​Katar bin Ladin: Suudi Arabistan’ı havaya uçurma girişimi

​Katar bin Ladin: Suudi Arabistan’ı havaya uçurma girişimi
TT

​Katar bin Ladin: Suudi Arabistan’ı havaya uçurma girişimi

​Katar bin Ladin: Suudi Arabistan’ı havaya uçurma girişimi

Mansur el-Merzuki’nin Alyamamah dergisinde yayınlanan makalesi
 
Katar rejimi ile el-Kaide örgütünün çıkarlarının kesişmesi ve Bin Ladin kasetlerinin el-Cezire kanalının stüdyolarına, kanalın da Tora Bora mağaralarına girmesi tesadüf eseri değildi. Katar, el-Cezire’nin minberlerinde el-Kaide örgütü hutbelerine başkasının görüşüne itibar ettiği için değil şu ortak amaç uğruna yer verdi: Suudi Arabistan’ı havaya uçurma girişimi.
Bin Ladin, dünyayı hayır ve şerrin arasında büyük bir savaş meydanı olarak gördü. Onun için insanlık iki kısma ayrılıyordu: İyi ve bozguncu. Kendisinin Harameyn topraklarında bir devlet kurmaya yönelik projesinin büyük bir stratejik engelle karşı karşıya olduğunu düşünüyordu, bu engel de Suudi Arabistan’dan başkası değildi. Bunun için Riyad, onun gözünde kendisine yakın en büyük düşmandı (Batı ve özellikle Washington ise uzak ve daha küçük düşman). Bu engeli yani en büyük düşman Suudi Arabistan’ı, bir devlet olarak Suudi Arabistan Krallığı’nı bitirerek ortadan kaldırmaya çalışıyordu. Hedefini gerçekleştirme uğrunda şu üç yolu izledi: Suudi Arap halkının devletine olan güvenini sarsmak, Riyad’ı Batı ile olan ittifakından uzaklaştırmak ve örgütü için takipçi çekmek.
Bu üç yaklaşım, 11 Eylül saldırılarının asıl amacıydı. Bu saldırılarla hedeflenen strateji; Riyad ile Batı (Batı ve tümel olarak İslam) arasındaki ilişkilerde büyük bir gedik açmak, Krallık içinde İslam’ı devletin karşısına, yapısındaki dini boyutu sarsabilecek şekilde suçlayıcı bir konumda yerleştirmek, terör örgütü elemanlarının savaşta ilerledikleri düşüncesine dayalı tutumlarını güçlendirmek ve kutuplaşma için uygun bir zemin yaratmak idi. Bin Ladin, İslam’ın zulüm altında olduğunu söylerken, aslında kendi terörü İslam’ı zan altında bırakmayı hedefliyor; söylemleri de bunu doğruluyor ve kendisi sığınak oluyordu. El-Kaide örgütü, 11 Eylül saldırılarını gerçekleştirmek için terör ekibinin çeşitli uyruklardan oluşan büyük bir kısmını uzaklaştırarak onların yerine Suudi uyruğu taşıyanları yerleştirdi. Bu bir tesadüf olmayıp amaç, saldırıya Suudi görüntüsü vererek Batı’nın Riyad’a karşı dönmesini sağlamaktı. Bin Ladin, bu stratejisinde oldukça başarılıydı.
Bin Ladin gibi Doha da Riyad’a kurtulunması gereken büyük bir stratejik engel gözüyle bakıyor ve bu engeli yoldan kaldırmak için bir devlet olarak Suudi Arabistan Krallığı’nı bitirmeye çabalıyor. Perde arkasındaki asıl yönetici olan eski Katar Emiri Şeyh Hamd b. Halife ile onun eski Dışişleri Bakanı Şeyh Hamd b. Casim, Suudi Arabistan’ı üç devlete bölmeye dayalı bir komplo kurmak üzere Muammer el Kaddafi ile bir araya geldiklerinde tam olarak bundan bahsediyorlar (bkz. https://www.youtube.com/watch?v=jfyjx2KQe14). Şeyh Hamd b. Casim, bir televizyon programında bu komployu haklı göstermeye çalışmıştı (bkz. https://www.youtube.com/watch?v=wT3AkHKfTyY).
Katar’ın Riyad’a stratejik bir engel olarak bakmasının bir bağlamı var. Önceki yazılarımda Doha’daki ‘stratejik psikolojik zayıflık’ olarak adlandırdığım ve Katarlı yetkililerin daimî zafiyet hissetmelerine sebep olan şeyden bahsetmiştim. Bu kısmen haklı. Nitekim Katar, coğrafya ve nüfus büyüklüğü sebebiyle askeri saldırılar veya doğal afetler türünden darbelerin üstesinden gelemeyecek bir ülke (bu durumu tarif etmek için kullanılan kavram, ‘stratejik derinlikten yoksunluk’ tabiridir). Bu boşluğu doldurmak için Katar, bölgedeki şu iki kamp arasında sürekli bir denge kurmaya çalışıyor: Bölgesel statükoya uyan kamp ve revizyonist kamp. Revizyonist kampta İran ve İhvan-ı Müslimin gibi iki oyuncu yer alıyor ve bu kamp, bölgesel sistem ile oyuncular arasındaki ilişkilerin çerçevesini çizen kural ve geleneksel sistemi yeniden yapılandırmak için çaba gösteriyor. Çünkü mevcut sistem, onların çıkarları ve dünya görüşü ile uyuşmuyor.
Bu revizyoncu tavrı ve Katar’ın bundaki rolünü İran’ın yayılmacılığından bağımsız olarak anlamak pek mümkün değil.
İran’ın stratejik derinliği kısmen, özellikle Arap ülkelerindeki milisler olmak üzere, devlet dışı oyunculardan oluşan şiddet unsurları ile işbirliği üzerine kuruludur.  Bu ittifakların birinci dayanağı, işbirliğinin temeli olan mezhepçi ideoloji iken ikinci dayanağı devletin meşru şiddeti kullanma üzerindeki tekeli kırmaktır. Devletin şiddet tekelini kırıp şiddet uygulamak için rakip haline gelmedikçe milislerin etkin olmaları mümkün değildir. Milisler, mezhepçilik egemen iklim olmadığı sürece, kutuplaşma ve karşı seferberlik meydana getiremez. Bu, bir yandan devletin zayıflamasına yol açarken diğer yandan mezhepçiliğin yükselmesine sebep oluyor ki bu durum, İran’ın etkin olduğu tüm alanlarında görülen bir özelliktir.
Stratejik bakımdan bu milisler, İran için iki vazifeyi yerine getiriyor: Donmuş bir çatışma ve etkisizleştirici bir unsur. Donmuş çatışma, milislerin çatışmalar ve anlaşmazlıklar için harekete geçirilmesi ve uygun görüldüğünde İran düşmanlarına karşı bir güç olarak seferber edilmesi ile alakalıdır. Etkisizleştirici unsur ise, bir yandan İran’ın yalnızlığının üstesinden gelmeyi diğer yandan da bölgesel gündemleri iteklemeyi hedefler. Örneğin; İran’ın Lübnan’da cumhurbaşkanı seçimine ilişkin herhangi bir siyasi düzenlemeye çomak sokmasıyla bölgesel oyuncular, yalnızlaştırılmış Tahran ile bir anlaşmaya varmaya çalışırlar. Bu ise aslında onun yalnızlığını gideren bir şeydir. İran da buna karşılık onların gündemlerini ileri götürmeye yardımcı olacak bir şeye sahip olmuş olur.
İran’ın milisler oluşturabilmesi için Arap ülkelerine tek tek girmesi gerekir. İşte İran yayılmacılığı budur. İlginç olan şu ki; İran’ın yayılmacılığı da, İslam Devleti Örgütü ve el-Kaide gibi (mezhepçilik ve merkezi hükümetlerin zayıflığından beslenen) başka terör örgütlerinin yaygınlaşmasına katkı sağlayan bir boşluk yaratıyor.
Bunun yanı sıra benim ‘İran revizyonculuğu’ adını verdiğim bir olgu da var. Tahran, sürekli olarak bu milisleri, bölgesel siyasi gerçeklikte doğal bir unsur haline getirmek için normalleştirme gayreti içerisinde. Dolayısıyla bölgesel sistemin revizyonu ve yeniden yapılanması, bu milislerin normalleştirilmesi adına İran için bir zorunluluk halini alıyor. Üstelik İhvan-ı Müslimin’in bölge için ‘Çözüm İslam’dır’ söylemi ile temsil edilen bir revizyon görüşü var. Bu görüş, Arap ülkelerinin devrilerek tek bir oluşum içinde, tüm meselelere bu çözümü yani İslam’ı getirecek tek bir şemsiye altında birleştirilmesi anlamını taşıyor.
Katar, bir yandan İran ve İhvan-ı Müslimin’in başı çektiği revizyoncu oyuncular ile bir işbirliği ağı kurmak için tek kartı olan maddi imkânlarını kullanırken, aynı zamanda bölgesel statükoya uyan kampta etkin bir oyuncu olmak için çabalıyor. Doha’nın hedefi, bölgesel statüko ile revizyoncu yaklaşım arasında kendi stratejik derinlik yoksunluğunu ve zafiyetini aşmasına izin veren bir kontrol ve denge mekanizması üretmektir. 
Bu çerçevede Katar, bir güvenlik şemsiyesi elde etmeye çalıştı. Amerikan ve Türk askerî varlığıyla istediği bu şeye sahip oldu. Petrol pazarında kendisi ile Suudi egemenliği arasına bir mesafe koymak adına gaz alanındaki zenginliğine dayanarak enerji alanında da işbirliklerini çeşitlendirdi. Emirlik, İhvan-ı Müslimin ile bir ortaklık ilişkisi kurdu ve bu ilişki, Suudi Arabistan’daki İhvan uzantıları da dahil olmak üzere bölgenin farklı noktalarına uzandı. Bu esnada Katar, Amerikan ve Türk askerlerinin varlığından ve bu cemaat içerisinde kolaylıkla ikna edebileceği az sayıda kişi bulunmasından ötürü içeride kendisini Cemaatin etkisinden güvende hissetti. 2000 yılından Suriye devriminin patlak verdiği zamana değin Katar; Türkiye, İran ve İran’ın yörüngesinde hareket eden Hizbullah ve Beşşar Esed rejimi ile sıkı dayanışmasını korudu. Katar aynı zamanda İsrail ile de ticari, siyasi, kültürel ve sportif ilişkiler kurmaya devam ediyordu.
Öte yandan Suudi Arabistan, kararlı bir tavırla Katar’ın faaliyetlerini kabullenmeyeceğini belirtti. Böylece Riyad, Katar için en büyük stratejik engel haline geldi. Bu, Katar emirlerinin Suudi Arabistan Krallığını üç devlete bölme planının anlaşılmasına yardımcı olur. Bin Ladin nasıl Suudi Arabistan’ın patlatılması için çaba harcıyorsa, Katar da medya aracılığıyla bunu yapıyor ve (daha önceki bir makalede [bkz. https://bit.ly/2EZJxJ4] ele aldığım yapısal sebeplerden ötürü zaten önyargılı olan) Batı’yı kışkırtmaya ve Suudi kamuoyunu yanlış yönlendirmeye, ona hâkim olmaya ve yenik düşürmeye çalışıyor.
Katar, Suudi Arabistan’a karşı bir medya savaşı başlatıyor. Bu savaşta vermek istediği mesaj ise şu: Suudi Arabistan’ın siyasi tercihleri hatalı; kendisini Batı’ya sattı ve uçurumun eşiğine geldi. Bu mesajı desteklemek, yaymak, kökleştirmek ve özel bir tartışma konusu haline getirmek içinse şu dört araçtan faydalanıyor: Bunlardan ilki, Middle East Eye, AlAraby ve benzerleri gibi Doha tarafından finanse edilen ve denetlenen el-Cezire kanalı ki ben bunu ‘Katar’ın gölge medyası’ olarak isimlendiriyorum. İkincisi görev ve para bakımından Doha’nın cebinde bulunan İhvancı eğilime sahip kişiler. Üçüncüsü, Batı gazetelerinde sipariş üzere çalışan köşe yazarları. Dördüncüsü ise, bölgede ve Batı’da Doha’nın finanse ettiği düşünce merkezleri.
Birinci ve ikinci araç ile Katar’ın kiraladığı kalemler ve İhvan unsurlarından oluşan yapıya ‘Katar’ ve ‘İhvan’ kelimelerinin birleşiminden meydana gelen ‘Katvan’ kelimesiyle işaret edebiliriz. Katvan Partisi, kendisini hizipleşmenin üstünde görüyor ve hakikat ipine sımsıkı sarılmış, ümmetin yükünü yüklenmiş ve yüksek insani değerlere bağlı olduğuna inanıyordu. Katar onları propaganda aracına çevirdi. Katar’ın Arap komşuları ile yaşadığı kriz onlara, hedeflerine ulaşmak için her şeyi yapmaktan çekinmeyen bir partinin parçası olduklarını gösterdi. Üstelik bunun farkına varmalarına rağmen değerleri bildikleri şeyleri bir kenara koyarak itaat etmekten başka ellerinden bir şey gelmeyeceğini gördüler. Menfaatlerinden ayrı düşmek onlar için zordu.
Bir kişi çıkıp da Katar’ın araçlarının bir listesini yapmaya kalkışsa, birden o araçların Katar Hükümeti’nin pusulasına göre harekete geçmesiyle karşılaşabilir. Sanki tek bir posta listesini paylaşıyorlarmış gibi mesaj onlara geliyor ve ufukta Suudi Arabistan’a karşı bir saldırı uçuşuyor. Aynı kişi listenin bazı üyelerinin tarihini araştırsa, bu sefer de onların Suudi Arabistan’a karşı tutumlarının Katar’ın Arap komşuları ile olan anlaşmazlığı öncesi ve sonrasında farklılık gösterdiğini görecektir.
Katar’ın dış siyasetinin bir aracı olarak bu listenin rolü, Suudi Arabistan’a yönelik saldırı ile sınırlı olmayıp, aynı zamanda ‘güvenilirliğin yenilenmesi’ adını verdiğim şey için de geçerlidir. Bu kavram ile Katar Hükümeti’nin bu listedekilere (Katar’ın güvenilirliğini, tutumlarının doğruluğunu, Suudi Arabistan başta olmak üzere rakiplerini çirkin gösterip düşürmesini pekiştirecek) bir makale yayınlamasını işaret ettiği durumu kastediyorum. Listede yer alan üyeler, birbirleri için tanıklık ediyor ve organize bir çaba içerisinde bu grubun güvenilirliğini pekiştiriyor. Sonra Katar Hükümeti, kendilerine işaret ettiği şeylere dayalı tutumunu güçlendirmek için liste üyelerine şahitlik ediyor.
Mesela Katar yanlısı bir Fransız araştırmacı olan ve ‘Marsad Katar’ adlı internet sitesini (www.marsadqatar.qa ) yöneten Nebil en-Nasri, el-Cezire kanalının aktardığına göre şöyle diyor: “Boykotçu ülkeler, Katar’a boyun eğdiremedi. Aksine Doha, bu boykotun etkilerini aştı”. Sonra el-Cezire kanalı tutup Nebil en-Nasr’ı bölge dışından sağlam bir bilimsel görüşü temsil eden yani bağımsız biri olarak sunuyor ve Katar Hükümeti’nin söylemlerinin güvenilirliğini pekiştirmek için onu şahit gösteriyor. Hâlbuki bu araştırmacıya söylediklerini öğreten Katar Hükümeti’nin kendisi. Katar Dışişleri Bakanlığı’ndan aynı düşünceyi ifade eden bir açıklama yayınladığında da bu açıklama, Nebil en-Nasr’ın ‘bağımsız bilimsel görüşü’ ile el-Cezire kanalının ‘tarafsız basın izlemesi’ arasında güvenilirliği yenilemeye dayanıyor.
Katar’ın Arap komşuları ile olan krizinden önce Katvan Partisi, Tahran’a karşı Arap savaşında Riyad’ın liderliğini destekliyordu. Krizden sonra ise aynı Katvancılar, Suudi Arabistan’ı parçalamak için elindeki tüm gücüyle onun üzerine atılan ancak başaramayan yaralı bir vahşi hayvana dönüştü. Önderlerimizin İran’ın yayılmacılığını oka tutmayı hedeflediği her bir savaşta bizi sırtımızdan vuruyorlar ve dişlerinden bizim kanımız akıyor.
Katar, bir devletken hicivci bir şaire dönüştü; Suudi Arabistan’dan başka gündemi yok. Herkes deve ile gitti, onunsa elinde sadece bir kaside var.
Ancak Bin Ladin nasıl başarısız olup hayallerini ve sanrılarını yele verip gittiyse, Katar’ın vehimleri de öylece gidecek. Bin Ladin’in başarısızlığı nasıl tesadüf eseri değilse, Katar’ın ve Katvancıların başarısız akıbetleri hakkında konuşmak da temenni kabilinden olmayıp Riyad’ın medeni derinliğine ve stratejik konumuna dayanmaktadır. Suudi Arabistan Krallığı, Arapların kıblesi olan Ukaz Çarşısı ile Müslümanların kıblesi olan Mekke’yi bağrında taşımaktadır. ‘Muallaka’nın ortaya konduğu, Arap milletinin doğduğu, vahyin inerek İslam ümmetini meydana getirdiği yer orasıdır. Arkasında Kaydar, Kinde ve Dadan krallıklarından Darü’n-Nedve, Hılfu’l-Fudûl (Erdemliler Hareketi), sikaye ve rifadeye; Medine Anayasası, es-Sakife ve fetihlerden Irak’ın Persler’den, Şam’ın Rumlardan alınması ve Mısır, Mağrip ve Endülüs’ün fethedilmesine kadar kadim ve şanlı bir tarihin mirası duruyor. Hâtem et-Tâî’ni torunları aynı zamanda bir zenginlik denizi ve sağlam bir ekonomi üzerinde oturuyor; Amr b. Külsüm’ün torunları, (Körfez, Arap, İslam ve dünya düzleminde) bir ittifak bağı ile korunuyor.
Binlerce Katvancıyı da seferber etse tarihin hareketi, Katar bin Ladin’de durmayacak.



Eski Suriye Devlet Başkanı Yardımcısı Abdulhalim Haddam’ın günlükleri 6: Saddam ile Rafsancani arasında gizli barış mektuplaşmaları

Saddam Hüseyin, 21 Haziran 1997'de İran Sağlık Bakanı'nı kabul etti (Getty- AFP) * İran lideri Ali Hamaney’in geçtiğimiz 21 Mart'ta yayınlanan fotoğrafı (AFP) *Eski İran Cumhurbaşkanı Haşimi Rafsancani (Getty)
Saddam Hüseyin, 21 Haziran 1997'de İran Sağlık Bakanı'nı kabul etti (Getty- AFP) * İran lideri Ali Hamaney’in geçtiğimiz 21 Mart'ta yayınlanan fotoğrafı (AFP) *Eski İran Cumhurbaşkanı Haşimi Rafsancani (Getty)
TT

Eski Suriye Devlet Başkanı Yardımcısı Abdulhalim Haddam’ın günlükleri 6: Saddam ile Rafsancani arasında gizli barış mektuplaşmaları

Saddam Hüseyin, 21 Haziran 1997'de İran Sağlık Bakanı'nı kabul etti (Getty- AFP) * İran lideri Ali Hamaney’in geçtiğimiz 21 Mart'ta yayınlanan fotoğrafı (AFP) *Eski İran Cumhurbaşkanı Haşimi Rafsancani (Getty)
Saddam Hüseyin, 21 Haziran 1997'de İran Sağlık Bakanı'nı kabul etti (Getty- AFP) * İran lideri Ali Hamaney’in geçtiğimiz 21 Mart'ta yayınlanan fotoğrafı (AFP) *Eski İran Cumhurbaşkanı Haşimi Rafsancani (Getty)

Suriye’nin eski Devlet Başkanı Yardımcısı Abdulhalim Haddam’ın Şarku’l Avsat tarafından yayınlanan anılarının altıncı bölümünde Irak'ın 1990 yılında Kuveyt'i işgalinden önce İran rejiminin lideri “Rehber” Ali Hamaney, Cumhurbaşkanı Haşimi Rafsancani, Irak Cumhurbaşkanı Saddam Hüseyin arasındaki mektuplardan bahsediyor.
Bazıları kamuoyunda ilk kez yayınlanacak olan bu gizli mektuplara nasıl ulaştığından bahsetmeyen Haddam, bunlara dair bir değerlendirme sunuyor. Suriye - İran ilişkilerinin anlattığı kitabının taslağında, Saddam’ın Kuveyt’i işgal etme hazırlıkları kapsamında bir adım daha atıp, İran’la gerilimi düşürmeye karar verdiğini ifade ediyor. Böylece bir yandan güçlerini İran-Irak sınırından çekebileceğine öbür yandan Kuveyt’e savaş açması durumunda İran’a ona saldırma fırsatı vermemiş olacağına dikkat çekiyor.
21 Nisan-4 Ağustos 1990 tarihleri arasında İran ve Saddam arasında çok sayıda mektuplaşma yaşandı.
Haddam, “Taraflar arasındaki bu yazışmaları, Kuveyt işgalinin geçici bir olay olmadığının anlaşılması için okuyucuya sunuyorum. Ayrıca hedefin borçlar ve petrol fiyatları konusundaki anlaşmazlıklar olduğu açıklanmıştı, oysa bunun çok daha ötesinde çıkarlar söz konusu” diyor. Şarku’l Avsat bugün Kuveyt’in işgalinden önce tarafların birbirlerine gönderdikleri mektupları yayınlıyor:

Sayın Ali Hamaney ve Sayın Haşimi Rafsancani

Allah’ın selamı üzerinize olsun;
Sizlere daha önce İran -Irak Savaşı (1980-1990) sırasında dolaylı bir şekilde mevcut tek yol olan Irak medyası aracılığıyla hitap etmiştim ve karşılık olarak sizlerin de medyadan yaptığı açıklamaları dinlemiştim. Bu konudaki son girişimimiz hiç şüphe yok ki tam ve kapsamlı bir barış sağlanması yönünde olmuştu. Nitekim 5 Ocak 1990 tarihinde de barış ilan etmiştik. Ancak iki ülke arasında arzu ettiğimiz barış için gerekli yolu henüz açabilmiş değiliz. Savaş trajedileri ve yeniden patlak vermesi olasılıklarını bir kenara bırakalım. Şüphe dolu açıklamalar, zan ve endişelerin hayırlı ve umutlu olan düşüncelere baskın gelmesi anlaşılabilir bir durum. Şimdi her iki tarafın da kendi bakış açılarıyla söylediklerini tekrar etmeye gerek yok. Zira bu tekrar, diyaloğu kapsamı ve yapıcı amaçlarından uzaklaştırıp tartışmalara neden olabilir. Yalnızca Irak ve İran arasında değil tüm Arap ülkeleri ve İran arasında umduğumuz acil ve kapsamlı barışın önüne geçecek anlaşmazlık noktaları ortaya çıkabilir.
Bu kez sizlerle doğrudan iletişime geçiyorum. Müslümanların Rahman’ın rızasını kazanmak için oruç tutuğu bu mübarek ayda aramızda doğrudan bir görüşme gerçekleştirme teklifinde bulunuyorum. Bizim tarafımızdan bu mektubun sahibi Allah’ın kulu Saddam, Yardımcısı İzzet İbrahim ed-Durri ve yardımcılarımızdan bir heyetin sizin tarafınızdan siz Ali Hamaney, Haşimi Rafsancani ve yardımcılarınızdan bir ekibin katıldığı bir zirve önerisinde bulunuyorum. Ayrıca bu görüşmenin Mekke-i Mükkereme’de Beytullah’ta veya uzlaşma sağladığımız başka bir mekânda gerçekleştirmeyi ve Allah’ın yardımıyla halklarımız ve tüm İslam aleminin beklediği barışa ulaşmayı talep ediyorum. Böylece herhangi bir sebepten ötürü yeniden akabilecek kanları korumaya almış oluruz. Irak ve İran arasında fitne çıkmasına neden olan güçlerin savaşı yeniden körükleyip iki ülke arasında barış sağlamasını uzak bir ihtimale dönüştürmesi mevcut olasılıklar dahilinde.
Bazı süper ve büyük güçler ile Siyonistler tarafından Irak ve Arap ulusuna yapılan tehditleri muhakkak takip ediyorsunuzdur. Şüphe yok ki bu tehditlerin asıl amacının bölgede fesat çıkarmak ve sapkın yolunu tıkayan, bunun yanlışlığını gösteren, bölgedeki şeytani arzu ve hırslarını gerçekleştirilmesini engelleyen ve her Müslüman hatta Allah’a, kitaplarına, peygamberlerine ve ahiret gününe iman eden herkes için çok değerli olan Filistin’deki Arap toprakları ve mukaddes Kudüs’teki işgalini sonlandırmak isteyenlere baskı uygulamak için Siyonist oluşumun varlığını sürdürmek olduğunun farkındasınızdır.
Allah’ın yardımıyla oklarının hedefi tutturamamasını ve hayal kırıklığına uğramalarını niyaz ettiğimiz kötü güçler, bir yandan İran ile diğer yandan Irak ve Arap ulusu ile kanlı ve silahlı çatışmaları yeniden tesis etmek için çalışacaktır. Bunu gerçekleştirmek için gerekli imkanlara sahipler. Bu gerçekleştiği takdirde tüm Müslümanlar, imkân ve yeteneklerini Filistin’deki kutsallarını kurtarmaya yönlendirme fırsatını kaybetmekle kalmayıp aynı zamanda sahip olduklarının çoğunu da kaybedeceklerdir.
Irak'ın doğru olduğunu düşündüğü şeyi başarmanın ve İran'ın doğru olarak gördüğü şeye ulaşmanın aramızda gerçekleştirilecek ve barış çabalarına gölge düşürmek isteyenlerin planlarını suya düşürecek doğrudan görüşmeyle mümkün olacağına inanıyoruz. Niyetimiz Allah’ı da halklarımızı da razı edecek içtenlikli bir barış sağlanması yönünde. Derin ve sağlam bir inançla iki ülkenin vazgeçilmez haklarını sağlama niyetindeyiz.
Hayırlı işlerde acele ediniz ilkesine dayanarak sizlere mübarek Ramazan Bayramı’nın ikinci günü veya uzlaştığımız başka bir günde bu görüşmeyi gerçekleştirmeyi teklif ediyorum.
Mekke ziyaretiniz ve ev sahibi ülkenin ilgili tören gereksinimleri ile ilgili olarak, Suudi Arabistan’da kardeşlerimizle karşılıklı saygı ve kardeşlik temelinde Kral Fahd bin Abdulaziz’den gerekli düzenleme ve hazırlıkları yapmasını rica edeceğiz. Şu ana kadar bu mektubun içeriği ile ilgili herhangi bir bilgilendirmede bulunulmadığını belirtmek isteriz.
Toplantının gerekliliklerini hazırlamak ve durumu kolaylaştırmak için Tahran ve Bağdat’ta karşılıklı olarak temsilcilerimiz olması ve gerekli iletişimin sağlanması için iki başkent arasında doğrudan telefon hatları açmanın gerektiğini düşünüyoruz.
Allah’ım teklif ettiğime şahit ol.”
Vesselamu Aleyküm
Saddam Hüseyin
21 Nisan 1990 / 25 Ramazan 1410 - Bağdat

Birkaç gün sonra Saddam Hüseyin, Rafsancani’den mektubuna bir yanıt aldı:
“Sayın Saddam Hüseyin,
Mektubunuz elime ulaştı. Aslında keşke bu mektubun konuları sekiz yıl önce dikkate alınmış olsaydı. Asker göndermek yerine bu mektup gönderilmiş olunsaydı. İran, Irak ve belki de tüm İslam alemi bugün tüm bu kayıp ve kurbanlarla karşı karşıya kalmazdı. Herkes biliyor ki İslam Devrimi, her zaman İslam ülkelerinin yakınlaşması, İslam ve Müslümanların ihtişamı ve büyüklüğünü, gaspçı İsrail rejimine karşı mücadele ve Filistin’in kurtuluşu konularını başından beri ve daima en öncelikli konuları arasına yerleştirmiştir. Keşke Arap dünyasındaki tüm ülkeler, bazılarının yaptığı gibi bu Siyonizm, küstahlığı ve onunla iş birliği yapılmasına karşı olan devrimin tutumunu bilseydi. Şimdi Ortadoğu’daki denge İslam’ın lehine olacak, İsrail ve küstahlığı varlığını bu kadar genişletme fırsatı bulamayacaktı. Elbette ki Arap ulusu ile bir sorunumuz yok. Son 10 yıl içerisinde tarihi bir fırsatın kaçırılmış olması üzücü bir durum. Devrimin başından itibaren bize istemediğimiz yıkıcı bir savaş dayatıldı. Bu savaş, ülkenin batı sınırlarındaki topraklarımızın büyük bir kısmını etkisi altına aldı. İran ve Irak’ın mücadele için kullanılması gereken insani, ekonomik ve asker, enerji ve imkanlar heder oldu. İslam düşmanları ve büyük güçler, onları koruma bahanesinden yararlandılar ve müdahalelerini arttırdılar. Bunun yanı sıra İsrail, bu fırsatı değerlendirip düşmanca genişleme planlarından bazılarını uygulamaya koydu. Bunun sonuçlarından biri, (Mısır ve İsrail arasındaki) Camp David anlaşması ve bazı ülkelerin İsrail ile pazarlık yapmasının normal bir durum haline gelmesi oldu.
Defalarca söyledik savaş patlak vermeseydi, İran ve Irak halkının elindeki imkanlar birlik uğruna ve Müslümanların çıkarlarını korumak için kullanılsaydı Batı küstahlığı ve Siyonizm buna cesaret edemeyecekti.
Her halükârda olan her şeyden bir ders çıkarılmalı, barış ve savaşsızlık halinin devam etmesine ve yeniden savaşın patlak vermesine dikkat edilmelidir. Aksi takdirde İran ve Irak devletleriyle halkları için daha çok acı ve yıkım, İslam ümmeti için daha büyük bir zayıflık söz konusu olacak. Küresel inançsızlığa ayrıcalık kazanma fırsat ve mutluluğu sunulacak. Elbetteki dayatılan savaş tecrübesi, bir askeri saldırının İslami kitlelerin iradesine bağlı bir devrimin temelleri ve direklerini sarsmayacağının anlaşılmasını sağladı.
Burada devrimin lideri ve kurucusu İmam Humeyni’nin kabul kararından sonra bunu ilan ettiğini vurgulamak gerek. Nitekim Humeyni, “Halkımızla dürüstçe konuşuyoruz. 598 sayılı karar çerçevesinde sağlam bir barış düşünüyoruz. Bu hiçbir şekilde bir taktik değil” demişti. Gerçek ve kapsamlı bir barışa ulaşma çabamızda herhangi bir şüphenin galip gelmesine izin vermeyeceğiz. Sayın Hamaney, merhum imamımızın kapsamlı bir barışa ulaşmak için çizdiği yolu sıkı bir şekilde sürdürüyor. Bu temelde özellikle de gaspçı İsrail’in koruyucularının daha fazla ayrıcalık elde etmek, Müslümanları zayıflatmak ve Siyonistleri güçlendirmek için İslam dünyasının parçalanmasından yararlanmaya çalıştığı mevcut durumda iki ülkeyi kapsamlı bir barışa ulaştıracak her türlü girişim ve öneriyi memnuniyetle karşılıyoruz. Ne savaş ne de barışın olmadığı bir durumu arzu etmiyoruz. Fakat kararlı bir şekilde İslam ümmetinin çıkarlarını koruyan gerçek ve kapsamlı barış yollarını tercih ediyoruz.
Müslüman topraklarının bir kısmının işgaline devam edilmesi kapsamlı ve bir barış yolunda hareketimizi yavaşlatacak veya sonuçsuz bırakacaktır. Biliyorsunuz ki savaşı durdurma kararımızın ardından Irak içindeki tüm kuvvetlerimizi gecikmeden sınırlarımıza çektik. Emin olun ki, kendilerini İslam'a ve devrime adayan İran halkı için bu durum karşı tarafın iyi niyetine dair onda ciddi bir şüphe yaratıyor. Barış yolunda yürürken savunma safhasında da halkın güvenine sahip olmaya kararlıyız.
Bir diğer nokta iki ülkenin liderleri arasında temas kurulmadan önce tarafımızdan bir temsilci ve sizin tarafınızdan bir temsilci, nihai karar için gerekli zemin ve hazırlık adımlarının çok geç olmadan elde edilebilmesi için başarılması gereken şeyler hakkında konuşmak üzere her iki tarafla dostane ilişkileri olan ülkelerden birinde bir araya gelmelidir.
Öte yandan prosedürler, ihtilafların çözümü için uygun çerçeve olarak 598 sayılı kararın benimsenmesiyle ilgili herhangi bir kusur olmayacak şekilde olmalıdır.
“Ben sadece gücüm yettiğince düzeltmek istiyorum. Başarım ancak Allah’ın yardımı iledir. Ben sadece O’na tevekkül ettim ve sadece O’na yöneliyorum.” (Hud Suresi 11/88)
Selam hidayet yolunu benimseyenlerin üzerine olsun.
Ali Ekber Haşimi Rafsancani
1 Mayıs 1990 / 6 Şevval 1410

Filistin lideri Yaser Arafat'ın gönderdiği bir delege, Saddam'ın mektubunu Tahran'a ulaştırdı:

Sayın Ali Hamaney ve Sayın Haşimi Rafsancani
Cihat ve devrime selam olsun.
Elçimiz Ebu Halid’in size Cumhurbaşkanı Saddam Hüseyin tarafından gönderilen özel bir mektubu ulaştırması fırsatını değerlendiriyorum. Bu ani ve önemli mektup Irak’tan İran’a hatta Irak yönetiminde İran yönetimindeki kardeşlerine, genelde İslam ümmeti, özelde Arap ulusunun içinden geçtiği tehlikeli koşulların dikte ettiği bir iyi niyet girişimidir.
Sayın Cumhurbaşkanı Saddam Hüseyin’in yaptığı bu girişimin önünde Arap ve İslam alemleri hatta üçüncü dünya ülkelerinin halkları ve özellikle de Filistin halkı sizden olumlu ve yapıcı bir girişim bekliyorlar(…)
Tüm sevgim ve kardeşlik duygularımla Müslümanların arzu ettiği ve başarıya ulaşması için can attığı bu mübarek adımı hızlandırma çağrısında bulunuyorum.
Kardeşiniz Yaser Arafat el-Hüseyni
Filistin Devlet Başkanı
22 Mayıs 1990 / 27 Şevval 1410

Saddam’ın 19 Mayıs tarihli mektubunun metni;

Selamlamadan sonra: El yazısıyla gönderilen cevap mektubunuzu aldım. Okudum ardından yönetimdeki kardeşlerimle de birkaç kez okuduk.  Her ne kadar çatışmanın bir nedeni ya da sonucu olan, iki ülke arasında askıdaki sorunlara kesin ve nihai bir çözüm sunmak için zirve düzeyinde sizinle aramızda bir toplantı yapma teklifimizi kabul ettiğinizi anladık ve bundan memnuniyet duyduk ancak buna rağmen mesajın ruhu umduğumuz gibi değildi. Bunun nedeni ise başlangıçta ve fırsat bulunan her yerde gizli ifadeler/imalar içeriyordu. Sonuç kısmında ise kaba idi.
Sayın Rafsancani, doğrudan size yazmayı düşündüğümüzde aramızdaki ilişkiyi özel durum açısından gözden geçirdik. Yazma yönteminin doğrudan bir yöntem olduğunu fark ettik. Doğrudan bir toplantı ve doğrudan bir diyalog elde etmenin en uygun yolu olduğunu keşfettik. Irak ile İran hatta Arap milleti ile İran arasında arzu edilen barışı sağlamak için daha etkili bir yol olmadığı kanısına vardık.
Aramızdaki barışın, tek taraflı bir inançla sağlanmayacağını bildiğinizi varsayıyoruz. Biliyorsunuz ki bir tarafın sunduğu gözetimin diğer taraftan bir girişim söz konusu olmadıkça faydası olmaz.
İlk mektubumuzu yazmadan önce son 10 yıl boyunca her iki taraf da birbirine güçlü belki de en kaba ifadeleri kullandık. Bu üslubun etkisi ve bu etkinin bir türü olan aramızdaki çatışma ve savaş safhaları barışa ulaştırmadı.
Mektubunuzda yer alan ifade ve terimler arasında ‘dayatılan savaş’ ve ‘anlama yavaşlığı’ yer aldı. Mektubunuzu bu tür yazışmalarda alışıldığı üzere ‘Selamun Aleyküm’ ifadesi ile değil de ‘Selam hidayet yolunu benimseyenlerin üzerine olsun’ ifadesiyle sona erdirdiniz.
İnandığımız ve bizim için büyük anlamları olduğu için başka hiçbir neden olmaksızın barış istediğimiz için mektubumuzda insani değerlerimizi ve niyetimizi ortaya koyan ifade ve kavramlar kullandık. Yalnızca Allah’ı ve insanları razı edecek ifadeler kullandık. Bu, algı ve fikirlerimizde bir değişikliğin başlangıcı anlamına gelmez. Aksine muhatabımıza daha yakın yeni bir kapı açmak istediğimiz ve onurlu, halkımız ve insanlığa hizmet eden bir hedef olarak gördüğümüz barış yaklaşımı lehine onu daha fazla etkileme yeteneğine sahip olduğumuz anlamına gelir. Çünkü bu yöntem, bu amaç için en uygun yol ve yöntemdir. Yeni bir iletişim yöntemi denememiz gerekiyor. Bu ne savaş ne de geçmiş zamana dair bir yöntem olmamalı. Bu nedenle en uygun yöntemin yazışma olduğuna karar verdik.
(…)
Barışa ulaşmak için birlikte çabalarken, hiçbirimizin geleceğin pahasına geçmişle meşgul olmaması tavsiye edilir. Çünkü geçmiş olayları yeniden hatırlayıp durma politikasına bağlı kalmak, bu tutumu sergileyen herkesin halk tarafından suçlanmasına neden olur. Hepimizin yavaş anladığı anlamına gelir. Bu tavrımızla, niyetimiz geçmişten kaçmak değil. Çünkü biliyor ya da tahmin edersiniz ki bizler savaş ve düşmanlığı kimin nasıl başlattığına dair bakış açımızı ayrıntılı belgelerle destekleyerek masaya koyabiliriz. Ayrıca belgelerin halkı ya da daha geniş çapta insanlığı ikna etme konusunda herhangi bir tarafın söyledikleri ya da ön yargılı açıklamalarından daha etkili olacağını da bilirsiniz. Yine biliyorsunuz ki bu konunun üzerine düşüp derinlerine dalmak, 1988 yılının Temmuz ayı öncesine işaret ettiğiniz gibi kronolojik sırada biri ilk olduğu temelindeki araştırmamızın giriş noktası kabul edilirse, savaş dönemi ve sonrasına, ondan önceki veya ona karşılık gelen zamana paralel argümanı kanıtlamak, zaman ve çaba gerektirir. Çatışmanın her iki tarafının da başlangıç için bir zaman belirlediğini ve diğer tarafın dayandığı argüman ve gerçekler dışında argümanlara ayrıca pratik ve yasal gerçeklere dayandığını da bilirsiniz. Buradan, kimin savaşı dayatılmış bir savaş olarak tanımlama hakkına sahip olduğu ve kimin asker göndermek yerine mektup göndermeye eseflenme hakkı olduğu ortaya çıkacaktır. (…)
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin (BMGK) 598 sayılı kararına gelince; bize göre iki ülke arasında üzerinde anlaşılan kapsamlı ve kalıcı bir barış planı olarak 1987 yılının Temmuz ayında kabul ettiğimizden bu yana içerdiği ilke ve hükümlere bağlılık gösterdik, hala da gösteriyoruz.
Bu temelde iki ülkenin de eşit derecede yararlanacağı bir barış arayışı içindeyiz. Çatışmanın her iki tarafının da barışı sağlamaya yönelik ciddi bir istek, anlamlı pratik işaretler dışında görüşme için peşin bir bedel ödemesi gerekmiyor. Barış sağlandığında her ülkenin ordusu kendi ülkesinde olacak. Hiçbirinin de iki ülkedeki herhangi bir karış toprak ya da suda bir uzantısı olmayacak. Özel şartlar ne savaş ne de barış durumunu zorunlu kıldı.
Mektubunuzda Irak topraklarından çekildiğinizi belirttiniz. Bununla, bilinen özel koşullar altında Halepçe'den cümlenin sonuna kadar çekilmenizi kastediyorsunuz.
Bu konuya cevabımız, ordularımızın 1980 yılında silahlı çatışmanın başlangıcında bilinen koşullar altında girdikleri topraklarınızdan çekildiğidir. Çekilme, 20 Haziran 1982 tarihinde gerçekleşti. 10 Haziran 1982 tarihinde de görsel ve işitsel medya aracılığıyla çekilme kararı aldığımızı ve en fazla on gün içinde çekileceğimizi duyurmuştuk. Nitekim bunu da uyguladık. Öte yandan kuvvetleriniz özel savaş koşullarında Halepçe'den çekildi. Bu koşullar ordularımızın çekildiği koşullar değildi.
Bu nedenle Halepçe’den özel koşullar altında gerçekleştirdiğiniz çekilmenin açgözlü olmadığınızın, başkalarının topraklarına el koyma arzunuz bulunmadığının ve iyi niyetinizin kanıtı olarak değerlendiriyorsanız, 1982 yılında topraklarınızdan çekilişimiz ve 1988 yılının Temmuz ayında güney ve orta kesimlerde gerçekleştirilen Tawakalna ala Allah (Allah’a dayandık) Operasyonlarının dördüncüsünden sonra topraklarınızdan çekilmemiz başka delillerle birlikte iyi niyetimiz ve Irak’ın İran’ın bir karış toprağına el koyma isteğinin olmadığının kanıtıdır.
Her halükârda bizim açımızdan barış, herhangi bir tarafın bir diğerinin sabit hakkını gasp etmemesi ve ne bir karış toprak ne de bir yudum suyuna el koymaması anlamına gelir. Bu, en zor ve düşmanca durumlarda bile altını çizdiğimiz ve bağlı kaldığımız bir yöntemdir. Bu nedenle barış görüşmelerinde başarıya ulaşmanın bir yolu olarak sizi buna bağlı kalmaya çağırırken, bizim de Allah’ın izniyle buna bağlı kalacağımız açıktır.
“Cenevre'deki büyükelçimiz tarafından oradaki büyükelçinize iki tarafın temsilcileri arasında yapılacak bir ön görüşme ile ilgili sorulan sorulara verdiğiniz yanıttan, zirve toplantısına hazırlanmak için bu yöntemi tercih ettiğinizi anladık. Bunu kabul ediyoruz. Cenevre'deki büyükelçimiz Barzan et-Tikriti, büyükelçiniz Cyrus Nasseri ile her iki tarafın da görüş alışverişinde bulunması için bize yetki verdi. Böylelikle her bir taraf, zirve düzeyinde toplantı yaparken bizim için tabloyu netleştirmek ve görevimizi kolaylaştırmak için bizi ilgilendiren konularda karşı tarafın görüşünü bilebilecek.
Zirvenin yapılacağı yer konusunda hala teklifinizi bekliyoruz, çünkü cevabınızda önerdiğimiz yer; Mekke-i Mükerreme hakkında net bir görüş bulamadık. Bu, delegelerin tartışacağı konulardan biri olabilir.
Zirveye kimlerin katılacağına gelince, zirve düzeyinde gerçekleştirilecek toplantının iki ülkedeki ana karar alma mercilerini içermesi gerektiğine inanıyoruz. Bu görüşmenin iki ülke arasında bir zirve düzeyinde gerçekleştirilmesi fikrini kabul ediyorsanız, biz Allah’a tevekkül edip bunu düzenlemeye hazırız. Çünkü bizlerin zirveye katılması meseleleri iki taraf için de kabul edilebilir nihai bir çözüme kavuşturma konusundaki ciddiyetimiz açısından bir sınav niteliğindedir. Allah’ın yardımıyla bu başarıldığı takdirde ardından kalıcı ve kapsamlı bir barış söz konusu olacaktır. Önemli karar mercilerinin zirvenin dışında tutulması üzerinde anlaşılanların uygulanması ve buna bağlılık gösterilmesinin düzeyini etkileyecektir (…).
Barış, aslında psikolojik olarak iplerini dokuyanların içinde başlar ki gönüllerde istikrarlı bir hal alabilsin. Bu nedenle barış sağlama sürecine en başından katılanlar, kendilerini ahlaki ve psikolojik olarak onu uygulamaktan ve ona bağlı kalmaktan sorumlu olduklarını görecekler. Karar merkezinin tüm ağırlığının varlığı, kararlaştırıldıktan sonra barış sürecini karmaşıklaştıracak veya geciktirecek her türlü tartışmayı ortadan kaldırır. Bu nedenle Devrimci Komuta Konseyi Başkanı, Cumhurbaşkanı ve Devrimci Komuta Konseyi Başkan Yardımcısı’nın zirve toplantısına katılması önerimizi yineliyoruz. İran tarafından Hamaney ile Rafsancani'nin zirveye katılmasını umuyoruz.
Saddam Hüseyin
19 Mayıs 1990 / 24 Şevval 1410 - Bağdat

Rafsancani’nin bu mektuba cevabı aşağıdaki gibidir:

Selamlamadan sonra: Mektubunuzu aldım (…). Mektubunuzdan da anlaşıldığı üzere hükümetinizin barış konusunda ciddi olma olasılığı göz önüne alındığında, size ikinci cevabımızı gönderiyoruz. Ancak bundan sonra gerekli haller dışında mektup alışverişiyle zaman kaybetmeyeceğimizi ve iki halk ve bölgenin ne savaş ne de barışın olmadığı bir durumdan daha fazla acı çekmemesini umuyoruz. Allah’a niyazım; bu son mektup olur ve barış yolunda ciddi pratik adımlara tanıklık ederiz.
Mektubunuzda cevap mektubumuzun bazı ifadeleri ve içeriğiyle ilgili bir şikayetler var. Barış mektuplarında zararlı veya acı verici konuları gündeme getirmeyi biz de tasvip etmiyoruz. Ancak maalesef, bu binanın temeli yazdığınız ilk mektupta atıldı. Size göre çatışma kalıntılarını ortadan kaldırmak ve dostluk yolunu açmak için gönderilen ilk mektubunuzda ilk iddianız ‘Arap ulusuyla’ mücadele ettiğimiz yönünde. Bu konuda büyük çabalar sarf edildiği ancak ne başarı ne de bir sonuç elde edilebildiğiydi.
Siz ve o günlerde ‘İlerici Hareket’ ve ‘Yüzleşme Cephesi’ hakkında konuşan partiniz, savaş boyunca sizi destekleyenler arasında ‘Arap ulusundan’ olmayan bireyler olduğunu söylemiştiniz. Yazım-yayın ve bazen de bazı belgeleri sunma konusunda kimliklerini ifşa etmek için bir dereceye kadar yeterince çaba gösterildi. İlerici hükümetlerin ve sizinle birlikte ‘yüzleşme cephesinde’ bir siperde bulunanların çoğunun bu mücadelede bizimle olduklarını veya en azından önyargılı olmadıklarını unutmanız pek olası değil.
İlk mektubunuzda, emperyalizmin saldırısına karşı Filistin, Filistinliler ve direniş güçlerinin faaliyetlerini benimseme tutumundan bahsettiniz. Ancak bu mektubu yazanların bu alanda öncü olan İran İslam Cumhuriyeti'nin (Filistin) davasına olan sempatisine kayıtsız kalmaları ve küstah saldırının ilk hedefinin İran devrimi olduğunu bilmemeleri olası değildir. Mektup, güven inşa etmek için yazılmış olsaydı, bu gerçeği göz ardı etmemek daha iyi olurdu.
Üstelik resmi yazışmalarda izlenen görgü kuralları birinci ve ikinci mektuplarınızda dikkate alınmamış. Mektubumuzda işaret ettiklerinize benzer, olumsuz ve acı verici argümanlar içeren ifadelerle karşılaştım. En iyisi bunları aşmak. Şikâyet etmenin yolunu açmamış olsaydınız bunları yazamazdık. Çünkü bir kavga ve mektup savaşı değil, barış arayışı içindeyiz.
Görüşmelerdeki temsilcilerin seviyesine gelince, Sayın Hamaney'in toplantılara katılmayacağını açıklığa kavuşturmakta fayda var. Tabii ki Cumhurbaşkanı ve diğer yetkililer liderin görüşüne aykırı bir şey yapmayacaklar ve Cumhurbaşkanı katılırsa kaçınılmaz olarak tam yetkiye sahip olacak. Mektubunuzda ifade ettiğiniz endişeye gerek yok.
Barış yolunda iyi niyet ve ciddiyeti kanıtlamak için, ikinci mektupta 598 sayılı Kararın kabulünden sonra kuvvetlerimizin geri çekilmesi ile Kudüs operasyonlarından sonraki durum ve Hürremşehr’in geri alınması ve savaşın sonunda taktiksel geri çekilme arasında bir karşılaştırma yapıldı.
Daha fazla açıklamaya gerek olmayan bu araştırmaya girmemiş olmanız arzu edilirdi. Siz kendiniz biliyorsunuz ki Hürremşehr’in fethinden sonra bile askeri güçleriniz, Naft Shahr, Khosravi, Mehran şehirleri güney cephesiyle farklı koşullara sahip onlarca kuvvet dahil olmak üzere İran topraklarında birçok yerde askeri kuvvetleriniz merkezi cephede kaldı. Bölgelerin çoğu savaşın ilk gününden ve şimdiye kadar kuvvetlerinizin işgali altında olduğundan, askeri liderlerinizin bu gerçekleri sizden gizlemesi pek olası değil.
Tepkilere yol açan provokatif durumlardan kaçınmamız gerektiği mektuplarda defalarca vurgulanmasına rağmen bu iddialarla çelişen bazı iddialara atıfta bulunulmuştur. Hakların tanımının kişisel izlenim ve isteklere değil, bilinen yasa ve yönetmeliklere göre olduğunu biliyorsunuz. İki devlet arasında barışı sağlamanın önemli ilkelerinden biri, sözleşmenin yerine getirilmesi ve uluslararası garantilere saygıdır. 598 sayılı kararın kabul edildiğine dair onayınızı olumlu olarak değerlendirdik. Ancak bu kararın açık ve belirsizlik içermediğini ve uygulanmasından sorumlu olan Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri tarafından önerilen yöntemler temelinde uygulanabileceğini belirtmekte fayda var.
Yararsız tutumların tekrarı, Genel Sekreterin gözetimindeki birkaç tur görüşme sırasında pratik açıdan yararlı olmadıklarını gösterdi. Genel Sekreter’in temel görevlerinden biri olan 598 sayılı Karara göre iki ülke arasında kapsamlı ve istikrarlı bir barış tesis etmek için savaşı başlatan kişiyi belirlemede sorun olduğunu kapsamlı ve nihai bir barışa ulaşmak için aşamalı önlemlere ve pratik adımlara giden yolu kapattığını ortaya koydu. Kanıtı olmayan iddialar da öne sürüyoruz ve bu nitelikteki her şey iyi niyetle çelişiyor. Bunların her iki tarafın barışçıl hedefleriyle tutarsız olduğunu düşünüyoruz. Bağdat'ta yapılan zirve toplantısı kararında 598 sayılı karar ile Irak ve İran'ın haklarına yansıyan uygunsuz ifadelerin, iyi niyet, barış ve dostluğa güven kazanma yolunda sorun yaratması üzücüdür.
Büyükelçi Nasseri, temsilciniz (Barzan et-Tikriti) ile görüşmelerde bizim temsilcimizdir. Görevi, kararı uygulamak ve iki ülke arasındaki barışçıl ilişkilerin yeniden başlamasına zemin hazırlamak için temel konular hakkında konuşmaktır. Zaman öldürmeye ve mevcut durumu uzatmaya neden olan resmi ve marjinal meselelerin tartışılmasına katılmaktan kaçınmasını istedik. İki ülkenin Cumhurbaşkanları toplantısının ancak iki tarafın olumlu sonuçlarından emin olması halinde uygun ve geçerli olacağını vurgulamalıyız. Aksi takdirde, mevcut durumdan daha fazla olumsuz etkileri ve kayıpları olabilir.
Zirvenin yapılacağı yere gelince, Suudi Arabistan toprakları şu anda barış görüşmeleri için uygun bir yer değil. Çeşitli yerlerin varlığına dikkat edersek, iki tarafın doğru yeri seçmesi bizim için sorun teşkil etmeyecektir. (…) Genel Sekreterin ön görüşmelerdeki gelişmelerden haberdar olması doğaldır ve gerekli durumlarda barışın geliştirilmesine yönelik görüş ve girişimlerinden faydalanabilir (…).
Mektubumu sona erdirirken, Allahu Teala'dan anlaşmazlığı ortadan kaldırmak ve iki halk için barış yolunu açmak üzere bizi tam başarıya ulaştırmasını diliyorum.
Ali Ekber Haşimi Rafsancani, Tahran

Eski Suriye Dışişleri Bakanı Haddam’ın günlükleri 5: Bush, Avn’ın ‘engel’ olduğunu bildirdiği bir mektup gönderdi… Esed bunu isyanı sonlandırmak için bir ‘yeşil ışık’ olarak nitelendirdi

Eski Suriye Devlet Başkanı Yardımcısı Abdulhalim Haddam’ın günlükleri 4: ‘Güçlerimiz Hizbullah’ın kışlasına saldırdı’

Eski Suriye Devlet Başkanı Yardımcısı Abdulhalim Haddam’ın günlükleri 3: ‘Hariri, Canbolat’ın teklifi üzerine bizimle bir araya geldi. Hafız Esed kendisini sınadı’

Eski Suriye Devlet Başkanı Yardımcısı Abdulhalim Haddam’ın günlükleri 2: ‘Esed fikrini değiştirdi, Lahud’a verdiği süreyi uzattı. Suriye uluslararası iradeyle çarpıştı’

Eski Suriye Devlet Başkanı Yardımcısı Abdulhalim Haddam’ın günlükleri 1: ‘Esed, Irak muhalefetine sahte vaatlerde bulunmayı önerirken Hatemi bir Kürt devletine karşı uyarı yaptı’