Keşmir gerilimi Hindistan seçimlerine nasıl yansıyacak?

Keşmir gerilimi Hindistan seçimlerine nasıl yansıyacak?
TT

Keşmir gerilimi Hindistan seçimlerine nasıl yansıyacak?

Keşmir gerilimi Hindistan seçimlerine nasıl yansıyacak?

Hindistan’ın en büyük demokrasi şölenine yani genel seçimlere yalnızca birkaç hafta uzaklıktayız. Hindistan’ın her beş yılda bir tanık olduğu bu önemli olay, kendi türünde dünyanın en büyüğü.
1947 yılındaki bağımsızlıktan bu yana gerçekleştirilecek on yedinci seçimin, önümüzdeki Nisan ve Mayıs ayları arasında olması kararlaştırıldı.
Seçimlere 870 milyon seçmenin yani ABD nüfusunun iki katının katılım göstermesi bekleniyor.
2014 yılında gerçekleştirilen son seçimlerde oy kullanması beklenen 830 milyon kişiden 550 milyonu oy kullanmıştı. O dönemde ülke genelinde düzenlenen ve altı hafta süren seçimlerin sonucunda kazanan Hindu milliyetçisi mevcut Başbakan Narendra Modi oldu.
Hindistan Seçim Komisyonu’nun önümüzdeki hafta 543 meclis üyesinin de seçimini içeren oylamanın kesin tarihini duyurması bekleniyor. Seçimler bir milyon seçim merkezinde bu merkezlerde çalışan 10 milyondan fazla kişi ve polislerin denetiminde yürütülecek.
ABD’deki Carnegie Barış Kurumu Güney Asya Programı Müdürü Dr. Milan Vaishnav’a göre Hindistan’ın önümüzdeki genel seçimleri, “Hindistan tarihinde ve belki de demokratik herhangi bir ülkedeki en yüksek maliyete sahip”.
Reuters haber ajansı Vaishnav’dan konuya ilişkin şu ifadeleri aktardı: “Amerika’da 2016 yılındaki başkanlık ve meclis seçimlerinin maliyeti toplamda 6.5 milyar Amerikan doları tutarındaydı.
(Hindistan’da) 2014 yılındaki seçim maliyeti tahmini 5 milyar dolarsa da 2019 seçimlerinin bu rakamı kolaylıkla aşması beklenebilir ki bu da Hindistan seçimlerini dünya çapında en maliyetli seçim haline getiriyor”.
Bilindiği gibi Hindistan, 1975 ila 1977 yılları arasında seçimlerin ertelendiği talihsiz duraklama devrini saymazsak bağımsızlıktan bu yana geçen yetmiş yıl içerisinde 16 meclis seçimi gerçekleştirdi. Seçimlerden sonra oluşturulan hükümetlerin hepsi süresini dolduramayıp bazıları birkaç gün zarfında düşürüldü. Hindistan demokrasisi ideal olmaktan çok uzak belki ancak dünya üzerinde eksikliklerden muaf ideal bir demokratik rejim de henüz mevcut değil.
Hindistan’daki genel seçimler de en külfetli, lojistik açıdan belki dünyada en zorlu seçim süreçlerinden biri olarak görülüyor. Bu süreci gözlemleyen herhangi birini şaşkınlığa uğratacak ilk şey, siyasi hayat için ifade ettiği önem ve sokakları dolduran pankartlar, afişler ve kitleler.
Kitlesel faaliyetler, baskın unsur. Medya kanalları düzenli ve yoğun olarak seçim haberleri yapıyor, ülkenin dört bir yanındaki siyasi olayları duyuruyor. Sokaklardaki konuşmalar ve on binlerce kişinin katıldığı büyük seçim mitinglerindeki seçim kalabalığı türünün eşsiz bir örneğini temsil ediyor.
Katılımcı taraflar
Hindistan çeşitli eğilimlere ve yaklaşımlara sahip farklı siyasi partilerin katılım göstereceği seçimlere hazırlanıyor. Bu, her türlü ihtimale açık bir ortamda karar alma ve tercih yapmanın zor olacağı anlamına geliyor. Çok açık ki 2019 yılı, çoktan başlamış ve seçimlerle de sona ermeyecek gibi görünen ‘siyasi öğütme’ yılı olacak.
Hem Başbakan Modi hem de onun Hindu milliyetçisi sağcı partisi Bharatiya Janata (Hindistan Halk Partisi, BJP) yarışı kazanmak için çabalıyor. Ülkenin en büyük siyasetçi ailesi Nehru-Gandi ailesinin üyesi olan Rahul Gandi’nin liderliğindeki sosyal demokrat çizgideki Hindistan Ulusal Kongresi (INC), bu ekibin ana muhalif rakibi olarak görülüyor. Bilindiği üzere Rahul Gandi, önceki Başbakan Rajiv Gandi’nin oğlu, ülke yönetimini üstlenen ilk kadın ve Hindistan’ın ilk Başbakanı Jevahirlal Nehru’nun kızı İndira Gandi’nin ise torunu.
Bununla birlikte ülkede etki ve etkinlik sahibi diğer partilerin bir kısmı Modi’yi desteklerken bir kısmı ona muhalefet ediyor ancak her türlü seçimin sonucunu etkiliyor. Ruchir Sharma, ‘Yoldaki Demokrasi’ adlı yazısında bu konuyu şu sözlerle değerlendiriyor: “2019 seçimleri ülke genelinde Modi ve diğer taraflar arasında bir karşılaşma ve Hindistan’ın baskıcı yönetim ile demokrasiye bağlılığa karşı tutumu üzerine bir referandum olarak gösteriliyor. Son birkaç yılda INC büyük değişimlere sahne oldu ancak yine de Modi gibi bir devi yenilgiye uğratmak için bir yardıma ve desteğe muhtaçtı”.
Öte yandan Hindistan’daki siyasi partilerin hızlı bir şekilde artış göstermesi de dikkat çekici. Nitekim Hindistan Seçim Komisyonu’nun son açıklamalarına göre 2010 ile 2018 yılları arasında partilerin sayısı ikiye katlanarak iki bini geçti. 2014 seçimleri sırasında ülke çapında siyasi partilerin ve yarışanların sayısı, toplamda 6 binin üzerine çıktı. Bu yıl onlarca siyasi parti büyük bir koalisyon çatısı altında bu yaz Modi ve müttefiklerini yenmek için güçlerini birleştirdi. Seçimlerin öncesindeki en önemli etkinlik esnasında 23 parti ve 14 eyalet lideri, Kalküta şehrindeki son mitingde aynı platformu paylaştı.
Söz konusu bu cephe, belki de ülkede iki yıl olağanüstü hâl ilan etmesinden sonra dönemin başbakanı İndira Gandi’ye üstün gelmek için onlarca partinin işbirliği yaptığı 1977 yılından bu yana en büyük muhalefet koalisyonudur.
Modi’nin kazanma şansı
Mevcut Başbakan Modi, 2014 seçimlerindeki kampanyası öncesinde büyük bir destek toplamış; partisi BJP, genel seçimlerde rekor sayıya ulaşarak 1984 yılındaki genel seçimlerden bu yana ilk kez en büyük çoğunluk hükümetini oluşturmasına yeten 282 koltuk elde etmişti. Bu, bir partinin başka partilerin desteğine ihtiyaç duymaksızın yönetime gelmek için yeterli koltuğu kazandığı ilk örnek olmuştu.
Bu sefer hem BJP hem de INC kendisini destekleyen bir koalisyona sahip. Şöyle ki BJP Ulusal Demokratik Birlik tarafından desteklenirken INC, Birleşik İlerici İttifak tarafından destekleniyor. Seçimlerde nüfus çokluğuna dayalı olarak belirleyici olan ve toplamda 249 koltuk eden beş eyalet ve koltuk dağılımı şu şekilde: Uttar Pradeş: 80; Maharaştra: 48; Batı Bengal: 42; Bihar: 40 ve Tamil Nadu: 39. Bu beş eyaletin ardındaki eyaletlerin sıralaması ise şöyle: Madhya Pradeş (29), Karnataka (28), Gucerat (26), Andhra Pradeş (25) ve Racastan (25); bu eyaletler de toplamda 382 koltuğa tekabül ediyor.
Orta, küçük ve nispeten daha az önemli diğer eyaletlerdeki koltuk dağılımına bakıldığında ise on eyaletin bir kısmında iyi sonuçlar elde edemezse hiçbir koalisyon çoğunluğu kazanamaz.
Modi’nin partisi 2014 yılında büyük eyaletlerde (Hint Kemeri eyaletleri olarak da tarif edilir) 213 koltuk elde etmişti. EBB-C Footer anketine göre Modi’yi destekleyen sağcı Ulusal Demokratik Birliğin 272 koltuğu oluşturan çoğunluğu elde edemeyerek 233 koltuk kazanması muhtemel. İlerici İttifak’ın ise 167 koltuk kazanması öngörülüyor. Aynı şekilde Bharatiya Janata’nın 203 koltuk ve Kongre Partisi’nin 109 koltuk elde etmesi beklenirken üçüncü cephe partilerinin 130 koltuk kazanması bekleniyor.
Bu demek oluyor ki Modi’yi sarsma ihtimali ile birlikte Ulusal Demokratik Birlik, açık ara farkla en büyük blok olarak kalacak.
Diğer yandan Hindistan ve Pakistan arasındaki çatışmalar, Hindu sağcı Başbakan’ın arkasındaki halk desteğini artırmış gibi görünüyor.
Geçtiğimiz 14 Şubat’ta Keşmir’de yaşanan kanlı Pulwama olayları ardından Pakistan’daki silahlılara yönelik Hint hava saldırıları seçim hareketliliğinin perde arkasında kalıyor ve sonuçları etkileyeceğinden şüphe edilmiyor. Bu noktada Sharma, “Zorlu bir savaş olacak. Ancak ben her hâlükârda seçim şöleni başladığında nerede duracağımı biliyorum. Ben demokrasinin dünyada gerilediği bir zamanda Hindistan’da gelişeceğine inanıyorum” ifadelerini kullanıyor.
BJP, hava saldırılarından sonra yaklaşan meclis seçimleri ile birlikte ‘milliyetçilik’ silahının muhalefete, özellikle Kongre Partisi’ne karşı en etkili silah olduğuna ikna olmuş gibi görünüyor. Bu noktada gazeteci-yazar Satish Mishra’nın sözüne yer verelim: “Hindistan ve Pakistan arasındaki son gündem, Başbakan Modi ve Bharatiya Janata Partisi’nin genel seçimlerdeki söyleminin odak noktasını değiştirecek. Sadece birkaç hafta öncesinde yaklaşık 200 koltuk elde etmeyi düşünen Parti, şu an 300 koltuk kazanma ihtimalini dillendirmeye başladı bile”.
Bu, muhalefet partilerinin Hindu dinsel milliyetçilik eğilimine sahip Bharatiya Janata’nın (Hindistan Halk Partisi) programı karşısında temkinli olmaları gerektiği anlamına geliyor. Zira özellikle hava saldırılarının ardından ulusalcı ve milliyetçi olmayan şeklinde sınıflandırılmaları tehlikesine maruz kalacaklar. Öte yandan Modi, hava saldırılarından bu yana başkentte savaş anıtı açılışı gibi resmi etkinliklerde bile Kongre Partisi’ne karşı şiddetli bir saldırı başlattı. Dolayısıyla Seçimlerden önceki son haftalarda seçmenleri aşırı Hindu Rashtriya Swayamsevak Sangh (RSS) kuruluşu ve BJP’ye çekecek en önemli şey birlik beraberlik iken bölünmüş bir muhalefetin, ulusalcı ve milliyetçi bir bloğun karşısında durması mümkün olamaz. Hiç şüphesiz iktidar partisi ve onun büyük propaganda mekanizması, muhalif partileri ile destekçilerinin (orta sol) milliyetçiliğe karşı ve yurtseverlikten uzak oldukları yönünde bir algı yaratırken Modi ve partisi içinse gerçek milliyetçi imajı çizecek.
Hint seçmenin oyu nasıl olacak?
Siyaset Bilimi Seçim Politikaları Uzmanı olan ve aynı zamanda Delhi’deki Büyüyen Toplumlar Araştırma Merkezi’nde müdür olarak çalışan Prof. Sanjay Kumar, “Seçmenler belirli bir partiye oy verme ya da muhalefet etme konusunda hiç olmadığı kadar ilgililer. 2004 yılında gerçekleştirilen genel seçimlere kadar seçmenlerin çoğu, kime oy vereceklerine seçimden üç dört gün öncesinde ancak karar verebiliyorlardı. Ancak bugün durum değişti. 2009 ila 2014 genel seçimlerinden topladığımız veriler, seçmenlerin büyük kısmının oylarını seçimden uzun bir süre önce kesinleştirdiklerini ortaya koyuyor” değerlendirmesinde bulunuyor. Bağlı bulunduğu merkezin seçimlere ilişkin bir araştırma kolu bulunan Kumar, değerlendirmesini şu sözlerle sürdürüyor: “Hindistan’da insanlar, seçim oylarını çok önemsiyor. Seçim sonuçları açıklandıktan sonra bir kasabaya gitseniz insanların yüzde 80 ila 90’ı kazanan partiye oy verdiklerini söyleyecekler. Kazanan tarafa mensup görünmek, sosyal bakımdan istenen bir durumdur”.
İşsizlik, refah ve milliyetçilik
Ekonomi ve kalkınma, temel meseleler olarak kabul edilir. Nitekim BJP, 2014 öncesinde INC öncülüğündeki Birleşik İlerici İttifak yönetiminde yaşanan ekonomik büyümede yavaşlık, enflasyonun artması ve birkaç yolsuzluk skandalının patlak vermesi gibi birtakım karşılaştırmalar sunuyor. Buna karşılık Kongre Partisi de başarılarını pazarlamak için 2004-2014 yılları arasında iktidarda geçen on yıllık İlerici İttifak kayıtları ile BJP’nin son beş yıldaki kayıtlarının karşılaştırmasını yapıyor.
Muhalefetin işsizlik krizi ve işsizlerin sayısının artması üzerinden hükümete karşı bir saldırı başlatmak istediği çok açık. İşsizlik, ekonomi düzlemindeki en ciddi meselelerden biri iken Başbakan Modi’nin partisi kalkınma ve refah hakkında konuşmayı tercih ediyor. Zira Parti, refah sistemlerinin seçmenler nazarında ama özellikle de kadınlar arasında ve kırsal kesimlerde büyük bir popülerliğinin olduğuna inanıyor. Hindistan’ın politik ekonomisi konusunda Dr. Vaishnav (Carnegie Kuruluşu), Rediff.com adlı internet sitesine yaptığı açıklamada şu ifadeleri dile getirdi: “Modi’nin seçmenlerin önüne sürdüğü şey, BJP’nin ülkedeki modern refah devletinin temellerini attığı ve bu çalışmayı bitirebilmek için bir beş yıla daha ihtiyacı olduğudur. Küresel bankacılıktan küresel sağlık hizmetleri ve doğrudan yardım transferlerine kadar”.
Üçüncü temel mesele ise son beş senede sık sık kendini gösteren ulusalcı-milliyetçi eğilim. Modi hükümeti, ekonomik yönelimini, sosyal ve dış politikasını bu çerçevede şekillendirmeye çalıştı. Önem arz eden diğer meselelerin başında ise şunlar geliyor: Çiftçilerin sıkıntıları, iş piyasasının zayıflaması, yakıt fiyatlarının yükselmesi, para biriminin pazardan çekilmesi, azınlıklar arasında artan ayrımcılık.
Kadın, gençlik ve Müslümanlar
Son genel seçimlerde eyaletler düzeyinde ya da ülke genelindeki oylamaya ilişkin veriler, kadın katılımının arttığını ortaya koyuyor.
Analistler, bu sefer kadın seçmenlerin belirleyici bir rol oynamaları açısından güçlü bir fırsatın var olduğunu düşünüyor. Centrum Brooking adlı bir finans şirketinin yapmış olduğu bir araştırma kadınların, geçtiğimiz on yılda seçmen olarak büyük bir sıçrama gerçekleştirdiğini ve 2019’da kadınların katılım oranının eşitlenebileceğini ya da erkeklerin katılım oranının üstüne çıkabileceğini söylüyor. Bu durum siyasi açıdan onların oylarını ve kadına ilişkin meseleleri daha da önemli kılıyor. Centrum Brooking şirketinin yapmış olduğu araştırmada şu ifadelere yer veriliyor: “Bu durum, Uttar Pradeş, Bihar, Madhya Pradeş ve Racastan gibi eyaletlerde kadınların katılım oranlarına bakıldığında oldukça net bir şekilde görülüyor. Bunlar, önceki seçimlerde şiddet vakalarına tanık olunan eyaletler”.
2018 yılında 27.9’a ulaşan yaş ortalamasına bakıldığında Hindistan’ın genç bir ülke olduğu söylenebilir. 2020 yılında ülkenin toplam nüfusunun yüzde 34’ünü gençler oluşturacak. Seçim Komisyonu’nun 2018 yılı verilerine göre 2014 yılından beri seçmen listesine eklenen 18 yaşındaki kişi sayısı 45 milyon. Bu, 2014 yılından bu yana seçmen listelerinde yüzde 5’lik bir artışa denk geliyor.
Hint Müslüman seçmen kilit rol oynayacak
Bununla birlikte Hint Müslümanların 2019 yılında genel seçimlerde belirleyici bir rol oynayacağı açıkça görülüyor. Hatırlanacağı üzere Mayıs 2014 seçimlerinin ardından IndiaSpend kuruluşu, gençlerin en yoğun olduğu eyaletlerdeki oylama modellerine dair bir araştırma yürüttü ve beş eyalette gençlerin BJP’yi iktidara taşıdığını açıkladı.
Son iki meclis seçimlerine ilişkin veriler ise Müslüman seçmenlerin katılımında bir düşüşe ve Hindistan Parlamentosundaki temsil oranının gerilediğine işaret ediyor.
Müslümanlar nüfusun yüzde 14’ünü oluşturuyor. İki seçim dönemindeki Müslüman seçmenlerin oranı ise en az yüzde 10’du. 2014 yılında kazananlar arasında sadece 22 Müslüman bulunuyordu ki bu, en düşük temsil oranına tekabül ediyor.
Müslüman bir milletvekili seçimler sırasındaki siyasi iklimin Müslüman adayların gayrimüslimlerin oyunu elde etmesini epey zorlaştırdığını ifade ederken bazı sosyologlar, bu düşünceye katılmıyor.
Büyüyen Toplumlar Araştırma Merkezi’nde yardımcı olan Prof. Hilal Ahmed’in konuya ilişkin düşünceleri şu şekilde:
“Veriler, seçim bölgelerinin karmaşıklığını yansıtamaz. Etkin olan başka faktörler de var. Hâkim bakış açısının aksine toplum içerisinde büyük oranda sosyal çoğulculuk söz konusu. Bu çeşitlilik, Müslümanların politik etkileşiminin doğasını belirliyor. Ben inanıyorum ki kendilerini temsil etmek üzere Müslüman adayları tercih etmeyen çok sayıda Müslüman vardır”.
Keşmir’in yarışa muhtemel etkisi
Keşmir’de 40 Hintli paramiliterin öldürülmesi olayını Hindistan ve Pakistan arasındaki askeri bir gerilim takip etti ve Keşmir, Narendra Modi liderliğindeki Bhatiya Janata Partisi’nin iktidar dizginlerine tutunmaya çalıştığı Hindistan’daki genel seçimler çerçevesinde bir seçim meselesi haline gelerek fazladan önem kazandı.
Anketlerle ilgilenen uzmanlara göre Modi ve partisi, Keşmir’de meydana gelen intihar saldırısına karşı oluşan güçlü Hindu milliyetçiliği tepkisinden faydalanacak. Seçmenler de Modi’ye şu an güçlü ve kararlı bir lider gözüyle bakıyor. Söz konusu uzmanlardan biri olan M. K. Vino konuya ilişkin, “Gerçek şu ki Pulwama saldırısı, BJP için epey cazip bir fırsat.  Partinin bu konunun siyasi amaçlarla kullanmaya çalışmadan elden gitmesine izin vermesi imkânsız. Modi’nin dikkatleri işsizlik ve kırsal kesimlerde ateşlenen krizlerden ülkenin ulusal güvenliğini korumak gibi elverişli bir noktaya çekmesi çok mantıklı olacaktır. BJP, Keşmir olayları üzerinden ulusal güvenlik ve popüler öfkeyi sentezlemeye çalışacak. Bu karışımın etkili olması mümkün. Muhalefet partilerinin yapması gereken, seçimlere iki ay kalmışken seçim kampanyalarında bu konuyu işlemeye hazırlık yapmaktır”.
Hindistan’daki muhalefet partileri, önümüzdeki genel seçimlerde iktidarı ikinci kez elde etmeyi garanti altına almak için mevcut milliyetçi duyarlılık dalgasından faydalanarak silahlı güçleri siyasete alet ettiği gerekçesiyle Başbakan Modi’ye karşı birleşik bir saldırı başlatmıştı.
Bilindiği gibi Keşmir’deki gerginliğin kökeni, Büyük Britanya İmparatorluğu’nun Hint alt kıtası ile olan bağlantısını kopardığı döneme dayanıyor. 1947 yılında bağımsızlık ilan edildiğinde (Müslüman çoğunluğa sahip) Keşmir’in Hindu mihracesi Pakistanlı kabileler tarafından bir saldırıya uğradı. Bunun üzerine kayda değer bir halk desteğine sahip bulunmayan Mihrace, yardım talebiyle Hint Birliği’ne sığındı ve bir sözleşme imzaladı. Keşmir bu sözleşme gereğince Hint Birliği’nin bir parçası oldu. Hindistan askerlerini bölgeye göndererek Hindistan ve Pakistan arasındaki ilk savaşın fitilini ateşledi.
Hint güçleri, 1948 yılında Keşmir’in üçte birini kontrolü altına aldıktan sonra Pakistan’ın ilerleyişini durdurdu ve hâlihazırda bölge, Hindistan ve Pakistan arasında bölünmüş durumda. “Kontrol Hattı” bölgenin iki kısmı arasındaki sınır çizgisini temsil ediyor. Bu hat, iki ülke arasındaki 1947-48 savaşının ardından çizildi. Sonraki yıllarda meydana gelen savaşlar boyunca bu hatta hafif değişiklikler yapıldı. Ancak o zamandan bu yana Keşmir’de askeri, yarı askeri ve resmi hedefler çoğunlukta olmak üzere düzenli olarak şiddet eylemleri ve terör saldırıları gerçekleşiyor. Birbiri ardı sıra gelen Hindistan hükümetleri, Pakistanlı askeri ve istihbarat kurumlarını saldırıda parmağı bulunanları desteklemek ve istihdam etmekle suçlarken Pakistan bu iddiayı yalanlıyor.



Korona: Küresel sistemdeki derin aksaklıkların gün yüzüne çıkması  

Korona: Küresel sistemdeki derin aksaklıkların gün yüzüne çıkması  
TT

Korona: Küresel sistemdeki derin aksaklıkların gün yüzüne çıkması  

Korona: Küresel sistemdeki derin aksaklıkların gün yüzüne çıkması  

Tarih boyunca şahit olunan başlıca olgulardan biri; adaletsizliğin faillerinin kendilerini temize çıkarıp, mağdurları suçlayarak eylemsizliklerini ve kötülüğü haklı çıkarmaya çalışmasıdır. Omicron varyantının ortaya çıkmasından Afrikalıların sorumlu olduğu iddiaları, dünyanın kuzey ülkelerinde aşı kullanımında isteksizlik ve Güneydeki ülkelerin düşük aşılanma seviyeleri, 2021 yılında bu utanç verici hikâyenin bir kez daha tekrarlandığını gösteriyor.  
Omicron Afrika'nın suçu değildir; temel sorumluluk, yüz milyonlarca aşıyı stoklayıp, tüm uyarılara rağmen, dünyanın en savunmasız bölgelerinin aşılanması ve virüsün mutasyonları konusunda çok az şey yapan zengin ülkelerin yönetimlerindedir.  
Kritik sorun, Afrika'daki hükümetlerin aşıları yasaklaması ya da ihtiyatlı yaklaşması değil, Afrika'nın aşılara erişememesidir. Elbette aşı karşıtları dünyanın her yerinde kaos yaymaya çalışıyor. Bununla birlikte, Afrika ve Asya ziyaretlerimde, unutamadığım sahne; bir anne ve çocuklarının, aşılanmak için kilometrelerce yol kat edip günlerce beklemesiydi. O anne, çocuk felci, difteri ve tüberküloz gibi hastalıklar karşısında, ailesinin hayatta kalmak için en iyi şansının aşı olmak olduğunun farkındaydı. O annenin kararlılığı ve tıbbın hayat kurtarıcı gücüne olan inancı, ihtiyacının karşılanması için icabet edilmesi gereken ahlaki bir çağrı anlamına gelir. 
Son zamanlarda yeni bir salgınla karşı karşıya olmamız bize pratik bir zorunluluğu hatırlatıyor: dünya genelinde aşılamada başarısız olursak ailelerimizi ve toplumlarımızı da yüzüstü bırakmış olacağız. Virüsün serbestçe mutasyona uğramasına izin vererek, tamamen aşılanmış olanlara bile musallat olmasına katkı sunmuş oluyoruz. Dünya Sağlık Örgütü, bu yılın eylül ayına kadar, yaklaşık 200 milyon vaka artışı ve 5 milyon ölü sayısı öngörüyor. Bu durum bize şu karamsar söylemi hatırlatıyor; hiçbir yerde kimse korku içinde yaşamasın diye, herkes her yerde korku içinde yaşayacak.  
 Bir ‘korona’ krizinden başka bir ‘korona’ krizine geçmek yerine, 2022 yılını, virüse karşı tam kontrol yılı yapma kararlılığını göstermeliyiz. Seçeneklerimiz tüm dünyanın aşılanmasıyla sınırlı tutulamaz. Nitekim şu anda tüm dünyayı aşılamaya yetecek kadar aşı üretiyoruz. Mevcut üretilmiş aşı miktarı 11,1 milyar doz civarında ve haziran ayına kadar bu sayı yaklaşık 19,8 milyar doza ulaşacak. Ancak buradaki en önemli ve kabul edilemez sorun, dağıtılan milyarlarca aşının yalnızca yüzde 0,9'unun düşük gelirli ülkelerde kullanılmasıdır. Aşıların yüzde 70'i yüksek ve orta gelirli ülkelerde dağıtıldı. Yine testlerin sadece yüzde 0,5'i düşük gelirli ülkelerde yapıldı. Bu ülkelerde, bırakın solunum cihazını, ciddi anlamda temel tıbbi ekipman sıkıntısı yaşanıyor.  
Dünya genelinde tahmini 500 milyon yoksul insan, zorunlu sağlık hizmetleri ödemeleri nedeniyle aşırı yoksulluğa itiliyor.  
Düşük gelirli ülkelerde aşılanma oranları ortalama yüzde 4,8, Afrika genelinde bu oran yüzde 9,96 olarak kayda geçmiş durumda.  Bu kasvetli bir tabloyu yansıtıyor, kuzey ülkelerine kıyasla çok daha düşük maliyetlerle güney ülkelerinde aşılama yapabiliriz. Bu utanç kaynağı eşitsizlik sadece tıbbi bir başarısızlık olarak değil, bizim için ahlaki bir düşüşü göstermektedir.  
2022'de bizi bekleyen en büyük küresel zorluk, dünyanın zenginleri ile korunmasız yoksulları arasındaki büyük uçurumu kapatmak için finansman sağlayarak bu utancı ortadan kaldırmamızdadır. Küresel sağlık çabalarını desteklemeli ve gerekli finansmanı sağlamalıyız.  
Küresel ekonominin 1,1 trilyon dolarla desteklendiği 2009 mali kriziyle ilgili deneyimlerimden biliyorum. İngiltere olarak, özellikle sağlık alanında istihdamı arttırmaya yönelmiştik. İngiltere’nin vatandaşlarının istihdamına yönelik bu vizyonu, dünya geneli için örneklik teşkil etmeye adaydır.  Mevcut her sağlık uzmanını istihdam etmeli, aşı ve ilaç çalışmaları ile muteber dağıtım ajanslarını desteklemeliyiz. Coca-Cola'nın haritalarda yer almayan en ücra yerlere ulaşması gibi, Pfizer'in de gerekirse drone’lar aracılığı ile aşıları her yere ulaştırması lazımdır. Böylelikle daha önce hiç aşı olmamış yetişkinlerin aşıya kavuşması sağlanabilir.  
Dünyadaki en zengin ekonomiler, Dünya Sağlık Örgütü’nün (DSÖ) 23.4 milyar dolarlık acil taleplerine yanıt vermelidir.  
Bunun içinde, Kovid-19 salgınına karşı küresel aşı ve tedavi programının (ACT Accelerator) aciliyet içeren 1,5 milyar dolarlık fonu da yer almaktadır. Bu miktar çok yüksek görünebilir, ancak Koronavirüs salgının 2025 yılına kadar dünya ekonomisinde neden olacağı 5,3 trilyon dolarlık zarardan 200 kat daha küçüktür. 23 milyar dolar, kuzeydeki her vatandaş haftada 10 pence (pens) öderse bu meblağ karşılanabilir. Bu tarihteki en önemli yatırımlardan biri olacaktır. Tabi ki yaşam ve ölüm arasında fark yaratmanın, en ucuz bisküvi paketi fiyatından çok daha değerli olduğuna şüphe yok.  

Kovid-19 aşısı ve tedavi yöntemlerine eşit erişim için 23 milyar dolar gerekiyor, buna ek olarak; araştırmaları sürdürmek ve tedavilerin uygulanmasında dahili kapasite oluşturmak için 24 milyar dolara gereksinim var.  
Ayrıca, üç bağımsız kuruluş tarafından önerilen yıllık 10 milyar doları kapsayacak uzun vadeli finansman kaynağına ihtiyaç var. ABD Başkanı Joe Biden'in önümüzdeki aylarda davet edeceği Aşı Konferansı'nda bu meblağların taahhüt edilmesi, gelecekteki salgınları önlemek aşısından son derece önemli olacaktır.  
Öncelikle, uluslararası toplum olarak, tıpkı 1960'larda dünya genelindeki çiçek hastalığını ortadan kaldırmak için yaptığımız gibi, Birleşmiş Milletler, Uluslararası Para Fonu ve Dünya Bankası'nın barışı koruma operasyonlarını finanse ettiği gibi, maliyetlerin ülkeler arasında adil bir şekilde paylaştırıldığı bir formül üzerinde anlaşmamız gerekiyor. Halihazırda, küresel sağlık finansmanı, bağış toplama kampanyalarıyla sağlanmaya çalışılıyor. Bunun yerine daha ciddi girişimlerin yapılması zorunludur. Bulaşıcı hastalıkların kontrolü için öncelikle DSÖ ve küresel sağlık çabaları, adil bir dağılımla ortak bir şekilde finanse edilmelidir. ABD ve Avrupa Birliği, maliyetlerin yaklaşık yüzde 25'ini sağlamalı, geri kalan ülkeler ödeme güçlerine göre katkılar sunmalıdır.  
İkinci olarak, koronavirüs salgının göz önüne serdiği, küresel sağlık sisteminin eksiklerinin bir an önce giderilmesine yönelik girişimler gerekiyor. Dünya Sağlık Örgütü salgınla mücadelesinde düşük kaynaklara sahipken, IMF ve kalkınma bankaları para kaynaklarının büyük çoğunluğuna hükmetmektedir. IMF’nin kaynaklarından 10 milyar doları yeni bir aşılama faaliyeti için ayırması lazımdır. Yine uzun vadede 100 milyar dolarlık bir fonun, küresel sağlık mekanizmasını iyileştirmek ve muhtemel salgınlara hazırlanmak için tahsis edilmesi gerekir.  
Üçüncü olarak, ihtiyaç duyulan finansman kaynaklarının sağlanmasında, kuzey ülkelerinin ortak para rezervlerinin kullanılmasına odaklanmalıyız. Sadece başlangıçta 2 milyar dolar ayırarak, en yoksul ülkelerin sağlık sistemlerine katkı sunmamız mümkün olacaktır.  
Son olarak, BM Küresel Sağlık Girişimi, 2006'dan bu yana küresel sağlıkla ilgili uluslararası havayolu vergilerinden yaklaşık 1,25 milyar dolar toplayabilmişti. Bu dayanışmanın benzerini, uluslararası ticari faaliyetlerin normale dönmesinden fayda sağlayacak olan şirketlerden talep edebiliriz. Bu şirketler, koronavirüs salgınıyla baş etme çabalarına katkı sunmalıdır.  
Umut kırılgan bir bileşendir. Bazı ülkelerde stoklardaki aşılar heba olurken, bazı ülkelerin aşıya umutsuzca ihtiyaç duyması umudu öldürebilir. Zengin ülkeler yoksul ülkelere yönelik kendi resmi taahhütlerini yerine getirmezse, kar etmenin insan hayatından öncelikli olduğu düşünülebilir. Ancak bu yıl umut tekrar canlanabilir.  
Bir zamanlar imkânsız görünen şey bugün mümkün olabilir. Önce bir zengin ülkenin katkıları, ardından iki ülkenin, sonra altı ülkenin, derken herkes bu ölümcül hastalığın yayılmasını durdurmak için birleşecektir. Sadece ölümlerin önüne geçmek için değil, tüm insanların yaşamına eşit değer verdiğimizi göstermek için bu böyle olacaktır.   
Bu dayanışma eylemleriyle, Afrika’daki binlerce yoksul anne, 2020 ve 2021'de sınavı kaybeden dünyanın, 2002’de birleştiğini ve kendilerine yardım ettiğini görecektir. O anneler, bizim de başkalarının acısını hissettiğimizi ve kendimizden daha büyük bir şeylere inandığımızı hissedecektir.