Mısır eski Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek: İktidarı devraldığımda Arap ülkeleri ile gayri resmi ilişki sürdürdüm

Mısır’ın eski Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek, Fecr es- Said’e verdiği röportajda, İktidarı devraldığında Arap ülkeleri ile gayri resmi ilişki sürdürdüğünü söyledi.

Mısır’ın eski Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek'in Fecr es- Said verdiği röportaj anından bir kare
Mısır’ın eski Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek'in Fecr es- Said verdiği röportaj anından bir kare
TT

Mısır eski Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek: İktidarı devraldığımda Arap ülkeleri ile gayri resmi ilişki sürdürdüm

Mısır’ın eski Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek'in Fecr es- Said verdiği röportaj anından bir kare
Mısır’ın eski Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek'in Fecr es- Said verdiği röportaj anından bir kare

Mısır eski Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek’i 2011 yılındaki Arap Baharı devrimlerinden önce yakından tanımıyordum. Onunla görüşmek aklımdan bile geçmemişti. Ancak o iktidardan ayrıldıktan ve Mısır sokakları kargaşaya bulaştıktan sonra Mübarek ile görüşmeye çalıştım. Amacım yalnızca ona şu mesajı iletmekti; Kuveyt halkı, Irak savaşında Kuveyt’i kurtarmada oynadığınız önemli siyasi rolden ötürü size minnettar ve iktidarda olmasanız da sizi büyük bir Arap lider olarak görüyor.
Allah’a çok şükür çabalarım meyvesini verdi ve ben Mısır’ın eski cumhurbaşkanına ulaşarak ona bu mesajımı ilettim. Daha sonra savaş süreci ve en önemlisi Mısır, Irak, Ürdün ve Yemen arasındaki Arap İşbirliği Konseyi’nin kuruluşu ile ilgili eski olaylar hakkında sohbet etmek üzere uzun bir görüşme sözü aldım. Bekleyiş uzadı ve o günün üzerinden yıllar geçmesine rağmen bu söz hayata geçirilmedi. Ta ki ben onun doğum gününde görüşme talebinde bulunana dek. Tarihe ismini savaş ve barış kahramanı olarak geçiren büyük bir Arap liderin doğum tarihinin düşüldüğü bir fotoğrafa ulaşmayı umarak… Benimle savaş sürecine dair anıları ve sırları, Yüzyılın Anlaşması ve sonuçlarını, Ekim Savaşı, Sina’nın kurtarılması ve Taba Savaşı’nı ve Ortadoğu’da Rusların ve Amerikalıların bıraktığı etkiyi konuşmak için haber göndermesi sürpriz oldu. Bu fırsatı kaçırmadım ve ona eski sözünü hatırlattım. Bana, ne istersem sorabileceğimi söyledi ve röportaj böylece başladı.
Mısır’ın eski Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek’in Fecr es-Said’e verdiği röportajın tamamı;
-Öncelikle Arap İşbirliği Konseyi’nin kurulduğu koşullar hakkında konuşmak istiyoruz

Yok, önce Arap ülkeleri arasındaki ilişkilerin dönüş koşullarından bahsetmem lazım. Cumhurbaşkanı Enver Sedat’ın Kudüs’ü ziyaret edip İsrail ile barış yolunu adımladığı andan benim iktidarı devraldığım zamana kadar Arap ülkeleri arasındaki ilişkiler kopuktu. Bu noktada şunu söylemek istiyorum ki Sedat, 1977 yılında Halk Meclisi’ndeki konuşmasında, İsrail’e gitmeye hazırlandığını açıkladığında, Yaser Arafat da Halk Meclisi’nde bizimle birlikte bu konuşmayı dinliyordu. Bundan birkaç gün sonra Amerikalılar, Sedat’a İsrail’i ziyaret etme çağrısında bulundu. Bunun üzerinde Sedat, Hafız Esed’i Kudüs’e gitme kararından haberdar etmek üzere Suriye’ye gitti. Ancak Suriyeliler buna karşı çıktı. Sonra onların Sedat’ı alıkoymayı veya Kudüs’e gidemesin diye uçağı bozmayı bile düşündüklerini duyduk. Sedat, Kudüs’e İsmailiye’ye yakın askeri havalimanı Ebu Suveyr’den gitti. Ben onunla yolculuk gününün sabahında görüştüm. Ben ve yazar Musa Sabri, onunla birlikte Knesset’te yapacağı konuşmayı gözden geçirdik. Ardından onunla Ebu Suveyr Havalimanı’na kadar gittim ve onu orada bıraktım. Başkan Sedat, cesur ve vizyon sahibi bir liderdi. Tarih onun ne kadar ileri görüşlü olduğunu ispat etti.
-İktidarı devraldığımda Arap ülkeleri ile gayri resmi ilişki sürdürdüm
Özellikle belirtmek isterim ki ben iktidarı devraldığımda gayri resmî olarak birçok Arap ülkesi ile iletişimi sürdürdüm. Ben iktidara geldikten kısa bir süre sonra Kral Halid’in cenazesine gittiğimde bir ilişki yoktu. Ortada resmi bir ilişki yokken Irak’ı İran’a karşı savaşında destekledik. 1987 yılında Kuveyt’teki İslam Zirvesi’ne geldiğimde Şeyh Zayid beni karşıladı ve bana zirveden sonra BAE’ye döndüğünde beni ziyarete beklediğini söyledi. Onu zor duruma sokmak istemediğimi söyledim ama ısrar edince arada ilişki olmamasına rağmen bir ziyaret gerçekleştirdim. Daha sonra Saddam Hüseyin, ilişkilerin yeniden kurulduğunu ilan etti. İlişkilerin yeniden kurulmasının ilanı sonrası Kral Hüseyin Halk Meclisi’nde bir konuşma yaptı. Böylece Mısır’ın Arap ülkeleri ile olan ilişkisi yeniden kuruldu ve Arap Birliği, Kahire’deki binasına geri döndü. El-Fav savaşı esnasında, onlara İran ile olan savaşlarında destek olmak için operasyon odasında Saddam Hüseyin ve Irak yönetimini ziyaret ettim. Tüm Körfez ülkeleri bu savaşta maddi anlamda Irak’ı destekliyordu. Zira Saddam, kendisinin Arap dünyasının doğu cephesini savunduğunu söylüyordu.
-İslam zirvesinde Esed’le gerilim
Kuveyt’teki İslam Zirvesi’nde Hafız Esed de bulunuyordu. Benim zirvedeki konuşma sıram onlarınkinden önceydi ancak o ikisi benden önce konuşmak için ısrarcı oldular. Benim için bir sorun olmadığını belirttim. Hafız Esed konuşmasını Sedat’a saldırı ile başlattı. Benimle birlikte heyette olan bazıları kalkıp Hafız’ın konuşmasına bir son vermemizi söylediler, ama ben buna yanaşmadım. Benim konuşma sıram geldiğinde Hafız Esed’in Sedat hakkında o şekilde konuşmasının doğru olmadığını söyledim. Sedat, Hakk’ın rahmetine kavuşmuştu. Mısır’ın cumhurbaşkanı ve Arap bir liderdi. Ve biz İslam Zirvesi’nde hem zirveye hem de zirvenin öncüsüne saygımızdan ötürü, kötü bir karşılık vermeyecektik. Benim konuşmamın başında Hafız Esed ve Suriye heyeti kalktı ve dinlemek istemedikleri için ayrıldılar. Ben umursamayarak konuşmamı tamamladım. Herhangi bir Mısır liderine ama özellikle de Başkan Sedat’a yönelik bir saldırı veya kötülemeye izin vermem söz konusu olamaz.  
-İsrail ile olan ilişkisinde Mısır hiç taviz verdi mi? Arap ülkeleri ile ilişkilerin geri kazanılması için de?
Hayır, taviz de ne demek. Benim Mısır için yaklaşımım bu. Geri dönüş yok. Arap ülkeleri bunu iyi anladı. Ben, başta Filistin meselesi olmak üzere Araplara ait davalara hizmet uğruna tarihi rolümüzü oynamaktan vazgeçmeyeceğimizi vurguladım. İşte bu yüzden Arap ülkeleri ile ilişkilerin yeniden kurulmasından sonra, dünya karşısında güçlü bir ses ve konumumuz olsun diye Arap birleşimi için özellikle çabaladım. Mayıs 1990’da Bağdat’ta Arap Zirvesi kararlaştırıldığında var olan ayrılık halinden çıkmak adına tüm Arap ülkelerinin katılması için çalıştım. Hafız Esed dışında tüm liderleri gelmeleri için ikna etmeyi başardım. Onu da ikna etmeye çalıştım ama o Saddam ile arasında olan derin anlaşmazlıkları gerekçe göstererek gelmeyi reddetti. 1989 yılında, ilişkilerin geri dönüşünden sonraki ilk Arap Zirvesi olan Fas’taki konferansta aralarında şiddetli atışmalar yaşandı. O günlerde Saddam ile konuşup ona Hafız Esed’e yönelik tutumunda, aralarındaki ilişkileri kördüğüm haline getirecek kadar katı olduğunu söyledim. Aralarındaki anlaşmazlık derindi…
-Savaşın birkaç ay öncesinde yapılan Bağdat Zirvesi’nde nasıl bir hava vardı?
Bağdat Zirvesi henüz yapılmamış ama Arap ilişkileri yeniden kurulmuşken, Kral Hüseyin bana Mısır, Ürdün ve Irak’ı içine alacak şekilde Körfez İşbirliği Konseyi’ne benzer bir Arap İşbirliği Konseyi kurma düşüncesini iletti. Bu, Saddam ile hakkında konuştuğumuz şeydi. Ona buna engel bir durum olmadığını, detayları düşünmemizi söyledim. Konuşma özellikle ekonomik işbirliği topluluğu üzerineydi. Biraz sonra Kral Hüseyin, Saddam’ın Yemen’i de bu topluluğa katmayı düşündüğünü söyledi. Sayın Kral’a; Irak, Ürdün ve Mısır’a Yemen eklenirse bunun Suudi Arabistan’a karşı bir tavır olarak algılanabileceğini, yanlış yorumlanmaması için Suudi Arabistan’ı bilgilendirmek gerektiğini belirttim.
Daha sonra Kral Hüseyin ve Cumhurbaşkanı Ali Abdullah Salih, bana güç alışverişi için güvence veren askeri bir işbirliği meselesini düşünebileceğimizi söylediler. Şöyle ki ben, Irak ve Ürdün’e güçlerimi gönderecektim, onlar da bana. Bu fikre karşı çıktım. Ekonomik işbirliğine evet, ama askeri olana hayır. Her şeyden önce İsrail ve Ürdün ile bir barış anlaşması yapmıştım. Askeri işbirliği bunu baltalamak olurdu. Hem sonra Arap ülkelerine yönelik herhangi bir düşmanlığa karşı koymak için ortak Arap savunmasına ilişkin de bir anlaşmamız vardı.
-Arap Konseyi’nin oluşturulmasına ne oldu?
İlk toplantı Ürdün’deydi. Hatırladığıma göre sonraki ikisi de önce Irak sonra Yemen’de oldu. Daha sonra İskenderiye’de bir toplantı yapmaya çalıştığımızda askeri işbirliğine dair çabalara şahit oldum. Böyle bir şey olamaz. Ali Abdullah Salih’ten istihbarat teşkilatlarını birleştirme teklifini aldığımda, bunun imkânsız olduğunu ve bu yönde hiçbir şeyi kabul etmediğimi belirttim.
-Saddam bu konular hakkında sizinle konuştu mu?
Hayır. O, konuların bana açılmasını Kral Hüseyin ve Ali Salih’e bırakmıştı. Neticede ben tüm bunlara itiraz ettim ve işbirliği ekonomik çerçevede devam etti. Ancak birtakım şüpheler belirdi.
-Peki ya Bağdat Zirvesi?
Zirvenin havası genel anlamda normaldi. Ama Saddam, Körfez ülkeleri, özellikle de Kuveyt ve BAE hakkındaki söylemlerinde sertti. Sürekli onların savaşta kendilerine yeterince destek olmadıklarını, kendisinin aleyhine olacak şekilde petrolün fiyatını düşürdüklerini tekrarlayıp duruyordu. Üstelik Irak’ın borçlarından feragat etmelerini istiyordu. Ona bu şekilde saldırmasının meşru olmadığını açıkladım ama o, onlar hakkında şikâyetlerini sürdürdü. Tabi kimse işlerin sonraki aşamaya varacağını düşünmemişti. Zirvenin ardından Saddam’a olan bitenden kendisini haberdar etmek için Hafız Esed’e uğrayacağımı söyledim, ama o bunun bir önemi olmadığını söyledi. Ona, birleşmeye ihtiyacımız olduğunu söyleyerek, gideceğimi bildirdim. Gerçekten de Hafız Esed’e gittim. Bana, “İyi ki zirveden önce gelmedin, yoksa benim de gelmem gerekecekti” dedi. 
-Daha sonra ne oldu da işler savaşa doğru vardı?
Saddam üslubunu sertleştirmeye devam etti. Temmuz ayının sonlarında Irak’ın sınıra asker topladığı ve bu güçlerin büyüklüğüne ve konuşlandıkları noktalara bakıldığında savunma güçleri gibi durmadığına dair haberler geldi. Elbette ben Suudi Arabistan, Kuveyt ve BAE başta olmak üzere Körfez ülkeleri ile sürekli iletişim halindeydim. Saddam ile görüşüp olayların durulması için hemen Irak’ı ziyaret etme kararı aldım. Irak’a 24 Temmuz Salı günü gittim. Kral Fahd’ın elçisi olarak Suud Faysal, Saddam ile görüşmemden önce benimle istişare etmek için sabah 06.00’da havalimanına geldi.
Sabah 07.00’da uçağım havalandı. Irak’a gidip Saddam, Tarık Aziz ve daha başka kişilerle yaklaşık 5 saat görüştüm. Kuveyt’ten yana olan şikâyetlerini sürdürdü. Ona sövüp saymadan ve tehditten uzak sakin bir diyalog başlatırsa, hiçbir sorun olmayacağını söyledim. Sonra da Kuveyt sınırında asker bulundurmakla tam olarak neyi hedeflediğini sordum. Bana Kuveyt’e yönelik bir saldırı niyetinde olmadığını söyledi, ancak benden onlara bunu söylemememi istedi. Bu sözleri garipsedim ve iki tarafın heyet üyeleri olmaksızın baş başa oturduğumuzda tekrar niyetini sordum. Bana saldırı hedeflemediğini belirtti. Irak ve Kuveyt arasında bir görüşmenin gerekli olduğundan bahsettim. Ona Kuveyt ve Suudi Arabistan’a gidip 29 Temmuz Pazar günü Suudi Arabistan’da bir görüşme ayarlama önerisini ileteceğimi söyledim. Sonra Kuveyt’e yöneldim.
Uçakta iken Tarık Aziz’in ben ayrıldıktan hemen sonra bir basın toplantısında kendilerinin benimle ikili ilişkileri masaya yatırmak için uzun konuşmalar gerçekleştirdiklerini söylediği haberini aldım. Şüphelerim daha da arttı. İkili ilişkiler de ne demek? Ben sabahın bu erken saatinde ikili ilişkileri tartışmak için mi geldim! Kuveyt’e vardığımda havalimanında Şeyh Cabir ile buluştum. Ona, Saddam’ın bana açıkça herhangi bir askeri operasyon yapmayacağını söylediğini ilettim, ancak önlem almaları gerektiğini, zira Saddam’ın hilekâr olduğunu söyledim. Ardından Kuveyt’in istediği her türlü savunma desteğini vermeye hazır olduğumu belirttim. Ayrıca ortalığın sakinleşmesi için Kuveyt, Irak ve Suudi Arabistan’ı bir araya getiren bir toplantı ayarlamak için Kral Fahd ile istişare etmek üzere Suudi Arabistan’a gideceğimi söyledim. Şeyh Cabir’e Veliaht Şeyh Saad’ı da bu buluşmaya getirmesini teklif ettim.
-Medyada çıkan haberden ötürü mü Şeyh Cabir’e Saddam’ın bir saldırısından çekindiğinizi ilettiniz? Saddam’ın askeri bir operasyon gerçekleştirmeyeceği konusunda ona güvence vermemiş miydiniz?
Ben Şeyh Cabir’e Saddam’ın verdiği sözü ilettim. Ama aynı zamanda onun hilekârlığı konusunda da uyardım. O bana verdiği güvenceyi Kuveyt’e iletmememi söylemişti. Şüphelerim vardı ve bunun için Şeyh Cabir’e tedbirli olmasını ve benim de savunmaya ilişkin herhangi bir destek veya ihtiyacı sunmaya hazır olduğunu belirttim.
-Suudi Arabistan’a etki edebildiniz mi?
Evet. Kral Fahd ve Emir Abdullah ile görüştüm. 29 Temmuz Pazar günü Suudi Arabistan’da Iraklıları ve Kuveytlileri içerecek bir görüşme çağrısı yapmanın önemi konusunda onlarla görüş birliğine vardık. Emir Abdullah, 29 Temmuz Pazar günü Cidde’de bir toplantı davetinde bulundu. Ancak Irak heyeti, 31 Temmuz Salı günü gelmeye karar verdi. Emir Abdullah, toplantılardan önce onlarla akşam yemeğinde bir araya geldi. Kuveyt heyetinin başındaki isim Şeyh Saad, Irak heyetinin başındaki isim de İzzet İbrahim idi. İki heyet salı akşamı ve çarşamba günü öğlen bir araya geldi. Irak heyetinin belirli şeyleri söylemek üzere hazırlanıp geldiği ve anlaşmayı çözmek için müzakere yürütme yetkisine sahip olmadığı anlaşıldı. İki heyet yola çıktı ve Iraklılar, umre yaparak, Irak’a perşembe sabahı döndüler. Çok geçmeden Iraklı güçler Kuveyt’e girdi…
-Savaştan ne zaman haberiniz oldu?
Ben Burc el-Arab’daki ofisimdeydim. 2 Ağustos Perşembe sabahı beni uyandırdılar ve Iraklı güçlerin Kuveyt’e girdiğini haber verdiler. Şok olmuştum. Saddam’ın böyle bir işe kalkışacağını düşünmezdim. Bir Arap ülkesi, egemenlik sahibi başka bir ülkeye saldırıyor ve onu işgal ederek topraklarına katıyordu. Akla sığar bir yanı yok. Bazıları olsa olsa petrol kuyularının bulunduğu noktalarda çatışma çıkar diye düşünüyordu. Ama Kuveyt’e saldırı ve işgal ile toprakların Irak’a ilhak edilmesi akıl alır gibi değil.
-İşgalden sonra Saddam Hüseyin ile iletişime geçtiniz mi?
O gün Şeyh Zayid beni ziyaretteydi. Onunla olan biten hakkında istişarede bulundum. Mısır Cumhurbaşkanlığı uçağıyla Abu Dabi’ye döndü. Zira Saddam Hüseyin’in Şeyh Zayid’in uçağını vurmaya çalışacağına dair bir endişe vardı. Olanlardan sonra Saddam’ın bir şeyler yapabileceğine dair duygular hâkim oldu. Öğleden sonra Kral Hüseyin ile bir araya geldik. Ona, “Sayın Kral, Saddam’ın bu yaptığı da nedir? Sürekli Arap dünyasının doğu kapısını savunduğunu söylerken, Arap ülkelerine saldırıp işgal ediyor” dedim. Kral’a Saddam geri adım atmazsa, bu olanlara karşı kesin bir tavır almam gerekeceğini söyledim. Kral, benden Saddam ile görüşebilecek hiç kimseye bu konuda bir açıklama yapmamamı istedi. Ona, Saddam’ın itibarını korumak için her türlü şeyi yapmaya hazır olduğumu, ancak bunun, onun Kuveyt’ten geri çekilmesine bağlı olduğunu; küçük bir zirve yapıp meseleyi tartışabileceğimizi, ama böyle bir şeyin olması için hemen geri çekileceğine dair bir söz vermesi gerektiğini ilettim.
Kral, ertesi gün onunla görüşmeye gitti. Buluşmadan sonra Kral bana Saddam’ın geri çekilmeyeceğini söyledi ve benden bir çözüm fırsatı sunmak adına bundan kimseye bahsetmememi talep etti. Tabi ki ben böyle bir durum karşısında sessiz kalamazdım. Mısır’ın açık ve net bir tutum alması gerekirdi. Olanlara dair bir kınama mesajı yayınlanarak, Irak’ın geri çekilmeye teşvik edilmesine ve Irak ve Arap dünyası için istenmeyecek sonuçlar konusunda uyarılmasına dair bir açıklama yapılması için talimat verdim.
Kuveyt; Suudi Arabistan ve BAE ile Mısır’ın kendilerini savunmak için asker göndermeye hazır olması için istişarede bulunuyordu, zira görünüşe bakılırsa Saddam, bu konuyu Kuveyt’in işgali ile kapatmayabilirdi. İşgal gününün akşamında Mısır’daki Irak Büyükelçisi’ni çağırttım ve ondan Saddam Hüseyin’e durumun ciddiyetini iletmesini, benim bu durumdan çıkma ve Saddam güçlerini Kuveyt’ten çekmeye söz verirse, küçük bir zirve gerçekleştirme hazırlığında olduğumu söylemesini istedim. Büyükelçi Irak’a döndü ama Saddam’dan herhangi bir yanıt alamadım.
-İşgalden sonra çağrısı yapılan Arap Zirvesi hangi koşullarda yapıldı?
Ben durumun kötüleştiğini ve dünyanın sustuğunu gördüğümde, 8 Ağustos günü, durumun ciddiyeti konusunda uyararak, acil bir Arap zirvesi yapılması çağrısında bulundum. Ertesi gün zirve gerçekleşti. Bu zirve, her yoldan başarısız kılınmak için çeşitli çabalara ve aşağılamalara sahne oldu. Suudi Arabistan, Kuveyt’in himaye edilip kurtarılması için yabancı güçleri davet edebileceği bir kararın çıkmasını istiyordu. Arap güçleri, sorun çıkarmadı, zira ortak Arap savunmasına ilişkin bir anlaşmamız vardı. Ben daha sonra meclisin onayını alarak, Mısır güçlerini Suudi Arabistan ve BAE’ye gönderdim. Irak heyeti, Kuveyt’i Irak’a kattıkları için Kuveyt heyetinin katılmamasını talep etti. Böyle bir şey olabilir mi?! Konferans salonunda Kuveytli heyet ile aralarında bir laf dalaşı oldu. Ben Kuveyt heyetiyle aralarında bir sürtüşme yaşanmasını önlemek için Iraklı heyete ayrı bir konut ayarladım. Zaten durum yeterince karışıktı…
Irak heyeti Kuveyt’in konferansta konuşmasını istemedi
Taha Yasin Ramazan başkanlığındaki Irak heyeti ile görüştüğümde, bana Kuveyt heyetinin konferansta konuşmasını istemediğini söyledi. Ona Kuveyt’in egemenlik sahibi bir Arap ülkesi olduğunu söyledim. Biz bu zirveyi bunun için mi yaptık? İşgali onaylayalım diye mi? Tabi bu soruları onlara sormadım. Oturuma başladığımızda kimileri kararın doğrudan ortaya konmasını istedi, kimileri ise üzerinde tartışmak. Yaser Arafat, Saddam ile görüşmeye gitmek için ben, Şeyh Zayid ve daha başkalarından oluşan bir heyet oluşturulmasını önerdi. Ona, “Sen gitmeyecek misin?” dedim. Kaddafi, oturumun yürütülmesine itiraz ederek, oylama yapılmasını istedi. Ben önce herkesin konuşması, daha sonra kararın oylamaya sunulması konusunda ısrarcı oldum. 
“Iraklı heyetin bana sövdüğünü işittim ama duymazdan geldim”
Birliğin genel sekreteri bir Tunuslu olan Şazeli el-Kleybi idi. Oturum kızışınca, onun karara yönelik oyları toplamakta kafasının karıştığını gördüm. Dizginleri elime aldım ve oylamaya başladım. Çoğunluk oyuyla karar kabul edildi ve oturum kapandı. Ben salondan çıkarken, Iraklı heyetin bana sövdüğünü işittim ama duymazdan geldim. Onlar, zirvenin başarısız olması için ortalığı karıştırmak derdindeydi. Kaddafi, kızgındı ve itiraz ediyordu. Salonda Kaddafi’ye döndüm, zira o öfkeli bir komutandı. Onu zapt ettim ve dedim ki; “Ey Muammer, oy çokluğu elde edildi.” Aynı gün içerisinde onu ve Hafız Esed’i İskenderiye’de bir araya getirdim ve durumu kontrol altına aldım. Zirveyi başarısız kılma çabaları böylece boşa gitti. Başarısızlık, durumu olduğu gibi kabullenip, Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerini Saddam’ın tehdidi altında bırakmak demekti. Bu kabul edilebilir bir şey olmazdı.
-Bundan sonra Mısırlı askerler Suudi Arabistan’a gitti mi?
Halk Meclisi’nin onayını aldıktan sonra askerleri Kuveyt’i Kurtarma Koalisyonu güçleri kapsamında Suudi Arabistan’a gönderdim. Şeyh Zayid, benden oradaki petrol kuyularını korumak üzere asker isteyince de Yıldırım Tugayı’nı gönderdim. Suudi Arabistan’daki askerlerin görevi, Kuveyt’i kurtarmaktı; Irak’a girmek değil.
Mübarek ABD başkanını neden tehdit etti?
ABD Başkanı, savaşın bitiminden önce benimle görüşerek, Saddam Hüseyin’i ele geçirmek için Koalisyon güçlerinin Irak’a girmesi hakkında benden görüş istedi. Ona verdiğim cevapta Mısırlı tek bir askerimin Irak’a girmeyeceğini söyledim ve kendilerine böyle bir işe kalkışmaları halinde Arap desteğini kaybedeceklerini bildirdim. Bunun üzerine bu görüşünü geri çekti ve savaş, Kuveyt’in kurtarılması ile sona erdi.
İşgal döneminde Saddam’ın Kuveyt’ten geri çekileceğine dair bir umudunuz var mıydı?
Saddam’ın geri çekilmeme konusundaki ısrarından sonra en ufak bir umut hızla sönüyordu. Onu defalarca uyardım. Uluslararası oyun sahasına dönük okumalarının hatalı olduğunu belirttim, geri çekilmezse, kendisine yönelik bir askerî harekâtın kaçınılmaz olduğunu söyledim. Ama ne fayda…  İletişim Bakanı’nın açıklaması üzerinden bana verdiği yanıt benim basit düşündüğüm ve durumu anlamadığım oldu.
-15 Ocak akşamı televizyon binasına gittiniz ve canlı yayında bir konuşma yaparak Saddam’a son bir uyarıda bulundunuz. Kurtarma savaşının tam olarak ne zaman başlayacağını biliyor muydunuz?
Hayır, o konuşmayı yaptığım esnada belirli bir bilgiye sahip değildim. Ama tüm işaretler, savaşın kapıda olduğunu gösteriyordu. Güvenlik Konseyi, geri çekilme için son tarih olarak 15 Ocak’ı belirlemişti. Cenevre’de Tarık Aziz ve James Baker arasındaki son görüşmeler de herhangi bir çözüm yolu bulunamadan sona erdi. Saddam, bu toplantıda olup da sadece geri çekilme hazırlığında olduğunu bile söyleseydi, Amerikalıların saldırıyı başlatması zor olurdu. Çatışmanın kaçınılmaz olduğu çok açıktı.
-Amerikalılar savaşın ne zaman başlayacağını size bildirdi mi?
Harekât sahasında askerlerimiz olduğu için askeri ve siyasi bir irtibatımız vardı tabi. ABD Başkanı Bush, 16 Ocak sabahı telefonla bana Amerikan halkına Kuveyt’i kurtarma operasyonunun başlangıcını duyuracağını iletti. Bundan birkaç saat sonra da hava harekâtının başladığını duyurdu.
-Sizce savaş esnasındaki kritik anlar nedir?
Ben savaşın ne demek olduğunu iyi biliyorum. Cumhurbaşkanı olduğumda, askeri güçlerimizi sınır dışında savaşmak için gönderme kararı aldım. Elbette bu görevi iyi bir şekilde yerine getirebileceklerinden, kendilerini savunup güçleri korumak için yeterli imkânlara sahip olduklarından daima emin olmam lazım. Hava harekâtı yaklaşık 40 gün sürdü. Saddam, Scud füzeleri atmak suretiyle İsrail’i bu savaşa sürüklemeye çalıştı. Hatırlıyorum, bir sabah İsrail’e ilk Scud füzesinin atıldığı haberini aldım. Herkes İsrail’in buna karşılık vererek, Irak’a saldırmasını bekledi. Hemen ABD Başkanı ile iletişime geçerek, İsrail’i bu füzelere karşılık vermekten men etmesi gerektiğini, zira böyle bir adımın işleri daha da karıştırıp, Kuveyt’i kurtarmada ortak Arap güçlerine sorun teşkil edeceğini söyledim.
Savaşın en kritik noktası
Başkan Bush, beni gayet iyi anladı ve İsrail’i karşılık vermeme konusunda ikna ederek, Skud füzeleri ile başa çıkmak için onları Patriot füzeleri ile destekledi. İşte, savaşın oldukça kritik noktası buydu. Bir diğeri de daha önce de belirttiğim üzere Amerikalıların Irak’a girme düşüncesiydi. Ben bu konuda uyarımı yaptım, ABD Başkanı da kabul etti. Son olarak kara harekâtının başlamasıyla Mısır güçlerinin devamlı olarak takip edilerek, güvenliklerinden ve görevi tamamlayabildiklerinden emin olmak kaldı.
Bilindiği üzere Mısırlı güçler, Kuveyt sınırının karşısındaydı. Irak sınırı karşısında konuşlanmalarını kabul etmedim. Bizim görevimiz açıktı: Kuveyt’i kurtarma operasyonuna katkı sağlamak. Irak’a girmek veya ona saldırmak gibi bir niyetimiz hiç olmadı.
-Bu savaşın bugüne kadar bölgesel duruma olan etkisi hakkında ne düşünüyorsunuz?
Hiç şüphem yok ki Kuveyt’in işgali ve bunun artçı gelişmeleri, bugüne değin bölgedeki durumların gerilemesi yönünde gölgesini düşürdü. Arap dünyası, tıpkı daha önceki gibi ayrıştı. Dış müdahaleler ve arzular, emellerine ulaşmak için bunu fırsat bildi. Irak ve İran arasındaki terazi, bölgede İran lehine ağırlaştı. El Kaide gibi örgütler, 11 Eylül saldırısında doruk noktasına varan terör eylemlerini Körfez’deki Amerikan varlığına direnmek iddiasıyla gerçekleştirdi. Daha sonra 2003 yılında Irak işgal edildi ve bu, bölgedeki sıkıntıları artırdı. Nihayetinde Hamas, Gazze’de iktidarı ele geçirdi ve bugüne dek kapanmayan derin bir Filistin yarası açıldı. 2011 olaylarının etkisi tüm Arap bölgesine sıçradı ve bölge, modern tarihinde hiç tanık olmadığı terör eylemlerine ve parçalanmalara sahne oldu. Maalesef ki bu sorun ve sıkıntıların birçoğunun kaynağı bizim Arap ellerimizdir.
-Bu Filistin ayrışmasının gölgesinde Filistin meselesini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Filistin meselesini ben zayi edilmiş fırsatlar olarak adlandırıyorum. Başkan Enver Sedat, işe koyulup bu meseleye bir çözüm bulmak uğruna sunulan tüm fırsatları işletmede, Arapların ne tür haklara sahip olduğunu müzakere etmek için Arapları ve Filistinlileri Mena House Konferansı’na davet ettiği o günlerden beri… Mevcut Filistin ayrışması, 2007’de müzakere edilecek bir Filistinli ortak olmadığını söyleyerek, bu durumu haklı gösteren İsrail ve dünya sayesinde, Hamas’ın Gazze’deki iktidarı ele geçirmesiyle başladı. Tabi bu, Gazze’deki Filistin halkının karşılaştığı sıkıntılara ek oldu.
İsrail, bir Filistin devletinin kurulmasının yolunu kapatmak için hep Gazze ve Şerit arasında bir ayrılık çıkarmaya çalıştı. Oslo Anlaşması ve sonrasında 1993 ve 1994 yıllarındaki Kahire Anlaşması ile sonuçlanan görüşmeler başladığında ortaya atılan ilk görüş, sadece Gazze’nin güvence altına alınmasıydı. Biz anlaşmanın en azından Batı Şeria’yı kapsamına alması konusunda ısrarcı olmaları için Filistinlileri teşvik ettik ki böylece İsrail, Gazze’yi Şeria’dan ayırma düşüncesine odaklanamasın. Bu noktada Gazze-Eriha Anlaşması yapıldı. Ben Arafat’a bizzat eşlik ettim ve 1994 yılındaki Kahire Anlaşması’ndan sonra onu Gazze’ye soktum. Oslo Anlaşması’nın sonucunda, Filistin meselesinin tarihinde ilk defa olarak ulusal iktidarda Tahrir Örgütü (FKÖ) liderleri varlık gösteriyordu ve yetkilileri işgal edilmiş Filistin topraklarında faaliyet yürütüyorlardı. Tüm dünya daha sonra onu bir terör örgütü olarak tanıdı. Çok iyi hatırlıyorum, biz her ileriye adım atmak istediğimizde, İsrail’de Arafat’a muhalif olan bazı Filistinli gruplar tarafından desteklenen bir intihar bombacısı eylemi yaşanıyordu. Amaç, ilerlemeyi baltalamak ve kamuoyu baskısı altında İsrail’i Filistin topraklarından çekilme işlemini durdurmaya zorlamaktı.
Bu doğrultuda önce Rabin suikasta uğrayınca, ardından Peres ve sonra da Netanyahu iktidara geldi. Rabin’in liderliğinde süreç, umut ve iyimserlik aşılıyordu. Nitekim Araplar ve İsrailliler, Fas, Kahire ve Ürdün’de Davos Ekonomik Forumu’nda buluşmaya başladılar. Hatta Peres, Başbakan olduğunda Fas ve Amman’ı ziyaret etti. Demem o ki bir sıçrama, bir umut ve işbirliği başlangıcı vardı. Neden? Çünkü nihai bir çözüm için siyasi bir yol, bir barış süreci, müzakere ve gelecek vardı.
Netenyahu karşılıksız bir barış istedi
Gelgelelim 1996 yılında Netanyahu geldi ve ‘barış karşılığında toprak yok’ dedi. İstediği, bedava bir barıştı. Rabin ile yapılan anlaşmaları uygulamaktan vazgeçti. Clinton, 1996-97 yıllarında Washington’da Mısır, Kral Hüseyin ve Netanyahu’nun yer alacağı bir toplantı çağrısı yaptı. Ben bu toplantıya katılmayı reddettim ve Başkan Clinton’a mazeretimi bildirerek, Netanyahu, müzakere sürecine geri dönme sözü verip de üzerinde anlaşmaya varılan Filistin bölgelerinden çekilmeyi tamamlamadığı sürece bunun bir faydası olmayacağını belirttim. Bu toplantının ardından Clinton, benimle konuşarak, benim yokluğumu Netanyahu’ya karşı baskı unsuru olarak kullandığını söyledi. Daha sonra İsrail’de başbakanlık koltuğuna Barak oturdu.
Mübarek: Kudüs’ü gözden çıkarabilecek bir Arap lideri yok
Clinton, nihai bir çözüme varmak için hareketsizliği bitirmeye çalışarak, Camp David’de onunla Arafat arasında bir görüşme ayarladı. Clinton, Camp David’de iken benimle iletişime geçerek, bana, Arafat’ın önemli bir konuda bir karar almak için benimle istişare etmek istediğini iletti. Bunun üzerine Arafat, Camp David’de benimle konuşarak, Kudüs’ten vazgeçmesi için kendisine baskı yaptıklarını söyledi. Dedim, “Mümkün değil; Kudüs’ü gözden çıkarmayı kabul etmen imkânsız.” Sonrasında Amerikalılar, benim Arafat’a baskı yaptığımı ve görüşmelerin bu yüzden başarısız olduğunu söylediler. Ben daha sonra Clinton’a Camp David’deki görüşmelerin detayları hakkında bir bilgiye sahip olmadığımızı, zira heyetlerin hiç kimseyle iletişime geçmediğini ve Amerikalıların medya karartması yaptıklarını söyledim. Ardından Kudüs’ü gözden çıkarabilecek bir Arap lideri olmadığını açıkça ifade ettim. İsrailliler ve Filistinliler, Taba’da bizimle bir araya gelerek Kudüs konusundaki görüşmeleri tamamladılar. İsrail heyeti, görüşmelere gelerek, bana yol haritalarından bahsetti. Buna göre Kudüs’te bazı noktaların İsraillilere, bazılarının ise Filistinlilere verilmesi konusunda müzakere yürütülüyor, ancak sorun kutsal mekânlarda düğümleniyordu. Harem bölgesinde toprağın altında ve üstünde egemenlik hakkında görüşmeler başladı. Demek istiyorum ki tüm sıkıntı ve zorluklara rağmen bir çözüme varmak için bir gelecek ve müzakere umudu vardı.
Suriyeliler bizi bilgilendirmedi ama Rabin, bize her şeyi anlattı
İsrailli ve Suriyeliler arasındaki meselede de Rabin’i onlarla müzakere yürütmesi konusunda teşvik ettim. Gerçekten de Amerika’da müzakere masasında bir araya geldiler. Suriyeliler, müzakerenin detayları hakkında bizi bilgilendirme konusunda çekimser davrandılar. Ama Rabin, bize her şeyi anlattı. Ertesi gün Kahire’de sabah 07.00’de bana, “Suriyelilerle her konuda anlaştık; topraklarını geri alacaklar. Ama bizim elçilik açmamızı ve ilişki kurmamızı kabul etmediler. Halbuki bu, Knesset’in onayını alabileceğim tek noktaydı” dedi. Bundan sonra Rabin suikasta uğradı ve onun yerine Netanyahu gelerek, Suriye ve Suriyelilerin yolunu kapadı. Rabin’in emanetini yerine getirmemiz gerekir, dediler ama tabi fırsat elden gitti ve sahne kapandı.
-Peki şu an çözüm için bir umut var mı?
Şimon Peres, 1996 yılında Kahire’ye gelerek, bana bölge ülkeleri arasında geniş bir işbirliği kurmak istediklerini söyleyince ona, “Bunun için bir engel yok, ama siyasi bir yol izlemeniz gerekir” karşılığını verdim. Ancak o söylemek istediklerini daha net bir şekilde ifade ederek, “Biz İsrail’in de dahil olduğu tüm bölge ülkelerini içine alacak kapsamlı bir oluşum için faaliyet yürütmek istiyoruz” dedi. Ona hemen, “Tam olarak ne istiyorsunuz? Arap Birliği’ni korkutmak mı? Bunu unut. Arap Birliği, Arap evine sahiptir” dedim. Bununla birlikte 2002 yılında merhum Suudi Kralı Abdullah, daha sonra Arap girişimi haline gelen cesur girişiminde bulundu ve bu girişim 2002 yılında Beyrut Zirvesi’nde onaylandı. Bu girişim, Arap ülkelerinin bir Filistin devletinin kurulmasını ve İsrail’in işgal topraklarından geri çekilmesini güvence altına alacak adil ve kapsamlı bir barış gerçekleştirmek şartıyla, İsrail ile normal ilişkileri ve işbirliğini memnuniyetle karşılaşacağını dile getiriyordu. Nitekim 2002 yılından bu yana Arap ülkeleri adil bir çözümle eş zamanlı olarak bunun gerçekleşmesini diliyor. Bu girişime ve bileşenlerine dayanma noktasında mevcut Arap tutumu ortada. Adil ve sürekli bir çözüm, bu çekişmenin sona ermesi için temel güvence. Güç dengesini bozmak için bölgeye dayatılan herhangi bir çözüm kalıcı olmayacak ve her an patlamaya hazır bir bomba gibi duran geçici bir çözüm olacak.
-Yüzyılın Anlaşması’nı mı kastediyorsunuz?
ABD’nin masaya sürmesi beklenen barış planından mı bahsediyorsunuz?
-Evet. Şu anda hakkında çok konuşuluyor.
Gazetelerin sözleri ve sızıntı haberler, belli belirsiz. Bununla birlikte tatmin edici olmayan bazı noktalar var.
-Ne gibi?
ABD Büyükelçiliği’nin Kudüs’e taşınması, İsrail’in Golan Tepeleri’ni ilhak ettiğini duyurması ve ABD’nin bunu tanıması, işgal edilmiş topraklardaki yerleşimlerde süregelen yayılma… Hem sonra ben Netanyahu’yu iyi tanırım. Aynı şekilde o da beni ve ne kadar net olduğumu gayet iyi bilir. O iki devletli çözüm istemiyor, ‘barış karşılığında toprak’ ilkesine inanmıyor. O, Gazze’yi Şeria’dan ayırmak istiyor. 2010 yılının sonlarında beni ziyaret ettiğinde bu konu hakkında benimle konuşmuştu. Bana, eğer mümkünse Gazze’deki Filistinlilerin Sina’daki sınır şeridinin bir kısmına yerleşmelerini söyledi. Ona, “Bunu unut. Bu konuyu bana bir daha açma. Bir sonrakinde savaş çıkar” dedim. Bana, “Hayır, tamam” dedi ve konuşma sona erdi. Bugün bu topraklardaki her şey iki devletli çözümü baltalıyorsa, öyleyse alternatif ne? Siyasi gelecek ne? Projeler, yatırımlar ve işbirliği çok güzel tamam da, siyasi süreç hani? Tüm Arapların, resmi bir şekilde açıklandığında ABD’nin önerisine karşı harekete geçip cevap vermeye hazır olmaları gerekir.
-Yani siz iyimser değil misiniz?
Ben özünde iyimser bir insanımdır. Ama bu konudaki genel görünüm pek iyimserlik vaat etmiyor. Ancak Arap dünyasının bu konuda öne sürülebilecek veya duyurulabilecek her şeyle başa çıkmaya hazır olması lazım.
-Şu anda İran’ın İsrail için değil de Araplar ve Körfez için bir tehdit oluşturduğu söyleniyor
Ben İran’ın bölgeyi karıştırmak için çabaladığına ve bunun Arap ulusal güvenliğini tehdit ettiğine katılıyorum. Tam olarak 2011’den sonra bölgemize dair arzuları olan tüm güçler, bu çıkarlarına erişmek için bu tarihi koşulu değerlendirmek istediler. Mısır, İran’a karşı savaşında, Irak’ın arkasında durdu. Mısır, herhangi bir İran tehdidine karşı Körfez’deki kardeşlerinin yanındaydı. İran’ın bölgedeki arzularına karşı koymak için Suudi Kralı Abdullah ile birlikte ortak bir vizyonumuz ve bir açılım, yani onlarla anlaşma teşebbüsümüz vardı. Ben Cumhurbaşkanı Hatemi döneminde, İran ile ilişkileri iyileştirme çabası ile onunla Cenevre’de bir araya geldim. Ama onlar sabit fikirli oldukları için ilişkileri iyileştirmeye dönük her fırsatı baltaladılar. Ocak 2011’deki Mısır olayları esnasında İran Devrim Rehberi bir cuma günü çıkıp, alışılmadık bir şekilde Arapça hutbe verdi. Hutbesinde, Mısır’da bir İslam devrimi yapılmasını teşvik ediyordu. İran’ın hırsları ve çabaları aşikâr ve Körfez’e yönelik tehditleri karşısında susmak mümkün değil. İsrail’in de özellikle mevcut hükümet döneminde hedefleri açık. İki meselenin birbirine karıştırılmadan ele alınması gerekir. Kanaatimce Filistin meselesi, mevcut bölgesel ve küresel koşullardan ötürü gizli görünebilir. Ancak söylediğim gibi güç dengesini bozmak üzere adil olmayan çözümler dayatma teşebbüsü, kalıcı bir barış ve işbirliği sonuç vermez ve durum, herhangi bir zamanda patlak verebilir.
67 savaşında neler yaşandı
-Mısır, birkaç gün önce Sina’nın kurtuluş gününü kutladı. Hüsnü Mübarek için ne anlam ifade ediyor?
Benim tüm hayatım askeri ve siyasi anlamda ülkeye hizmet yolunda geçti. Benim ordudaki neslim, İsrail’e karşı tüm çağdaş savaşlara katıldı. Başta 1967’de olmak üzere, yenilginin acısını tattık. Ben o gün eğitim uçuşundaydım. 15 Mayıs 1967’den beri tam hazırlık hali vardı. Yemen savaşındaki son bombardıman uçuşundan dönen tek kişi bendim. Bölüğün komutanı, General Muhammed Eyyub adlı bir pilottu. 2 Haziran’da Kahire’nin batısındaki bir havalimanına geldi. Bazı subaylar şikâyetlerini dile getirince, 20 gün tatil ilan etti. Bize, “Yeter, bu sadece bir gösteriydi. İkaz durumunuzu düşürün” dedi. Ona, “Nasıl olur? İsrail önlem almamızı gerektiriyor. Hayır, ben talimatları Hava Kuvvetleri Komutanı’ndan alırım” dedim. 20 gün uçuşsuz geçti ve hazırlık için eğitim uçuşlarına başladık. 5 Haziran sabahı saat 09.15’te eğitim uçuşunu başlattık. Biz 3 ‘Tu’ ağır bombardıman uçağıydık. Ben havalandıktan birkaç dakika sonra kule bana havalimanının saldırıya uğradığını, çöktüğünü ve oraya bir daha iniş yapamayacağımı bildirdi. Daha sonra harekât komutanlığının Fahd planını uygulama talimatını iletti. Bu plan, düşmana yönelik bir saldırı planıydı. Onlara, “Siz planı uygulayın, benim iniş yapıp pilotları operasyona hazırlamam lazım” dedim.
Bir kargaşa vardı. İsrail, 08.45’te saldırıya başlamış, ancak kimse bizi bilgilendirmemişti. Daha sonra merkezi operasyon biriminden nereye iniş yapacağım konusunda beni yönlendirmelerini istedim. Vadi el-Cedid Havalimanı kısa bir geçitti. Ancak yanıt alamadım. Onlara, “Hızım çok yüksek. Güneye yaklaştım, ancak yakıtım yeterli değil” dedim. Kararımı aldım ve el-Uksur’a indim. Zira Asvan’da yüksek barajı koruma füzeleri vardı ve bizi vurabilirdi. El-Uksur’a iniş yaptık ve bir saat sonra İsrail uçakları oradaki ordumuzun uçaklarını vurdu. Kahire’ye trenle döndük. Moral, sıfırdı. Yenilgiyi hazmetmek çok zordu. Ama Allah’a şükürler olsun silahlı güçler, 6 sene sonra hazırlandı ve yenilgiyi yaşayan aynı nesil, zaferi de tattı. 6 Ekim’de güçlerimizin komutanlığı makamında olmaktan şeref duyuyordum.
1967 yılında el-Uksur’da iken gözlerimin önünde vurdukları, ‘Tu’ ağır bombardıman uçakları, Ekim Savaşı’nda saldırıyı başlattıklarımın aynısıydı. 6 Ekim günü saat 1.30 gibi ‘Tu’ uçağı, her biri 3 ton ağırlığında, iki füze yüklü olarak Beni Süveyf Havalimanı’ndan havalandı. Saat 1.55 gibi hedeften 70 kilometre uzağa, İsmailiye yakınlarındaki Ebu Suveyr Havalimanı semalarına ulaştı. Hedef, İsrail’in radar istasyonları ve İsrail ile Sina arasında bağlantıyı sağlayan iletişim merkezleri idi. İsrail’in Sina’daki güçleri ile iletişimi tam anlamıyla felce uğradı. Eğitimliydik ve güneydeki Asyut’u hedefleyerek, benzer saldırıyı denedik. Saat tam 2’de 220 uçak Süveyş Kanalı’ndan geçti ve savaş başladı.
Ordudaki herhangi bir subay veya asker için gurur kaynağı olan bu askeri zaferden sonra kader, benim son karışına kadar topraklarımızın geri alınması için ülkenin en üst düzey sorumluluğunu üstlenmemi istedi. İsrailliler, son çekiliş tarihi olan 25 Nisan 1982’den önce sorun çıkarmaya çalışarak, Taba sorununu ortaya koydular. Geri çekilmeyi durdurmak istiyorlardı. Bana karşı her şeyi denediler ve fırsatı kaçırdılar. Geri çekilmenin 25 Nisan’da tamamlanmasını, ondan sonra bizim yasal bir mücadele olan Taba savaşını sonlandıracağımızı söyledim. Nitekim bu savaş Taba’yı bize geri veren kararla sona ermişti. Bu karardan önce benden taviz ve yardım istediklerini söylemeye çalıştılar. Ancak ben, “Toprak, topraktır. Ülkemin toprağının herhangi bir karışını gözden çıkaramam” karşılığını verdim. Söylemeliyim ki benim hayatımın en değerli günü, 19 Mart 1989’da Taba’da bayrağın dalgalandırıldığı gündür. Bu ordudaki tüm neslin savaşıydı. Çünkü onurumuzu ve toprağımızın son karışını geri alıyorduk. Kader, bu bayrağı hepsinin ve onurunu ve topraklarını geri almak için birçok kurban veren tüm Mısır halkının yerine benim kaldırmamı nasip etti.
-Ekim Savaşı’nın tarihi ne zaman belirlendi? Eşref Mervan hakkında kaleme alınan bir kitap üzerine İsrail’de söylenenler doğru mu? Savaşın zamanını onlara o mu haber verdi?
Bu kitabı okudum. Ben ancak tanık olduğum olaylar hakkında yorum yapabilirim. Ben Nisan 1975’te Silahlı Kuvvetler bünyesindeydim. Sedat, beni vekil olarak seçtiğini bildirmek için Kanatir’de benimle görüştüğünde, aramızda uzun bir konuşma geçti. Bana Temmuz 1952 tarihini anlattı. Sonra da Ekim Savaşı hakkında konuştuk. Bu noktada Sedat, Eşref Mervan’ı İsrailliler ile görüşmek üzere Londra’ya göndereceğini, ellerinde çarpıtılmış bilgiler olduğunu söyledi. Öyleyse Sedat, Eşref Mervan’ın Londra’da onlarla gerçekleştirdiği tüm görüşmelerden haberdardı. O, bizzat Sedat tarafından görevlendirilmişti. Tarih mezunuydu. Onu Başkan Sedat’tan şahsen dinledim.
Ancak savaşın tarihi ile alakalı bu kitapta yer alan bilgiler mantıklı değil. Bir örnek vereyim. Savaşın tarihinin 1973 yıllarının başında olduğunu, Sedat’ın ordu komutanlarını ile Kasım 1972’de bir toplantı yaptığını, Savaş Bakanı ile anlaşmazlığa düştüğünü ve bunun da savaşın 1973 başlarında olacağı şeklinde onlara ulaşan bir bilgi ve işaret olduğunu söylüyorlar. Ben o toplantıda bulunuyordum. Söz konusu anlaşmazlık da silah imkânlarının sınırlı olduğu bir durumda, kapsamlı bir savaş başlatmaya ilişkindi. Sedat, Rusların istenen silahların tümünü vermeyeceklerini düşünüyordu. Savaş Bakanı ise yeterli bir silahlanma ile bir savaş başlatabilmek için beklememiz gerektiği fikrindeydi.
Sedat, dönemin Savaş Bakanı Muhammed Sadık’ı görevden alarak yerine Korgeneral Ahmed İsmail’i getirdi. Böyle birkaç komutan değişikliği daha yaptı. Ancak o zaman savaş planı ya da hazırlıkları henüz başlamamıştı. Yani bu toplantının sonucunu, savaşın başlangıcının yakın olduğuna bir işaret olarak almak ya da söylemek söz konusu olamaz. Çünkü biz ne savaş planı yapmıştık ne de eğitim.
Savaşın tarihi İskenderiye’de Suriyelilerle toplantıda belirlendi
Savaş için sürekli eğitim ve hazırlık vardı ancak savaş için belirli bir planın yapılıp hazırlığın başlaması Mart 1973’te oldu. Tarih ise 6 Ağustos 1973’te İskenderiye’de biz ve Suriyeliler arasındaki bir toplantıda belirlendi. Suriye Savaş Bakanı Tılas’ın beraberinde sınırlı sayıda asker vardı. Bu bilgiye ise sadece Savaş Bakanı Ahmed İsmail, Genelkurmay Başkanı, Harekât Başkanı, Hava Savunma Komutanı, Hava Kuvvetleri Komutanı ve Deniz Kuvvetleri Komutanı sahipti. Sedat, benden bu toplantıdan sonra doğruca onun yanına gitmemi istedi. İskenderiye’de el-Mamure’ye gittim. Bana hava kuvvetlerinin hazır olup olmadığını sordu. Ben de eğitimin devam ettiğini, Eylül’de haber vereceğimi söyledim. Hava kuvvetleri tam anlamıyla hazır olduğu sürece savaştan korkmayacağını, 1956 ve 1967’de Hava Kuvvetleri vurulduğunda savaşı kaybettiğimizi ve daha uzun bir süreye ihtiyacı varsa Hava Kuvvetleri hazır olana kadar savaşı erteleyeceğini söyledi. Eylül sonlarında el-Kanatir yardım tesisinde ikinci kez yanına giderek, “Efendim, hava kuvvetlerinin eğitim durumu oldukça iyi ve savaşa hazırlığı tam” dedim. 6 Ekim sabahı Genelkurmay Başkanı da dahil olmak üzere Hava Kuvvetleri komutanları bile savaşın tarihini bilmiyordu. Herkes hazır bir şekilde kararı bekliyordu. Saldırı anından önce tüm birimlere kapalı zarflar içinde görevlerini bildirdim.
Saat 1.55 gibi Sina’daki iletişim merkezine ilk darbe gerçekleştirildiğinde, merkez operasyon odasındaki işaret subayı benimle konuşarak, “Sina’daki iletişim koptu. Siz mi bir şey yaptınız?” diye sordu. Öğrendiğimde kendisine bildireceğimi söyledim. Hava Kuvvetleri Operasyon Komitesi Başkanı bana, “Biz operasyon odasındayız. Sina’da iletişim merkezini vuran 'Tu' uçağının hareketlerinden haberdarız. Efendi, burada gerçekten savaşıyoruz, değil mi?” dedi. Ben de ona, “Ah elbette, biz de burada eğlenmiyoruz” dedim. Ondan birkaç dakika sonra 220 uçak Süveyş Kanalı’ndan geçiş yaptı ve savaş başladı. Yani demem o ki savaşın zamanını bilen birkaç üst düzey komutan haricindekilerin görüşleri kehanetten ibaretti. Sedat ve Silahlı Kuvvetler olarak biz, hile ve çarpıtma operasyonu yaptık ve bu düşmanı şaşırttı. Zaferi getiren sebeplerden biri de budur.
-Bugün Ortadoğu ve Arap bölgesini ilgilendiren konularda sizce Rusların ve Amerikalıların rolü nedir?
Başkan Putin’i iyi tanırım. Cumhurbaşkanı iken de Başbakan iken de birçok kez görüştük. O, Rusya’nın Ortadoğu ve dünyadaki rolünü geri kazanmaya çabalıyor. Bu rolü bölgesel ve küresel tüm konularda etkin bir şekilde geri almayı başardı da. ABD Başkanı’nı şahsen tanımıyorum. Mevcut ABD yönetimi ne Amerika içinde ne de uluslararası düzlemde geleneksel bir yönetim. Amerikan halkı bu yüzden onu seçti. Ancak umarım yönetimi, Ortadoğu’nun özel durumunun ve Arap-İsrail barış süreci başta olmak üzere bölgenin sorunlarının tarihi mirasının bilincindedir. ABD’nin bu çerçevedeki girişimleri, ancak bu şekilde başarılı olacaktır. Bununla birlikte ben, ABD Büyükelçiliği’nin Kudüs’e taşınmasının, İsrail’in Suriye’nin Golan Tepeleri’ni ilhak etmesinin ve işgal edilmiş topraklarda devam eden yerleşim yayılmacılığının bölgedeki barış fırsatlarını büyük oranda baltaladığını düşünüyorum. Mevcut ABD yönetimi, görevi devralmadan önce ve Obama yönetiminin son zamanlarında Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nden (BMGK) işgal edilmiş topraklardaki yerleşimleri kınayan bir kararın çıkmasını engellemek için çalıştı ve son iki senedir bu yayılmanın devam etmesi karşısında hiçbir şey yapmadı. ABD Dışişleri Bakanı yakın zamanda önceki ABD yönetiminin, bu meselenin çözüme kavuşturulması için gösterdiği çabaların herhangi bir başarı gerçekleştiremediğini, dolayısıyla kendilerinin yeni ve farklı bir yol izlemeleri gerektiğini açıkladı. Ancak Başkan Sedat’ın vekili olduğumdan itibaren, tecrübelerim ve tanıklıklarım yolun önemli olmadığını söylüyor. Önemli olan biçimi ne olursa olsun bu yolun başlangıç noktası olan temeldir. Bu ABD yönetiminin ortaya attığı planlanmış yeni yol, çekişmenin temelini oluşturan özlü meseleleri ele almayacaksa bölgede adil ve kalıcı bir barışa varma başarısı göstermek biraz zor olur.
-Kuveyt halkına vermek istediğiniz bir mesaj var mı?
Kuveyt ve halkı, benim nazarımda özel bir değere sahiptir. Kuveyt halkından birçoğu ile bugünlere uzanan kardeşlik ilişkilerim mevcut. Emir Şeyh Sabah el-Ahmed ile iletişim halindeyim. Kuveyt’in işgali ve kurtarılması bağlamında birlikte çok çalıştık. Kendisi o zaman dışişleri bakanıydı. Kuveyt, bugün, Arap dünyası ve Körfez bölgesinde etkin ve dengeleyici bir role sahip. Kuveyt halkı ve emiri için Allah’tan iyilik dilerim.



Avusturya Dışişleri Bakanı Schallenberg, Şarku’l Avsat’a konuştu: ‘Suudi Arabistan bizim stratejik ortağımızdır ve bölgenin güvenliğini sağlamak için birlikte çalışıyoruz’

Avusturya Dışişleri Bakanı Alexander Schallenberg (Şarku’l Avsat)
Avusturya Dışişleri Bakanı Alexander Schallenberg (Şarku’l Avsat)
TT

Avusturya Dışişleri Bakanı Schallenberg, Şarku’l Avsat’a konuştu: ‘Suudi Arabistan bizim stratejik ortağımızdır ve bölgenin güvenliğini sağlamak için birlikte çalışıyoruz’

Avusturya Dışişleri Bakanı Alexander Schallenberg (Şarku’l Avsat)
Avusturya Dışişleri Bakanı Alexander Schallenberg (Şarku’l Avsat)

Avusturya Dışişleri Bakanı Alexander Schallenberg, Gazze’deki insani durumun ‘felaket’ olduğunu söyleyerek, Riyad ile Viyana arasındaki ilişkiler stratejisini ve Ortadoğu bölgesindeki mevcut gerilimleri kontrol altına almak için birlikte çalışma stratejisine dikkati çekti. Tel Aviv’in Filistinlilere uyguladığı çifte standartların haksız olduğunu belirten Schallenberg, Batı Şeria’daki yerleşimlerin uluslararası hukuka aykırı olduğunu vurguladı.

Schallenberg, Şarku’l Avsat’a yaptığı açıklamada, “İsrailli yerleşimciler tarafından gerçekleştirilen şiddet eylemleri kabul edilemez ve failleri hesap vermeli. Aşırılık yanlısı İsrailli yerleşimcilere yönelik yaptırımları güçlü bir şekilde destekliyorum” diyerek, aynı zamanda 7 Ekim’de yaşanan olayın sonuçlarından da Hamas’ı sorumlu tuttu.

Ülkesinin UNRWA’ya sağladığı fonun askıya alınmasıyla ilgili olarak Schallenberg, yöneltilen suçlamalara ilişkin bağımsız ve kapsamlı bir soruşturma yürütülmesinin gerekli olduğunu söyledi. Hükümetinin fonları geri çekmediğini, bunun yerine ajansa fon sağlamayı geçici olarak durdurduğunu belirterek, Avusturya’nın 7 Ekim’den bu yana Gazze ve bölgedeki sivil halka 13 milyon euroluk ek insani yardım sağladığını açıkladı.

İkili ilişkiler düzeyinde ise Schallenberg, “Suudi Arabistan, Avusturya için önemli bir ortaktır. Ekonomik açıdan iddialı Suudi 2030 Vizyonu, Avusturya kurumları ve şirketlerine, özellikle yenilenebilir enerjiye, ilgi çekici fırsatlar sunmaktadır. Avusturya’yı 2023 yılında 200 bine yakın Suudi turist ziyaret etti. Viyana Üniversitesi’ndeki köklü arkeolojik misyonumuzun, Tebük bölgesindeki köy sahasındaki çalışmalarına yeniden başlandı” dedi.

Öte yandan Schallenberg, Husilerin Kızıldeniz’deki gemilere yönelik saldırılarını pervasız ve rastgele olarak nitelendirirken, bunların uluslararası hukuku ihlal ettiğini, bölgesel güvenliğe zarar verdiğini ve küresel ticaretin yüzde 15’ini tehdit ettiğini belirtti. Ayrıca ticari gemilerin Ümit Burnu’na yönlendirilmesinin, gıda, ilaç ve enerji fiyatlarında küresel olarak artışa yol açtığını vurguladı.

ABD eski Başkanı Donald Trump’ın NATO’nun Avrupa Birliği (AB) ülkelerine yaptığı yardımın, maddi tazminata bağlanması yönündeki açıklamalarına ilişkin olarak ise Schallenberg, Rusya’nın Ukrayna’ya yönelik saldırılarını frenlemek için Washington’un güçlü ortaklara ihtiyacı olduğunu vurguladı.

Alexander Schallenberg ayrıca, “Şu anda Rusya ve Ukrayna arasında yapıcı bir diyalogdan çok uzaktayız. Ağustos 2023’te Ulusal Güvenlik Koordinatörü düzeyinde Cidde toplantısını düzenleyen Suudi Arabistan gibi kilit aktörler de dahil olmak üzere tüm aktörlerin görüşmeye dahil edilmesinin önemli olduğunu düşünüyorum. Ukrayna’yı insani alanda destekledik, ancak askeri tarafsızlığımız nedeniyle asla askeri teçhizat açısından destek vermedik” açıklamasında bulundu.

İşte Avusturya Dışişleri Bakanı Alexander Schallenberg’in Şarku’l Avsat’a verdiği röportajın tamamı;

-İsrail’in Gazze, Refah ve Han Yunus’a yönelik saldırıları konusunda Avusturya’nın tutumu nedir?

*Gazze’deki her geçen gün daha da kötüleşen felaket niteliğindeki insani durumdan derin endişe duyuyorum. Orada tanık olduğumuz muazzam insani acılar kimseyi bu konuya donuk bırakamaz. Filistinli sivil nüfusa yardım etmek ve onları korumak için elimizden gelen her şeyi yapmamız zorunludur. Bu, İsrail için de geçerli. İsrail’in, Hamas’ın barbar terörüne karşı uluslararası hukuk ve uluslararası insancıl hukuk uyarınca kendisini savunma hakkını kabul ederken, sivillerin korunmasının da güçlendirilmesi gerektiğini vurguluyoruz. İsrail, daha fazlasını yapmalı ve ordu, askeri ve sivil hedefler arasında net bir ayrım yapmalıdır. Filistinlilerin Gazze Şeridi’nden sürülmesi çağrısının çözüm olmadığı açıktır. Acilen ihtiyacımız olan şey, güney üzerinden Gazze’ye daha fazla yardım (yiyecek, su ve tıbbi bakım) ulaştırmak için insani bir ateşkestir.

dsfvdf
Avusturya Dışişleri Bakanı, Riyad’da Suudi mevkidaşı ile bir araya geldi (Arşiv- Şarku’l Avsat)

Planlanan kara saldırısına gelince, İsrail açısından Refah’ta Hamas’a ve sivillerin arkasına saklanan teröristlere karşı önlem alınması gerektiğini anlıyorum. Dünyanın hiçbir ülkesi 7 Ekim’de yaşananları kabul etmeyecektir. Ancak sivil halkı Gazze’nin güneyine kaçmak zorunda bırakıp, ardından güneyin saldırı bölgesi ilan edilmesi benim anlayabileceğim bir mantık değil. İsrail hükümeti, güney Gazze’deki sivil nüfusu nasıl korumayı planladığı konusunda inandırıcı bir planı masaya koymalı. Bölge ziyaretimde bu planın savunuculuğunu yapacağım.

Aynı zamanda sivil halkın acılarına çifte standart uygulamanın gereksiz olduğunu düşünüyorum. İnsanların çektiği acıların hiyerarşisi yoktur. Yaklaşık beş aydır Gazze’de hala 130’dan fazla rehinenin tutulduğunu unutmamalıyız; aralarında Avusturyalı iki çocuk babası da var. Hamas bir terör örgütüdür ve amacı İsrail’de ve Gazze’de yıkım, korku, acı ve sefalet yaymaktır. Masum Filistinlilerle, erkeklerle, kadınlarla ve çocuklarla yaptıkları ticaret de dahil olmak üzere onların ticareti ölümdür.

-Bazı gözlemciler, Avusturya’nın UNRWA’ya yaptığı yardımın durdurulmasına ilişkin gerekçelerin ikna edici olmadığına inanıyor. Ajansı finanse etmeye ne zaman devam edeceksiniz?

*Hamas’ın 7 Ekim’de başlattığı saldırıda UNRWA çalışanlarının parmağı olduğuna ilişkin iddialar son derece kaygı verici. Başta Birleşmiş Milletler (BM) Genel Sekreteri olmak üzere UNRWA ve Birleşmiş Milletler adına tam şeffaflık çağrısında bulunuyoruz. Bu bizim için çok üzücü, çünkü biz Avusturya vatandaşlarının BM ile özel bir ilişkisi var. BM’nin genel merkezlerinden birine Viyana’da ev sahipliği yapıyoruz. Ancak bu suçlamalarla ilgili bağımsız ve kapsamlı bir soruşturma yapılması gerekiyor. Tüm iddialar incelenene ve ortaya çıkan sonuçlar netlik kazanana kadar Avusturya, uluslararası ortaklarla koordineli olarak UNRWA’ya yapılan tüm ek ödemeleri askıya aldı. Bir kez daha açıklığa kavuşturmak gerekirse, parayı geri çekmedik, bunun yerine ödemeyi şimdilik durdurduk ve soruşturmanın sonuçlarını bekliyoruz. Ne olursa olsun Avusturya, diğer uluslararası yardım kuruluşları, Dünya Gıda Programı ve Uluslararası Kızılhaç ve Kızılay Dernekleri Federasyonu aracılığıyla Gazze’deki sivil nüfusu desteklemeye devam ediyor. Avusturya, insanların çektiği acıları hafifletmek amacıyla 7 Ekim’den bu yana Gazze ve bölgedeki sivil halka 13 milyon euroluk ek insani yardım sağladı.

-İsrailli yerleşimcilerin Filistin’de uyguladığı şiddeti nasıl değerlendirirsiniz?

* Batı Şeria’daki yerleşimler uluslararası hukuka aykırı. İsrailli yerleşimcilerin uyguladığı şiddet eylemleri kabul edilemez ve failleri hesap vermeli. Aslında aşırıcı İsrailli yerleşimcilere yönelik yaptırımları güçlü bir şekilde destekliyorum ve bunu başından beri de söyledim.

-İsrail’in bölgede yarattığı gerilim, savaşın kapsamını ne kadar genişletebilir?

*Savaşı kimin çıkardığını unutmamak gerekiyor. Hamas’ın 7 Ekim’de başlattığı saldırı, Ortadoğu’daki mevcut gerilimlerden bağımsız olarak suçu yalnızca İsrail’e atmıyor, meseleleri aşırı basite indirgemek anlamına geliyor. Gerçekten de diğer bölgesel aktörler, Hamas saldırısını kendi siyasi gündemlerini sürdürmek için bir fırsat olarak kullandılar. Husilerin ticari gemilere yönelik saldırıları bu pervasız davranışın bir örneğidir. Bölge, gerilimin daha da artmasına tahammül edemez. Geçtiğimiz haftalarda iki kez görüştüğüm Suudi Dışişleri Bakanı Prens Bin Farhan da dahil olmak üzere Arap ortaklarla yaptığım ikili görüşmelerde, bu kısır döngüye son verme yönündeki ortak hedefimizin net olmasını büyük takdirle karşılıyorum.

swevfedv
Avusturya Dışişleri Bakanı, Riyad’da Suudi mevkidaşı ile bir araya geldi (Arşiv- Şarku’l Avsat)

-Kızıldeniz’de seyrüseferi güvence altına almak için ABD liderliğindeki koalisyon hakkında ne düşünüyorsunuz?

*Husilerin Kızıldeniz’deki sivil kargo gemilerine yönelik pervasız ve ayrım gözetmeyen saldırıları uluslararası hukuku ihlal ediyor. Bölgesel güvenliği baltalıyor ve küresel ticareti ve tedarik yollarını tehdit ediyor. Dolayısıyla Kızıldeniz’deki güvensizliğin küresel ekonomi ve refah üzerinde büyük etkisi var. Çoğu çatışmanın sadece bölgesel olmadığını görebiliyoruz ve bu belki de yirmi birinci yüzyılın özel bir özelliğidir. Tıpkı Rusya’nın saldırgan savaşının küresel yansımaları olduğu gibi Orta Doğu’daki çatışmanın da etkileri var. Husi saldırıları nedeniyle ticari gemiler, Ümit Burnu’na yönlendirilmek zorunda kaldı. Bu durumun maliyeti yüksektir ve dünya genelinde gıda, ilaç ve enerji fiyatlarının daha yüksek olmasına yol açmaktadır.

ABD liderliğindeki Refah Muhafızı operasyonu, Kızıldeniz’de seyrüsefer özgürlüğünün sağlanmasına yönelik uluslararası çabaların omurgasını oluşturuyor. Ayrıca Avrupa Birliği (AB), bölgedeki deniz güvenliğine katkı sağlamak amacıyla hızla ASPIDES operasyonunu başlattı. Avusturya, küresel ticarette güvenliği desteklemek amacıyla ticari gemileri denizdeki saldırılardan korumayı amaçlayan bu deniz varlığına katılacak.

-Suudi Arabistan- Avusturya ilişkilerinin geleceği nedir? En önemli işbirliği alanları nelerdir? İki ülke arasında üzerinde çalışılan bir işbirliği projesi var mı?

*Suudi Arabistan, Avusturya için önemli bir ortaktır ve iki ülke arasında özellikle siyasi ve ekonomik alanlardaki yakın ilişkileri takdir ediyorum. Geçtiğimiz aylarda çok sayıda üst düzey ikili ziyaret gerçekleşti. Ekonomik açıdan bakıldığında iddialı Suudi 2030 Vizyonu, özellikle yenilenebilir enerji söz konusu olduğunda Avusturyalı işletmelere ve şirketlere ilginç fırsatlar sunuyor. Avusturya uzun yıllara dayanan deneyime sahip ve bu alanda iyi durumda olan birçok şirkete sahipken, iki ülke arasındaki temaslar da yoğunlaşıyor. 2023 yılında yaklaşık 200 bin Suudi turist, Avusturya’yı ziyaret etti. Avusturya’nın Riyad Büyükelçiliği de Krallık’taki Suudi ve Avrupalı ​​ortaklarla çok çeşitli kültürel projeler uygulayarak ikili kültürel alışverişi geliştirmek için çalışıyor. Bu vesileyle, Viyana Üniversitesi’ndeki köklü arkeolojik misyonumuzun, Tebük bölgesindeki köy sahasında çalışmalarına yeniden başlandı.

-Körfez- Avrupa Bakanlar Konseyi toplantıları ne gibi sonuçlar doğurdu? Şu anda ortak bir proje yürütülüyor mu?

*Bu düzenli bakanlar düzeyindeki toplantılar, AB ile Körfez ülkeleri arasındaki stratejik işbirliğini güçlendirmeyi, koordine etmeyi ve genişletmeyi amaçlıyor. Ortaklığımız ticaret, enerji ve yeşil geçiş gibi karşılıklı çıkarları ilgilendiren birçok konuyu kapsamaktadır. Geçen yılki toplantı, Hamas’ın İsrail’e saldırısıyla aynı zamana denk gelen 7 Ekim’den hemen sonra Maskat’ta yapılmıştı. Bu koşullar altında olağanüstü bir toplantıydı. Ancak bu, Körfez ülkeleri ve Avrupa’nın hem İsrailliler hem de Filistinliler için iki devletli çözümü yeniden canlandırma konusundaki kararlılığını ortaya koydu. Hepimiz istikrarlı ve müreffeh bir Orta Doğu istiyoruz. Bu, aynı zamanda Arap ülkeleri ile İsrail arasında devam eden normalleşmeyi de içeriyor elbette.

-Donald Trump’ın, NATO’nun AB ülkelerine yaptığı yardımın, maddi tazminata bağlanması yönündeki açıklamalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

*NATO’nun diğer tarafıyla ilgili açıklamaların özellikle seçim öncesi abartılmaması gerekiyor. Özellikle seçim öncesi dönemde ABD gibi küresel bir oyuncunun bile güçlü ortaklara ihtiyacı var ve Rusya’nın Ukrayna’ya yönelik saldırganlığı göz önüne alındığında, birbirimize yakın durmamız her zamankinden daha önemli. Avusturya bu transatlantik ortaklığı güçlendirmeye tamamen kararlıdır. Biz NATO’da müttefik değiliz. Ancak demokratik değerler ve ortak çıkarlar çerçevesinde birleştiğimiz ABD ile yakın ilişkilerimize değer veriyoruz.

-Rusya karşısında Ukrayna’ya silahlı maddi desteğinize rağmen Rusya ile diyalog kapısının açık tutulmasını talep ediyorsunuz. Bunun sırrı nedir?

*Savaşlar nadiren savaş alanında, çoğunlukla da müzakere masasında biter. Bu amaçla, iletişim kanallarını sürdürmek için BM ve hem Rusya’nın hem de Ukrayna’nın bağlı olduğu Viyana merkezli Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı gibi diyalog platformlarına ihtiyacımız var. Bu en iyi haliyle klasik çoğulculuktur. Kendi dış politikamızın ‘yankı odalarına’ girme eğiliminin hayatlarımıza yönelik bir tehdit olduğuna inanıyorum. Elbette şu anda Rusya ile Ukrayna arasında yapıcı bir diyalog yürütmekten çok uzaktayız. Ağustos 2023’te Ulusal Güvenlik Koordinatörü düzeyinde Cidde toplantısını düzenleyen Suudi Arabistan gibi büyük aktörler de dahil olmak üzere tüm aktörlerin görüşmeye dahil edilmesinin önemli olduğunu düşünüyorum.

Ancak bir şey çok açık: Ukrayna müzakereleri Ukrayna olmadan yürütülemez. Rusya’nın egemen bir ülkeyi, neo-emperyalist güdüsüyle, bu ülkenin var olma hakkına sahip olmadığına inanarak işgal ettiğini unutamayız. Rusya’nın Ukrayna’ya karşı yürüttüğü yasadışı ve haksız saldırı savaşında uluslararası hukuku ve insancıl hukuku bariz bir şekilde ihlal etmesi karşısında Avusturya, siyasi açıdan tarafsız kalamaz ve kalmayacaktır. Ukrayna’yı ilk günden itibaren insani alanda güçlü bir şekilde destekledik. Ancak askeri tarafsızlığımız nedeniyle hiçbir zaman askeri teçhizat konusunda desteklemedik.

-Rusya’nın Ukrayna’ya yönelik savaşının Avusturya’nın güvenliği ve ekonomisi üzerindeki etkisi nedir?

*Size bir örnek vereyim: Ukrayna’nın Lviv şehri Viyana’ya Avusturya’nın batı kesiminden daha yakın. Rusya’nın Ukrayna’ya yönelik savaşının başlangıcından bu yana, yerinden edilmiş 107 bin Ukraynalı Avusturya’da kayıt altına alındı. Yaklaşık 70 bin kişi şu anda Avusturya’da ikamet ediyor ve 40 binden fazla kişi destek alıyor. Gördüğünüz gibi bu savaş sadece Avusturya’yı değil tüm Avrupa’yı etkiledi. Ancak bu bir Avrupa savaşı değil. Ancak etkileri küresel ölçeğe ulaştı. Küresel gıda fiyatlarını veya enerji güvenliğini düşünün. Rusya’nın yakın çevremiz olan Batı Balkanlar’da yarattığı istikrarsızlığa da tanık oluyoruz. Bu da endişeyle takip ettiğimiz bir diğer gelişme.

-Bazı tarafsız Avrupa ülkelerinin NATO’ya katılmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

*Her ülkenin kendi tarihi ve kendi coğrafi konumu vardır. Rusya’nın doğrudan tehdidine ve Ukrayna’ya yönelik askeri saldırganlığına yanıt olarak Finlandiya ve İsveç’in NATO’ya katılma kararına saygı duyuyoruz. Ancak Avusturya’nın durumu farklı. Askeri tarafsızlık ve Avrupa dayanışması güvenlik politikamızın ayırt edici özellikleridir ve biz buna çok değer veriyoruz. En önemlisi, hiçbir zaman siyasi ve ideolojik olarak tarafsız olmadık. Uluslararası hukuk kırmızı çizgimiz olmaya devam ediyor. BM Tüzüğü saldırıya uğradığında asla sessiz kalmayacağız. AB’nin onursal üyesi ve NATO’nun uzun vadeli ortağı olarak, kriz yönetimi görevlerinde kuvvetler ve polisle birlikte çalışmak da dahil olmak üzere, Avrupa ve ötesinde barış ve güvenliğe katkıda bulunmaya devam edeceğiz.

-Avusturya’nın Sudan krizi konusundaki tutumu nedir?

*Şu anda sorunlu alanlara inanılmaz derecede odaklanıyoruz. Ancak Ukrayna’da, Ortadoğu’da ve Sahel’de olup bitenlerin ortasında, çok endişe verici diğer gelişmeleri de unutmamalıyız. Sudan Silahlı Kuvvetleri ile Hızlı Destek Kuvvetleri arasındaki silahlı çatışma, Sudan’ı sivil halk için insani bir kabusa sürükledi. Her iki tarafı da saldırıları derhal durdurmaya, müzakere masasına dönmeye ve sivil yönetime sorunsuz ve hızlı bir geçişin önünü açmaya çağırıyoruz. Ancak aynı zamanda, ağır insan hakları ve insancıl hukuk ihlallerinin faillerinden, hangi savaşan gruba mensup olduklarına bakılmaksızın hesap sorulmalıdır.