Beşir dönemi: Büyük hatalar, savaşlar ve uluslararası tecrit

Beşir ve Turabi darbeye önderlik ettiler (AFP)
Beşir ve Turabi darbeye önderlik ettiler (AFP)
TT

Beşir dönemi: Büyük hatalar, savaşlar ve uluslararası tecrit

Beşir ve Turabi darbeye önderlik ettiler (AFP)
Beşir ve Turabi darbeye önderlik ettiler (AFP)

Sudan Devlet Başkanı Ömer el-Beşir, 19 Aralık’ta başlayan ve bugüne kadar devam eden halk hareketi neticesinde devrilirken, otuz yıldan bu yana devam eden “Ulusal Kurtuluş” rejiminin sayfası dürüldü. Sudan halkı bu süre zarfında çöken ekonomiden ve ölümlerden muzdarip olurken ülke, bitmeyen savaşlar ve uluslararası tecrit ile karşı karşıya kaldı. Devlet Başkanı Ömer el-Beşir’in 11 Nisan’da devrilmesinin ardından rejimin kalıntılarını ortadan kaldırmaya çalışan halk, mücadelesini sürdürmeye devam ediyor.
30 Haziran 1989'da askeri darbeyle iktidara gelen Ulusal Kurtuluş rejimi yılları arasında hızlı bir yolculuk yaparsak, bu yıllarda ülkede iç savaşların başladığına, ülkenin yıllardır uluslararası arenada izole edilmesine yol açan yanlış kararlar alındığına ve Usame bin Ladin ve Çakal Carlos olarak bilinen uluslararası terörist Ilich Ramirez Sanchez’e ev sahipliği yaptığından dolayı Sudan’ın terör listesine dahil olduğuna tanık oluruz.
Ömer el-Beşir, 300 binden fazla vatandaşın hayatını kaybettiği Darfur'daki savaş sırasında savaş suçları ve soykırımla suçlanan ilk devlet başkanı. Beşir’in işlediği en büyük hata, gerek servet gerekse de nüfus bakımından zengin olan Güney Sudan'ın bağımsızlığını kazanmasına yol açtı. Bundan dolayı Sudan, nüfusunun üçte birini, topraklarının üçte birini ve başta petrol olmak üzere dış ihracatının yüzde 85'ini kaybetti.
Darbe planı
Ülkedeki İslamcılar, İslami Hareket projesi ile 1970'lerin ortasında iktidarı ele geçirmeyi planladılar. 1970'lerin başında Müslüman Kardeşler'den ayrılan İslami Hareket'in lideri Hasan Abdullah el-Turabi, güçlü bir örgütlenme ve kalabalık bir halk tabanı oluşturmayı başardı.
Bu hareket daha sonra İslami Cephe adı altında, Sadık El-Mehdi'nin liderlik ettiği Umma Partisi ve Muhammed Osman el-Mirgani'nin liderliğini yaptığı Demokratik Birlik Partisi gibi geleneksel partiler ile seçimlere girdi.
İslami Cephe 1986 seçimlerinde 51 sandalye kazandı, fakat 1980'lerin sonunda demokratik yönetime karşı bir darbe gerçekleştirdi. Ulusal Kurtuluş Devrimi süreç içerisinde ideolojik olarak radikal bir çehreye bürünmeye başladı ve gerçekçe olarak askeri bir darbeyle iktidara el koymalarını öne sürdü. Rejim süreç içerisinde yerel ve uluslararası önemli risklerle karşı karşıya kaldı.
İktidarda kök salma dönemi
Ulusal Kurtuluş rejimi, tüm sektörlerdeki binlerce çalışanın işine son verdi ve bunun için “Ortak Yarar Kanunu” adını verdiği bir yasa hazırladı. Rejim bu yasa doğrultusunda devletin tüm hassas alanlarına, yetkinlik ve niteliklerini göz önünde bulundurmaksızın İslami Cephe unsurlarını yerleştirdi. Aynı zamanda yüz binlerce uzman ve yetkin kişiyi görevden aldı. Bu durum devlet aygıtının bozulmaya yüz tutmasına ve İslami Cehpe’nin devlet haline gelmesine yol açarken, kamu hizmetleri zayıfladı ve kamu mallarının yağmalanması kolaylaştı.
Turabi'ye yakın olan İslamcı lider Mahbub Abdüsselam, İslami hareket liderliğinin ‘stratejik planlama’ olarak nitelendirdiği bir plan doğrultusunda hareket ettiğini ve bir vizyon sahibi olduğunu, fakat daha sonra iktidara gelmesi ile birlikte devlet ve toplum yönetimi gibi bir sorunla karşı karşıya kaldığını söylüyor. İslami hareketin bu sorunu ele almaya hazır olduğunu düşündüğünü dile getiren Abdüsselam, devletin karşı karşıya kaldığı sorunların sanıldığından daha büyük olduğunu belirtiyor.
Ayrıca İslami hareketin tek taraflı bir yaklaşım benimsediğini, ülkedeki çeşitliliği tanımadığını, tüm sorumlulukları üstlendiğini ve diğerlerini izole ettiğini ifade eden Abdüsselam, bundan dolayı hareketin biriken büyük sorunlar karşısında tek başına kaldığını, bölündüğünü ve stratejik planlamasını kaybettiğini söyledi. Abdüsselam, hükümetin bir süre sonra diğer tüm ahlaki değerlerin kökünü kurutan yolsuzluk batağına saplandığını ve herhangi bir fikir veya stratejik planlama olmaksızın uzun süre iktidarda kaldığını kaydetti.
Abdüsselam, rejim unsurlarının uzun süren iktidarları dolayısıyla manevra ve taktik yapma konusunda büyük bir kabiliyet kazandıklarını ve demokrasi meselesinin ise sadece bir taktikten ibaret olduğunu vurgulayarak, “Ulusal Kurtuluş rejimi, diğer diktatörlük rejimlerinde olduğu gibi uzun süre iktidarda kalması ve yolsuzluk batağına saplanması sebebiyle son buldu” ifadesini kullandı.
Turabi'nin uzaklaştırılması
Ulusal Kurtuluş yönetiminin üzerinden 10 yıl geçmesinin ardından Beşir, Turabi’ye 1999 yılında ünlü muhtırayı verdi. Bu durum İslami hareketin bölünmesine yol açtı. Turabi’nin öğrencilerinden birçoğu Beşir’in yanında kalırken, azınlık bir grubu yanına alan Turabi Halk Kongresi Partisi’ni kurdu.
Turabi’nin devreden çıkarılmasının ardından Ulusal Kurtuluş iktidarının ikinci dönemi başladı. İktidarda yalnız kalan Beşir’e, Devlet Başkanı Yardımcısı olarak Ali Osman Muhammed Taha ve iktidardaki Ulusal Kongre Partisi'nden Nafie Ali Nafie yardımcı oldu.
İkinci Körfez Savaşı
İkinci Körfez Savaşı başladı ve Irak 1990'da Kuveyt'i işgal etti. Beşir rejimi tarihi bir yanlış yaparak kurbanın yanında olmak yerine kasabın yanında olmayı tercih etti. Bütün dünya Irak'ın Kuveyt istilasına karşı olduğu bir zamanda Beşir, Saddam Hüseyin’in yanında olmayı seçti.
Saddam Hüseyin’in yenilgisi ile Sudan, Körfez ve dünyadaki müttefiklerini kaybetti ve uluslararası arenada yalnız kaldı. Bu durum Sudan rejimini, İran'ın ve aşırılık yanlısı terörist grupların kucağına atılmak zorunda bıraktı. Böylece Sudan, terör suçlaması yaftası yememek için hiç kimsenin yanaşmadığı cüzzamlı bir devlet haline geldi.
Sudan neden Usame bin Ladin'e ev sahipliği yaptı?
Hasan el-Turabi’nin döneminde "Ulusal Kurtuluş rejimi", ülkenin büyüklüğünü ve kapasitesini aşan hayallere ve tutkulara sahipti.
Turabi, İslam dünyasını yönetmeyi ya da en azından karar mercii olmayı arzuluyordu. Bu nedenle, ülke kovulan gruplara ve radikalizm yanlısı  örgütlerin liderlerine kapılarını açtı ve onlara ülkenin imkanlarından yararlanma fırsatı verdi.
Turabi-Beşir hükümeti, 1990-1996 yılları arasında el-Kaide lideri Usame bin Ladin'e ev sahipliği yaptı. Usame bin Ladin, büyük mali kaynaklarını kullanarak Sudan'ı terör örgütü faaliyetleri için arenaya çevirdi ve hükümete önemli miktarda finansal destek sağladı.
Sudan'ın Usame bin Ladin ve diğer teröristlere ev sahipliği yapması, ülkeye, gerek ABD tarafından gerekse de uluslararası camiadan birtakım yaptırımların uygulanmasına yol açtı. Hartum’un Usame bin Ladin’den ülkeden ayrılmasını istemek zorunda kalmasından sonra bile bu yaptırımlar devam etti.
Sudan, Usame bin Ladin’e ev sahipliği yapmasından dolayı hala 1993 yılında dahil edildiği ABD Dışişleri Bakanlığı'nın Terörizmin Devlet Sponsorları Listesi’nin başında yer alıyor. Ayrıca bu listede yer almasının ekonomik, politik ve diplomatik etkileri hala devam ediyor.
Sudan’ın Çakal Carlos’a da ev sahipliği yaptı
Beşir’in evrensel değerlere yönelik umursamazlığın zirvesini ünlü uluslararası terörist Çakal Carlos'a ev sahipliği yapması ve ülkede ikamet etmesine izin vermesi teşkil ediyor.
Beşir, 1994 yılında Carlos’u Fransız istihbaratına teslim etmek zorunda kalmadan önce onu, İslam dünyasındaki anlamsız savaşlarda görevlendirmeyi umut ediyordu.
Mısır Cumhurbaşkanı Mübarek'e suikast girişimi
Büyük felaket, İslamcı radikalizm yanlılarının eski Mısır Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek'e Sudan himayesinde suikast girişiminde bulundukları zaman geldi.
Suikast girişimi, Mübarek'in Etiyopya'nın başkenti Addis Ababa'daki Afrika zirvesine katılımı sırasında vuku buldu, fakat başarısız oldu. Hartum, söz konusu suikast girişiminden kaynaklanan cezai, ahlaki, politik ve diplomatik sorumluluğu üstlenmek zorunda kaldı ve Sudanlı yetkililer, eşi benzeri görülmemiş bir suça karışmakla suçlandılar.
Bu suikast girişimi, Beşir rejiminin işlediği aptalca hatalardan biri olarak kaydedildi. Nitekim dünya tarihinde hiçbir devlet, üçüncü bir devletin topraklarında bir diğer devlet başkanına suikast girişiminde bulunmaya kalkışmadı. Sudan bu hatasının bedelini sağır bir şekilde ödedi.
Darfur Savaşı
Devrik Devlet Başkanı Ömer el-Beşir, Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) tarafından 1994’de bölgede çıkan iç savaş sırasında savaş ve insanlık suçları işlediği ve soykırımda bulunduğu suçlamasıyla karşı karşıya. Yaşananların ardından Sudan Halk Kurtuluş Hareketi tarafından silahlı bir isyan başlatıldı ve örgüt geçen yıllar boyunca aşırı yoksulluk ve marjinalleştirmeyi sürekli bir şekilde yakıt olarak kullandı.
Beşir hükümeti, silahlı protestolara, yaklaşık 300 bin kişinin ölümüyle sonuçlanan korkunç bir güç kullanımıyla karşılık verdi. Birleşmiş Milletler (BM) tarafından 2008 yılında yayınlanan bir rapora göre, 3 milyon civarında sivil yerinden oldu. Beşir hükümeti BM tarafından yayınlanan raporu reddetti ve ölü sayısının 10 bini geçmediğini söyledi. Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) Mart 2009'da Sudan Devlet Başkanı Ömer el-Beşir hakkında savaş ve insanlık suçları işlediği gerekçesiyle tutuklama emri çıkardı. Buna 2010 yılında soykırım ve etnik temizlik suçunun eklenmesiyle Beşir hakkında ikinci bir tutuklama emri çıkarıldı. Beşir, Lahey mahkemesi tarafından çıkarılan tutuklama emirleriyle karşı karşıya kalan ilk devlet başkanı oldu.
Petrol dönemi
Beşir'in Ulusal Kurtuluş rejimi, ülkenin güneyindeki savaş operasyonlarını desteklemek ve Sudan’da bulunan milislerine fon sağlamak için günlük 600 bin varil olan petrol üretiminden elde edilen gelirlerden faydalandı. Söz konusu milis grupları arasında en meşhur olanları Halk Savunması, Gölge Taburlar, Halk Güvenliği ve Ulusal Kongre Partisi’ne bağlı olan öğrenciler tarafından oluşturulan bir milis grubuydu.
Petrol gelirleri ayrıca askeri operasyonların finanse esilmesi ve ekonomik ve endüstriyel kurumların inşa edilmesi için kullanıldı. Bunlar arasından en ünlü olanı Ceyad Silah Fabrikası’dır. Paranın geri kalanı ise son günlerinde ‘şişman kediler’ olarak adlandırılan liderlere ve ajanlara dağıtıldı.
Güney Sudan'ın ayrılması
Ulusal Kurtuluş rejimi, Güney Sudan'daki iç savaşı, merkezi hükümet ile isyanı bir hareket arasındaki bir savaşa ve İslam ile Hristiyanlık ve küfür arasındaki çatışmalara dönüştürdü. Bu savaşlar ve çatışmalar 2 milyondan fazla insanın ölümüne ve yine benzer sayıda kişinin ülke dışında göç etmesine sebep oldu.
Uluslararası baskılar ve tehditler ile karşı karşıya kalan Hartum hükümeti, 2005 yılında John Garang'ın liderlik ettiği Sudan Halk Kurtuluş Hareketi ile kapsamlı bir barış anlaşması yapmak zorunda kaldı. Bu anlaşma, halkın kendi kaderini tayin etmesi hakkını temin etti ve 2011 Güney Sudan bağımsızlık referandumunu takiben 9 Temmuz 2011'de Güney Sudan bağımsızlığını kazandı. Bundan dolayı Sudan, nüfusunun üçte birini, topraklarının üçte birini ve başta petrol olmak üzere dış ihracatının yüzde 85'ini kaybetti.
Güney Sudan'ın ayrılmasından sonra ülke gelirlerinin yüzde 85'ini kaybeden ülke, ekonomik krizle karşı karşıya kaldı. Bu durum Beşir rejimin parçalanmasında büyük ölçüde rol oynadı.
Güney Sudan’ın bağımsızlığını kazanması, rejimin işlediği en büyük hatalardan biri olarak değerlendiriliyor. Tarih Beşir’i, ülkesinin bölünmesine yol açan nadir ve utanç verici bu olaya sebep olan devlet başkanı olarak kaydedecek.
Güney halkının Sudan’dan ayrılmasının sebebi, siyasi talepler ve ekonomik nedenlerden kaynaklanan bir iç savaşın Beşir tarafından etnik bir savaşa ve cihada dönüştürülmesiydi.
Eylül 2013 ayaklanması
Beşir rejimi aleyhindeki protestolar dur durak bilmedi. Daha ilk günlerinde ordu tarafından başlatılan bir ayaklanma ve darbe girişimi ile karşı karşıya kaldı ve çok sert bir şekilde bastırdığı bu darbenin akabinde ordunun en iyi subaylarından 30'dan fazlasını yargısız infaz etti. Muhaliflere yönelik infazlar, suikastlar ve tasfiyeler süreç içerisinde devam etti ve en nihayetinde Eylül 2013’te neredeyse hükümetin devrilmesiyle neticelenecek halk protestoları ile sonuçlandı.
Rejim ekmek ve temel gıda ve malzemelerin fiyatlarını yükseltmek zorunda kaldı. Bunun ardından başta başkent Hartum olmak üzere ülkenin büyük şehirlerin çoğunda protestolar baş gösterdi. Rejim bu protestoları aşırı güç kullanarak bastırmamaya çalıştı ve 100’den fazla vatandaş bu protestolar sırasında hayatını kaybetti. Göstericileri öldüren makamlar, Nisan Devrimi’ne kadar yargılanmadı. Halihazırda söz konusu dosyaların açılması ve faillerin yargılanması bekleniyor.
Ulusal diyalog süreci
Ömer el-Beşir ‘ulusal diyaloğu’ kendi iktidarının devamlılığını temin etmek için kullandı. Bu yüzden Beşir, başlangıçta isyancı hareketlerle uzun süreli diyaloglar gerçekleştirmesine ve bu sırada birçok anlaşmaya varmasına rağmen verdiği sözleri yerine getirmedi. Rejimin müzakere heyetleri, silahlı hareketlerle birlikte Abuja, Addis Ababa, Nairobi, Kahire ve Doha gibi birçok şehir ve başkentte bir araya geldi, fakat hiçbir zaman taraflar arasında gerçek bir barış sağlanamadı.
Ülkede istikrarı sağlayamayan Beşir, ulusal diyalog adını verdiği bir hileye başvurdu ve küçük silahlı hareketler ve taraflarla yıllar süren diyaloglar gerçekleştirdi. Fakat ana muhalefet ve büyük silahlı hareketler onu boykot etti ve söz konusu diyalogları, rejim ile rejim yanlıları arasında gerçekleşen dahili diyaloglar olarak değerlendirdi. Fakat Beşir, diyalogu başlatan taraf olmasına rağmen bu diyaloglar kapsamında uzlaşılan hususların hiçbirini yerine getirmedi.
Ülkenin durumunda, ulusal diyalog doğrultusunda kurulan ve ‘ulusal uzlaşı hükümeti’ olarak tanınan hükümetin feshedilmesine ve 19 Aralık 2018’den bu yana patlak veren protestoların ardından ülkede olağanüstü hal ilan edilinceye kadar herhangi bir değişiklik olmadı.
Siyaset Bilimi Profesörü Hasan el-Sauri, Ulusal Kurtuluş darbesinin dört büyük dönüşümden geçtiğini söylüyor.
Sauri, Ulusal Kurtuluş darbesinin söz konusu süreç içerisinde, oluşturulan halk komitelerinden başlayarak askeri yönetimden demokrasiye geçiş doğrultusunda girişimlerinde bulunduğunu, bunun ardından 2010 seçimlerine kadar siyasi güçlerin üzerinde uzlaştığı Naivasha barış anlaşmasını imzaladığını ve bunun akabinde sivil, siyasi ve silahlı güçler tarafından boykot edilen ulusal diyalogu başlattığını kaydediyor.
Sauri, İslami hareketin 1992 yılına kadar yönetimi elinde bulundurduğuna ve devlet kararlarını kontrol altında tuttuğuna işaret ederek, İslami hareket içerisinde yaşanan bölünme ile birlikte İslami hareketin yeniden canlandırılması girişimlerinin başarısız olduğunu belirtiyor.
Yolsuzluğun yaygınlaşması
Ulusal Kurtuluş darbesi, ülke gelirlerini kontrolü altına aldı ve kamu malını iktidarda kalmak için bir araç olarak kullandı. Bu durum özellikle son yıllarda ülkenin iflasın eşiğine gelmesine ve hükümetin felç olmasına yol açtı.
Resmi olmayan istatistikler yalnızca petrol gelirlerinin yaklaşık 90 milyar dolara ulaştığını gösteriyor. Fakat rejim tarafından gizlenmesi sebebiyle bu rakamın gerçekte ne kadar olduğu bilinmiyor. Bununla birlikte her ne kadar elde edilen gelirlerin ne kadar olduğu tam olarak bilinmese de söz konusu gelirlerin ülkenin kalkınması doğrultusunda kullanılmadığı, bilakis askeri ve güvenlik birimlerinin fonlanması için kullanıldığı ve iktidardaki kişilerin ceplerine girdiği biliniyor.
Rejimini sembolü olan isimler büyük bir zenginlik elde ettiler, saraylar inşa ettiler ve birden çok (belki de 5 veya 6) kadınla evlendiler. Bununla birlikte halk yoksulluk içinde yaşadı. Öyle ki, baraj, yol ve köprü projelerinde bile petrol üretiminden elde edilen gelirler kullanılmadı, bilakis bütün bunlar ülkenin başına bela olan kredilerle inşa edildi. 12 milyar dolar tutarında iktidarı teslim alan rejim, ülkenin borcunu 50 milyar dolara çıkardı.
Rejimin sembolü olan isimlerin hesabına milyarlarca dolar yatırıldığı söyleniyor. Bunların başında da devrik Devlet Başkanı Ömer el-Beşir yer alıyor. Wikileaks soruşturmalarının birinde, Beşir’in yalnızca İngiltere'de bulunan varlıklarının 9 milyar dolar olduğu ve bunun yanı sıra Malezya rejimindeki kişilerin hesaplarına milyarlarca dolar yatırıldığını kaydediliyor. Öyle ki yerel bir Malezya gazetesi tarafından yayınlanan bir haberde, ülkenin ikinci en büyük yabancı fonlarının Sudan’a ait olduğu bildirilmişti.
Ulusal Kurtuluş darbesi tarafından yapılan bu yolsuzluğun neticesi, 4 ay süren halk protestolarının sonucunda rejimin devrilmesiyle nihayetlendi.
4 ay önce ülkedeki kötüleşen ekonomik koşullara karşı protesto gösterileri başladı. 19 Aralık’ta yüksek ekmek fiyatlarına, yakıt kıtlığına, para kıtlığına ve ilaç fiyatlarındaki büyük artışlara karşı gerçekleştirilen gösteriler ve toplu protestolar, sonrasında Devlet Başkanı Ömer el-Beşir'in istifasını talep eden gösterilere dönüştü ve ülkedeki çok sayıda şehre yayıldı. Beşir rejimi devrildi ve ardında beş parasız bir ülke bıraktı. Bankalar müşterilerinin nakit ihtiyacını karşılayamadılar. Sudan döviz kuru gittikçe kötüleşti ve 6,8 Sudan lirası 1 dolara denk gelirken, bir yıl içerisinde bu rakam 80 Sudan lirasına yükseldi.
Tek kişinin yönetimi
Beşir, Ulusal Kurtuluş darbesi rejiminin son altı ayında yalnız kaldı. Ulusal Kongre Partisi herhangi bir varlık gösteremedi ve rejim uçurumun eşiğine geldi. Rejim o zamandan beri düşmüş durumda, 11 Nisan’da değil.
Mahbub Abdüsselam, Ulusal Kurtuluş darbesi rejiminin son adresinin –tıpkı Sovyetler Birliği'nde olduğu gibi- tek adamın yönetimi olduğunu söylüyor. Ulusal Kurtuluş darbesinin ‘halkın yönetimi’ sloganları ile yola çıktığını dile getiren Abdüsselam, darbenin önce parti iktidarına dönüştüğünü, sonrasında ise tek adamın yönetimi ile nihayetlendiğini belirtiyor ve bu tek adam yönetiminin sadece İslamcıları yok etmekle kalmadığını, bilakis Sudan’ı bütünüyle tahrip ettiğini ifade ediyor.



Korona: Küresel sistemdeki derin aksaklıkların gün yüzüne çıkması  

Korona: Küresel sistemdeki derin aksaklıkların gün yüzüne çıkması  
TT

Korona: Küresel sistemdeki derin aksaklıkların gün yüzüne çıkması  

Korona: Küresel sistemdeki derin aksaklıkların gün yüzüne çıkması  

Tarih boyunca şahit olunan başlıca olgulardan biri; adaletsizliğin faillerinin kendilerini temize çıkarıp, mağdurları suçlayarak eylemsizliklerini ve kötülüğü haklı çıkarmaya çalışmasıdır. Omicron varyantının ortaya çıkmasından Afrikalıların sorumlu olduğu iddiaları, dünyanın kuzey ülkelerinde aşı kullanımında isteksizlik ve Güneydeki ülkelerin düşük aşılanma seviyeleri, 2021 yılında bu utanç verici hikâyenin bir kez daha tekrarlandığını gösteriyor.  
Omicron Afrika'nın suçu değildir; temel sorumluluk, yüz milyonlarca aşıyı stoklayıp, tüm uyarılara rağmen, dünyanın en savunmasız bölgelerinin aşılanması ve virüsün mutasyonları konusunda çok az şey yapan zengin ülkelerin yönetimlerindedir.  
Kritik sorun, Afrika'daki hükümetlerin aşıları yasaklaması ya da ihtiyatlı yaklaşması değil, Afrika'nın aşılara erişememesidir. Elbette aşı karşıtları dünyanın her yerinde kaos yaymaya çalışıyor. Bununla birlikte, Afrika ve Asya ziyaretlerimde, unutamadığım sahne; bir anne ve çocuklarının, aşılanmak için kilometrelerce yol kat edip günlerce beklemesiydi. O anne, çocuk felci, difteri ve tüberküloz gibi hastalıklar karşısında, ailesinin hayatta kalmak için en iyi şansının aşı olmak olduğunun farkındaydı. O annenin kararlılığı ve tıbbın hayat kurtarıcı gücüne olan inancı, ihtiyacının karşılanması için icabet edilmesi gereken ahlaki bir çağrı anlamına gelir. 
Son zamanlarda yeni bir salgınla karşı karşıya olmamız bize pratik bir zorunluluğu hatırlatıyor: dünya genelinde aşılamada başarısız olursak ailelerimizi ve toplumlarımızı da yüzüstü bırakmış olacağız. Virüsün serbestçe mutasyona uğramasına izin vererek, tamamen aşılanmış olanlara bile musallat olmasına katkı sunmuş oluyoruz. Dünya Sağlık Örgütü, bu yılın eylül ayına kadar, yaklaşık 200 milyon vaka artışı ve 5 milyon ölü sayısı öngörüyor. Bu durum bize şu karamsar söylemi hatırlatıyor; hiçbir yerde kimse korku içinde yaşamasın diye, herkes her yerde korku içinde yaşayacak.  
 Bir ‘korona’ krizinden başka bir ‘korona’ krizine geçmek yerine, 2022 yılını, virüse karşı tam kontrol yılı yapma kararlılığını göstermeliyiz. Seçeneklerimiz tüm dünyanın aşılanmasıyla sınırlı tutulamaz. Nitekim şu anda tüm dünyayı aşılamaya yetecek kadar aşı üretiyoruz. Mevcut üretilmiş aşı miktarı 11,1 milyar doz civarında ve haziran ayına kadar bu sayı yaklaşık 19,8 milyar doza ulaşacak. Ancak buradaki en önemli ve kabul edilemez sorun, dağıtılan milyarlarca aşının yalnızca yüzde 0,9'unun düşük gelirli ülkelerde kullanılmasıdır. Aşıların yüzde 70'i yüksek ve orta gelirli ülkelerde dağıtıldı. Yine testlerin sadece yüzde 0,5'i düşük gelirli ülkelerde yapıldı. Bu ülkelerde, bırakın solunum cihazını, ciddi anlamda temel tıbbi ekipman sıkıntısı yaşanıyor.  
Dünya genelinde tahmini 500 milyon yoksul insan, zorunlu sağlık hizmetleri ödemeleri nedeniyle aşırı yoksulluğa itiliyor.  
Düşük gelirli ülkelerde aşılanma oranları ortalama yüzde 4,8, Afrika genelinde bu oran yüzde 9,96 olarak kayda geçmiş durumda.  Bu kasvetli bir tabloyu yansıtıyor, kuzey ülkelerine kıyasla çok daha düşük maliyetlerle güney ülkelerinde aşılama yapabiliriz. Bu utanç kaynağı eşitsizlik sadece tıbbi bir başarısızlık olarak değil, bizim için ahlaki bir düşüşü göstermektedir.  
2022'de bizi bekleyen en büyük küresel zorluk, dünyanın zenginleri ile korunmasız yoksulları arasındaki büyük uçurumu kapatmak için finansman sağlayarak bu utancı ortadan kaldırmamızdadır. Küresel sağlık çabalarını desteklemeli ve gerekli finansmanı sağlamalıyız.  
Küresel ekonominin 1,1 trilyon dolarla desteklendiği 2009 mali kriziyle ilgili deneyimlerimden biliyorum. İngiltere olarak, özellikle sağlık alanında istihdamı arttırmaya yönelmiştik. İngiltere’nin vatandaşlarının istihdamına yönelik bu vizyonu, dünya geneli için örneklik teşkil etmeye adaydır.  Mevcut her sağlık uzmanını istihdam etmeli, aşı ve ilaç çalışmaları ile muteber dağıtım ajanslarını desteklemeliyiz. Coca-Cola'nın haritalarda yer almayan en ücra yerlere ulaşması gibi, Pfizer'in de gerekirse drone’lar aracılığı ile aşıları her yere ulaştırması lazımdır. Böylelikle daha önce hiç aşı olmamış yetişkinlerin aşıya kavuşması sağlanabilir.  
Dünyadaki en zengin ekonomiler, Dünya Sağlık Örgütü’nün (DSÖ) 23.4 milyar dolarlık acil taleplerine yanıt vermelidir.  
Bunun içinde, Kovid-19 salgınına karşı küresel aşı ve tedavi programının (ACT Accelerator) aciliyet içeren 1,5 milyar dolarlık fonu da yer almaktadır. Bu miktar çok yüksek görünebilir, ancak Koronavirüs salgının 2025 yılına kadar dünya ekonomisinde neden olacağı 5,3 trilyon dolarlık zarardan 200 kat daha küçüktür. 23 milyar dolar, kuzeydeki her vatandaş haftada 10 pence (pens) öderse bu meblağ karşılanabilir. Bu tarihteki en önemli yatırımlardan biri olacaktır. Tabi ki yaşam ve ölüm arasında fark yaratmanın, en ucuz bisküvi paketi fiyatından çok daha değerli olduğuna şüphe yok.  

Kovid-19 aşısı ve tedavi yöntemlerine eşit erişim için 23 milyar dolar gerekiyor, buna ek olarak; araştırmaları sürdürmek ve tedavilerin uygulanmasında dahili kapasite oluşturmak için 24 milyar dolara gereksinim var.  
Ayrıca, üç bağımsız kuruluş tarafından önerilen yıllık 10 milyar doları kapsayacak uzun vadeli finansman kaynağına ihtiyaç var. ABD Başkanı Joe Biden'in önümüzdeki aylarda davet edeceği Aşı Konferansı'nda bu meblağların taahhüt edilmesi, gelecekteki salgınları önlemek aşısından son derece önemli olacaktır.  
Öncelikle, uluslararası toplum olarak, tıpkı 1960'larda dünya genelindeki çiçek hastalığını ortadan kaldırmak için yaptığımız gibi, Birleşmiş Milletler, Uluslararası Para Fonu ve Dünya Bankası'nın barışı koruma operasyonlarını finanse ettiği gibi, maliyetlerin ülkeler arasında adil bir şekilde paylaştırıldığı bir formül üzerinde anlaşmamız gerekiyor. Halihazırda, küresel sağlık finansmanı, bağış toplama kampanyalarıyla sağlanmaya çalışılıyor. Bunun yerine daha ciddi girişimlerin yapılması zorunludur. Bulaşıcı hastalıkların kontrolü için öncelikle DSÖ ve küresel sağlık çabaları, adil bir dağılımla ortak bir şekilde finanse edilmelidir. ABD ve Avrupa Birliği, maliyetlerin yaklaşık yüzde 25'ini sağlamalı, geri kalan ülkeler ödeme güçlerine göre katkılar sunmalıdır.  
İkinci olarak, koronavirüs salgının göz önüne serdiği, küresel sağlık sisteminin eksiklerinin bir an önce giderilmesine yönelik girişimler gerekiyor. Dünya Sağlık Örgütü salgınla mücadelesinde düşük kaynaklara sahipken, IMF ve kalkınma bankaları para kaynaklarının büyük çoğunluğuna hükmetmektedir. IMF’nin kaynaklarından 10 milyar doları yeni bir aşılama faaliyeti için ayırması lazımdır. Yine uzun vadede 100 milyar dolarlık bir fonun, küresel sağlık mekanizmasını iyileştirmek ve muhtemel salgınlara hazırlanmak için tahsis edilmesi gerekir.  
Üçüncü olarak, ihtiyaç duyulan finansman kaynaklarının sağlanmasında, kuzey ülkelerinin ortak para rezervlerinin kullanılmasına odaklanmalıyız. Sadece başlangıçta 2 milyar dolar ayırarak, en yoksul ülkelerin sağlık sistemlerine katkı sunmamız mümkün olacaktır.  
Son olarak, BM Küresel Sağlık Girişimi, 2006'dan bu yana küresel sağlıkla ilgili uluslararası havayolu vergilerinden yaklaşık 1,25 milyar dolar toplayabilmişti. Bu dayanışmanın benzerini, uluslararası ticari faaliyetlerin normale dönmesinden fayda sağlayacak olan şirketlerden talep edebiliriz. Bu şirketler, koronavirüs salgınıyla baş etme çabalarına katkı sunmalıdır.  
Umut kırılgan bir bileşendir. Bazı ülkelerde stoklardaki aşılar heba olurken, bazı ülkelerin aşıya umutsuzca ihtiyaç duyması umudu öldürebilir. Zengin ülkeler yoksul ülkelere yönelik kendi resmi taahhütlerini yerine getirmezse, kar etmenin insan hayatından öncelikli olduğu düşünülebilir. Ancak bu yıl umut tekrar canlanabilir.  
Bir zamanlar imkânsız görünen şey bugün mümkün olabilir. Önce bir zengin ülkenin katkıları, ardından iki ülkenin, sonra altı ülkenin, derken herkes bu ölümcül hastalığın yayılmasını durdurmak için birleşecektir. Sadece ölümlerin önüne geçmek için değil, tüm insanların yaşamına eşit değer verdiğimizi göstermek için bu böyle olacaktır.   
Bu dayanışma eylemleriyle, Afrika’daki binlerce yoksul anne, 2020 ve 2021'de sınavı kaybeden dünyanın, 2002’de birleştiğini ve kendilerine yardım ettiğini görecektir. O anneler, bizim de başkalarının acısını hissettiğimizi ve kendimizden daha büyük bir şeylere inandığımızı hissedecektir.