Cibuti Devlet Başkanı: Suudi Arabistan'daki zirveler birlik, güvenlik ve istikrarı güçlendirecektir

Cibuti Devlet Başkanı İsmail Ömer Guelleh
Cibuti Devlet Başkanı İsmail Ömer Guelleh
TT

Cibuti Devlet Başkanı: Suudi Arabistan'daki zirveler birlik, güvenlik ve istikrarı güçlendirecektir

Cibuti Devlet Başkanı İsmail Ömer Guelleh
Cibuti Devlet Başkanı İsmail Ömer Guelleh

Cibuti Devlet Başkanı İsmail Ömer Guelleh, Suudi Arabistan'ın  Körfez, Arap ve İslam zirvelerine ev sahipliği yapmasının, ülkenin omuzları üzerinde büyük bir sorumluluk hissettiğini gösterdiğini söyledi. Guelleh, söz konusu zirvelerin bölgeyi çevreleyen mevcut koşullar altında güvenlik ve istikrarın güçlendirilmesine katkıda bulunacağına dikkat çekti.
İslami zirveden krizlerin çözülmesini ve İslam ülkeleri arasındaki birlik ve beraberliğin korunmasına katkıda bulunacak kararların çıkmasını umut ettiğini söyleyen Guelleh, Suudi Arabistan'ın Arapların önderi, İslam dininin ve Müslümanların kıblesi olduğunu kaydetti. Ayrıca Suudi Arabistan’ı hedef alan her türlüsaldırının Arapları ve İslam ülkelerini de hedef aldığını vurguladı.
Cibuti Devlet Başkanı İsmail Ömer Guelleh, Şarku’l Avsat'la gerçekleştirdiği özel röportajda Suudi Arabistan’a ait iki petrol  istasyonunun hedef alınmasının gerek bölgenin gerekse de enerji kaynaklarının güvenliğini tehdit eden bir terör eylemi olduğuna dikkat çekti. Söz konusu eylemlerle yüzleşilmesi adına uluslararası dayanışmaya duyulan ihtiyacın altını çizdi. Ayrıca Körfez'e ve Kızıldeniz’e yönelik gerçekleştirilen saldırıların bölgesel ve uluslararası güvenliği tehdit ettiğini de belirten Guelleh, bu tür eylemlerin şiddetle karşısında olduklarını vurguladı.
Bölgenin şu anda yaşadığı krizlere, özellikle Filistin, Suriye, Yemen, Libya, Irak ve diğer Arap ülkelerindeki duruma dikkat çeken Guelleh, söz konusu meselelerin ayın sonunda Suudi Arabistan’da gerçekleştirilecek zirvenin en önemli gündem maddeleri arasında yer alacağını söyledi. Cibuti Devlet Başkanı İsmail Ömer Guelleh röportajda gerek bölgesel gerekse uluslararası alana dair birçok başlıkta Şarku'l Avsat'a özel açıklamalarda bulundu.
Önümüzdeki birkaç gün içinde Arap ve Körfez zirvelerinin yanı sıra bir de İslam zirvesine katılacaksınız. Sizce karşı karşıya kalınan en önemli zorluklar neler?
- Ramazan’ın 25’inde ve 26’sında Mekke'de yapılacak olan bu zirveler, İslam dünyasının halihazırda içinde bulunduğu kritik koşullar ve karmaşık zorluklarla paralel gerçekleştiriliyor. Şu an Yemen, Suriye, Libya, Irak, Cezayir, Sudan ve Somali gibi birçok Müslüman ve Arap ülkesi zor şartlardan geçiyor. Bir yandan Filistin ve Kudüs toprakları işgal altındayken diğer yandan küresel güvenliği tehdit eden aşırılık ve terörizm de gün geçtikçe büyüyor. Bununla birlikte bölgede yaşanan ciddi bir su krizi de var. Bunlar, bölgedeki güvenlik tehditlerini tartışmak için büyük çabalar sarf edilmesini gerektiren büyük zorluklardır.
Zirvelerden ne gibi sonuçlar alınması bekleniyor?
- Zirvelerin İslam dünyasını sarsan çeşitli sorunlara ışık tutarak krizlerin çözümüne katkı sağlayacak önemli kararlarla sonuçlanacağını, İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) ülkeleri arasındaki birlik ve beraberliği koruyacağını ve ülkelerin kendi aralarındaki ilişkileri geliştirmelerine katkıda bulunacağunı umuyorum.
Kardeşim Suudi Arabistan Kralı Selman bin Abdulaziz’in rehberliğinde yeryüzündeki en kutsal mekan olan Mekke’de, Kadir Gecesi'nde gerçekleştirilecek zirvelerin zamanın ve mekanın da bereketiyle oldukça verimli geçeceği konusunda iyimseriz.
Zirvelerde Filistin, Suriye, Yemen, Libya ve Irak konuları hangi ölçüde kendine yer bulacak?
- Filistin öncelikli Arap ve İslam meselesidir. Bundan dolayı geçekleştirilen bütün toplantılarda ilk sırada yer alması doğaldır. Bununla birlikte Suriye krizinin yanı sıra Yemen, Libya ve Irak'taki istikrarsızlığın ve güvensizliğin de endişe verici meseleler olduğuna şüphe yok.
Suriye'deki trajedi sadece siyasi çözümle sonlandırılabilir. Suriye halkının beklentilerini ve taleplerini karşılayacak nitelikte olması gerekn bu çözüm, ülkenin birliğinin ve bağımsızlığın korunması ile ülkede güvenlik ve istikrarın sağlanmasına bağlıdır.
Elbette bir de Yemen meselesi var. Yemenli kardeşlerimize ‘anayasal meşruiyeti desteklemek, ülkenin ve meşru liderliğinin yanında olmak ve ülkede kaosa sebep olan darbeyi sona erdirmek’ üzere el ele vermeleri çağrısında bulunuyoruz. Ülkedeki krizden çıkışın tek yolu Körfez Girişimi ve Yürütme Mekanizması, Ulusal Diyalog Konferansı sonuçları ve BM Güvenlik Konseyi’nin 2216 kararına dayalı barışçıl ve siyasi bir çözümdür.
Libya'daki kardeşlerimize olan desteğimizi de yineliyor ve Libyalı taraflara ‘halkın beklentileri olan güvenlik, istikrar ve refah için bölünmeleri ve çatışmaları sonlandırarak omuz omuza vermeleri’ çağrısında bulunuyoruz. Aynı zamanda güvenlik ve istikrarın sağlanmasına ve terör çetelerinin ortadan kaldırılmasına yönelik çabalarında kardeş ülke Irak’ın da yanında olduğumu bir kez daha dile getiriyoruz.
Arap Körfezi, Kızıldeniz ve Bab'ül Mendep gibi bölgesel suların güvenliği tehdit altında. Bu tehditlerin büyüklüğüyle ilgili değerlendirmeniz nedir?
- Güvenlik tehditleri genellikle ilgili bölgenin yüksek stratejik önemi ile ilişkilidir. Bundan dolayı Arap bölgesel sularına yönelik ‘aşırılıkçı, terörizm, deniz korsanlığı, mezhep savaşları ve bazı uluslararası ve bölgesel güçlerin olumsuz müdahalesi’ gibi çeşitli tehditler var. Bütün bunlar, dünya barışı ve güvenliğinin sağlanması için yüksek bir uluslararası koordinasyona ihtiyaç duyan durumlardır.
Arap sahillerinin çoğunun Kızıldeniz'deki Bab'ül Mendep ve Basra Körfezi'ndeki Hürmüz gibi oldukça hassas geçitlere ev sahipliği yaptığı biliniyor. Her iki boğaz da gerek jeopolitik gerekse ekonomik ve güvenlik bakımından oldukça önemli bir konuma sahip. Ayrıca Kızıldeniz, kıyılarının uzunluğu ve Afrika, Asya ve Avrupa kıtalarının ortasında bulunmasından dolayı önemli stratejik ayrıcalıklara sahip. Buna karşılık uluslararası ticaretin yüzde 13'ünden fazlası Bab'ül Mendep Boğazı’ndan geçiyor. Nitekim Körfez petrolünün hayat damarı olan Hürmüz Boğazı’nda da durum böyle. Dünyadaki ham petrolün yaklaşık yüzde 30'u ve Körfez petrol ürünlerinin yüzde 90'ı buradan geçiyor.
Birleşik Arap Emirlikleri’ne (BAE) ait dört gemi saldırıya uğradı. Bu saldırının ciddiyetinin derecesi nedir ve böyle bir saldırıdan kim fayda sağlıyor?
- Küresel seyrüseferlere yönelik saldırılar ve uluslararası barış ve güvenliği tehdit eden durumlar, karşı durulması ve şiddetle kınanması gereken eylemlerdir. Bundan dolayı teröristlerin son olarak BAE sularındaki Füceyre Emirliği yakınında gerçekleştirdikleri saldırıları en güçlü şekilde kınıyoruz. Bu hadiselerden yararlanan taraflar kim olursa olsun, söz konusu saldırılar bu hayati bölgedeki potansiyel tehlikelere karşı uyanık olma sorumluluğunu iki katına çıkarıyor.
İran’ın bölge ülkelerine müdahalesi ve Suudi Arabistan’ı füzelerle hedef alması Arap ve Körfez güvenliğini ne ölçüde tehdit ediyor? İran’ın bölgeye yönelik arzularının önüne geçilmesi ile ilgili beklentileriniz neler?
- Suudi Arabistan, Arapların önderi, İslam dininin ve Müslümanların kıblesidir. Ayrıca Suudi Arabistan’ı hedef alan herhangi bir saldırı aynı zamanda Arapların ve İslam ülkelerinin de hedef alındığı anlamına gelir. Bundan dolayı insansız hava araçları kullanılarak başkent Riyad'ın 320 kilometre batısındaki iki petrol istasyonuna gerçekleştirilen terör saldırılarını bir kez daha şiddetle kınıyoruz. Bu son saldırıların öncesinde ülke defalarca balistik füzelerle hedef alındı. Son olarak Müslümanların kıblesi olan Mekke-i Mükerreme bölgesindeki Cidde şehri hedef alınmıştı. Bu terör eylemlerinin bölge istikrarına ve enerji arzının güvenliğine yönelik ciddi bir tehdit oluşturduğunu söylüyoruz. Ayrıca bütün bu tehditler karşısında Suudi Arabistan Krallığı’nın ve halkının yanında olduğumuzu bir kez daha vurguluyoruz.
Suudi Arabistan ve Cibuti arasındaki siyasi ve ekonomik ilişkileri nasıl değerlendiriyorsunuz?
- Cibuti-Suudi Arabistan ilişkilerinin tarihi oldukça eskiye dayanıyor. 1977'den öncesine, yani Cibuti'nin bağımsızlığını kazanmasına kadar uzanıyor. Nitekim Suudi Arabistan Krallığı’nın desteğinin Cibuti'nin bağımsızlığını kazanmasında önemli bir rolü vardı.
Bir kez daha kardeş Suudi Arabistan ile olan ilişkilerimizin her seviyede güven, anlayış ve yüksek koordinasyona dayandığını ve bunun uluslararası ve bölgesel krizlere yönelik tutumlarda açıkça görüldüğünü belirtmek istiyorum.
Suudi Arabistan’a gerçekleştirdiği resmi ziyaretten ve Kral Selman bin Abdulaziz ile görüşmemden bu yana niteliksel bir sıçramaya tanık olan iki ülke arasındaki ilişkiler gün geçtikçe daha da güçleniyor. İlişkiler daha stratejik bir hale geldi. Kral Selman bin Abdulaziz ve Veliaht Prens Muhammed bin Selman ile daima iletişim halindeyim.
İki ülke arasındaki iş birliğinin ve sürekli koordinasyonun göstergesi olarak ortak bir komite var. Komite, üçüncü başarılı oturumunu nisan ayının sonunda Cibuti’de gerçekleştirdi. Cibuti ve Suudi iş adamları için ortak bir konsey de bulunuyor. Bu konsey de ikinci oturumunu nisan ayının sonunda Cibuti’de gerçekleştirdi. Ayrıca iki ülke arasındaki askeri iş birliğine tahsis edilen ortak bir askeri komite ve güvenlik iş birliği için kurulan ortak bir güvenlik komitesi de mevcut.
Sudan’daki durumla ilgili değerlendirmeniz nedir? Siyasi fikir birliğinin oluşturulmasına katkıda bulunmaya ne ölçüde hazırsınız?
- Tarih boyunca yanında olduğumuz Sudan’la yine dayanışma içerisinde olacağız. Ayrıca Cibuti, Afrika Boynuzu'ndaki barış ve uzlaşı konusunda oynadığı rollerle tanınıyor. Daha önceki dönemlerde Sudanlı tarafları bir araya getirmek için önemli çabalar sarf ettik. 1999 yılının sonlarında Ulusal Umma Partisi ile Sudan hükümeti arasında Kapsamlı Barış Anlaşması'nın (CPA) imzalanmasına arabuluculuk yaptık. Bu anlaşma, söz konusu dönemde var olan birçok sorunun ve anlaşmazlığın çözülmesine katkıda bulundu. Ayrıca tarafları barış içinde bir arada yaşama hedefini ön planda tutmaya teşvik ettik.
Halihazırda Cibuti Cumhuriyeti olarak kardeş ülke Sudan’daki gelişmeleri takip ediyoruz. Cibuti, Kıta ve bölge genelinde katıldığı organizasyonlarla Sudan'ın birliğini ve istikrarını korumak için gereken çabaları sarf etmeye bütünüyle hazır olduğunu ortaya koydu.
Somali, ülkedeki silahlı gruplar, korsanlık ve diğer birtakım faaliyetler sebebiyle halen ciddi bir kaosla karşı karşıya. Cibuti bu konuda nasıl bir rol oynuyor?
- İki ülke arasında güçlü ilişkiler ve büyük insani etkileşimler söz konusu... Cibuti, tüm krizlerinde ve sorunlarında Somali’yi desteklemek için ülkenin yanında olmaya devam ediyor. 1990'ların başında medana gelen Somali'deki iç savaş sırasında mültecilerin Cibuti'ye kabul edilmesi bunun en net örneklerinden biridir.
Cibuti'nin Somali'nin gerek yeniden inşası gerekse de taraflar arasındaki bölünmeyi sonlandırmak için birden fazla girişime ve konferansa arabuluculuk yaptığı biliniyor. Bunlardan en önemlisi 2000'in mayıs ayında Cibuti’nin Arta bölgesinde düzenlenen Arta Uzlaşı Konferansı’dır. Bu konferans, ülkedeki siyasi uzlaşmaların temelini oluşturdu. İlk iki uzlaşı konferansının da Cibuti'de yapıldığını belirtmek gerekiyor. Cibuti’nin ayrıca Afrika Birliği Somali Misyonu’nda (AMISOM) 2 binden fazla askeri görev yapıyor.
Daha önce çeşitli vesilelerle birçok kez dile getirdiğimiz gibi Somali, anayasal kurumlarını kurduktan sonra, ciddi güvenlik sorunlarına rağmen demokratik seçim deneyimleriyle kendini toparlamaya çalışıyor. Somali'nin İslam ve Arap ülkelerinin desteğine ihtiyaç duyduğunu bir kez daha vurguluyorum.
Suudi Arabistan'ın himayesinde Cidde'de varılan uzlaşının ardından Cibuti-Eritre ilişkilerinde ne gibi gelişmeler yaşandı?
- Cibuti-Eritre krizini çözme çabaları geçen yılın ikinci yarısında Afrika Boynuzu'nun şahit olduğu aktif diplomatik hareketlilik kapsamında geldi. Bu çözüm çabaları, kardeş Kral Selman bin Abdulaziz ve Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın himayesinde Cidde’de varılan uzlaşıyla taçlandı.
Bu tarihi uzlaşı, komşu ülke Eritre ile aramızdaki bölünmüşlük sayfasının kapanmasına ve taraflar arasındaki güvenin yeniden sağlanmasına vesile oldu. Anlaşmazlık nedenlerine ilişkin –gelecek nesiller için de sorunu bütünüyle sonlandırmış olacak- nihai bir çözüm üzerinde çalışıyoruz. Suudi Arabistan bu konudaki çabalarını sürdürmesini arzu ediyoruz.



Washington: Sudan'daki durum ‘çok karmaşık’, ancak barışı sağlamaya ‘kararlıyız’

Sudan'ın batısındaki el-Faşir'de Hızlı Destek Kuvvetleri'ne (HDK) atfedilen suçları protesto etmek için Omdurman’da düzenlenen gösterilere katılan bölge sakinleri (AFP)
Sudan'ın batısındaki el-Faşir'de Hızlı Destek Kuvvetleri'ne (HDK) atfedilen suçları protesto etmek için Omdurman’da düzenlenen gösterilere katılan bölge sakinleri (AFP)
TT

Washington: Sudan'daki durum ‘çok karmaşık’, ancak barışı sağlamaya ‘kararlıyız’

Sudan'ın batısındaki el-Faşir'de Hızlı Destek Kuvvetleri'ne (HDK) atfedilen suçları protesto etmek için Omdurman’da düzenlenen gösterilere katılan bölge sakinleri (AFP)
Sudan'ın batısındaki el-Faşir'de Hızlı Destek Kuvvetleri'ne (HDK) atfedilen suçları protesto etmek için Omdurman’da düzenlenen gösterilere katılan bölge sakinleri (AFP)

Beyaz Saray Sözcüsü Karoline Leavitt, Washington'un Sudan'daki çatışmayı sona erdirmek için diğer ülkelerle iş birliği yaptığını doğruladı. Bu açıklama, geçen hafta paramiliter Hızlı Destek Kuvvetleri'nin (HDK) bir şehri ele geçirirken toplu katliamlar yaptığına dair haberlerin ardından geldi.

Leavitt dün düzenlenen basın toplantısında, “ABD, Sudan'daki korkunç çatışmaya barışçıl bir çözüm bulmak için aktif olarak çaba sarf ediyor. Arap ortaklarımızla düzenli temas halindeyiz ve bu çatışmanın barışçıl bir şekilde sona ermesini istiyoruz... Ancak gerçek şu ki, sahadaki durum oldukça karmaşık” ifadelerini kullandı.

Diğer yandan Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) savcıları pazartesi günü, Sudan'ın el-Faşir kentinde toplu katliam ve tecavüz iddialarına ilişkin kanıt topladıklarını açıkladı.

Mücadeleye devam

Şarku’l Avsat’ın AFP’den aktardığına göre, Sudan Savunma Bakanı Hasan Kabrun dün, Güvenlik ve Savunma Konseyi'nin ABD'nin ateşkes önerisini görüşmesinin ardından ordunun HDK ile mücadelesine devam edeceğini bildirdi.

Kabrun, devlet televizyonunda yayınlanan konuşmasında, “Barışın sağlanması için gösterdiği çabalar ve önerilerinden dolayı Trump yönetimine teşekkür ederiz... Sudan halkının savaş hazırlıkları devam ediyor” şeklinde konuştu.

Hartum'da yapılan konsey toplantısının ardından Kabrun, “Savaş hazırlıklarımız meşru bir ulusal haktır” ifadesini kullandı.

ABD'nin ateşkes önerisiyle ilgili ayrıntılar ise açıklanmadı.

Son iki yılda on binlerce kişinin hayatını kaybetmesine ve milyonlarca kişinin yerinden edilmesine neden olan savaş, son günlerde Sudan'ın yeni bölgelerine yayıldı ve insani felaketin daha da kötüleşeceğine dair endişeleri artırdı.

Son aylarda Afrika ve Ortadoğu'daki diğer çatışmalarda arabuluculuk yapan Donald Trump liderliğindeki ABD yönetimi, Sudan'da ateşkes sağlanması için çaba gösteriyor.

Ordu yanlısı yetkililer, çatışma sona erdikten sonra kendilerini ve HDK’yi siyasi geçiş sürecinin dışında bırakacak bir ateşkes önerisini daha önce reddetmişti.

Son görüşmeler, sahada gerginliğin artmasının ardından geldi. HDK, batıdaki Darfur'da ordunun son kalesi olan el-Faşir'i ele geçirdikten sonra görünüşe göre Kordofan bölgesinde bir saldırı başlatmaya hazırlanıyor.

ABD Başkanı Donald Trump’ın Arap ve Afrika İşlerinden Sorumlu Başdanışmanı Massad Boulos, pazar günü Kahire'de Mısır Dışişleri Bakanı Bedr Abdulati ile, pazartesi günü ise Arap Birliği ile görüşmelerde bulundu.

Görüşmeler sırasında Abdulati, ‘ülke genelinde ateşkesin sağlanmasının ve kapsamlı bir siyasi sürecin başlatılmasının önünü açacak insani bir ateşkese ulaşmak için çabaların birleştirilmesinin önemini’ vurguladı.

Arap Birliği Genel Sekreteri Ahmed Ebu Gayt ile bir araya gelen Boulos, ona ‘Sudan'da savaşı durdurmak, yardımları hızlı bir şekilde ulaştırmak ve ülkede iç siyasi süreci başlatmak için son dönemde yapılan çabalar hakkında ayrıntılı bir açıklama’ yaptı.


İsrail'in korkunç hapishanesi... Dirilerin mezarlığından kurtulanların tanıklıkları

TT

İsrail'in korkunç hapishanesi... Dirilerin mezarlığından kurtulanların tanıklıkları

İsrail'in korkunç hapishanesi... Dirilerin mezarlığından kurtulanların tanıklıkları

Filistinli gazeteci Şadi Ebu Sido, İsrail Sde Teiman Gözaltı Merkezi’nde yaşanan zulümler hakkında çok şey duymuş ve okumuş olmasına rağmen, 2024 yılının nisan ayında bir gece vakti gördüklerini hayal bile edemezdi. O gece, İsrail askerlerinin, polis köpeklerini Filistinli mahkûmların üzerine saldıkları ve yaşananları gülerek kayda aldıkları bir vahşete tanık oldu.

Necef (Negev) Çölü’nde bulunan İsrail askeri gözaltı merkezinde tutulan ve Ekim 2025'te esir takası anlaşmasıyla serbest bırakılan Ebu Sido, Şarku’l Avsat'a, Mart 2024'te Gazze şehrindeki Şifa Tıp Kompleksi'nde olanları belgeleme görevini yaparken gözaltına alındığını söyledi.

Ebu Sido, “Gözaltına alındığımda askerler bana tüm giysilerimi çıkarmamı emretti. Sonra ellerimi arkamda bağlayıp kaburgalarımdan birini kırana kadar dövdüler. Ardından 10 saatten fazla bir süre yağmurda ve soğukta çıplak bırakıldım” ifadelerini kullandı.

Ancak Ebu Sido, ‘dirilerin mezarlığı’ olarak adlandırdığı hapishanede işkenceye maruz kalan tek kişi değildi. Sde Teiman'dan serbest bırakılan iki mahkûmun Şarku’l Avsat'a yaptığı açıklamalar, dayak, elektrik şoku, uyku, yemek ve tıbbi tedaviden mahrum bırakma ve ‘acımasız tecavüzler’ gibi korkunç olayları ortaya koydu.

Sistematik işkence

Sde Teiman, eski Askeri Başsavcı Yifat Tomer-Yerushalmi'nin tutuklanmasının ardından mercek altına alındı. İsrail makamları, Tomer-Yerushalmi'yi, gözaltı merkezlerinde İsrail askerlerinin Filistinli bir mahkûma tecavüz ettiğini gösteren bir videoyu sızdırmakla suçluyor. Başbakan Binyamin Netanyahu, bu sızıntının İsrail'in kuruluşundan bu yana ‘halkla ilişkiler açısından en büyük zarara’ yol açmış olabileceğini söyledi.

sdfr
2023 kışında İsrail'in güneyindeki Sde Teiman Gözaltı Merkezi’nde tutulan Filistinliler (AP)

Gazze Şeridi'nde savaşın patlak vermesiyle İsrail, çeşitli bahanelerle yüzlerce kişiyi gözaltına almaya başladı; onları gizli hapishanelerine attı, haklarını ellerinden aldı, herhangi bir yasal işlemden mahrum bıraktı ve avukatlara ve insan hakları örgütlerine erişimlerini engelledi. B'Tselem ve diğerleri de dahil olmak üzere İsrailli ve uluslararası insan hakları örgütleri, Sde Teiman Gözaltı Merkezi’nde ‘sistematik işkence’ ve ‘insanlık dışı muamele’ ile ilgili benzer şikayetleri belgeledi.

‘Disko’... İşkence görenlerin sesleriyle işkence

Soğukta uzun saatler bekledikten sonra Ebu Sido, askeri bir kamyonla Sde Teiman hapishanesine nakledildi. Burada, askerlerin ‘karşılama kıtası’ olarak adlandırdığı ve onun şu şekilde tarif ettiği yeni bir işkence yolculuğu başladı: “Koridorda duran yaklaşık 30 asker, tutuklular hapishaneye girmeden önce onları dövüyordu. Bazı tutuklular kan içinde kalıyordu, bazıları ise şiddetli dayak nedeniyle dişlerini veya gözlerini kaybetti.” Ebu Sido, yaklaşık 70 gün suçlamasız olarak gözaltında tutulduktan sonra soruşturma için başka bir yere nakledildi. Sorgu odasına girmeden önce çıplak soyunmaya ve ayrıntılı bir aramaya maruz kalmaya zorlandı, ardından ‘disko’ adı verilen bir yere götürüldü.

xcdf
Sde Teiman Gözaltı Merkezi’nin konumunu gösteren harita (Şarku’l Avsat)

Ebu Sido, devasa hoparlörlerin bulunduğu odada gördüklerini şöyle anlattı: “Diskoda mahkumlar saatlerce uyanık tutuluyor. Tek duyduğunuz gürültü, yüksek sesli müzik ve işkence gören diğer mahkumların çığlıkları.” Ebu Sido daha sonra başka bir işkence odasına nakledildi ve burada gardiyanlar onu ellerinden tavana asarak yorgun ve çıplak vücuduna yumruk attılar.

Barakaya dönüş: Aşağılama partileri

Sorgulamanın ardından Ebu Sido, ‘baraka’ denilen kalabalık gözaltı koğuşlarına geri götürüldü. Bu koğuşlar, soğuktan veya sıcaktan koruma sağlamayan metal yapılar olup, çölün ortasında zorlu koşullarda yaşayan yüzlerce mahkûmu barındırıyor.

Ebu Sido buradaki süreci şu ifadelerle anlattı: “Her barakada yaklaşık 140 ila 160 mahkûm vardı, hepsi kelepçeli ve gözleri bağlıydı. 30 ila 40 askerden oluşan ekipler köpeklerle birlikte gelip bize yüzüstü yatmamızı emrediyorlardı. Köpeklerin sırtımızda yürümelerine, üzerimize işemelerine, bizi tırmalamalarına ve başlarıyla vurmalarına izin veriyorlardı.”

Ebu Sido, 2024 yılının nisan ayında bir gece vakti yaşanan olayı ‘tam bir insanlık dramı’ olarak tanımladı: “Mahkumlardan biri kriz geçirerek ‘Çocuklarımın yanına gitmek istiyorum’ diye bağırmaya başladı. Gözaltı merkezi yetkilileri, bastırma ekibini ve köpekleri ‘barakalara’ gönderdi. Sonra onu dışarı çıkardılar, soyduktan sonra köpeklerin ona tarif edilemez şeyler yapmasına izin verdiler.”

O zor anları hatırlayan Ebu Sido şu ifadeleri kullandı: “Gözlerimizdeki bağın kenarından yaşananları izliyorduk. Askerlerin, mahkûmun çığlıklarına eşlik eden sesler eşliğinde gülüp, yaşananları telefonlarıyla kayda aldıklarını gördük. Biz de çığlık atmaya başladık. Sıranın bize geleceğinden korkuyorduk.”

sdrt
Bir süre Sde Teiman Gözaltı Merkezi’nde tutulan eski Filistinli mahkûm Şadi Ebu Sido, Gazze'de çocuklarıyla birlikte (Şarku’l Avsat)

Ebu Sido, Sde Teiman Gözaltı Merkezi’ni ‘diriler için bir mezarlık’ olarak tanımlayarak şöyle dedi: “Korkudan aklımızı kaçırıyorduk. Geceyi gündüzden ayırt edemiyorduk ve bizi döven veya aşağılayanlar dışında hiçbir insan yüzü görmüyorduk. Bu işkenceden kurtulmak için orada ölmeyi dilerdim.”

Genç adam, mahkumların dünyadan tamamen izole bir şekilde yaşadıklarını ve 24 saatlik süre içinde tuvalet ihtiyaçlarını gidermek için sadece iki dakika süre verildiğini söyledi.

Ebu Ful... Ayağı kesilmiş halde gözaltına alındı ve kör olarak serbest bırakıldı

Bir başka korkunç hikâye ise Gazze'nin kuzeyinde yaşayan Mahmud Ebu Ful tarafından anlatıldı. Ebu Ful, bacağı kesildikten sonra tedavi gördüğü Kemal Advan Hastanesi’nde gözaltına alındı ve esaret altında yaşadığı çileli günler sonunda görme yetisini kaybetti. 2023 yılının aralık ayı sonlarında, genç Gazzeli askerler hastaneye baskın düzenlediğinde oradaydı. Ebu Ful o günü şu ifadelerle anlattı: “Beni kelepçelediler ve gözlerimi bağladılar, sonra acımasızca dövmeye başladılar. Yaralıydım ve protez bacağım vardı, sadece koltuk değneği ile yürüyebiliyordum, ama onu benden aldılar ve ellerimi arkadan bağladılar.”

Saatlerce süren dayak ve hakaretlerin ardından Ebu Ful, Sde Teiman hapishanesine nakledildi ve burada aylarca kaldı. Genç adam gözaltında geçirdiği ilk günleri şöyle hatırlıyor: “Yedi gün boyunca ellerim arkamda bağlıydı. Her hücrede yaklaşık 140 mahkûm vardı, yemek çok azdı ve dayak ve hakaretler hiç bitmedi.”

Bir gün Ebu Ful yaklaşık iki saat boyunca işkence gördü ve kafasına vurularak bayılana kadar dövüldü.

Şarku’l Avsat’a konuşan genç adam görme yetisini kaybettiği günü şu ifadelerle anlattı: “Uyandığımda görme yetimi tamamen kaybetmiş olduğumu fark ettim. Etrafımdaki gençlere hiçbir şey göremediğimi söyledim. Korkudan titriyordum ve ağlamaya başladım.”

Ebu Ful, kendisini esir alanlara tıbbi tedavi için yalvardığını, ancak sonuç alamadığını belirtti: “İlaç istedim, ama bana bağırıp alay ettiler. Karanlıkta tek başıma acı çekiyordum.” Görme yetisini kaybettikten sonra Ebu Ful, sadece işitme duyusuyla esaret hayatını yaşadı: “Mahkumların işkence gördüğünü, çığlık attığını, yardım için ağladığını ve askerler tarafından küfredildiğini duyabiliyordum.”

Ebu Ful aylarca gözaltında tutulduktan sonra son mahkûm takası anlaşmasına dahil edildi. Serbest bırakıldıktan sonra hissettiklerini şu ifadelerle dile getirdi: “Gazze'ye hiçbir şey göremeden döndüm ve ailemin artık hayatta olmadığını düşündüm... Kalabalığın içinde, annemin sesini duyduğumda onların etrafımda olduğunu fark ettim... Halen onların arasında olduğum için Allah'a şükrediyorum. Sadece bir kez olsun annemin yüzünü görmek istedim.”

zsdf
Bir süre Sde Teiman Gözaltı Merkezi’nde tutulan eski Filistinli mahkûm Mahmud Ebu Ful, Gazze'deki bir çadırda anne ve babasının arasında oturuyor. (Şarku’l Avsat)

Filistin Tutuklular ve Eski Mahkumlar İşleri Komisyonu’na göre, yıl ortası itibarıyla İsrail hapishanelerinde 10 binden fazla mahkûm bulunuyordu. Bunların arasında İsrail'in ‘yasadışı savaşçı’ olarak sınıflandırdığı bin 800'den fazla Gazzeli tutuklu da bulunuyordu. Resmi Filistin rakamlarına göre, 7 Ekim 2023'ten bu yana İsrail gözaltı merkezlerinde 80'den fazla mahkûm hayatını kaybetti ve bunların yarısından fazlası Gazze Şeridi'ndendi.

Filistin Tutuklular ve Eski Mahkumlar İşleri Komisyonu Sözcüsü Şarku’l Avsat'a verdiği demeçte, “İşgal güçleri, iki yıl boyunca işgal hapishanelerindeki erkek ve kadın mahkumlara karşı bir dizi suç işledi” dedi.

Sözcü, İsrail makamlarının ‘gözaltı merkezlerinde başka bir tür soykırım uyguladığını, özellikle Gazze Şeridi'nden gelen mahkumlara Sde Teiman Gözaltı Merkezi’nde polis köpekleri de dahil olmak üzere çeşitli araçlar kullanılarak sistematik işkence ve tecavüz uygulandığını’ bildirdi.

İnsan hakları raporlarına göre, İsrail hapishanelerinde ve kamplarında, özellikle Sde Teiman'da bulunan Filistinli mahkumlar işkenceye ve açlığa maruz kalıyor ve bu durum birçok mahkûmun hayatına mal oluyor. Sde Teiman'da tutulmuş veya halen tutulmakta olan mahkumların sayısına ilişkin kesin bir tahmin bulunmuyor.


Arap Maşrık bölgesi: Taraflı diplomasi ve işlevsiz bir bölgesel düzenden çıkarılacak dersler

Fotoğraf: Majalla/AFP
Fotoğraf: Majalla/AFP
TT

Arap Maşrık bölgesi: Taraflı diplomasi ve işlevsiz bir bölgesel düzenden çıkarılacak dersler

Fotoğraf: Majalla/AFP
Fotoğraf: Majalla/AFP

Elie el-Kuseyfi

Bölge halkının diğer, daha az konuşkan halklara kıyasla daha konuşkan olduğu yönündeki yaygın algıyı kabul edersek, ABD Özel Temsilcisi Thomas Barrack neredeyse unutulmuş Lübnan kökenlerinden gelen bu özelliği kesinlikle korumuş. Sadece birkaç ay, hatta birkaç hafta içinde, en fazla açıklama yapan, klasik diplomatik dile göre hem beklendik hem de beklenmedik detaylı sonuçlar ve çıkarımlar sunan Arap ve yabancı yetkililerden biri haline geldi. Siyaset veya diplomasi dünyasından değil iş ve emlak dünyasından geldiği düşünüldüğünde, bu pek de şaşırtıcı değil. Ancak nihayetinde bu, yalnızca ABD'de değil, küresel olarak da siyasi ve diplomatik davranışlar üzerindeki etkisini zaman içinde gözlemlemenin ilginç olacağı Başkan Donald Trump'ın tarzını yansıtıyor.

Thomas Barrack, sanki almak istediği iki intikam varmış gibi uzun uzun konuşuyor. Bunlardan ilki Amerikan düzeninin ve derin devletin ürünü olan Barack Obama'nın mirasından, diğeri ise bölgedeki Avrupa sömürgeciliğinin mirasından intikam. Ne var ki Barrack, bu sömürgecilik olmasaydı (ki ona göre bu sömürgecilik, kabile kamplarına bayraklar asıp onları devletlere dönüştürmekle sınırlı) İsrail'in var olmayabileceğini unutmuş gibi yapıyor. Dahası, Barrack'ın -birincisi, Trump yönetiminin rejim değişikliği istemediği, ikincisi, İsrail'in Sykes-Picot Anlaşması'nı tanımadığı- şeklindeki iki fikri birleştirmesi, Trump Washingtonu'nun artık rejimleri değiştirmekle ilgilenmediği ama özellikle de İsrail tarafından yapılırsa, sınır değişikliklerine göz yumduğu anlamına geliyor. Bu durum, bölgeyi, devletler arasındaki uluslararası sınırlarla sınırlı kalmayıp, kimlik temelli ve coğrafi çatışmalara dayalı bir fay hattı üzerine kurulu bu devletlerin iç dinamiklerini de kapsayan yeni endişelere sürüklüyor.

Sınır müzakereleri, bölge devletlerinin, özellikle de Arap devletlerinin, ulusal güvenlik zorunlulukları açısından İran hegemonyasının yerini İsrail hegemonyasının almasını kabul etmeleri mümkün olmadığı sürece, yalnızca bir Suriye veya Lübnan meselesi değildir

Barrack'ın açıklamalarının genel teorik çerçevesi budur. Fakat pratik açıdan, özellikle de Suriye ve Lübnan'ın İsrail ile sınır anlaşmaları yapmalarının “zorunluluğu” konusunda önerdikleri, temel bir konuyu göz ardı ediyor. O da Tel Aviv'in bu sınırları tanımamasının, sakinlerinden ve silahlı varlıklardan (sadece milislerden değil, aynı zamanda meşru güçlerden de) arındırılmış tampon bölgeler oluşturma çabasının, müzakerelerin temel dayanaklarını dinamitlediğidir. Tel Aviv’in müzakereleri, zayıflayan İran hegemonyasının halefi olarak İsrail'in bölgesel hegemonya kurma girişimleri çerçevesinde mevcut durumu kabul etmekle eşdeğer kıldığı da görmezden geliniyor.

dcfg
Lübnan Cumhurbaşkanı Joseph Avn, ABD'nin Türkiye Büyükelçisi ve Suriye Özel Temsilcisi Tom Barrack, Lübnan Baabda’daki Cumhurbaşkanlığı Sarayı'nda, 21 Temmuz (AP)

Bu nedenle, sınır müzakereleri, bölge devletlerinin, özellikle de Arap devletlerinin, ulusal güvenlik zorunlulukları açısından İran hegemonyasının yerini İsrail hegemonyasının almasını kabul etmeleri mümkün olmadığı sürece, yalnızca bir Suriye veya Lübnan meselesi değildir. Hem de bu devletlerin Hizbullah'ın Lübnan içindeki nüfuzuna ilişkin tutumları geri dönülmez bir şekilde olumsuz olsa bile. Bu bağlamda, Şam'ın dört müzakere turuna katılmasına rağmen, işgal altındaki Golan Tepeleri meselesi bir yana, güney Suriye'deki sınır bölgesi konusunda bir güvenlik anlaşmasına varamamış olması da anlamlıdır. Bu arada İsrail, Suriye topraklarına yönelik saldırılarını sürdürüyor ve bunların sonuncusu geçtiğimiz günlerde gerçekleşti. Reuters, İsrail ordusunun Şam'a yalnızca 25 kilometre uzaklıkta olduğunu bildirdi.

Bu, Barrack'ın Manama konferansındaki açıklamaları ve hakkında aktarılanların kanıtladığı gibi, yeni Suriye hükümetini ve Cumhurbaşkanı Ahmed eş-Şara'yı öven ancak Lübnanlı yetkilileri kınayan Washington'un, Tel Aviv'e Suriye egemenliğini ve benzer şekilde Lübnan egemenliğini ihlal etmesi sebebiyle neredeyse hiç baskı yapmadığı anlamına geliyor. İki ülke arasındaki tek fark Lübnan'da Hizbullah ile yaşanan çatışma. Dolayısıyla Trump yönetiminin Gazze'de İsrail'e uyguladığı baskının Lübnan ve Suriye'yi kapsamadığı, Washington’un Tel Aviv'e bu ülkelerde, kısıtlama olmaksızın ya da zayıf ve değişken kısıtlamalarla, serbestçe hareket etme olanağı tanıdığı göz önüne alındığında, bölgedeki Amerikan politikası iki dinamiğe göre işliyor demektir. Bu durum, İsrailli yerleşimcilerin İsrail ordusunun gözetimi veya koruması altında Filistinlileri taciz etmeye devam ettiği Batı Şeria için de geçerli.

Lübnan ile ilgili arabuluculuk konusunda, özellikle ABD'nin yeni bir yaklaşım benimsemesi gerekiyor. Bunu da Lübnan tek başına ortaya çıkaramayacağından, Lübnan ile Suriye süreçlerinin birbirine bağlanması kaçınılmaz hale geliyor

Burada Washington'un Suriye ve Lübnan ile ilgili arabuluculuğunun taraflı olduğunu kastediyoruz. Ama Trump yönetimi, Barrack'ın kendisinden naklettiği meşhur “çabayı sonuçlarla karıştırmayın” sözünden hareketle, bunu pek de umursamıyor gibi görünüyor. Peki, bu çabalar “zorla barış” kisvesi altında bir oldubitti dayatma girişimine dönüşürse kendisinden ne gibi sonuçlar beklenebilir? Nitekim İsrail'in oluşturmaya çalıştığı güvenli bölgeler fikri, Suriye veya Lübnan topraklarından çekilmesinin ön koşulu olarak varmak istediği sınır anlaşmalarıyla çelişiyor. Bu durum, bizzat Thomas Barrack'ın teşvikiyle İsrail ile adım adım mantığıyla müzakereler yürütmeye çalışan Lübnan için müzakerelerin gidişatını belirsiz kılıyor. Zira Tel Aviv'den gelen mesaj, Lübnan tarafının ilk adımını Lübnan hükümetinin değil, İsrail'in belirleyeceği yönündeydi.

Dolayısıyla, Lübnan ile ilgili arabuluculuk konusunda, özellikle ABD’nin yeni bir yaklaşım benimsemesi gerekiyor. Bunu da Lübnan tek başına ortaya çıkaramayacağından, Lübnan ve Suriye süreçlerinin birbirine bağlanması kaçınılmaz hale geliyor. Ama bu Barrack'ın düşündüğü gibi, Beyrut'un hâlâ önünde uzun bir yol olan Şam’ı takip etmesi değil, bölgesel düzenin mantığının İran hegemonyasının İsrail hegemonyasıyla yer değiştirmesine izin vermesinin mümkün olmadığı temelinde olmalıdır. Bunun anlamı, İsrail'in Güney Lübnan ve Güney Suriye'deki davranışlarının, yalnızca İsrail çıkarlarına göre değil, yeni değişimlerle şekillenmesi gereken bölgesel düzene aykırı olduğudur.

sxdfr
ABD Başkanı Donald Trump ve İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, 29 Eylül 2025, Beyaz Saray (AFP)

Bu, Arap ve bölgesel tarafların Hizbullah'ın silahı meselesini yeni bir yaklaşım ile ele almasını ve bundan önce de Hizbullah'ın kendi silahı meselesini yeni bir yaklaşımla ele almasını gerektiriyor. Gazze ateşkes anlaşmasının sağladığı ivmeden güç alan Kahire'nin, Lübnan'da “Arap yüzlü” bir girişim başlatma kapasitesine sahip olduğu göz önüne alındığında, Mısır İstihbarat Şefi’nin geçen hafta Beyrut'a yaptığı ziyaret, bu yönde bir işaret verdi. Bu fikir, esas olarak bölgedeki gelişmelerin iki farklı ivmede, yani Lübnan'da gerginliği tırmandırırken, bir dereceye kadar Suriye ve Gazze'de gerginliği azaltma ile birlikte ilerleyemeyeceği varsayımına dayanıyor.

Ancak tüm bunlar temel engellerle karşılaşıyor. Hizbullah, katı yapılarından kurtulup Lübnan iç siyasetine ve Arap çevresine yönelik daha esnek politikalar benimseme konusunda isteksiz ve buna muktedir değil. Üstelik artan baskılar altındaki İran, bölgesel nüfuzundan olabildiğince vazgeçmek istemediğinin açık bir göstergesi olarak, en önemli bölgesel kalelerinden biri olan Hizbullah'a sıkı sıkı tutunuyor. Bu da nüfuzunu yeniden genişletme ve kabiliyetlerini geliştirme fikrinden vazgeçmediği anlamına gelebilir. Bunun anlamı ise İsrail ile İran arasında, Amerikan müdahalesiyle yeni bir savaş olasılığının oldukça gerçek, hatta belki de muhtemel olduğudur. Nitekim son iki gün içinde Irak Savunma Bakanı'nın, Amerikalı mevkidaşının kendisine ilettiğini söylediği mesajın içeriği dikkat çekiciydi. Mesajda, İran'a sadık Iraklı grupların bölgedeki olası bir Amerikan askeri harekatına müdahale etmemesinin kendi menfaatlerine olduğu belirtiliyordu. Bu mesaj, Irak'tan çok İran'a yönelikti.

ABD'nin Güvenlik Konseyi'ne sunduğu Gazze'deki uluslararası güç ile ilgili özel bir karar alınmasını öngören karar tasarısının içeriği, barışı korumaktan ziyade dayatma konseptine daha yakın

İkinci engel ise bölge ülkeleri İsrail'in artan hegemonyasına karşı koymak için aralarındaki farklılıkları, rekabetleri ve anlaşmazlıkları aşabilecek kapasitedeymiş gibi, tam teşekküllü bir bölgesel veya Arap sisteminden bahsetmenin imkansız olmasıdır. Son olarak Mısır gibi birçok önemli Arap devletinin İran ile yakınlaşmasına rağmen, bu yakınlaşma henüz bölgedeki nüfuzun yeni kurallara göre yönetilmesi konusunda bir anlaşmaya varma noktasına varmadı. Bu kurallardan ilki de İran'ın “milis imparatorluğundan” vazgeçmesidir. Dolayısıyla en fazla, değişen koşullarla birlikte Hizbullah'ın Arap sorununu çözmek için bir çerçeve üretebilecek, Hizbullah ile Mısır arasında yavaş bir diyalog gibi karşılıklı manevralar beklenebilir. Bu çerçeve, Lübnan'ın taleplerinin Trump yönetiminin Gazze ateşkes anlaşmasıyla ilgili bölgesel talepler listesine dahil edilmesine; başka bir deyişle, bu anlaşmanın Lübnan'ı ve İsrail'in güneyine yönelik saldırılarını sürdürdüğü Suriye'yi de kapsayacak şekilde genişletilmesine yardımcı olabilir.

sdfr
Suriye Devlet Başkanı Ahmed Şara ve ABD'nin Suriye Özel Temsilcisi Thomas Barrack, 29 Mayıs 2025, Şam (AFP)

Bu siyasi yaklaşıma paralel olarak, İsrail'in güvenlik yaklaşımı da her zaman mevctken, Hizbullah ateşkes anlaşmasına bağlı kalmakta ve İsrail saldırılarına yanıt vermekten kaçınmaktadır. Lübnan ve Gazze arasında, İsrail'in Lübnan'da Hizbullah'ın silahsızlandırılmamasının Gazze'de Hamas'ın silahsızlandırılmasını engelleyeceği teorisinin aksine yeni bir bağlantı varsa, bu durumda ABD'nin Güvenlik Konseyi'ne sunduğu Gazze'deki uluslararası güçle ilgili özel bir karar alınmasını öngören karar tasarısının içeriği, barışı korumaktan ziyade dayatma konseptine daha yakındır. Bu da ilk olarak Ürdün Kralı İkinci Abdullah’ın geçen hafta BBC'ye verdiği röportajda gündeme getirdiği bir konudur. Kral bahsi geçen röportajda, ülkesinin bu güce katılımını misyonunun barışı korumak şeklinde belirlenmesine bağlamıştı. Şarku’l Avsat’ın al Majalla’dan aktardığı analize göre bu, Türkiye'nin pazartesi günü uluslararası güç konusunu görüşmek üzere düzenlediği toplantıya katılmayan ve böylece bu gücün sahip olduğu BM örtüsünün herhangi bir bölgesel örtü ile değiştirilmesine karşı olduğunu gösteren Mısır'ın tutumuyla neredeyse aynı.

Ancak, karar tasarısının orijinal haliyle onaylanmasının, paralel olarak yeni bir Lübnan senaryosu yaratacağını da belirtmek önemlidir. Özellikle de İsrail'in Lübnan'a hava, kara ve belki de deniz yoluyla yeni ve büyük çaplı bir saldırı başlatması, daha sonra, Gazze anlaşmasına benzer bir ateşkes anlaşmasına varılması temelinde, Gazze deneyiminin Beyrut'ta tekrarlanabileceği göz önüne alındığında. Bu anlaşma, Hizbullah'ı silahsızlandırmakla görevli uluslararası bir gücün Lübnan'a konuşlandırılmasını da içerebilir. Zira Thomas Barrack da Lübnan ordusunun bu görevi yerine getirmesinin imkânsız olduğunu kabul etti. Peki, hangi ülkeler bu görevi yerine getirmek için asker göndermeye istekli olur ve İran rejimi değişmeden olduğu gibi kaldığı sürece bu beklenebilir mi?

Savaş ile diplomasi -hem de ne diplomasi- arasında iki yıldır süren çılgın yarışta diğer senaryolar arasındaki bir Lübnan senaryosu da budur.

*Bu analiz Şarku’l Avsat tarfından Londra merkezli al Majalla dergisinden çevrilmiştir.