Edebiyat ve düşünce devleri arasındaki çatışmalar

Schopenhauer
Schopenhauer
TT

Edebiyat ve düşünce devleri arasındaki çatışmalar

Schopenhauer
Schopenhauer

Yazarlar, şairler ve filozoflar arasında çatışmaların yaşanmadığı dünya üzerinde tek bir dönem dahi yoktur.. Örnek olarak yalnızca Arap veya Fransız aydınları aralarındaki tartışmalara bir göz atmanız yeterli.
Tıpkı güzel kadınlar gibi bu iki taraf da birbirlerini kıskanır, nefret eder ve birbirlerinden hiç haz etmezler. Siz hiç bir kadının bir başka kadının güzelliğini kabul ettiğini duydunuz mu?
Schopenhauer-Hegel
Alman filozof Schopenhauer’in bir başka Alman düşünür Hegel hakkında söylediklerine bakalım. Baş döndürücü aşağılamalar ve acımasız hakaretler… Bunun sebebi ise Hegel’in çok ünlü olması ve yüzlerce öğrenciyi çalışmalarına çekerken Hegel’in gölgesinde kalan Schopenhauer’ın 4 veya 5’ten fazla öğrencisinin olmamasıdır. Bu iki filozofun Berlin’de aynı üniversitede aynı saatlerde dersler verdiği göz önüne alındığında, Schopenhauer’ın Hegel’i kıskanmaması işten bile değil. Bu onu çıldırtıyordu. Damarlarında kan yerine Hegel’e karşı duyduğu kıskançlık akan Schopenhauer, Hegel’e, “Bu küçük şahsın adı Hegel. Bu ruhsuz, kaba ve cahil adam, gerçekten tüm bu ilgiye layık mı? Felsefesi, büyük bir hile, büyük bir yalan. Boş bir lakırdı. Saçma sapan ve karmaşık. Tarihin en aptal felsefesi. Bu Deccal'in sözlerinden daha boş sözler bulamazsınız” şeklinde daha nice hakaretlerde bulunuyordu.
Büyük nefret ve korkunç bir kıskançlık duyan Schopenhauer, artık sinirlerini dizginleyemiyordu. Modern zamanların Aristoteles'i olarak bilinen, herkes tarafından tanınan ve tarihin en büyük filozoflarından biri hakkında konuşurken öfkeden kendini kaybediyordu. İkisi de dahi birer filozoftu. Ancak Schopenhauer, Hegel'in aksine daha geç bir dönemde üne kavuşmuştu.
Peki ya Seyfu'd-Devle Sarayı’ndaki şairler? Onlar da el-Mutenebbi hakkında aynı şeyleri söylemediler mi? Fakat Schopenhauer’dan ayrılmadan önce biraz arkadaşlık ve evlilikle ilgili düşüncelerinden bahsetmeme izin verin. Çünkü kahkahalardan, belki de hayranlıktan ölmek üzereyim. Schopenhauer, arkadaşlıkla ilgili şunları söylüyor:
“Arkadaşlar birbirlerine sadık olduklarını söylüyorlar. Ancak gerçekte birbirlerine düşmanlıkta sadıklar.”
Evlilikle ilgili düşüncelerinde ise Schopenhauer şu ifadeleri kullanıyor;
“Aşk evliliği yapma konusundaki ısrarınızdan çok geçmeden pişman olacaksınız. Aslında aşık olmadan evlenmeme konusundaki ısrarınız, affedilemez bir günah işleme sevgisidir.”
Açıkçası artık gülmek için sinemaya veya tiyatroya gitmiyorum. Sadece, Schopenhauer, Voltaire ve Cahiz’in kitaplarını açıp okumam kahkahalara boğulmama yetiyor. Yastığımın altında ne zaman bunalsam, açıp okumam için duran Cahiz’in el-Buhala (Cimriler) kitabı bulunuyor.
Bu arada hazır yeri gelmişken şunu da anlatmak istiyorum. Bir zamanlar, büyük bir şair bana başka bir büyük şairden bahsetmişti. (Dört bir yandan Scud füzeleriyle saldırıya uğramamak için isimleri zikretmiyorum)
Bu şair bana şöyle dedi;
“Yani... Bazı şiirleri var evet... Ama önünde sonunda vasat bir şair. Geride kendisini hatırlatacak hiçbir şey kalmayacak.”
Bu vasat şair, modern Arap şiirinin kurucusu olarak kabul ediliyor. Şiirleri ve dehası ile Arap şiirinin genetiğini değiştirmiştir. Ancak bir dahi başka bir dahiyi kabul etmez. Bu aslında insani bir şey veya Nietzsche’in dediği gibi ‘üst insandır.’ Başkasının yaratıcılığını fark etmemize rağmen sanki kendimizi ona karşı kapatıyor ya da değerini düşürüyoruz. Her halükarda şairler arasındaki kıskançlık veya çekememezlik, büyüleyici kadınlar arasındaki şiddetli kıskançlık krizlerinden daha masum değil.
Dostoyevski, Tolstoy ve Turgenyev arasındaki çekişme
Bu çekişmelerden en önemlisi 19’uncu yüzyılda Dostoyevski, Tolstoy ve Turgenyev arasındaki çekişmeydi. Bu isimlerin ilk ikisine aşina olsak da, Turgenyev’i pek azımız biliyor. Turgenyev, 1818'de doğdu ve 1883'te 65 yaşındayken öldü. Ömrünün büyük bir kısmını Almanya ve Fransa başta olmak üzere yurt dışında geçirdi. Fransız şarkıcı Pauline Viardot’a olan aşkıyla ünlenmişti. Evli olan Pauline Viardot’ın peşinden 40 yıl koştu ancak sonuç alamadı. Çoğu zaman küçük düşmesine neden olan aşkı gözünü kör etmişti. Bu durum ona, ‘İlk Aşk’ adlı harika romanı yazdırdı. Ne büyük aşk!
Rus yazarların yazılarını okuyup, sorunlarına ve konularına girdiğimde, derin bir uyum ve büyük bir aşinalık duyarım. Neden kendimi evimdeymiş gibi hissettiğimi, neden aynı endişelere sahip olduğumu ve aynı sorunları paylaştığımı bilmiyorum. Acaba bunun sebebi Arapların aynı tarihi durumu yaşamaları mı? Yani aynı git-gellerin olmasından, geçmiş ile şimdi, Batı ile Doğu, eski ile yeni ve belki de miras ile modernizm arasındaki sürtüşmeyi kast ediyorum.
Öyle ya da böyle biz de henüz kendimizi çözemedik. Büyük tarihi geçişi tamamlamak için bedel ödüyoruz. Devam edemeyen geçmişin ve bir türlü gelemeyen geleceğin bedelini… Bununla birlikte Arap-İslam mirasını modernizm ile birleştiren imkansız denklem içindeki kısır döngüde hala yolumuzu bulamadık. Araplar da Ruslar gibi köklü bir mirasa sahiptir. Bu, Batı ve büyük bir mirasa sahip olmayan diğer milletlerin modernizmine uymayan büyük ve kapsamlı bir mirastır. Bu yüzden hikayemiz uzun ve acımız büyük. Bu nedenle genellikle Rus aydınları gibi iki büyük bölüme ayrılırız. Rus entelektüellerin bir bölümünü dininden ve geçmişinden utanan ve bir şekilde Batı’ya dahil olmak isteyenler oluştururken, diğer bölümünü de yozlaşmış da olsa medeniyetine bağlı, dini ve geçmişiyle gurur duyanlar oluşturuyor. Ancak büyük bir çoğunluğun oluşturduğu üçüncü bir kesim daha olduğunu söyleyemez miyiz?  Yani kimliğini korurken, kalbini ve zihnini yeniliklere açanları kastediyorum. Dostoyevski, üst düzey Rus yazar ve şahsiyetlerin huzurunda Puşkin heykelinin önündeki ünlü konuşmasıyla veda etmişti.
Evrensel ile mahrem, yerel ile küresel arasındaki bağı, bu kısır döngüyü temsil eden, herkesin aradığı o kayıp yüzüğü onlardan önce nasıl bulacağını öğrenmişti. Meseleyi tek seferde sonsuza dek çözmüştü. Ardından herkes, baş düşmanı Turgenyev de dahil olmak üzere herkes, onu ve karşı konulamaz dehasını kucaklamak için yalvardı. Ancak Dostoyevski ile Turgenyev arasındaki ilişki her zaman böyle değildi. Artık Turgenyev'in Rus edebiyatının tahtında oturan rakipleri Tolstoy ve Dostoyevski ile ilişkilerinin nasıl olduğu sorusunu sorma zamanımız geldi. Bu kadar geniş bir soruyu tam olarak yanıtlamamız mümkün değil. Fakat sadece Dostoyevski ile olan ilişkisine değinebiliriz. Aslında bu ilişki karmaşık ve değişkendi. Turgenyev, refah içinde yaşayan bir aristokrattı. Hayatında hiç maddi sıkıntı çekmemişti. Dostoyevski ise sürekli yaşam mücadelesi veren, psikolojik sorunları olan depresif biriydi.
Turgenyev Batı Avrupa’ya düşkündü ve Rusya’nın da bu kategoride yer almasını istiyordu. Dostoyevski ise Slav ve Ortodoks olmaktan gurur duyuyordu. İlk görüşmeleri Almanya'nın Baden-Baden kentindeki Turgenyev'in adeta bir sarayı andıran lüks villasında gerçekleşti.
Görüşmenin ardından Dostoyevski arkadaşlarına yazdığı mektupta şu ifadelere yer verdi:
“Bana tam bir ateist olduğunu ve bununla gurur duyduğunu söyledi. Ancak, Tanrı bize Mesih'te beden bulmuş insanın tam ve ebedi görüntüsünü verdiğine göre nasıl ateist olabiliyor? Turgenyev, Herzen, Çernişevski gibi ateistler bu sonuca nasıl varabildiler? Hepsi büyük bir kibir içindeler. Ne bekliyorlar? Rusya’da onların peşinden kim gider? Tam bir yanılgı içerisindeler. Turgenyev’de beni en çok rahatsız eden şey, onun Avrupa'yı savunup Rusya’yı küçümsemesi oldu. Avrupalılara karşı ülkesinden utanıyor. Bana tam olarak şöyle dedi: "Almanları takip etmeliyiz. Karınlarımızın üzerinde sürünerek de olsa onların peşinden gitmeliyiz. Çünkü tüm insanlar için tek bir yol var, o da; medeniyet yolu. Medeniyet artık Avrupa’dır. Bu yüzden klasik Rus çizgisini takip edenler aptallardır! Ardından bana Rus ve Slav köklerinin eksikliklerini ve hatalarını ortaya çıkarmak için harika bir makale yazdığını söyledi. Böylece onun Almanların önünde bir köle gibi diz çöken Rusya karşıtı bir hain olduğunu anladım. Böyle bir insana asla tahammül edemem”
Dostoyevski mektubunda bu ifadelere yer verirken Turgenyev'in bu ciddi suçlamalar karşısında tutumu ne olmuştu?
Turgenyev, Dostoyevski’ye sert karşılık verdiği mektubunda şunları söyledi:

“Her şeyden önce şunu söylemeliyim ki; Bay Dostoyevski'ye, Rusya ve Rus halkına olan inancımdan bahsetmek mantıksız. Bunun nedeni ise çok basit; onu bir akıl hastası olarak görüyorum. Psikolojik rahatsızlıkları ve zor yaşam koşulları nedeniyle tüm zihinsel melekelerini kaybetmiş. Yalnızca ben değil, birçok insan da böyle düşünüyor. Bay Dostoyevski’yi ömrümde sadece bir kez gördüm. Evime gelerek 1 saat boyunca Almanlara ve bana küfür etti ve gitti. Hepsi bu. Ona hiç cevap vermedim. Çünkü dediğim gibi onu hasta biri olarak görüyorum.”
Dolayısıyla, bazen en alçak seviyelere dahi inebilen çekişmeler yalnızca Arap aydınları arasında yaşanmıyor. Bunun örneklerine Rus, Fransız ve diğer milletlerden düşünürlerde de rastlamak mümkün. Ayrıca öyle naif sözler de sarf edilmiyor. Turgenyev, Dostoyevski'yi alt etmek için onun psikolojik sorunlarına atıfta bulunmaktan çekinmiyordu. Bu konudaki söylentilerin o dönemler oldukça yaygın olduğu biliniyor. Hatta sürekli bu konudan beslenen insanlar vardı.
Fakat bu kişiler, ya Freud’un Dostoyevski’yle ilgili şu ünlü sözünü unuttular ya da duyacak kadar yaşamadılar:
“Dostoyevski’de dünya üzerindeki tüm düğümlerin ve problemlerin beden bulmuş halini görebilirsiniz. Ancak her şeyden önce o dahi bir yazardır. Bu yüzden karşısında diz çöküp boyun eğmekten başka bir şey yapamıyorum.”



Emperyal proje uğruna ulus devletlerin içeriden işgali

Irak’ın 1 buçuk milyondan oluşan eğitimli bir askeri kuvveti varken Haşdi Şabi’ye ihtiyacı var mı? (Reuters)
Irak’ın 1 buçuk milyondan oluşan eğitimli bir askeri kuvveti varken Haşdi Şabi’ye ihtiyacı var mı? (Reuters)
TT

Emperyal proje uğruna ulus devletlerin içeriden işgali

Irak’ın 1 buçuk milyondan oluşan eğitimli bir askeri kuvveti varken Haşdi Şabi’ye ihtiyacı var mı? (Reuters)
Irak’ın 1 buçuk milyondan oluşan eğitimli bir askeri kuvveti varken Haşdi Şabi’ye ihtiyacı var mı? (Reuters)

Refik Huri
Irak'ta ulus devlet projesi dışında bir çözüm yok. Bu projenin karşısında büyük engeller duruyor. Geleneksel yapı ve bunun devlet seviyesinin altında projelerde istihdam edilmesi, Irak’ı emperyal projesinin bir parçası haline getirmek isteyen bölgesel planla bağlantılı engeller.
Ulus devlete inanan ve onun için çalışan Başbakan Mustafa el-Kazimi'nin zorlanmadan, zaman ve emek vermeden, yeni nesle, “Ekim Devrimi” nesline güvenmeden bu engelleri aşması kolay değil.
Durum epey kompleksli ve yargı üzerinde bile baskı var. Nitekim Haşdi Şabi’nin askeri geçit törenleri ortasında yargı, Kerbela’da aktivistlere suikast düzenlemekle itham edilen Haşdi Şabi’nin Enbar Operasyonlar Komutanı Kasım Muslih’i serbest bıraktı. Kazimi’nin dediği gibi, Musul’un DEAŞ’ın eline düşmesinin arkasında nasıl ki “yanlış gidişat” yer alıyorsa, DEAŞ’ın coğrafi kontrolü sonrası evreyi organize eden negatif gidişat da Irak’ın çöküşüne yol açabilir.
Devlete meydan okuyan ve devletin güvenliğine karşı tehlikeli uygulamaları olan Haşdi Şabi ile mücadelede Kazimi'nin sonuna kadar gitmesini neyin engellediği kimsenin meçhulü değil. Yine Başbakan'ın, Şii dini mercii Ayetullah Ali es-Sistani'nin Musul'dan Bağdat'a yönelmeye hazırlanan DEAŞ'a karşı koymak için verdiği "Cihad Fetvası”nın 7’inci yıldönümünde yaptığı konuşmada, resmin tamamını çizmesi beklenmiyordu.
Kazimi, Haşdi Şabi’nin “canavarı durdurmak” için harcadığı çabaları övdü ve dini merciinin; “Fetvanın ulusal olmayan projeler çıkarına siyasi ve ekonomik olarak istismar edilmesine” yönelik uyarılarını tekrar etmekle yetindi. Kazimi’nin; “Silahlı kuvvetleri destekleyerek ve performansını ulusal askeri kurallara göre kontrol ederek yanlış gidişatı düzeltmeye ve ülkeyi doğru çizgiye getirmeye” çalışmanın altını çizmesi de doğaldı.
DEAŞ Hilafeti’ne karşı mücadelede bir “gereklilik” olan Haşdi Şabi, DEAŞ’a karşı zaferin  ardından Irak için “zararlı” olmaya başladı.
Bağdat’taki Yeşil Bölge ve havalimanlarının yanı sıra ABD kuvvetlerini içeren askeri üslere roketler ve insansız hava araçları ile saldırılar düzenlemeye devam ediyor. Son olarak Asaib Ehli'l Hak örgütünün lideri, roket saldırıları ortasında ABD kuvvetlerine karşı savaş kararının alındığını deklare etti.
Bu, elbette eğitim ve bilgi alanları başta olmak üzere ihtiyaç duyulan hizmetlerin yanı sıra kuvvetlerin çekilmesi konularını ABD ile müzakere eden hükümetin kararı değil. ABD’nin nükleer dosyayla ilgili müzakereler sırasında kendisinden bölgesel etkisini sınırlama ve “istikrar bozucu davranışlarını” durdurma talebine karşılık, ABD'yi güçlerini “Batı Asya”dan çekmeye zorlayarak denklemi tersine çevirmek isteyen İran'ın kararı.
Bu karar, Arap ülkelerini kontrol etmek, ulus devlet projelerini fıkhi bir ad taşıyan emperyal bir proje lehine sona erdirmek amacıyla bu ülkelerin ordularına alternatif askeri kuvvetler oluşturmaya dönük geniş stratejinin bir parçası.
Gerçekler konuşuyor; Cihad Fetvası’ndan 7 yıl sonraki sahne, Haşdi Şabi’nin Necef'e bağlı "dini mercii Haşdi Şabisi" ve Velayet-i Fakih'e bağlı "Velayet Haşdi Şabisi" olarak ikiye bölünmüş olduğunu gösteriyor.
Velayet-i Fakih’e bağlı Haşdi Şabi, Hizbullah Tugaylarının öldürülen lideri Mehdi Mühendis’in belirttiği gibi bir “ümmet ve mercii projesi”.
Bir diğer lider de; “Biz Velayet-i Fakih’e bağlıyız ve onun dışında hiç kimseden emir almayız” demişti.
Haşdi Şabi’nin meşru ve kanunen silahlı kuvvetler başkomutanlığına, bir komuta zincirine bağlı olması, kadrolu ve maaşlı olması durumu değiştirmiyor. Bu durum, Lübnan’daki Hizbullah ve Suriye’deki birçok milis grubu gibi İran’ın tesis ettiği, finanse ettiği ve silahlandırdığı milisler, Yemen’de desteklediği ve silahlandırdığı Husi Ensarullah örgütü için de geçerli.
Bu grupların tamamı bulundukları ülkelerde iktidarı kontrol ediyor ve sadece Devrim Muhafızlarının direktiflerine uyuyorlar. Yemen’de Husilerin yaptığı gibi meşruiyete karşı darbeler gerçekleştiriyorlar. Bunlar her şeyden önce, bir dini grubun tamamını arkasında toplamaya çalışan mezhepçi milis gruplar.
Uluslararası ve bölgesel güçler arasında, Mollalar Cumhuriyeti gibi projesi için savaşacak ve onu savunacak milis grupları olan kimse yok. ABD, Rusya, Türkiye ve İsrail işgal için ordularını, içeriden ve dışarıdan paralı askerler kullanıyorlar. İran’a gelince, Yemen, Irak, Suriye ve Lübnan'ı bu ülkelerin evlatlarından oluşan milis gruplarla "işgal ediyor".
Milisler Velayet-i Fakih’e inanıyor ve bunu ümmetin kaderi olarak görüyorlar. Ancak bu emperyal proje birçok zorluk ve engelle karşı karşıya. Bunlar bir kısmıyla, İran'ın jeopolitik çatışmadaki emellerini sınırlayan bölgesel ve uluslararası güçlerin çıkarlarıyla çatışmasından kaynaklanıyor. Bir kısmını da çok mezhepli ülkeler üzerinde tek bir mezhep veya dini grubun hegemonyasını reddeden yerel güçlerle mücadele oluşturuyor.
Bu noktada şu basit soruyu sormalıyız; Irak’ın 1 buçuk milyondan oluşan eğitimli bir askeri kuvveti varken Haşdi Şabi’ye ihtiyacı var mı?
Cevap daha da basit; katiyen yok.
Gelgelelim, Haşdi Şabi ve milisleri yaratan emperyal proje hala bunu empoze etme gücüne sahip, ama nihayetinde gelecek yalnızca ulus devletlerindir.