye hazır olmasını beklemek pek mümkün değil. Bununla birlikte Şam, ülkenin kuzeyindeki kontrolü yeniden sağlama sorununu komşu ülkelerle ve özellikle de kuzey komşusu Türkiye’yle barışçıl yollarla çözmek istiyorsa, Kürtlere imtiyaz verme olasılığı düşük. Ayrıca bu konunun çözümü Fırat Nehri'nin doğu yakasındaki petrol sahalarının kontrolü ile de yakından ilişkili. Suriye'nin ulusal güvenliği, topraklarının terör gruplarından tamamen temizlenmesi ve iç siyasette istikrarın sağlanması için yukarıdaki sorunun çözümünün önemini anlamak zor değil. Bu durum aynı zamanda anayasanın yeniden oluşturulması sürecine de bağlı. Çünkü Suriye idari yapısında köklü olmasa dahi herhangi bir değişikliğin Suriyeliler tarafından kararlaştırılarak yasallaştırılması gerekir. Bu süreçte özellikle Birleşmiş Milletler (BM) çatısı altında üç garantör ülkenin formülü uyarınca Rusya’nın rolünün büyük olacağı ve 2019’un Suriye için bu önemli süreçte belirleyici bir yıl olacağı kesin” ifadelerini kullandı.
Ford: ABD 2020 seçimlerini daha çok düşünecek
Robert Ford’a göre 2019’da ABD’de hangi gelişmelerin yaşanacağını kendimize sorduğumuzda, buna verebileceğimiz en iyi cevap, ABD’nin 2020’yi 2019’dan daha fazla düşüneceğini söylemek olacaktır. 22 ay içinde ABD Başkanlık seçimleri yapılacak. 2019’un ortalarında seçim kampanyası başlayacak. Bu yüzden ABD’ye yönelik 2019 yılı analizlerinin tamamı bu noktadan başlamalı. Diğer bir önemli nokta ise, James Mattis'in Savunma Bakanlığı görevinden ayrılması. Başkan Donald Trump’ın, ABD ulusal güvenlik politikasını etkin bir şekilde kontrol ettiğine dikkati çeken Ford, Dışişleri Bakanı Mike Pompeo’nun Trump’ın savunma bakanlığından derhal istifa etmesi talimatını Mattis’e bildirdiğini söyledi. Trump’ın, Cumhuriyetçi Parti’yi de tamamen kontrolü altında tutuğuna işaret eden Ford, bu yüzden 2020 seçimlerinin de tamamen Trump’ın ekseninde yapılacağını ve bununla birlikte iç politikada oldukça ilginç fikirleri olacağını söyledi.
2019’da Washington’da iç siyasetin daha çok politik bir film gibi olacağını vurgulayan Ford, “İlk sahne Mattis’in ayrılışıydı. İkincisi, devlet dairelerinin ve kurumlarının süresiz olarak kapanmasına yol açan bütçe meselesi. Film daha fazla macera ve çatışma içerecek. Şu anda Demokrat Parti tarafından kontrol edilen Temsilciler Meclisi tarafından yürütülen en önemli siyasi savaş, soruşturmalar olacak. Ayrıca Trump’ın ticari ilişkileriyle ilgili hikayeler de bekleyebiliriz.
Öte yandan Özel Müfettiş Robert Mueller, Trump ve Rusya hakkındaki raporunun son halini yayınlayacak. Avrupa ve Orta Doğu'daki evinizin penceresini açtığınızda Washington'dan gelen çığlıkları duyabilirsiniz. Peki bu, 2019’da ABD’nin Orta Doğu ve dünyayla ilişkilerinde ne anlama geliyor?
ABD İran’ı zorlayacak ama savaşmayacak
Birincisi, Washington'daki hiç kimse İsrail'i yoğun iç siyasi rekabetinden dolayı eleştirmez. Filistin-İsrail çatışması konusunda Trump'tan bir plan beklemeyin. Aynı şekilde Washington’da hiç kimse İsrail’in Lübnan ve Suriye’de, İran ve Hizbullah’a yönelik uygulamalarına itiraz etmez. Trump, şahsen İran'la savaş istemiyor. O ve Dışişleri Bakanı Pompeo, ekonomik yaptırımların ve baskının, İran’ın Suriye, Yemen, Lübnan ve Körfez’de müdahalelerde bulunmaktan vazgeçmeye zorlamasını umuyor. Örneğin İran, ABD güçlerine Körfez sularında meydan okursa, Amerikalılar buna askeri olarak cevap verirler. Ancak Trump, İran'la savaşın fitilini ateşlemeyecektir. Trump’ın ABD’deki siyasi tabanı böyle bir savaşa karşı çıkıyor ve bunu reddediyor” ifadelerini kullandı.
Ford, Trump’ın 26 Aralıkta Irak'ın Anbar vilayetindeki Aynu'l Esed Askeri Üssü'ne yaptığı ziyaret sırasında ABD güçlerinin Suriye’den çekileceklerini ve DEAŞ’ın geriye kalan kalıntılarıyla mücadele için Irak'ta kalmaya devam edeceklerini yineledi.
ABD Irak’tan da çekilebilir
Trump’ın ayrıca ABD güçlerinin, DEAŞ’ın Suriye’nin doğusundaki kalıntılarına Irak’taki ABD üssünden operasyon gerçekleştirebileceğini vurguladığını hatırlatan Ford, 26 Aralık'ta Iraklı bazı siyasetçilerin yine 26 Aralıkta ABD’nin Irak’taki askeri üssüne yönelik eleştirilerde bulunduklarının altını çizdi.
Ford’a göre Irak hükümeti ABD ordusundan topraklarındaki askeri üsleri terk etmesini istemesi halinde, Trump derhal bu fikre katılacak ve Bağdat’a DEAŞ’ın artık yalnızca Iraklıların sorunu olacağını söylemekten mutluluk duyacak. Diğer yandan Trump’ın Suudi Arabistan’ı övdüğünü, bazı Demokrat ve Cumhuriyetçi politikacıların açıklamalarına rağmen Suudi Arabistan’ı şiddetle savunduğunu vurgulayan Ford, ABD Kongresi’nde hala iki ülke arasındaki işbirliğini kısıtlama girişimleri olduğunun altını çizdi.
ABD-Çin ekonomi savaşı
Bazı okuyucuların, Rusya ve Çin’in bölgede etkili olup olmayacağını merak edebileceğine dikkati çeken Ford, “Umarım bunun Trump ve siyasi tabanının umurunda olmadığına inanırlar. Çünkü Çin’le ilgili en büyük endişe kaynağı ekonomi. ABD ile Çin arasındaki ticaret savaşı, ABD’nin şehirlerini ve tarım sektörünü etkiliyor. 2020 yaklaşırken, ekonomi daha da önemli hale gelecek. Trump, Orta Doğu'da Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’le yarışmaya çalışmayacak. Rusya'nın Suriye, Libya, Mısır ve hatta Irak'taki artan etkisi onu rahatsız etmeyecektir. Aksine, Orta Doğu çatışmalarının ABD’den ziyade Rusya'nın problemi haline gelmesi halinde mutlu ve tatmin olacaktır. Bu durum size 2015 yılındaki Obama'yı hatırlatıyor mu? Washington'un önümüzdeki yıllarda, savunma programlarının yanı sıra sosyal programlarını da finanse etme konusunda daha fazla mali zorluklarla karşı karşıya kalacağı da unutulmamalı. Trump Bağdat'ta, Amerikan halkının isimlerini bilmediği ülkelerde neden askeri üslerinin bulunduğunu sordu. Bu yüzden bu ülkelerin ABD’ye ödeme yapmamaları durumunda, askeri üsleri kapatabileceğini açıkça belirtti. Trump, hem ekonomik hem de siyasi olarak çok fazla bölünmüş bir ülkeden geliyor ve şu anda Washington çevreleri veya Amerikan vatandaşları için yurt dışındaki savaşlar o kadarda büyük öneme sahip değil. Bu büyüleyici politik film, ABD’de 2019’da tüm dikkatleri ve önemi üzerinde toplayacak” şeklinde konuştu.
Duclos: Fransa “yeni bir Rönesans” eşiğinde
Fransa'nın eski Şam Büyükelçisi Michel Duclos değerlendirmesine, “Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un 2018’de düştüğü hatanın ne olduğu, Fransa'daki olayların ülkenin uluslararası statülerini ne ölçüde etkilediği, Fransa’nın 2019’dan ne beklediği ve ondan nelerin beklendiği? şeklindeki sorularla başladı. Duclos, Macron’un 2017’de şans ve barışçıl siyasi uzlaşının bir araya gelmesinden istifade ederek seçildiğini düşünüyor. Fransız halkının büyük çoğunluğunun zamanın getirdiği zorluklara pratik çözümler bulamayan eski politikacı sınıfından kaçmak istediğini vurgulayan Duclos, Macron’un kendini yeni gelen biri olarak gösterirken Fransız seçmenlere hitap eden yetenekli bir teknokrat olarak resmedebilecek kadar zeki olduğunu söyledi. Macron’un bir siyasi partiye üye olmamasından kaynaklanan zayıflığını, en belirgin güç noktası haline getirmesine dikkati çeken Duclos, Macron’un ayrıca seçmenlerin, İngiltere'nin Avrupa Birliği'nden (AB) ayrılması süreci olan 'Brexit' benzeri 'Frexit' gibi radikal bir eğilimi desteklemeye henüz hazır olmadığını anlama konusunda da yeterince akıllı davrandığını vurguladı.
Duclos’a göre Macron, ulusal geleneklere olan inancı, Fransız asilleri gibi karşılanması ve cumhurbaşkanının 'seçilmiş bir krala benzediği' fikrine rağmen Avrupa ve küreselleşme yanlısı pragmatist bir teknokrat rolü oynadı. Anket sonuçlarının aksine, yıldızı parladı. Macron’un başlangıçta bir hareket olan partisi Cumhuriyet Yürüyüşü Partisi parlamentoda makul bir çoğunlukla seçimleri kazandığına dikkati çeken Duclos, “Macron, partinin seçim programı kapsamında çok fazla muhalefetle karşılaşmadan işgücü piyasasında büyük bir değişiklik yaratmayı, beklentilerin aksine demiryolu hatlarını yenilemeyi ve Fransa'nın dünya sahnesindeki imajını yeniden çizmeyi başardı. Donald Trump'ın ABD Başkanı seçilmesinin hemen ardından Emmanuel Macron, Almanya Başbakanı Angela Merkel'in ülkesinin iç sorunlarıyla boğuşması ve İngiltere Başbakanı Theresa May’in de 'Brexit' olarak bilinen 'ulusal intiharla' meşgul olması nedeniyle Avrupa'nın sesi olacağına ve küresel liberal sistemi koruyacağına inanılan tek isim oldu. Ancak 2018 yılının ilkbahar sonu yaz başları gibi bu durum aniden değişmeye başladı. Yurt içinde Macron’un şahsi korumasının 1 Mayısta düzenlenen barışçıl bir gösteride göstericileri darp ettiğine ilişkin görüntülerin orta çıkması sonucu siyasi bir kriz patlak verdi. Bazen devlet erkanından birinin kendisi bir işin içinde olmamasına rağmen şahsi koruması veya yardımcısının böyle sorumsuzca hareket etmesi büyük olaylara, Cumhurbaşkanı ve destekçilerinin büyük bir utanç duymasına neden olabiliyor” ifadelerini kullandı.
Cumhurbaşkanı Macron'un Güvenlik Sorumlusu olarak görevlendirdiği Fas kökenli Alexandre Benalla’nın adıyla anılan “Benalla Davası’nın” bu atmosferi tamamen değiştirdiğini söyleyen Duclos, bu skandalla birlikte başlayan süreçte Cumhurbaşkanı’nın her sözünün tartışmalı hale geldiğini ve hükümetinin yaptığı her eyleme halkın karşı çıktığını, aynı durumun ekonomik büyüme umutlarının azalması ve işsizlik oranlarının artmasıyla ekonomi alanında da yaşandığını belirtti.
Hükümetin akaryakıt vergisini yükseltme gibi bir takım eylemlerinin 'Sarı Yelekliler' adlı göstericilerin protesto dalgasını başlatmasına neden olduğuna işaret eden Duclos, “Kimse Sarı Yeleklilerin nereden geldiğini anlayamadı. Bu protesto hareketi, kırsal kesimler ve küçük şehirlerde ortaya çıktı. Gösteriler cumartesi günleri Paris başta olmak üzere birçok büyük şehri felç etmesine rağmen toplam nüfusun yüzde 80’inin desteğini aldı. Cumhurbaşkanı, geri adım atmak, hata yaptığını kabul etmek, alt ve orta sınıfın satın alma gücünü arttırmayı amaçlayan diğer önlemlerle birlikte asgari ücretleri iyileştirme sözü vermek zorunda kaldı” dedi.
Peki, Uluslararası düzeyde iyi bir haber yok mu? diyen Duclos, Sarı Yelekliler protestolarından çok önce Fransa'yı ilgilendirmeyen sebeplerle Macron’un Avrupa politikasını geliştirmeye başladığını söyledi. Almanlar ve genel olarak İskandinav ülkelerinin Macron’un euro bölgesini güçlendirmeye yönelik önerilerini desteklemeye hazır olmadıklarına işaret eden eski büyükelçi, Avusturya ve İtalya'daki seçimlerin, Fransa'da Macron tarafından mağlup edildiği düşünülen popülist hükümetleri iktidara getirdiğine dikkati çekti.
Brexit sürecinin, Fransa’yı Avrupa’daki uluslararası politikalar açısından daha da izole etmeye başladığı ve büyüyen bütçe açığının Paris'in Brüksel'deki güvenilirliğini kaybetmesine neden olacak boyuta ulaştığını vurgulayan Duclos, Trump’la işlerin gittikçe zorlaştığını, Macron’un, Trump'la olan kişisel ilişkisini güçlendirmeye yönelik yeteneğiyle övünürken, bir anda politikaları karşısındaki ana rakibi haline geldiğini söyledi.
Duclos, Trump’ın Birinci Dünya Savaşı'nın sona ermesinin yıldönümü kutlamaları sırasında Paris'te yürüyerek Zafer Paktı’na gitme etkinliğinden rahatsız olmasından bu yana ABD’nin birçok geleneksel müttefikiyle olduğu gibi Macron'a karşı da Twitter üzerinden eleştiride bulunmak için her fırsatı değerlendirdiğini kaydetti.
Duclos şöyle devam etti:
“Fransa’ya göre Trump’ın ABD güçlerini Suriye’nin kuzeydoğusundan çekme kararı, güvenlik çıkarlarına yönelik bir darbe vururken, radikalizm yanlısı birçok unsur hala Fırat Nehri kıyılarında özgürce dolaşıyor. Macron'a göre ise bu çekilme kararı kişisel saygınlığına bir darbe oldu. Çünkü ABD birliklerinin orada kalması için Trump'a sık sık baskı uygulamıştı. Macron, Suriye’nin kuzeydoğusuna yönelik bazı nüfuzların yayılmasının, Batı’nın Şam üzerindeki etkisi ve İran’ın bölgedeki hegemonyasının etkilerini yansıttığına inanıyor. Bu nedenle, Fransa’nın 2019’daki önceliği Suriye'ye karşı konumunu güçlendirmek olacak. Fransız diplomasisi, Türklerle bağlarını güçlendirecek. Belki de ABD'nin çekilmesiyle geride kalacak olan Türkiye ile bağlantısı olan İsrail ve Rusya ile işbirliğini güçlendirmeyi de isteyebilir. Aynı şekilde Körfez ülkeleri ve İran ile işbirliği yapılması da söz konusu. Tüm bu hamleler, ABD'nin geri çekilmesinin sonuçlarıyla ilgili olacak.”
Önümüzdeki aylarda Fransa gündeminde, Fransız diplomasisinin güçlendirilmesine yönelik önceliklerin olacağına işaret eden Duclos, bunlardan ilkinin önümüzdeki Mayıs ayında yapılması planlanan ve popülizm ile Avrupa yanlısı eğilim arasındaki çatışma için de belirleyici bir başka dönüm noktası olacak olan Avrupa Parlamentosu seçimleri olduğunu, seçim sonuçlarının, İngiltere'nin AB’den ayrılmasından sonra Brüksel'deki Avrupa kurumlarının şeklini belirleyeceğini belirtti. İkinci olarak ise, Kasım ayında yapılan 'Paris Barış Forumu’nun' ikinci bir versiyonu olması beklenen Ağustos ayı sonunda Biarritz’de düzenlenecek olan G-7 zirvesi ve sonrasının Fransız diplomasisinin öncelikleri arasında yer aldığına işaret etti.
Fransa'daki olayların Macron'un kendisini küçük düşürülmüş hissetmesine neden olduğunu söyleyen Duclos, bu yüzden Macron’un çalışmalarını Fransa'nın dışarıdaki rolü pahasına içeriye mi odaklayacağını yoksa iç huzursuzluğun Fransa'nın dış rolünü güçlendirerek telafi etmesinin önemine olan inancını mı arttıracağını önümüzdeki günlerin göstereceğini kaydetti. Sarı Yeleklilerin protesto gösterileri nedeniyle Fransa'nın yurtdışındaki imajı konusunda endişe edilmemesi gerektiğini belirten Duclos, dünya televizyonlarının yanı sıra Twitter’ın 'Paris’in yandığı' fikrinde büyük rol oynadığını vurgulayarak, bunun Fransa'nın Macron döneminde yeni bir canlanma aşamasından geçtiği veya daha kötüsü, modern dünyada yayılan bir hastalık olarak görülebileceğinin altını çizdi. Diğer liderlerin bunun farkında olduklarını söyleyen eski büyükelçi, ayrıca dünya düzeninin istikrarını sağlamada Fransa'nın üstlendiği rolü hiçbir ülkenin üstlenemeyeceğini de bildiklerini ifade etti.
 



Korona: Küresel sistemdeki derin aksaklıkların gün yüzüne çıkması  

Korona: Küresel sistemdeki derin aksaklıkların gün yüzüne çıkması  
TT

Korona: Küresel sistemdeki derin aksaklıkların gün yüzüne çıkması  

Korona: Küresel sistemdeki derin aksaklıkların gün yüzüne çıkması  

Tarih boyunca şahit olunan başlıca olgulardan biri; adaletsizliğin faillerinin kendilerini temize çıkarıp, mağdurları suçlayarak eylemsizliklerini ve kötülüğü haklı çıkarmaya çalışmasıdır. Omicron varyantının ortaya çıkmasından Afrikalıların sorumlu olduğu iddiaları, dünyanın kuzey ülkelerinde aşı kullanımında isteksizlik ve Güneydeki ülkelerin düşük aşılanma seviyeleri, 2021 yılında bu utanç verici hikâyenin bir kez daha tekrarlandığını gösteriyor.  
Omicron Afrika'nın suçu değildir; temel sorumluluk, yüz milyonlarca aşıyı stoklayıp, tüm uyarılara rağmen, dünyanın en savunmasız bölgelerinin aşılanması ve virüsün mutasyonları konusunda çok az şey yapan zengin ülkelerin yönetimlerindedir.  
Kritik sorun, Afrika'daki hükümetlerin aşıları yasaklaması ya da ihtiyatlı yaklaşması değil, Afrika'nın aşılara erişememesidir. Elbette aşı karşıtları dünyanın her yerinde kaos yaymaya çalışıyor. Bununla birlikte, Afrika ve Asya ziyaretlerimde, unutamadığım sahne; bir anne ve çocuklarının, aşılanmak için kilometrelerce yol kat edip günlerce beklemesiydi. O anne, çocuk felci, difteri ve tüberküloz gibi hastalıklar karşısında, ailesinin hayatta kalmak için en iyi şansının aşı olmak olduğunun farkındaydı. O annenin kararlılığı ve tıbbın hayat kurtarıcı gücüne olan inancı, ihtiyacının karşılanması için icabet edilmesi gereken ahlaki bir çağrı anlamına gelir. 
Son zamanlarda yeni bir salgınla karşı karşıya olmamız bize pratik bir zorunluluğu hatırlatıyor: dünya genelinde aşılamada başarısız olursak ailelerimizi ve toplumlarımızı da yüzüstü bırakmış olacağız. Virüsün serbestçe mutasyona uğramasına izin vererek, tamamen aşılanmış olanlara bile musallat olmasına katkı sunmuş oluyoruz. Dünya Sağlık Örgütü, bu yılın eylül ayına kadar, yaklaşık 200 milyon vaka artışı ve 5 milyon ölü sayısı öngörüyor. Bu durum bize şu karamsar söylemi hatırlatıyor; hiçbir yerde kimse korku içinde yaşamasın diye, herkes her yerde korku içinde yaşayacak.  
 Bir ‘korona’ krizinden başka bir ‘korona’ krizine geçmek yerine, 2022 yılını, virüse karşı tam kontrol yılı yapma kararlılığını göstermeliyiz. Seçeneklerimiz tüm dünyanın aşılanmasıyla sınırlı tutulamaz. Nitekim şu anda tüm dünyayı aşılamaya yetecek kadar aşı üretiyoruz. Mevcut üretilmiş aşı miktarı 11,1 milyar doz civarında ve haziran ayına kadar bu sayı yaklaşık 19,8 milyar doza ulaşacak. Ancak buradaki en önemli ve kabul edilemez sorun, dağıtılan milyarlarca aşının yalnızca yüzde 0,9'unun düşük gelirli ülkelerde kullanılmasıdır. Aşıların yüzde 70'i yüksek ve orta gelirli ülkelerde dağıtıldı. Yine testlerin sadece yüzde 0,5'i düşük gelirli ülkelerde yapıldı. Bu ülkelerde, bırakın solunum cihazını, ciddi anlamda temel tıbbi ekipman sıkıntısı yaşanıyor.  
Dünya genelinde tahmini 500 milyon yoksul insan, zorunlu sağlık hizmetleri ödemeleri nedeniyle aşırı yoksulluğa itiliyor.  
Düşük gelirli ülkelerde aşılanma oranları ortalama yüzde 4,8, Afrika genelinde bu oran yüzde 9,96 olarak kayda geçmiş durumda.  Bu kasvetli bir tabloyu yansıtıyor, kuzey ülkelerine kıyasla çok daha düşük maliyetlerle güney ülkelerinde aşılama yapabiliriz. Bu utanç kaynağı eşitsizlik sadece tıbbi bir başarısızlık olarak değil, bizim için ahlaki bir düşüşü göstermektedir.  
2022'de bizi bekleyen en büyük küresel zorluk, dünyanın zenginleri ile korunmasız yoksulları arasındaki büyük uçurumu kapatmak için finansman sağlayarak bu utancı ortadan kaldırmamızdadır. Küresel sağlık çabalarını desteklemeli ve gerekli finansmanı sağlamalıyız.  
Küresel ekonominin 1,1 trilyon dolarla desteklendiği 2009 mali kriziyle ilgili deneyimlerimden biliyorum. İngiltere olarak, özellikle sağlık alanında istihdamı arttırmaya yönelmiştik. İngiltere’nin vatandaşlarının istihdamına yönelik bu vizyonu, dünya geneli için örneklik teşkil etmeye adaydır.  Mevcut her sağlık uzmanını istihdam etmeli, aşı ve ilaç çalışmaları ile muteber dağıtım ajanslarını desteklemeliyiz. Coca-Cola'nın haritalarda yer almayan en ücra yerlere ulaşması gibi, Pfizer'in de gerekirse drone’lar aracılığı ile aşıları her yere ulaştırması lazımdır. Böylelikle daha önce hiç aşı olmamış yetişkinlerin aşıya kavuşması sağlanabilir.  
Dünyadaki en zengin ekonomiler, Dünya Sağlık Örgütü’nün (DSÖ) 23.4 milyar dolarlık acil taleplerine yanıt vermelidir.  
Bunun içinde, Kovid-19 salgınına karşı küresel aşı ve tedavi programının (ACT Accelerator) aciliyet içeren 1,5 milyar dolarlık fonu da yer almaktadır. Bu miktar çok yüksek görünebilir, ancak Koronavirüs salgının 2025 yılına kadar dünya ekonomisinde neden olacağı 5,3 trilyon dolarlık zarardan 200 kat daha küçüktür. 23 milyar dolar, kuzeydeki her vatandaş haftada 10 pence (pens) öderse bu meblağ karşılanabilir. Bu tarihteki en önemli yatırımlardan biri olacaktır. Tabi ki yaşam ve ölüm arasında fark yaratmanın, en ucuz bisküvi paketi fiyatından çok daha değerli olduğuna şüphe yok.  

Kovid-19 aşısı ve tedavi yöntemlerine eşit erişim için 23 milyar dolar gerekiyor, buna ek olarak; araştırmaları sürdürmek ve tedavilerin uygulanmasında dahili kapasite oluşturmak için 24 milyar dolara gereksinim var.  
Ayrıca, üç bağımsız kuruluş tarafından önerilen yıllık 10 milyar doları kapsayacak uzun vadeli finansman kaynağına ihtiyaç var. ABD Başkanı Joe Biden'in önümüzdeki aylarda davet edeceği Aşı Konferansı'nda bu meblağların taahhüt edilmesi, gelecekteki salgınları önlemek aşısından son derece önemli olacaktır.  
Öncelikle, uluslararası toplum olarak, tıpkı 1960'larda dünya genelindeki çiçek hastalığını ortadan kaldırmak için yaptığımız gibi, Birleşmiş Milletler, Uluslararası Para Fonu ve Dünya Bankası'nın barışı koruma operasyonlarını finanse ettiği gibi, maliyetlerin ülkeler arasında adil bir şekilde paylaştırıldığı bir formül üzerinde anlaşmamız gerekiyor. Halihazırda, küresel sağlık finansmanı, bağış toplama kampanyalarıyla sağlanmaya çalışılıyor. Bunun yerine daha ciddi girişimlerin yapılması zorunludur. Bulaşıcı hastalıkların kontrolü için öncelikle DSÖ ve küresel sağlık çabaları, adil bir dağılımla ortak bir şekilde finanse edilmelidir. ABD ve Avrupa Birliği, maliyetlerin yaklaşık yüzde 25'ini sağlamalı, geri kalan ülkeler ödeme güçlerine göre katkılar sunmalıdır.  
İkinci olarak, koronavirüs salgının göz önüne serdiği, küresel sağlık sisteminin eksiklerinin bir an önce giderilmesine yönelik girişimler gerekiyor. Dünya Sağlık Örgütü salgınla mücadelesinde düşük kaynaklara sahipken, IMF ve kalkınma bankaları para kaynaklarının büyük çoğunluğuna hükmetmektedir. IMF’nin kaynaklarından 10 milyar doları yeni bir aşılama faaliyeti için ayırması lazımdır. Yine uzun vadede 100 milyar dolarlık bir fonun, küresel sağlık mekanizmasını iyileştirmek ve muhtemel salgınlara hazırlanmak için tahsis edilmesi gerekir.  
Üçüncü olarak, ihtiyaç duyulan finansman kaynaklarının sağlanmasında, kuzey ülkelerinin ortak para rezervlerinin kullanılmasına odaklanmalıyız. Sadece başlangıçta 2 milyar dolar ayırarak, en yoksul ülkelerin sağlık sistemlerine katkı sunmamız mümkün olacaktır.  
Son olarak, BM Küresel Sağlık Girişimi, 2006'dan bu yana küresel sağlıkla ilgili uluslararası havayolu vergilerinden yaklaşık 1,25 milyar dolar toplayabilmişti. Bu dayanışmanın benzerini, uluslararası ticari faaliyetlerin normale dönmesinden fayda sağlayacak olan şirketlerden talep edebiliriz. Bu şirketler, koronavirüs salgınıyla baş etme çabalarına katkı sunmalıdır.  
Umut kırılgan bir bileşendir. Bazı ülkelerde stoklardaki aşılar heba olurken, bazı ülkelerin aşıya umutsuzca ihtiyaç duyması umudu öldürebilir. Zengin ülkeler yoksul ülkelere yönelik kendi resmi taahhütlerini yerine getirmezse, kar etmenin insan hayatından öncelikli olduğu düşünülebilir. Ancak bu yıl umut tekrar canlanabilir.  
Bir zamanlar imkânsız görünen şey bugün mümkün olabilir. Önce bir zengin ülkenin katkıları, ardından iki ülkenin, sonra altı ülkenin, derken herkes bu ölümcül hastalığın yayılmasını durdurmak için birleşecektir. Sadece ölümlerin önüne geçmek için değil, tüm insanların yaşamına eşit değer verdiğimizi göstermek için bu böyle olacaktır.   
Bu dayanışma eylemleriyle, Afrika’daki binlerce yoksul anne, 2020 ve 2021'de sınavı kaybeden dünyanın, 2002’de birleştiğini ve kendilerine yardım ettiğini görecektir. O anneler, bizim de başkalarının acısını hissettiğimizi ve kendimizden daha büyük bir şeylere inandığımızı hissedecektir.