Beşir dönemi: Büyük hatalar, savaşlar ve uluslararası tecrit

Beşir ve Turabi darbeye önderlik ettiler (AFP)
Beşir ve Turabi darbeye önderlik ettiler (AFP)
TT

Beşir dönemi: Büyük hatalar, savaşlar ve uluslararası tecrit

Beşir ve Turabi darbeye önderlik ettiler (AFP)
Beşir ve Turabi darbeye önderlik ettiler (AFP)

Sudan Devlet Başkanı Ömer el-Beşir, 19 Aralık’ta başlayan ve bugüne kadar devam eden halk hareketi neticesinde devrilirken, otuz yıldan bu yana devam eden “Ulusal Kurtuluş” rejiminin sayfası dürüldü. Sudan halkı bu süre zarfında çöken ekonomiden ve ölümlerden muzdarip olurken ülke, bitmeyen savaşlar ve uluslararası tecrit ile karşı karşıya kaldı. Devlet Başkanı Ömer el-Beşir’in 11 Nisan’da devrilmesinin ardından rejimin kalıntılarını ortadan kaldırmaya çalışan halk, mücadelesini sürdürmeye devam ediyor.
30 Haziran 1989'da askeri darbeyle iktidara gelen Ulusal Kurtuluş rejimi yılları arasında hızlı bir yolculuk yaparsak, bu yıllarda ülkede iç savaşların başladığına, ülkenin yıllardır uluslararası arenada izole edilmesine yol açan yanlış kararlar alındığına ve Usame bin Ladin ve Çakal Carlos olarak bilinen uluslararası terörist Ilich Ramirez Sanchez’e ev sahipliği yaptığından dolayı Sudan’ın terör listesine dahil olduğuna tanık oluruz.
Ömer el-Beşir, 300 binden fazla vatandaşın hayatını kaybettiği Darfur'daki savaş sırasında savaş suçları ve soykırımla suçlanan ilk devlet başkanı. Beşir’in işlediği en büyük hata, gerek servet gerekse de nüfus bakımından zengin olan Güney Sudan'ın bağımsızlığını kazanmasına yol açtı. Bundan dolayı Sudan, nüfusunun üçte birini, topraklarının üçte birini ve başta petrol olmak üzere dış ihracatının yüzde 85'ini kaybetti.
Darbe planı
Ülkedeki İslamcılar, İslami Hareket projesi ile 1970'lerin ortasında iktidarı ele geçirmeyi planladılar. 1970'lerin başında Müslüman Kardeşler'den ayrılan İslami Hareket'in lideri Hasan Abdullah el-Turabi, güçlü bir örgütlenme ve kalabalık bir halk tabanı oluşturmayı başardı.
Bu hareket daha sonra İslami Cephe adı altında, Sadık El-Mehdi'nin liderlik ettiği Umma Partisi ve Muhammed Osman el-Mirgani'nin liderliğini yaptığı Demokratik Birlik Partisi gibi geleneksel partiler ile seçimlere girdi.
İslami Cephe 1986 seçimlerinde 51 sandalye kazandı, fakat 1980'lerin sonunda demokratik yönetime karşı bir darbe gerçekleştirdi. Ulusal Kurtuluş Devrimi süreç içerisinde ideolojik olarak radikal bir çehreye bürünmeye başladı ve gerçekçe olarak askeri bir darbeyle iktidara el koymalarını öne sürdü. Rejim süreç içerisinde yerel ve uluslararası önemli risklerle karşı karşıya kaldı.
İktidarda kök salma dönemi
Ulusal Kurtuluş rejimi, tüm sektörlerdeki binlerce çalışanın işine son verdi ve bunun için “Ortak Yarar Kanunu” adını verdiği bir yasa hazırladı. Rejim bu yasa doğrultusunda devletin tüm hassas alanlarına, yetkinlik ve niteliklerini göz önünde bulundurmaksızın İslami Cephe unsurlarını yerleştirdi. Aynı zamanda yüz binlerce uzman ve yetkin kişiyi görevden aldı. Bu durum devlet aygıtının bozulmaya yüz tutmasına ve İslami Cehpe’nin devlet haline gelmesine yol açarken, kamu hizmetleri zayıfladı ve kamu mallarının yağmalanması kolaylaştı.
Turabi'ye yakın olan İslamcı lider Mahbub Abdüsselam, İslami hareket liderliğinin ‘stratejik planlama’ olarak nitelendirdiği bir plan doğrultusunda hareket ettiğini ve bir vizyon sahibi olduğunu, fakat daha sonra iktidara gelmesi ile birlikte devlet ve toplum yönetimi gibi bir sorunla karşı karşıya kaldığını söylüyor. İslami hareketin bu sorunu ele almaya hazır olduğunu düşündüğünü dile getiren Abdüsselam, devletin karşı karşıya kaldığı sorunların sanıldığından daha büyük olduğunu belirtiyor.
Ayrıca İslami hareketin tek taraflı bir yaklaşım benimsediğini, ülkedeki çeşitliliği tanımadığını, tüm sorumlulukları üstlendiğini ve diğerlerini izole ettiğini ifade eden Abdüsselam, bundan dolayı hareketin biriken büyük sorunlar karşısında tek başına kaldığını, bölündüğünü ve stratejik planlamasını kaybettiğini söyledi. Abdüsselam, hükümetin bir süre sonra diğer tüm ahlaki değerlerin kökünü kurutan yolsuzluk batağına saplandığını ve herhangi bir fikir veya stratejik planlama olmaksızın uzun süre iktidarda kaldığını kaydetti.
Abdüsselam, rejim unsurlarının uzun süren iktidarları dolayısıyla manevra ve taktik yapma konusunda büyük bir kabiliyet kazandıklarını ve demokrasi meselesinin ise sadece bir taktikten ibaret olduğunu vurgulayarak, “Ulusal Kurtuluş rejimi, diğer diktatörlük rejimlerinde olduğu gibi uzun süre iktidarda kalması ve yolsuzluk batağına saplanması sebebiyle son buldu” ifadesini kullandı.
Turabi'nin uzaklaştırılması
Ulusal Kurtuluş yönetiminin üzerinden 10 yıl geçmesinin ardından Beşir, Turabi’ye 1999 yılında ünlü muhtırayı verdi. Bu durum İslami hareketin bölünmesine yol açtı. Turabi’nin öğrencilerinden birçoğu Beşir’in yanında kalırken, azınlık bir grubu yanına alan Turabi Halk Kongresi Partisi’ni kurdu.
Turabi’nin devreden çıkarılmasının ardından Ulusal Kurtuluş iktidarının ikinci dönemi başladı. İktidarda yalnız kalan Beşir’e, Devlet Başkanı Yardımcısı olarak Ali Osman Muhammed Taha ve iktidardaki Ulusal Kongre Partisi'nden Nafie Ali Nafie yardımcı oldu.
İkinci Körfez Savaşı
İkinci Körfez Savaşı başladı ve Irak 1990'da Kuveyt'i işgal etti. Beşir rejimi tarihi bir yanlış yaparak kurbanın yanında olmak yerine kasabın yanında olmayı tercih etti. Bütün dünya Irak'ın Kuveyt istilasına karşı olduğu bir zamanda Beşir, Saddam Hüseyin’in yanında olmayı seçti.
Saddam Hüseyin’in yenilgisi ile Sudan, Körfez ve dünyadaki müttefiklerini kaybetti ve uluslararası arenada yalnız kaldı. Bu durum Sudan rejimini, İran'ın ve aşırılık yanlısı terörist grupların kucağına atılmak zorunda bıraktı. Böylece Sudan, terör suçlaması yaftası yememek için hiç kimsenin yanaşmadığı cüzzamlı bir devlet haline geldi.
Sudan neden Usame bin Ladin'e ev sahipliği yaptı?
Hasan el-Turabi’nin döneminde "Ulusal Kurtuluş rejimi", ülkenin büyüklüğünü ve kapasitesini aşan hayallere ve tutkulara sahipti.
Turabi, İslam dünyasını yönetmeyi ya da en azından karar mercii olmayı arzuluyordu. Bu nedenle, ülke kovulan gruplara ve radikalizm yanlısı  örgütlerin liderlerine kapılarını açtı ve onlara ülkenin imkanlarından yararlanma fırsatı verdi.
Turabi-Beşir hükümeti, 1990-1996 yılları arasında el-Kaide lideri Usame bin Ladin'e ev sahipliği yaptı. Usame bin Ladin, büyük mali kaynaklarını kullanarak Sudan'ı terör örgütü faaliyetleri için arenaya çevirdi ve hükümete önemli miktarda finansal destek sağladı.
Sudan'ın Usame bin Ladin ve diğer teröristlere ev sahipliği yapması, ülkeye, gerek ABD tarafından gerekse de uluslararası camiadan birtakım yaptırımların uygulanmasına yol açtı. Hartum’un Usame bin Ladin’den ülkeden ayrılmasını istemek zorunda kalmasından sonra bile bu yaptırımlar devam etti.
Sudan, Usame bin Ladin’e ev sahipliği yapmasından dolayı hala 1993 yılında dahil edildiği ABD Dışişleri Bakanlığı'nın Terörizmin Devlet Sponsorları Listesi’nin başında yer alıyor. Ayrıca bu listede yer almasının ekonomik, politik ve diplomatik etkileri hala devam ediyor.
Sudan’ın Çakal Carlos’a da ev sahipliği yaptı
Beşir’in evrensel değerlere yönelik umursamazlığın zirvesini ünlü uluslararası terörist Çakal Carlos'a ev sahipliği yapması ve ülkede ikamet etmesine izin vermesi teşkil ediyor.
Beşir, 1994 yılında Carlos’u Fransız istihbaratına teslim etmek zorunda kalmadan önce onu, İslam dünyasındaki anlamsız savaşlarda görevlendirmeyi umut ediyordu.
Mısır Cumhurbaşkanı Mübarek'e suikast girişimi
Büyük felaket, İslamcı radikalizm yanlılarının eski Mısır Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek'e Sudan himayesinde suikast girişiminde bulundukları zaman geldi.
Suikast girişimi, Mübarek'in Etiyopya'nın başkenti Addis Ababa'daki Afrika zirvesine katılımı sırasında vuku buldu, fakat başarısız oldu. Hartum, söz konusu suikast girişiminden kaynaklanan cezai, ahlaki, politik ve diplomatik sorumluluğu üstlenmek zorunda kaldı ve Sudanlı yetkililer, eşi benzeri görülmemiş bir suça karışmakla suçlandılar.
Bu suikast girişimi, Beşir rejiminin işlediği aptalca hatalardan biri olarak kaydedildi. Nitekim dünya tarihinde hiçbir devlet, üçüncü bir devletin topraklarında bir diğer devlet başkanına suikast girişiminde bulunmaya kalkışmadı. Sudan bu hatasının bedelini sağır bir şekilde ödedi.
Darfur Savaşı
Devrik Devlet Başkanı Ömer el-Beşir, Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) tarafından 1994’de bölgede çıkan iç savaş sırasında savaş ve insanlık suçları işlediği ve soykırımda bulunduğu suçlamasıyla karşı karşıya. Yaşananların ardından Sudan Halk Kurtuluş Hareketi tarafından silahlı bir isyan başlatıldı ve örgüt geçen yıllar boyunca aşırı yoksulluk ve marjinalleştirmeyi sürekli bir şekilde yakıt olarak kullandı.
Beşir hükümeti, silahlı protestolara, yaklaşık 300 bin kişinin ölümüyle sonuçlanan korkunç bir güç kullanımıyla karşılık verdi. Birleşmiş Milletler (BM) tarafından 2008 yılında yayınlanan bir rapora göre, 3 milyon civarında sivil yerinden oldu. Beşir hükümeti BM tarafından yayınlanan raporu reddetti ve ölü sayısının 10 bini geçmediğini söyledi. Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) Mart 2009'da Sudan Devlet Başkanı Ömer el-Beşir hakkında savaş ve insanlık suçları işlediği gerekçesiyle tutuklama emri çıkardı. Buna 2010 yılında soykırım ve etnik temizlik suçunun eklenmesiyle Beşir hakkında ikinci bir tutuklama emri çıkarıldı. Beşir, Lahey mahkemesi tarafından çıkarılan tutuklama emirleriyle karşı karşıya kalan ilk devlet başkanı oldu.
Petrol dönemi
Beşir'in Ulusal Kurtuluş rejimi, ülkenin güneyindeki savaş operasyonlarını desteklemek ve Sudan’da bulunan milislerine fon sağlamak için günlük 600 bin varil olan petrol üretiminden elde edilen gelirlerden faydalandı. Söz konusu milis grupları arasında en meşhur olanları Halk Savunması, Gölge Taburlar, Halk Güvenliği ve Ulusal Kongre Partisi’ne bağlı olan öğrenciler tarafından oluşturulan bir milis grubuydu.
Petrol gelirleri ayrıca askeri operasyonların finanse esilmesi ve ekonomik ve endüstriyel kurumların inşa edilmesi için kullanıldı. Bunlar arasından en ünlü olanı Ceyad Silah Fabrikası’dır. Paranın geri kalanı ise son günlerinde ‘şişman kediler’ olarak adlandırılan liderlere ve ajanlara dağıtıldı.
Güney Sudan'ın ayrılması
Ulusal Kurtuluş rejimi, Güney Sudan'daki iç savaşı, merkezi hükümet ile isyanı bir hareket arasındaki bir savaşa ve İslam ile Hristiyanlık ve küfür arasındaki çatışmalara dönüştürdü. Bu savaşlar ve çatışmalar 2 milyondan fazla insanın ölümüne ve yine benzer sayıda kişinin ülke dışında göç etmesine sebep oldu.
Uluslararası baskılar ve tehditler ile karşı karşıya kalan Hartum hükümeti, 2005 yılında John Garang'ın liderlik ettiği Sudan Halk Kurtuluş Hareketi ile kapsamlı bir barış anlaşması yapmak zorunda kaldı. Bu anlaşma, halkın kendi kaderini tayin etmesi hakkını temin etti ve 2011 Güney Sudan bağımsızlık referandumunu takiben 9 Temmuz 2011'de Güney Sudan bağımsızlığını kazandı. Bundan dolayı Sudan, nüfusunun üçte birini, topraklarının üçte birini ve başta petrol olmak üzere dış ihracatının yüzde 85'ini kaybetti.
Güney Sudan'ın ayrılmasından sonra ülke gelirlerinin yüzde 85'ini kaybeden ülke, ekonomik krizle karşı karşıya kaldı. Bu durum Beşir rejimin parçalanmasında büyük ölçüde rol oynadı.
Güney Sudan’ın bağımsızlığını kazanması, rejimin işlediği en büyük hatalardan biri olarak değerlendiriliyor. Tarih Beşir’i, ülkesinin bölünmesine yol açan nadir ve utanç verici bu olaya sebep olan devlet başkanı olarak kaydedecek.
Güney halkının Sudan’dan ayrılmasının sebebi, siyasi talepler ve ekonomik nedenlerden kaynaklanan bir iç savaşın Beşir tarafından etnik bir savaşa ve cihada dönüştürülmesiydi.
Eylül 2013 ayaklanması
Beşir rejimi aleyhindeki protestolar dur durak bilmedi. Daha ilk günlerinde ordu tarafından başlatılan bir ayaklanma ve darbe girişimi ile karşı karşıya kaldı ve çok sert bir şekilde bastırdığı bu darbenin akabinde ordunun en iyi subaylarından 30'dan fazlasını yargısız infaz etti. Muhaliflere yönelik infazlar, suikastlar ve tasfiyeler süreç içerisinde devam etti ve en nihayetinde Eylül 2013’te neredeyse hükümetin devrilmesiyle neticelenecek halk protestoları ile sonuçlandı.
Rejim ekmek ve temel gıda ve malzemelerin fiyatlarını yükseltmek zorunda kaldı. Bunun ardından başta başkent Hartum olmak üzere ülkenin büyük şehirlerin çoğunda protestolar baş gösterdi. Rejim bu protestoları aşırı güç kullanarak bastırmamaya çalıştı ve 100’den fazla vatandaş bu protestolar sırasında hayatını kaybetti. Göstericileri öldüren makamlar, Nisan Devrimi’ne kadar yargılanmadı. Halihazırda söz konusu dosyaların açılması ve faillerin yargılanması bekleniyor.
Ulusal diyalog süreci
Ömer el-Beşir ‘ulusal diyaloğu’ kendi iktidarının devamlılığını temin etmek için kullandı. Bu yüzden Beşir, başlangıçta isyancı hareketlerle uzun süreli diyaloglar gerçekleştirmesine ve bu sırada birçok anlaşmaya varmasına rağmen verdiği sözleri yerine getirmedi. Rejimin müzakere heyetleri, silahlı hareketlerle birlikte Abuja, Addis Ababa, Nairobi, Kahire ve Doha gibi birçok şehir ve başkentte bir araya geldi, fakat hiçbir zaman taraflar arasında gerçek bir barış sağlanamadı.
Ülkede istikrarı sağlayamayan Beşir, ulusal diyalog adını verdiği bir hileye başvurdu ve küçük silahlı hareketler ve taraflarla yıllar süren diyaloglar gerçekleştirdi. Fakat ana muhalefet ve büyük silahlı hareketler onu boykot etti ve söz konusu diyalogları, rejim ile rejim yanlıları arasında gerçekleşen dahili diyaloglar olarak değerlendirdi. Fakat Beşir, diyalogu başlatan taraf olmasına rağmen bu diyaloglar kapsamında uzlaşılan hususların hiçbirini yerine getirmedi.
Ülkenin durumunda, ulusal diyalog doğrultusunda kurulan ve ‘ulusal uzlaşı hükümeti’ olarak tanınan hükümetin feshedilmesine ve 19 Aralık 2018’den bu yana patlak veren protestoların ardından ülkede olağanüstü hal ilan edilinceye kadar herhangi bir değişiklik olmadı.
Siyaset Bilimi Profesörü Hasan el-Sauri, Ulusal Kurtuluş darbesinin dört büyük dönüşümden geçtiğini söylüyor.
Sauri, Ulusal Kurtuluş darbesinin söz konusu süreç içerisinde, oluşturulan halk komitelerinden başlayarak askeri yönetimden demokrasiye geçiş doğrultusunda girişimlerinde bulunduğunu, bunun ardından 2010 seçimlerine kadar siyasi güçlerin üzerinde uzlaştığı Naivasha barış anlaşmasını imzaladığını ve bunun akabinde sivil, siyasi ve silahlı güçler tarafından boykot edilen ulusal diyalogu başlattığını kaydediyor.
Sauri, İslami hareketin 1992 yılına kadar yönetimi elinde bulundurduğuna ve devlet kararlarını kontrol altında tuttuğuna işaret ederek, İslami hareket içerisinde yaşanan bölünme ile birlikte İslami hareketin yeniden canlandırılması girişimlerinin başarısız olduğunu belirtiyor.
Yolsuzluğun yaygınlaşması
Ulusal Kurtuluş darbesi, ülke gelirlerini kontrolü altına aldı ve kamu malını iktidarda kalmak için bir araç olarak kullandı. Bu durum özellikle son yıllarda ülkenin iflasın eşiğine gelmesine ve hükümetin felç olmasına yol açtı.
Resmi olmayan istatistikler yalnızca petrol gelirlerinin yaklaşık 90 milyar dolara ulaştığını gösteriyor. Fakat rejim tarafından gizlenmesi sebebiyle bu rakamın gerçekte ne kadar olduğu bilinmiyor. Bununla birlikte her ne kadar elde edilen gelirlerin ne kadar olduğu tam olarak bilinmese de söz konusu gelirlerin ülkenin kalkınması doğrultusunda kullanılmadığı, bilakis askeri ve güvenlik birimlerinin fonlanması için kullanıldığı ve iktidardaki kişilerin ceplerine girdiği biliniyor.
Rejimini sembolü olan isimler büyük bir zenginlik elde ettiler, saraylar inşa ettiler ve birden çok (belki de 5 veya 6) kadınla evlendiler. Bununla birlikte halk yoksulluk içinde yaşadı. Öyle ki, baraj, yol ve köprü projelerinde bile petrol üretiminden elde edilen gelirler kullanılmadı, bilakis bütün bunlar ülkenin başına bela olan kredilerle inşa edildi. 12 milyar dolar tutarında iktidarı teslim alan rejim, ülkenin borcunu 50 milyar dolara çıkardı.
Rejimin sembolü olan isimlerin hesabına milyarlarca dolar yatırıldığı söyleniyor. Bunların başında da devrik Devlet Başkanı Ömer el-Beşir yer alıyor. Wikileaks soruşturmalarının birinde, Beşir’in yalnızca İngiltere'de bulunan varlıklarının 9 milyar dolar olduğu ve bunun yanı sıra Malezya rejimindeki kişilerin hesaplarına milyarlarca dolar yatırıldığını kaydediliyor. Öyle ki yerel bir Malezya gazetesi tarafından yayınlanan bir haberde, ülkenin ikinci en büyük yabancı fonlarının Sudan’a ait olduğu bildirilmişti.
Ulusal Kurtuluş darbesi tarafından yapılan bu yolsuzluğun neticesi, 4 ay süren halk protestolarının sonucunda rejimin devrilmesiyle nihayetlendi.
4 ay önce ülkedeki kötüleşen ekonomik koşullara karşı protesto gösterileri başladı. 19 Aralık’ta yüksek ekmek fiyatlarına, yakıt kıtlığına, para kıtlığına ve ilaç fiyatlarındaki büyük artışlara karşı gerçekleştirilen gösteriler ve toplu protestolar, sonrasında Devlet Başkanı Ömer el-Beşir'in istifasını talep eden gösterilere dönüştü ve ülkedeki çok sayıda şehre yayıldı. Beşir rejimi devrildi ve ardında beş parasız bir ülke bıraktı. Bankalar müşterilerinin nakit ihtiyacını karşılayamadılar. Sudan döviz kuru gittikçe kötüleşti ve 6,8 Sudan lirası 1 dolara denk gelirken, bir yıl içerisinde bu rakam 80 Sudan lirasına yükseldi.
Tek kişinin yönetimi
Beşir, Ulusal Kurtuluş darbesi rejiminin son altı ayında yalnız kaldı. Ulusal Kongre Partisi herhangi bir varlık gösteremedi ve rejim uçurumun eşiğine geldi. Rejim o zamandan beri düşmüş durumda, 11 Nisan’da değil.
Mahbub Abdüsselam, Ulusal Kurtuluş darbesi rejiminin son adresinin –tıpkı Sovyetler Birliği'nde olduğu gibi- tek adamın yönetimi olduğunu söylüyor. Ulusal Kurtuluş darbesinin ‘halkın yönetimi’ sloganları ile yola çıktığını dile getiren Abdüsselam, darbenin önce parti iktidarına dönüştüğünü, sonrasında ise tek adamın yönetimi ile nihayetlendiğini belirtiyor ve bu tek adam yönetiminin sadece İslamcıları yok etmekle kalmadığını, bilakis Sudan’ı bütünüyle tahrip ettiğini ifade ediyor.



Siyasi tutumları daha gerçekçi yorumlamaya yönelik bir yaklaşım

Birçok kişi bazı Ortadoğu meselelerinin bir anda kamuoyunun gündemine oturmasını ve aniden sesinin kısılarak kaybolmasını eleştiriyor (AFP)
Birçok kişi bazı Ortadoğu meselelerinin bir anda kamuoyunun gündemine oturmasını ve aniden sesinin kısılarak kaybolmasını eleştiriyor (AFP)
TT

Siyasi tutumları daha gerçekçi yorumlamaya yönelik bir yaklaşım

Birçok kişi bazı Ortadoğu meselelerinin bir anda kamuoyunun gündemine oturmasını ve aniden sesinin kısılarak kaybolmasını eleştiriyor (AFP)
Birçok kişi bazı Ortadoğu meselelerinin bir anda kamuoyunun gündemine oturmasını ve aniden sesinin kısılarak kaybolmasını eleştiriyor (AFP)

Muhammed Bedreddin Zayid
Pek çok akademik toplantıda, siyasi seminerde tartışmaların, dünyanın süper gücünün veya uluslararası ya da bölgesel güçlerin belirli konulardaki ilgisinin bir diğerinin lehine azalması etrafında döndüğü göze çarpar. Hatta bazen, sözgelimi Ortadoğu ve sorunlarının ABD için ne ölçüde öncelikli olduğu gibi, bu boyutlardan bazıları hakkında tartışmalar yapılır.
Bazen de sanki ilginin gerilemesi, kendisine gösterilen ilgi ve dikkatin azaldığı taraf için bir hakareti temsil ediyormuş gibi mesele tepkisel bir hava kazanır. Dünyada Filistin davasına ve özel olarak Arap dünyasına olan ilginin yanı sıra genel olarak Washington'un Ortadoğu'ya ilgisi, bölgesel aktörlerin rolleri, bölgenin sorunlarına bağlılık, aynı şekilde Lübnan meselesinde uluslararası ve Arap ilgisinin azalması hakkında dönen pek çok tartışma hatırlıyorum.
Aslında burada sunmak istediğim yaklaşım, uzmanların ve politikacıların bu konuda genellemeler ve varsayımlara girişebilecekleri, oysa pratik uygulamada gerçeklik ve motivasyonların çok daha basit olabilecekleridir. Gerçek bir temel olmaksızın bazen sürprizlere yol açanın bu olduğudur.
Filistin davasından başlayabiliriz; birkaç ay öncesine kadar, üzgün bir dille bu konuya ilginin azalması ve halkının çektiği acılar hakkında konuşuyorduk. Sonra olaylar patlak verdi ve Filistin tekrar olayların odağına yerleşti, yeniden konuşulmaya başlandı. Kısa bir süre öncesine kadar ona olan ilginin azaldığını tasavvur edenler, şimdi kendilerini nasıl gözden geçirebilirler? Aslında her iki görüş de çok fazla abartı içeriyor. Bu davanın son yıllardaki tarihini gözden geçiren, bu konuya ilginin pek çok iniş ve çıkışa tanık olduğunu keşfedecektir.
Keza tek sebep bu olmasa da, geçmişe göre ilginin azalmasının, Arap Baharı'ndan bu yana çatışma ve kriz odaklarının çeşitlenmesinde yattığını, Filistin davasının ayağının altındaki halıyı çeken birçok şey olduğunu da fark edecektir. Bu konuya daha sonra döneceğim.
Genel bir çerçeveden başlayabiliriz; o da bazen bu konuyla ilgilenenlerin, karar vericiler, yazarlar, araştırmacılar, gözlemciler veya vatandaşlar olsun insan olduklarını unutmamız. Dikkat edilirse kamusal meseleler ile iç ve dış politika konularına etkilendikleri ölçüde ilgi gösterdiklerini, hepimizin hayatımızda farklı derecelerde bildiklerimizin onlar için de geçerli olduğunu unutmuş gibi yapıyoruz. Bu gerçeklerden biri mesela, arabasıyla bir ürün satın almak ya da bir akrabasını, arkadaşını ziyaret etmeye giden birisi kaza yaptığında ya da ani bir acı hissettiğinde, bu yeni ve daha acil krizle yüzleşmek için rotasını değiştirmekten başka seçeneği olmadığıdır.
Çağdaş Arap dünyamızda karşı karşıya olduğumuz en belirgin husus, kriz noktalarının çokluğu ve herkesin bu sıkıntılarla mücadele eden halklara karşı ilgisizlikten yakınması. Bu nedenle, Arap Baharı ile başlayan ve öyle ya da böyle devam eden bir Filistin yakınması da var. Pek çok kişi ilginin yakında yeniden gerilemesinden endişe ediyor. Öte yandan, bugün milyonlarca Suriyeli de dünyanın kendilerini unuttuğundan yakınıyor. Ne rejimi değiştirebildiler, ne de dünyanın mevcut rejimi yeniden tanıyıp kabullenmesini engelleyebildiler. Ne çözüm gerçekleşti ne de rejim karşıtları rejim ve destekçilerinin zaferlerini kutlamasını istiyorlar. Hala çeşitli tarafların işgali altında olan geniş Suriye toprakları var. Dolayısıyla Suriye'de tanınmış bir yazar ve şahsiyetin ortaya çıkıp “Putin-Biden” zirvesinin ülkesi hakkında somut bir şey üretmediğini kaydetmesi anlaşılabilir. Öte yandan Filistin davasına sempati duyan birçok Suriyelinin bakış açısına göre, bu dava ilgi çekmeye devam edecek, ancak Suriye ve halkının krizi hakkında kimse konuşmak istemiyor. Aynısını, gerçek bir siyasi durgunluk sürecinde gibi görünen Yemen için de tahmin edebiliriz. Farklı televizyon kanallarını takip edenler, kendilerini bazen çelişki derecesine varacak kadar özdeş olmayan dünyalar karşısında bularak, şaşıp kalıyorlar.
Bölgedeki bir kriz hakkında her yazdığımda bana “hani Yemen?” diye soran Yemenli bir arkadaşım var. Krizleri, acıları, milyonlarcasının yerinden edilmesine ilişkin Arap ilgisinin zamansal ve mekansal kapsamıyla ilgili ağır Yemen eleştirileri, aşırı derecede uyumsuzluğuna dönük  ithamları olduğunu biliyorum. Kendilerine yönelik uluslararası ilgiye karşı benzer izlenimleri olduğunu da. Bu ilginin durgun suları hareketlendirmek için zaman zaman boşuna önerilen ve harcanan siyasi çabalarda kayda değer bir başarı sağlayamadan insani yönlere odaklanmasına ağır eleştirileri olduğundan haberim var.  
Birçok Lübnanlı arkadaşımdan duyduğum Lübnan şikayeti de, aslında diğer krizlerin ağırlığını, sayısını, bunların tüm uluslararası ve bölgesel sistemdeki aciliyetini görmezden geliyor. Yukarıda saydığımız gibi karar vericilerden medya ve vatandaşlara kadar ilgililerin tüm bu büyük aktivizmi takip ederken dikkatlerinin dağıldığını göz adı ediyor. Güçlü kurumların varlığında bile Lübnan meselesi doğal olarak eninde sonunda tek bir karar verici veya tek bir karar verici kurumla çatışacak.
Aracını çarptığı için yapmak istediği işi bırakıp daha acil olan krizi çözmeye yönelen kişi hakkında daha önce verdiğimiz örneğe, kişinin bu sorun ile başa çıkmak için ne yapması gerektiğini bilmiyor olabileceğini de ekleyebiliriz. Şahsi görüşüm, şu anda uluslararası ve bölgesel tarafların, bu krizleri çözmek veya kendisiyle başa çıkmak için ne yapılması gerektiğine dair belirli ve başarılı bir yol bilmedikleridir.
Örneğin Lübnan krizinde bölgesel ve uluslararası taraflar ve bunların arasında da baskın bir esas taraf var, o da İran. Ama İran aynı zamanda müttefiki "Hizbullah" aracılığıyla, Lübnan Cumhurbaşkanı Mişel Avn'a bağlı ve Cibran Basil liderliğindeki Özgür Yurtsever Hareketi ile karmaşık bir ittifakla da zincirlenmiş durumda. İkinci taraf, sahnenin karmaşıklığı konusunda oldukça bilgili ve tıpkı kendisinin Hizbullah'a ihtiyacı olduğu gibi, Hizbullah'ın da kendisine ihtiyacı olduğunun farkında. İran'ın gücü ve zayıflığı karmaşık bir bölgesel denge sahnesinde iç içe geçerken, rejimi bu çıkmazdan çıkarmaya çalışan diğer taraflar felç olmuş ya da çözüm için yeterli araçlara sahip değillermiş gibi görünüyorlar.
Suriye'de Rusya ve müttefiklerinin zaferlerini deklare etmesini engelleyen Batılı güçlerin elinde ne yeterli araç var ne de kimsenin istemediği, maddi ve insani kayıplarının oldukça maliyetli olabileceği yeni bir kapsamlı çatışmayı sürdürmek için gerçek bir istek yok.
Suriye rejimine muhalif bu cephedeki ana oyuncu, yani Türkiye kapasitesinin sınırlarını biliyor ve başka bir şey üzerine bahis oynuyor; sınırlarına bitişik bölgesel genişleme ve bölgesel denge ve çatışmalarda kullanmak amacıyla aşırılıkçı milisler kartını elinde tutmak. Bu sayede bugün “Libya” dosyasında olduğu gibi başka dosyalarda, yarın da belki başka alanlarda avantaj ve kazanımlar elde etmek istiyor.
Bunun ışığında, Suriye krizinin daha fazla uzamaması için bir çözüm ve çıkış yolu bulmak isteyen tarafların, bu krizle başa çıkmak için yeterli araçlara sahip olmadıkları için ellerinden bir şey gelmiyor. Tıpkı yukarıda bahsettiğimiz arabasıyla kaza yapan, kendisini tamir etmese de sürebilen ama bu nedenle birkaç gün sonra arabasının çalışacağının bir garantisi olmayan kişi gibi. Arabasını tamir edemiyor çünkü parası yok, ama gidip alışveriş yapıp, ekmek falan alıyor ya da erteleyebileceği bir işi halletmeye çalışıyor. Söylemek istediğimiz, tüm insanlar bir noktada karşı karşıya oldukları krizle yüzleşmeye takatleri kalmadığını kabullenmeyebilirler, ama asıl sorun ve zor olan ne politikacıların ne de ülkelerin bunu alenen kabul etmemeleridir.
Son olarak, son İsrail savaşının dersleri bunu doğruladı. Bütün dünyanın çözülmemiş Filistin meselesinin devam etmesinden, krizlerin ve meydan okumaların çokluğundan yorulduğu doğru, ama aynı zamanda herkes henüz baskı yapacak ve bu krizi çözecek yeterli güce sahip olmadığının da farkında. İsrail aşırı sağı böyle bir vehme kapılmış olabilir ama eninde sonunda meselenin bundan çok daha karmaşık olduğunu keşfedecek. Liderlerinde de meselenin karmaşıklığını görememelerine neden olan bir inatçılık ve kibir var veya projelerinin etkileneceği korkusuyla bunu deklare etmeye cesaret edemiyorlar. Tıpkı Filistinlilerin haklarını savunan ama en azından şimdiye kadar ne yapacağını bilemeyen onlarca birbirine karşıt politikacı gibi. Bunu ifşa ve itiraf edemiyorlar ve çok azı bunun ötesine geçen geçici düzenlemeler veya çözümler düşünecek bilgeliğe ve hayal gücüne sahip.