​Katar bin Ladin: Suudi Arabistan’ı havaya uçurma girişimi

​Katar bin Ladin: Suudi Arabistan’ı havaya uçurma girişimi
TT

​Katar bin Ladin: Suudi Arabistan’ı havaya uçurma girişimi

​Katar bin Ladin: Suudi Arabistan’ı havaya uçurma girişimi

Mansur el-Merzuki’nin Alyamamah dergisinde yayınlanan makalesi
 
Katar rejimi ile el-Kaide örgütünün çıkarlarının kesişmesi ve Bin Ladin kasetlerinin el-Cezire kanalının stüdyolarına, kanalın da Tora Bora mağaralarına girmesi tesadüf eseri değildi. Katar, el-Cezire’nin minberlerinde el-Kaide örgütü hutbelerine başkasının görüşüne itibar ettiği için değil şu ortak amaç uğruna yer verdi: Suudi Arabistan’ı havaya uçurma girişimi.
Bin Ladin, dünyayı hayır ve şerrin arasında büyük bir savaş meydanı olarak gördü. Onun için insanlık iki kısma ayrılıyordu: İyi ve bozguncu. Kendisinin Harameyn topraklarında bir devlet kurmaya yönelik projesinin büyük bir stratejik engelle karşı karşıya olduğunu düşünüyordu, bu engel de Suudi Arabistan’dan başkası değildi. Bunun için Riyad, onun gözünde kendisine yakın en büyük düşmandı (Batı ve özellikle Washington ise uzak ve daha küçük düşman). Bu engeli yani en büyük düşman Suudi Arabistan’ı, bir devlet olarak Suudi Arabistan Krallığı’nı bitirerek ortadan kaldırmaya çalışıyordu. Hedefini gerçekleştirme uğrunda şu üç yolu izledi: Suudi Arap halkının devletine olan güvenini sarsmak, Riyad’ı Batı ile olan ittifakından uzaklaştırmak ve örgütü için takipçi çekmek.
Bu üç yaklaşım, 11 Eylül saldırılarının asıl amacıydı. Bu saldırılarla hedeflenen strateji; Riyad ile Batı (Batı ve tümel olarak İslam) arasındaki ilişkilerde büyük bir gedik açmak, Krallık içinde İslam’ı devletin karşısına, yapısındaki dini boyutu sarsabilecek şekilde suçlayıcı bir konumda yerleştirmek, terör örgütü elemanlarının savaşta ilerledikleri düşüncesine dayalı tutumlarını güçlendirmek ve kutuplaşma için uygun bir zemin yaratmak idi. Bin Ladin, İslam’ın zulüm altında olduğunu söylerken, aslında kendi terörü İslam’ı zan altında bırakmayı hedefliyor; söylemleri de bunu doğruluyor ve kendisi sığınak oluyordu. El-Kaide örgütü, 11 Eylül saldırılarını gerçekleştirmek için terör ekibinin çeşitli uyruklardan oluşan büyük bir kısmını uzaklaştırarak onların yerine Suudi uyruğu taşıyanları yerleştirdi. Bu bir tesadüf olmayıp amaç, saldırıya Suudi görüntüsü vererek Batı’nın Riyad’a karşı dönmesini sağlamaktı. Bin Ladin, bu stratejisinde oldukça başarılıydı.
Bin Ladin gibi Doha da Riyad’a kurtulunması gereken büyük bir stratejik engel gözüyle bakıyor ve bu engeli yoldan kaldırmak için bir devlet olarak Suudi Arabistan Krallığı’nı bitirmeye çabalıyor. Perde arkasındaki asıl yönetici olan eski Katar Emiri Şeyh Hamd b. Halife ile onun eski Dışişleri Bakanı Şeyh Hamd b. Casim, Suudi Arabistan’ı üç devlete bölmeye dayalı bir komplo kurmak üzere Muammer el Kaddafi ile bir araya geldiklerinde tam olarak bundan bahsediyorlar (bkz. https://www.youtube.com/watch?v=jfyjx2KQe14). Şeyh Hamd b. Casim, bir televizyon programında bu komployu haklı göstermeye çalışmıştı (bkz. https://www.youtube.com/watch?v=wT3AkHKfTyY).
Katar’ın Riyad’a stratejik bir engel olarak bakmasının bir bağlamı var. Önceki yazılarımda Doha’daki ‘stratejik psikolojik zayıflık’ olarak adlandırdığım ve Katarlı yetkililerin daimî zafiyet hissetmelerine sebep olan şeyden bahsetmiştim. Bu kısmen haklı. Nitekim Katar, coğrafya ve nüfus büyüklüğü sebebiyle askeri saldırılar veya doğal afetler türünden darbelerin üstesinden gelemeyecek bir ülke (bu durumu tarif etmek için kullanılan kavram, ‘stratejik derinlikten yoksunluk’ tabiridir). Bu boşluğu doldurmak için Katar, bölgedeki şu iki kamp arasında sürekli bir denge kurmaya çalışıyor: Bölgesel statükoya uyan kamp ve revizyonist kamp. Revizyonist kampta İran ve İhvan-ı Müslimin gibi iki oyuncu yer alıyor ve bu kamp, bölgesel sistem ile oyuncular arasındaki ilişkilerin çerçevesini çizen kural ve geleneksel sistemi yeniden yapılandırmak için çaba gösteriyor. Çünkü mevcut sistem, onların çıkarları ve dünya görüşü ile uyuşmuyor.
Bu revizyoncu tavrı ve Katar’ın bundaki rolünü İran’ın yayılmacılığından bağımsız olarak anlamak pek mümkün değil.
İran’ın stratejik derinliği kısmen, özellikle Arap ülkelerindeki milisler olmak üzere, devlet dışı oyunculardan oluşan şiddet unsurları ile işbirliği üzerine kuruludur.  Bu ittifakların birinci dayanağı, işbirliğinin temeli olan mezhepçi ideoloji iken ikinci dayanağı devletin meşru şiddeti kullanma üzerindeki tekeli kırmaktır. Devletin şiddet tekelini kırıp şiddet uygulamak için rakip haline gelmedikçe milislerin etkin olmaları mümkün değildir. Milisler, mezhepçilik egemen iklim olmadığı sürece, kutuplaşma ve karşı seferberlik meydana getiremez. Bu, bir yandan devletin zayıflamasına yol açarken diğer yandan mezhepçiliğin yükselmesine sebep oluyor ki bu durum, İran’ın etkin olduğu tüm alanlarında görülen bir özelliktir.
Stratejik bakımdan bu milisler, İran için iki vazifeyi yerine getiriyor: Donmuş bir çatışma ve etkisizleştirici bir unsur. Donmuş çatışma, milislerin çatışmalar ve anlaşmazlıklar için harekete geçirilmesi ve uygun görüldüğünde İran düşmanlarına karşı bir güç olarak seferber edilmesi ile alakalıdır. Etkisizleştirici unsur ise, bir yandan İran’ın yalnızlığının üstesinden gelmeyi diğer yandan da bölgesel gündemleri iteklemeyi hedefler. Örneğin; İran’ın Lübnan’da cumhurbaşkanı seçimine ilişkin herhangi bir siyasi düzenlemeye çomak sokmasıyla bölgesel oyuncular, yalnızlaştırılmış Tahran ile bir anlaşmaya varmaya çalışırlar. Bu ise aslında onun yalnızlığını gideren bir şeydir. İran da buna karşılık onların gündemlerini ileri götürmeye yardımcı olacak bir şeye sahip olmuş olur.
İran’ın milisler oluşturabilmesi için Arap ülkelerine tek tek girmesi gerekir. İşte İran yayılmacılığı budur. İlginç olan şu ki; İran’ın yayılmacılığı da, İslam Devleti Örgütü ve el-Kaide gibi (mezhepçilik ve merkezi hükümetlerin zayıflığından beslenen) başka terör örgütlerinin yaygınlaşmasına katkı sağlayan bir boşluk yaratıyor.
Bunun yanı sıra benim ‘İran revizyonculuğu’ adını verdiğim bir olgu da var. Tahran, sürekli olarak bu milisleri, bölgesel siyasi gerçeklikte doğal bir unsur haline getirmek için normalleştirme gayreti içerisinde. Dolayısıyla bölgesel sistemin revizyonu ve yeniden yapılanması, bu milislerin normalleştirilmesi adına İran için bir zorunluluk halini alıyor. Üstelik İhvan-ı Müslimin’in bölge için ‘Çözüm İslam’dır’ söylemi ile temsil edilen bir revizyon görüşü var. Bu görüş, Arap ülkelerinin devrilerek tek bir oluşum içinde, tüm meselelere bu çözümü yani İslam’ı getirecek tek bir şemsiye altında birleştirilmesi anlamını taşıyor.
Katar, bir yandan İran ve İhvan-ı Müslimin’in başı çektiği revizyoncu oyuncular ile bir işbirliği ağı kurmak için tek kartı olan maddi imkânlarını kullanırken, aynı zamanda bölgesel statükoya uyan kampta etkin bir oyuncu olmak için çabalıyor. Doha’nın hedefi, bölgesel statüko ile revizyoncu yaklaşım arasında kendi stratejik derinlik yoksunluğunu ve zafiyetini aşmasına izin veren bir kontrol ve denge mekanizması üretmektir. 
Bu çerçevede Katar, bir güvenlik şemsiyesi elde etmeye çalıştı. Amerikan ve Türk askerî varlığıyla istediği bu şeye sahip oldu. Petrol pazarında kendisi ile Suudi egemenliği arasına bir mesafe koymak adına gaz alanındaki zenginliğine dayanarak enerji alanında da işbirliklerini çeşitlendirdi. Emirlik, İhvan-ı Müslimin ile bir ortaklık ilişkisi kurdu ve bu ilişki, Suudi Arabistan’daki İhvan uzantıları da dahil olmak üzere bölgenin farklı noktalarına uzandı. Bu esnada Katar, Amerikan ve Türk askerlerinin varlığından ve bu cemaat içerisinde kolaylıkla ikna edebileceği az sayıda kişi bulunmasından ötürü içeride kendisini Cemaatin etkisinden güvende hissetti. 2000 yılından Suriye devriminin patlak verdiği zamana değin Katar; Türkiye, İran ve İran’ın yörüngesinde hareket eden Hizbullah ve Beşşar Esed rejimi ile sıkı dayanışmasını korudu. Katar aynı zamanda İsrail ile de ticari, siyasi, kültürel ve sportif ilişkiler kurmaya devam ediyordu.
Öte yandan Suudi Arabistan, kararlı bir tavırla Katar’ın faaliyetlerini kabullenmeyeceğini belirtti. Böylece Riyad, Katar için en büyük stratejik engel haline geldi. Bu, Katar emirlerinin Suudi Arabistan Krallığını üç devlete bölme planının anlaşılmasına yardımcı olur. Bin Ladin nasıl Suudi Arabistan’ın patlatılması için çaba harcıyorsa, Katar da medya aracılığıyla bunu yapıyor ve (daha önceki bir makalede [bkz. https://bit.ly/2EZJxJ4] ele aldığım yapısal sebeplerden ötürü zaten önyargılı olan) Batı’yı kışkırtmaya ve Suudi kamuoyunu yanlış yönlendirmeye, ona hâkim olmaya ve yenik düşürmeye çalışıyor.
Katar, Suudi Arabistan’a karşı bir medya savaşı başlatıyor. Bu savaşta vermek istediği mesaj ise şu: Suudi Arabistan’ın siyasi tercihleri hatalı; kendisini Batı’ya sattı ve uçurumun eşiğine geldi. Bu mesajı desteklemek, yaymak, kökleştirmek ve özel bir tartışma konusu haline getirmek içinse şu dört araçtan faydalanıyor: Bunlardan ilki, Middle East Eye, AlAraby ve benzerleri gibi Doha tarafından finanse edilen ve denetlenen el-Cezire kanalı ki ben bunu ‘Katar’ın gölge medyası’ olarak isimlendiriyorum. İkincisi görev ve para bakımından Doha’nın cebinde bulunan İhvancı eğilime sahip kişiler. Üçüncüsü, Batı gazetelerinde sipariş üzere çalışan köşe yazarları. Dördüncüsü ise, bölgede ve Batı’da Doha’nın finanse ettiği düşünce merkezleri.
Birinci ve ikinci araç ile Katar’ın kiraladığı kalemler ve İhvan unsurlarından oluşan yapıya ‘Katar’ ve ‘İhvan’ kelimelerinin birleşiminden meydana gelen ‘Katvan’ kelimesiyle işaret edebiliriz. Katvan Partisi, kendisini hizipleşmenin üstünde görüyor ve hakikat ipine sımsıkı sarılmış, ümmetin yükünü yüklenmiş ve yüksek insani değerlere bağlı olduğuna inanıyordu. Katar onları propaganda aracına çevirdi. Katar’ın Arap komşuları ile yaşadığı kriz onlara, hedeflerine ulaşmak için her şeyi yapmaktan çekinmeyen bir partinin parçası olduklarını gösterdi. Üstelik bunun farkına varmalarına rağmen değerleri bildikleri şeyleri bir kenara koyarak itaat etmekten başka ellerinden bir şey gelmeyeceğini gördüler. Menfaatlerinden ayrı düşmek onlar için zordu.
Bir kişi çıkıp da Katar’ın araçlarının bir listesini yapmaya kalkışsa, birden o araçların Katar Hükümeti’nin pusulasına göre harekete geçmesiyle karşılaşabilir. Sanki tek bir posta listesini paylaşıyorlarmış gibi mesaj onlara geliyor ve ufukta Suudi Arabistan’a karşı bir saldırı uçuşuyor. Aynı kişi listenin bazı üyelerinin tarihini araştırsa, bu sefer de onların Suudi Arabistan’a karşı tutumlarının Katar’ın Arap komşuları ile olan anlaşmazlığı öncesi ve sonrasında farklılık gösterdiğini görecektir.
Katar’ın dış siyasetinin bir aracı olarak bu listenin rolü, Suudi Arabistan’a yönelik saldırı ile sınırlı olmayıp, aynı zamanda ‘güvenilirliğin yenilenmesi’ adını verdiğim şey için de geçerlidir. Bu kavram ile Katar Hükümeti’nin bu listedekilere (Katar’ın güvenilirliğini, tutumlarının doğruluğunu, Suudi Arabistan başta olmak üzere rakiplerini çirkin gösterip düşürmesini pekiştirecek) bir makale yayınlamasını işaret ettiği durumu kastediyorum. Listede yer alan üyeler, birbirleri için tanıklık ediyor ve organize bir çaba içerisinde bu grubun güvenilirliğini pekiştiriyor. Sonra Katar Hükümeti, kendilerine işaret ettiği şeylere dayalı tutumunu güçlendirmek için liste üyelerine şahitlik ediyor.
Mesela Katar yanlısı bir Fransız araştırmacı olan ve ‘Marsad Katar’ adlı internet sitesini (www.marsadqatar.qa ) yöneten Nebil en-Nasri, el-Cezire kanalının aktardığına göre şöyle diyor: “Boykotçu ülkeler, Katar’a boyun eğdiremedi. Aksine Doha, bu boykotun etkilerini aştı”. Sonra el-Cezire kanalı tutup Nebil en-Nasr’ı bölge dışından sağlam bir bilimsel görüşü temsil eden yani bağımsız biri olarak sunuyor ve Katar Hükümeti’nin söylemlerinin güvenilirliğini pekiştirmek için onu şahit gösteriyor. Hâlbuki bu araştırmacıya söylediklerini öğreten Katar Hükümeti’nin kendisi. Katar Dışişleri Bakanlığı’ndan aynı düşünceyi ifade eden bir açıklama yayınladığında da bu açıklama, Nebil en-Nasr’ın ‘bağımsız bilimsel görüşü’ ile el-Cezire kanalının ‘tarafsız basın izlemesi’ arasında güvenilirliği yenilemeye dayanıyor.
Katar’ın Arap komşuları ile olan krizinden önce Katvan Partisi, Tahran’a karşı Arap savaşında Riyad’ın liderliğini destekliyordu. Krizden sonra ise aynı Katvancılar, Suudi Arabistan’ı parçalamak için elindeki tüm gücüyle onun üzerine atılan ancak başaramayan yaralı bir vahşi hayvana dönüştü. Önderlerimizin İran’ın yayılmacılığını oka tutmayı hedeflediği her bir savaşta bizi sırtımızdan vuruyorlar ve dişlerinden bizim kanımız akıyor.
Katar, bir devletken hicivci bir şaire dönüştü; Suudi Arabistan’dan başka gündemi yok. Herkes deve ile gitti, onunsa elinde sadece bir kaside var.
Ancak Bin Ladin nasıl başarısız olup hayallerini ve sanrılarını yele verip gittiyse, Katar’ın vehimleri de öylece gidecek. Bin Ladin’in başarısızlığı nasıl tesadüf eseri değilse, Katar’ın ve Katvancıların başarısız akıbetleri hakkında konuşmak da temenni kabilinden olmayıp Riyad’ın medeni derinliğine ve stratejik konumuna dayanmaktadır. Suudi Arabistan Krallığı, Arapların kıblesi olan Ukaz Çarşısı ile Müslümanların kıblesi olan Mekke’yi bağrında taşımaktadır. ‘Muallaka’nın ortaya konduğu, Arap milletinin doğduğu, vahyin inerek İslam ümmetini meydana getirdiği yer orasıdır. Arkasında Kaydar, Kinde ve Dadan krallıklarından Darü’n-Nedve, Hılfu’l-Fudûl (Erdemliler Hareketi), sikaye ve rifadeye; Medine Anayasası, es-Sakife ve fetihlerden Irak’ın Persler’den, Şam’ın Rumlardan alınması ve Mısır, Mağrip ve Endülüs’ün fethedilmesine kadar kadim ve şanlı bir tarihin mirası duruyor. Hâtem et-Tâî’ni torunları aynı zamanda bir zenginlik denizi ve sağlam bir ekonomi üzerinde oturuyor; Amr b. Külsüm’ün torunları, (Körfez, Arap, İslam ve dünya düzleminde) bir ittifak bağı ile korunuyor.
Binlerce Katvancıyı da seferber etse tarihin hareketi, Katar bin Ladin’de durmayacak.



Korona: Küresel sistemdeki derin aksaklıkların gün yüzüne çıkması  

Korona: Küresel sistemdeki derin aksaklıkların gün yüzüne çıkması  
TT

Korona: Küresel sistemdeki derin aksaklıkların gün yüzüne çıkması  

Korona: Küresel sistemdeki derin aksaklıkların gün yüzüne çıkması  

Tarih boyunca şahit olunan başlıca olgulardan biri; adaletsizliğin faillerinin kendilerini temize çıkarıp, mağdurları suçlayarak eylemsizliklerini ve kötülüğü haklı çıkarmaya çalışmasıdır. Omicron varyantının ortaya çıkmasından Afrikalıların sorumlu olduğu iddiaları, dünyanın kuzey ülkelerinde aşı kullanımında isteksizlik ve Güneydeki ülkelerin düşük aşılanma seviyeleri, 2021 yılında bu utanç verici hikâyenin bir kez daha tekrarlandığını gösteriyor.  
Omicron Afrika'nın suçu değildir; temel sorumluluk, yüz milyonlarca aşıyı stoklayıp, tüm uyarılara rağmen, dünyanın en savunmasız bölgelerinin aşılanması ve virüsün mutasyonları konusunda çok az şey yapan zengin ülkelerin yönetimlerindedir.  
Kritik sorun, Afrika'daki hükümetlerin aşıları yasaklaması ya da ihtiyatlı yaklaşması değil, Afrika'nın aşılara erişememesidir. Elbette aşı karşıtları dünyanın her yerinde kaos yaymaya çalışıyor. Bununla birlikte, Afrika ve Asya ziyaretlerimde, unutamadığım sahne; bir anne ve çocuklarının, aşılanmak için kilometrelerce yol kat edip günlerce beklemesiydi. O anne, çocuk felci, difteri ve tüberküloz gibi hastalıklar karşısında, ailesinin hayatta kalmak için en iyi şansının aşı olmak olduğunun farkındaydı. O annenin kararlılığı ve tıbbın hayat kurtarıcı gücüne olan inancı, ihtiyacının karşılanması için icabet edilmesi gereken ahlaki bir çağrı anlamına gelir. 
Son zamanlarda yeni bir salgınla karşı karşıya olmamız bize pratik bir zorunluluğu hatırlatıyor: dünya genelinde aşılamada başarısız olursak ailelerimizi ve toplumlarımızı da yüzüstü bırakmış olacağız. Virüsün serbestçe mutasyona uğramasına izin vererek, tamamen aşılanmış olanlara bile musallat olmasına katkı sunmuş oluyoruz. Dünya Sağlık Örgütü, bu yılın eylül ayına kadar, yaklaşık 200 milyon vaka artışı ve 5 milyon ölü sayısı öngörüyor. Bu durum bize şu karamsar söylemi hatırlatıyor; hiçbir yerde kimse korku içinde yaşamasın diye, herkes her yerde korku içinde yaşayacak.  
 Bir ‘korona’ krizinden başka bir ‘korona’ krizine geçmek yerine, 2022 yılını, virüse karşı tam kontrol yılı yapma kararlılığını göstermeliyiz. Seçeneklerimiz tüm dünyanın aşılanmasıyla sınırlı tutulamaz. Nitekim şu anda tüm dünyayı aşılamaya yetecek kadar aşı üretiyoruz. Mevcut üretilmiş aşı miktarı 11,1 milyar doz civarında ve haziran ayına kadar bu sayı yaklaşık 19,8 milyar doza ulaşacak. Ancak buradaki en önemli ve kabul edilemez sorun, dağıtılan milyarlarca aşının yalnızca yüzde 0,9'unun düşük gelirli ülkelerde kullanılmasıdır. Aşıların yüzde 70'i yüksek ve orta gelirli ülkelerde dağıtıldı. Yine testlerin sadece yüzde 0,5'i düşük gelirli ülkelerde yapıldı. Bu ülkelerde, bırakın solunum cihazını, ciddi anlamda temel tıbbi ekipman sıkıntısı yaşanıyor.  
Dünya genelinde tahmini 500 milyon yoksul insan, zorunlu sağlık hizmetleri ödemeleri nedeniyle aşırı yoksulluğa itiliyor.  
Düşük gelirli ülkelerde aşılanma oranları ortalama yüzde 4,8, Afrika genelinde bu oran yüzde 9,96 olarak kayda geçmiş durumda.  Bu kasvetli bir tabloyu yansıtıyor, kuzey ülkelerine kıyasla çok daha düşük maliyetlerle güney ülkelerinde aşılama yapabiliriz. Bu utanç kaynağı eşitsizlik sadece tıbbi bir başarısızlık olarak değil, bizim için ahlaki bir düşüşü göstermektedir.  
2022'de bizi bekleyen en büyük küresel zorluk, dünyanın zenginleri ile korunmasız yoksulları arasındaki büyük uçurumu kapatmak için finansman sağlayarak bu utancı ortadan kaldırmamızdadır. Küresel sağlık çabalarını desteklemeli ve gerekli finansmanı sağlamalıyız.  
Küresel ekonominin 1,1 trilyon dolarla desteklendiği 2009 mali kriziyle ilgili deneyimlerimden biliyorum. İngiltere olarak, özellikle sağlık alanında istihdamı arttırmaya yönelmiştik. İngiltere’nin vatandaşlarının istihdamına yönelik bu vizyonu, dünya geneli için örneklik teşkil etmeye adaydır.  Mevcut her sağlık uzmanını istihdam etmeli, aşı ve ilaç çalışmaları ile muteber dağıtım ajanslarını desteklemeliyiz. Coca-Cola'nın haritalarda yer almayan en ücra yerlere ulaşması gibi, Pfizer'in de gerekirse drone’lar aracılığı ile aşıları her yere ulaştırması lazımdır. Böylelikle daha önce hiç aşı olmamış yetişkinlerin aşıya kavuşması sağlanabilir.  
Dünyadaki en zengin ekonomiler, Dünya Sağlık Örgütü’nün (DSÖ) 23.4 milyar dolarlık acil taleplerine yanıt vermelidir.  
Bunun içinde, Kovid-19 salgınına karşı küresel aşı ve tedavi programının (ACT Accelerator) aciliyet içeren 1,5 milyar dolarlık fonu da yer almaktadır. Bu miktar çok yüksek görünebilir, ancak Koronavirüs salgının 2025 yılına kadar dünya ekonomisinde neden olacağı 5,3 trilyon dolarlık zarardan 200 kat daha küçüktür. 23 milyar dolar, kuzeydeki her vatandaş haftada 10 pence (pens) öderse bu meblağ karşılanabilir. Bu tarihteki en önemli yatırımlardan biri olacaktır. Tabi ki yaşam ve ölüm arasında fark yaratmanın, en ucuz bisküvi paketi fiyatından çok daha değerli olduğuna şüphe yok.  

Kovid-19 aşısı ve tedavi yöntemlerine eşit erişim için 23 milyar dolar gerekiyor, buna ek olarak; araştırmaları sürdürmek ve tedavilerin uygulanmasında dahili kapasite oluşturmak için 24 milyar dolara gereksinim var.  
Ayrıca, üç bağımsız kuruluş tarafından önerilen yıllık 10 milyar doları kapsayacak uzun vadeli finansman kaynağına ihtiyaç var. ABD Başkanı Joe Biden'in önümüzdeki aylarda davet edeceği Aşı Konferansı'nda bu meblağların taahhüt edilmesi, gelecekteki salgınları önlemek aşısından son derece önemli olacaktır.  
Öncelikle, uluslararası toplum olarak, tıpkı 1960'larda dünya genelindeki çiçek hastalığını ortadan kaldırmak için yaptığımız gibi, Birleşmiş Milletler, Uluslararası Para Fonu ve Dünya Bankası'nın barışı koruma operasyonlarını finanse ettiği gibi, maliyetlerin ülkeler arasında adil bir şekilde paylaştırıldığı bir formül üzerinde anlaşmamız gerekiyor. Halihazırda, küresel sağlık finansmanı, bağış toplama kampanyalarıyla sağlanmaya çalışılıyor. Bunun yerine daha ciddi girişimlerin yapılması zorunludur. Bulaşıcı hastalıkların kontrolü için öncelikle DSÖ ve küresel sağlık çabaları, adil bir dağılımla ortak bir şekilde finanse edilmelidir. ABD ve Avrupa Birliği, maliyetlerin yaklaşık yüzde 25'ini sağlamalı, geri kalan ülkeler ödeme güçlerine göre katkılar sunmalıdır.  
İkinci olarak, koronavirüs salgının göz önüne serdiği, küresel sağlık sisteminin eksiklerinin bir an önce giderilmesine yönelik girişimler gerekiyor. Dünya Sağlık Örgütü salgınla mücadelesinde düşük kaynaklara sahipken, IMF ve kalkınma bankaları para kaynaklarının büyük çoğunluğuna hükmetmektedir. IMF’nin kaynaklarından 10 milyar doları yeni bir aşılama faaliyeti için ayırması lazımdır. Yine uzun vadede 100 milyar dolarlık bir fonun, küresel sağlık mekanizmasını iyileştirmek ve muhtemel salgınlara hazırlanmak için tahsis edilmesi gerekir.  
Üçüncü olarak, ihtiyaç duyulan finansman kaynaklarının sağlanmasında, kuzey ülkelerinin ortak para rezervlerinin kullanılmasına odaklanmalıyız. Sadece başlangıçta 2 milyar dolar ayırarak, en yoksul ülkelerin sağlık sistemlerine katkı sunmamız mümkün olacaktır.  
Son olarak, BM Küresel Sağlık Girişimi, 2006'dan bu yana küresel sağlıkla ilgili uluslararası havayolu vergilerinden yaklaşık 1,25 milyar dolar toplayabilmişti. Bu dayanışmanın benzerini, uluslararası ticari faaliyetlerin normale dönmesinden fayda sağlayacak olan şirketlerden talep edebiliriz. Bu şirketler, koronavirüs salgınıyla baş etme çabalarına katkı sunmalıdır.  
Umut kırılgan bir bileşendir. Bazı ülkelerde stoklardaki aşılar heba olurken, bazı ülkelerin aşıya umutsuzca ihtiyaç duyması umudu öldürebilir. Zengin ülkeler yoksul ülkelere yönelik kendi resmi taahhütlerini yerine getirmezse, kar etmenin insan hayatından öncelikli olduğu düşünülebilir. Ancak bu yıl umut tekrar canlanabilir.  
Bir zamanlar imkânsız görünen şey bugün mümkün olabilir. Önce bir zengin ülkenin katkıları, ardından iki ülkenin, sonra altı ülkenin, derken herkes bu ölümcül hastalığın yayılmasını durdurmak için birleşecektir. Sadece ölümlerin önüne geçmek için değil, tüm insanların yaşamına eşit değer verdiğimizi göstermek için bu böyle olacaktır.   
Bu dayanışma eylemleriyle, Afrika’daki binlerce yoksul anne, 2020 ve 2021'de sınavı kaybeden dünyanın, 2002’de birleştiğini ve kendilerine yardım ettiğini görecektir. O anneler, bizim de başkalarının acısını hissettiğimizi ve kendimizden daha büyük bir şeylere inandığımızı hissedecektir.